Türkiye’de Kültürel İktidarın Kuruluşu - Alparslan Aydar

Türkiye’de Kültürel İktidarın Kuruluşu


Türkiye'deki siyasal iktidar mücadelesi, büyük ölçüde, hayat tarzları üzerinden yürütülmüştür. Hikâyeyi, Tanzimat’a kadar geri götürmek mümkünse de bu sahadaki en şedit çatışmalara, Cumhuriyet’in çok partili dönemi sahne olmuştur. Gerilimin temel nedeni, devlet alanını tahakkümünde tutan küçük bir bürokratik oligarşinin, siyasal sınırları da kendi hayat tarzı istikametinde ve tek taraflı biçimde çizmiş olmasıdır. Hatları tek partili dönemde belirginleşen ve askeri darbeler vasıtasıyla defaatle tahkim edilen bu kültürel iktidar, Türkiye’deki gerçek siyasi gücün ve vesayetin de can damarı olmuştur. Tek parti dönemi mahsulü kültürel iktidarın haritasını çizmeyi ve ‘vesayetçi demokrasi’ zihniyetinin kodlarını çözmeyi sağlayacağını savunan bu kitap, Türkiye siyasetini anlamak için bizi ufkun ötesine bakmaya davet etmektedir.

Türkiye’de Kültürel İktidarın Kuruluşu

Yılmaz Çolak

Liberte Yayınları

Mîsak Dergisi

Sayı: 369 / Ağustos 2021

Türkiye’deki siyasal iktidar mücadelesi, büyük ölçüde, hayat tarzları üzerinden yürümüştür. Hikâyeyi, Tanzimat’a kadar geri götürmek mümkünse de bu sahadaki en şedit çatışmalara, Cumhuriyet’in çok partili dönemi sahne olmuştur. Gerilimin temel nedeni, devlet alanını tahakkümünde tutan küçük bir bürokratik oligarşinin, siyasal sınırları da kendi hayat tarzı istikametinde ve tek taraflı biçimde çizmiş olmasıdır. Hatları tek partili dönemde belirginleşen ve askeri darbeler vasıtasıyla defaatle tahkim edilen bu kültürel iktidar, Türkiye’deki gerçek siyasi gücün ve vesayetin de can damarı olmuştur. Tek parti dönemi mahsulü kültürel iktidarın haritasını çizmeyi ve ‘vesayetçi demokrasi’ zihniyetinin kodlarını çözmeyi sağlayacağını savunan bu kitap, Türkiye siyasetini anlamak için bizi ufkun ötesine bakmaya davet ediyor.

 

Yeni Bir Sosyo-Politik Perspektif Olarak Medeniyet

“Medeniyet kavramı ‘düzene sokmak’ veya ‘düzenlemek’ anlamına gelen tanzimat kavramıyla ilişkisi bağlamında ele alınmaktadır. Mustafa Reşit Paşa Avrupa’da bu kavramla karşılaştığında ve ona Türkçe bir tanım getirmeye çalıştığında -ki Osmanlı/Türk sözlüğüne armağanıdır - medeniyet kavramı 1834 yılından itibaren Avrupada entelektüel ve sosyal düzeyde kullanılmaya başlanmıştı. 1839’dan önce Avrupa uygarlığı ve düzenine duyulan arzuyu yansıtan iki kavram olarak nizam ve tanzimat kelimeleri uygarlığın anlamını karşılıyordu.

Mustafa Reşit Paşa bir Fransız kavramı olan sivilizasyon kavramını kullanarak bunların ifade ettikleri anlamı açığa kavuşturdu. Bu kelime Reşit Paşa’nın 1834 yılında Paris’ten gönderdiği ilk resmi yazılarında belirtildi ve Paşa bu terimi terbiye-i nas ve icra-yı nizamat olarak tanımlamaya çalıştı. 1838’e kadar nizam, nizamat veya tanzimat deyimleriyle açıklanmaya çalışılan sivilizasyon kelimesi, bu yılda medeniyet kelimesi ile karşılanmaya başlandı. Medeniyet ise ‘şehirde hayat’ veya ‘şehirde oturan anlamında kullanıldı ve en geniş manasıyla şehirlerde gelişen hayat tarzını ve orijinal anlamıyla da şehir hayatına dayalı olarak gelişen Avrupa sosyal düzenini anlatıyordu. Ancak medeniyet kelimesi 1850’lere kadar yaygın kullanıma girmedi.” S.38-39

 

Yeni Osmanlı Toplumunun Sınırları ve Muarızları: Genç Osmanlılar’ın Sahicilik Arayışı

“Osmanlı eliti batının askeri ve teknolojik üstünlüğünü kabul ettikten sonra teknolojik ilerleme ile sosyal ve kültürel yapılanma arasında tartışmasız bir ilişki olduğunu düşünmeye başladılar.

II. Mahmud döneminden sonra Tanzimat yönetici elitinin ‘aydınlanmış despotizmi’ ve ‘mutlak monarşi’ idaresi ile birlikte toplumun, insanların biçimlendirilmesi suretiyle aydınlanmış hükümdarların prensiplerine göre yeniden tasarlanabileceği inancı ortaya çıktı. Böylesi bir görüş ilk bakışta, bireylerden oluşan ve ‘mekanik makine kavramı’ doğrultusunda işleyen yeni bir toplum görüşünü ileri sürdü. Mardin, bu yeni toplum idealinin, eski merkezi sosyal değer olarak ‘istikrar’ın yerine geçen ‘değişim’ gibi yeni dürtüler ışığında işlemeye başladığını belirtir. Yeni aktörler -gençlik- değişim için bu makinenin operatörleri oldular ve şeyler arasındaki ilişkiler toplumun işleyişini anlamak için temel haline geldi. Bunlar yeni kurulan askeri ve sivil okullarda ve Avrupa’da eğitim gören ve ‘doğaya’ ilişkin fikirleri tamamen değişen batılı yöneticilerin görüşleri oldu. Geleneksel yönetici elitin aksine, bu batılı yöneticilerin güçlerinin kaynakları Allah’tan değil, insanların doğasından gelen ahlaki kapasiteden, mantıktan, özgürlük ve vicdan hissinden kaynaklandı. Dünya görüşlerindeki dönüşüm özellikle de edebi eserlerde olmak üzere Tanzimat döneminde yazılmış olan kitaplarda görülebilir. Bu kitaplarda, Fransızca konuşmak, piyano çalmak, okunan kitaplardaki karakterlerle özdeşleşmek ve dünyayı onların gözünden görmek yeni orta sınıf arasında oldukça yaygın hale gelmişti. Yeni bir sosyal unsur olarak yönetici eliti, özellikle de resmi yetkililer ve aydınlar seviyesinde alafrangalık denen batılı bir yaşam tarzı sürdürdü. İmparatorluğun her alanında ikili bir yapı mevcuttu: Yeni (modern eğitim ve yargı kurumları ve yeni tavırlar) geleneğin (medrese ve şeriat mahkemeleri ve geniş sıradan halkın geleneğe bağlı yaşam tarzı) yanında yer aldı. Sonuç olarak ortaya siyasal ve hatta sosyal düzeyde, modernleşme reformlarının ürettiği ikili bir yapı -geleneksel ve modern- ortaya çıktı ki, İmparatorluktaki tüm reform tartışmaları ve siyasal ve entelektüel yaşam İmparatorluğun sonuna kadar bu yapı etrafında devam ettirildi. Bunun sonucunda ise yönetenlerle yönetilenler arasında söylemsel bir uçurum açılmış oldu.” S.47-48

 

İttihat Terakki: Yeni Toplum Yaratma Fikri

“İmparatorluk tebaası arasında ortak bir amaç ve bağ arayan Osmanlıcılık ve İslamcılık taraftarlarının çabalarına ilave üçüncü teşebbüs, modernleşme sürecindeki ikinci muhalif akım olan Genç Türklerden gelmiştir. Genç Türkler arzulanan ortak bağı yaratabilmek için kaba bir bilimcilikle beraber Türkçülük bilincini geniş bir satha yaymak için ellerinden geleni yapmışlardır. Bu muhalif grup, II. Abdülhamit’in geniş çaplı modernleşme reformlarıyla doğrudan bağlantılıydı. Yukarıda bahsedildiği gibi eğitime ilişkin reformlar II.Abdülhamit’in reformları arasında merkezi öneme sahipti. II.Abdülhamit çok sayıda bilimsel okul kurarak ve mevcut okulları yayarak laik eğitimi genişletmiş ve ‘yeniden modernleştirmiştir.’ Elit sınıfın eğitiminin merkezleri olarak bu okullar, en başta pozitivizm ve biyolojik materyalizm olmak üzere batı düşüncesinin genç öğrenciler arasında yayılması için ana mekânlar oldular. Öğrenciler, bu okullarda, sultanın yönetimine muhalefet ederken ve ‘ütopik’ bir toplum perspektifini savunurken başvuracakları temel değerlerle donatılmış olarak mezun oldular. Nihayetinde, yeni okulların bir eseri olarak, pozitivist ve milliyetçi 19. Yüzyıl Avrupası görüntüsünün şekillendirdiği, yeni-moda bir vizyona sahip yeni bir eğitilmiş nesil ortaya çıktı.

Reformcu elit grupların laik eğitim veren okullarda kazandıkları yeni dünya görüşü bu grupların oldukça farklı bir gerçeklik algısı kazanmasına neden olmuştu. Mehmet Kaplan’ın da söylediği gibi, okul ve kitaplar bu kimseleri sıradan insanların hal ve hareketleri ile yaşamlarından uzak tutan iki unsur oldu. Bu bakımdan okul ve kitaplar, bir yandan dine sosyal ilerleme önünde engel muamelesi yapacak bir seçkinler profilinin ortaya çıkması için gerekli sosyalleşme fonksiyonunu görmüş, diğer yandan da kökü dini gelenekte olan toplumun yaşayan değerlerine ters düşmüştü. Bu durum reformcu seçkinler ile gelenekselci kesimler arasında derin bir çatlak oluşturdu. Reformcular ‘spekülatif, ütopik ve geleceği tasarlayıcı bir zihniyet’ kazanmaya başladılar. Bunlar Osmanlı sosyo-kültürel yaşamından rahatsızlık duyan ve herkesin mutlu ve memnun yaşayabileceği mükemmel bir sosyo-kültürel sisteme ulaşmak için bir model arayan ‘bilen’ elitlerdi.

Bu arayış genç aydınların, modernite projesi için felsefi ve metodolojik bir temel sağlayan pozitivizm, sosyal Darvincilik ve biyolojik materyalizme giderek artan ilgilerini açıklamaktadır. Onlara göre bilim, özellikle de bağlantılı olduğu Komtçu Pozitivizm, doğanın incelenmesi için arz ettiği önemin çok daha ötesinde ahlaki sonuçlara sahipti. Bu nedenle bilim, ‘karanlığa’ batmış insanların doğasını bildiğini iddia eden aydınların toplumu Batıcı ideallerine göre yeniden yapılandırmalarının ‘metodu’ ve ‘mekanizması’ oldu. Bu pozitivist bilim yorumu sonraki dönemde tutku Cumhuriyet devrimciliğin arkasındaki temelde rehber ilke olacaktı.” S.60-62

 

Kemalist Siyasal İktidarın Şekillenmesinde Medeniyet ve Kültür

“Kemalist medeniyet tahayyülünün, evrensel, tarih dışı ve ilerlemeci Batı medeniyeti anlayışının özellikle de Fransız modelinin içtenlikle benimsenmesinin bir ürünü olduğu aşikârdır. Fransız tahayyülünde olduğu gibi, medeniyet estetize edilmiş ve yumuşatılmış davranışları, ortak değerleri ve ilerleme fikrini tanımlamak için kullanıldı ve bu nedenle de Romantiklerin, medeniyete yönelik, medeniyetin teknolojik ve ahlaki özellik olarak milli kültürü bozduğu şeklindeki anlayışlarını reddetti. Dünya tarihinin ve medeniyetinin Avrupalılaşmasının merkezinde Batı’nın dünyanın düz-çizgide ilerlemesinin zirvesinde olduğu inancı yatıyordu. İkinci bölümde dikkat çekildiği gibi, medeniyet fikri; medeni/barbar, geleneksel/modern, ilerleme /geri kalmışlık ve dini/rasyonel örneklerinde olduğu gibi toptanlaştırıcı ikilikler esasına dayanır. Bu, Said’in oryantalizme ilişkin analiziyle aynı çizgidedir. ‘Oryantalizm tartışmasında Doğu ile Batı ontolojik ve epistemolojik olarak tanımlanmış, toptanlaştırıcı ikiliklere dayanan kategorilerdir. Modernleştirici aydınlar ve yöneticiler özellikle de Batı-dışı mekânlarda geleneksel tüm unsurları bu kategorilere göre yargılar, dondurur ve kutuplaştırırlar.’ Ontolojik ve epistemolojik olarak tanımlanmış kategorilerden oluşmuş ikilikler arasında ilk kategori genelde Batı medeniyeti için ayrılırken, ikinciyle genelde Doğu medeniyeti ifade edilmek istenmiştir. ‘Batı ve Doğu basit coğrafi varlıklar değildir; her ikisi de birer halet-i ruhiyeye tekabül eder.’ Batı, medenileştirici elit için kültürel bir kimliğin adı haline geldi. Bu düşünce tarzı, aslında, diğer medeniyet ve kültürlerin Batı medeniyeti veya kültürünce asimile edilebildikleri oranda meşru statülerinin olabileceği inancına dayanıyordu. Eşsiz ve evrensel olarak görülen Batı medeniyeti ve kültürü, medeniyetler ve kültürler arasında yapılan hiyerarşik yapılanmanın zirvesinde yer alıyordu.

Bu manada, medeniyetin manevi (dini/geleneksel değerler) ve maddi (teknolojik/bilimsel boyutu) olmak üzere iki kısımdan oluştuğu fikrini savunan İslamcı düşünce Cumhuriyet projesi tarafından reddedildi. Kültür ve medeniyetin iki farklı şey olduğunu öne süren Türkçü düşünce de Cumhuriyet projesi tarafından açık bir şekilde reddedildi. Osmanlı’da elit tabakanın yaşamıyla sıradan insanların yaşamları arasındaki ikili yapıya benzer ikili bir düşünce Kemalist ideolojide de görülüyordu. Tekçi modernleşme ve milliyetçilik anlayışına dayanan Kemalist proje, İttihatçıların ve Türkçülerin dile getirdiği çift kültürel teorisini reddetti. Böylece, Kemalist proje yerele uydurulmuş ve otantik idealler yerine, ‘evrensel idealler’ arayışına girdi.

Kemalist medeniyet programının hedefi halkın mevcut din/ gelenek temelli sosyal yapısını değiştirmek için laik, ahlaki ve kültürel bir zemin yaratmaktı. Kültürel devrimin de öncüleri olan yönetici elitler, geleneksel kurumların ve değerlerin devlet yapısı ve toplum üzerindeki hakimiyetine son vererek tamamen laik bir devlet ve yeni bir kültür inşa etmeye çalıştılar.

Bu siyasetin tek mimarı olarak devlet, Türklüğün sınırlarının belirleneceği ve Türk vatandaşlığının sarih bir şekilde tanımlanacağı bir kültürü kurumsallaştırmada en temel aktif aktördü. Tepeden inme bu formül, büyük oranda, özellikle de Fransa olmak üzere, on dokuzuncu yüzyıl Avrupasının Jakoben ve pozitivist ideallerine olan bağlılık nedeniyleydi. Kemalizm; laiklik, milliyetçilik, dayanışmacılık ve ilerleme fikriyle birlikte özellikle de Komtçu pozitivizm olmak üzere bilimcilikten beslendi. Yani, bilimsel doğrulama, yönetici elitin meşruiyetini ‘üstün ve ‹doğrulanmış' bilginin sağladığı etkinlikleri için ahlaki bir zemin oluşturdu. Yönetici grubu yeni bir toplum inşa etmeye iten Jakoben ütopyanizm idi. Bu süreçte bilime yönelik bu inanç, ilerleme ve bilime ters görülen tüm geleneksel kalıplar ve göreneklerin ortadan kaldırılmasını zorunlu kılmıştır.

Kemalistlerin cahil ve bilinçsiz olarak gördükleri ‘halkı medenileştirme’ görevini yerine getirdiklerine dair güçlü bir inançları vardı. Zaman içerisinde bir düzene girmiş ve standart kazandırılmış her şeyi yok ederek ve onları yeni bir yaşam tarzına zorlayarak bu halka insan olduklarını hatırlatmaya çalıştılar. Diğer bir ifadeyle, toplum, yeniden inşa edilmesi gereken bir şey olarak yönetici elit ve entelektüellerin giriştikleri etkinliklerin nesnesi haline gelmiş oldu.

Bu genel ve evrensel hedefe ulaşmak için eski rejimin tüm kalıntılarını yok etmek üzere birtakım reformlara giriştiler. Temel kurumsal reformlar Saltanatın kaldırılması (1922), Cumhuriyetin İlanı (1923), geçmişle ve Şeyh-ül İslam makamıyla bağ kurmayı sağlayan Halifeliğin kaldırılması (1924), Medreselerin kapatılması ve laik okullarda eğitimin birleştirilmesi (1924), tekke ve zaviyelerin kapatılması (1925), İsviçre Medeni Kanunu, İtalya Ceza Kanunu ve Alman Ticaret Kanunu’nun kabul edilmesiydi (1926). Bu kurumsal değişiklikler eski rejimin kültürüne yönelik başlatılan saldırının zeminini oluşturdu. Sembolik değişimi yoğunlaştırmak için peçe ve serpuş giyilmesi yasaklandı (1925), İslami takvim kaldırıldı (1925), Arap Alfabesinin yerine Latin Alfabesi kabul edildi (1928), ezan orijinal dili olan Arapça’dan Türkçeye çevrildi (1933) ve Soyadı Kanunu kabul edildi (1934). Buna ek olarak, 1931 yılında bir kültürü beslemek ve arındırmak için Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu, Halkevleri ve 1933 yılında da akademik olmaktan ziyade kültürel bir görev yüklenen Türk Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi gibi bazı kültürel kurumlar kurdular.” S.85-93

 

Medenileşme ve Sembolik Dönüşümler

“Cumhuriyet rejiminin medenileştirme projesinin en önemli sembolik hareketi şapka reformuydu. Bu konu Türkiye’deki siyasal sürecin temel konusu olan giyim-kuşam sorununun özüne de temas etmekteydi. Yani bu konu modanın değil Türkleri medenileştirmek isteyen siyasetin gündemi oldu. Şapka kanunu çıkarılmadan önce dini kıyafetlerin giyilmesi ve memurların kılık kıyafetlerinin düzenlenmesi hususunda iki kararname çıkarılmıştı. Tekkelerin kapatılması hakkındaki bir kararnameye ek olarak iki kanunname 2 Eylül 1925’te kabul edildi. İlk kanunname ilmiye sınıfına ait olanları tanımlarken yetkili olmayan kimselerin dini kıyafetleri giymelerini yasakladı. İkinci kanunname yetkililerin kıyafetlerini ilgilendiriyordu. Buna göre, özel bir üniforma giymeleri gerekmedikleri sürece tüm yetkililerin uygar milletlerde olduğu gibi günlük kıyafetler giymeleri, başlarını iç mekânlarda açmaları ve ayrıca dış mekanlarda da selamlama amacıyla (çünkü başlığı çıkarmak medeni /batılı olmanın göstergesi olarak görülüyordu) şapkalarını çıkarmaları gerekiyor ve sıradan insanların ise yetkililerin bu kıyafetlerini giyebilecekleri belirtiliyordu. Mecliste çıkarılan bir kanunla fes ve sarığın yerine şapka kabul edildi ve tüm erkeklerin şapka takması zorunlu hale getirildi. Kemalistlerin insanların dış görüntüsünün medeni bir toplum olma arayışında çok önemli olduğuna dair görüşlerinin ortaya çıkardığı en önemli sonuç bu reform oldu. Bu bakımdan modern imajın gerekliliği olarak şapka reformu çok önemsendi. Şapka reformuna tepki ve fese destek anlamında Erzurum, Maraş, Sivas ve Rize gibi bir çok yerde protesto gösterileri yapıldı. Bu gösteriler genelde kanlı şekilde bastırıldı ve aralarında İskilipli Atıf Hoca gibi değerli din adamı ve kanaat önderlerinin de bulunduğu bir çok kişi idam edildi.

Devlet ile bireyler arasında aracı olan bin yıllık yapıları kesip atan ve yeni bir semboller evreni yaratmaya çalışan tüm keskin reformlar, bilim ve ilerlemeyle birlikte anılan medeniyet nosyonu perspektifinden bakılarak pozitif olarak değerlendirildi. Yukarıda belirtildiği üzere, medeniyet ve eskilik veya modem ile geleneksel arasındaki ayrıma vurgu yapan Kemalist medenileştirme projesi, geçmişin kültürel mirasından tamamen koparak yeni bir mentalite ve hayat tarzı yaratmaya ve bunu sağlamlaştırmaya yönelik hareket ediyordu. Bu, Türkiye’de yaşayan bireylerin vatansever vatandaşlar olarak yetiştirileceği ve mükemmelleşeceği kamusal hayatın adı olacaktı. Dolayısıyla kimin medeni kimin ise barbar olduğu veya kimin entegre edileceği kimin ise toplumdan dışlanacağına karar verilmesinin önünü açacaktı. Yeni görseller, semboller ve ritüeller, yaşam tarzları arasındaki hiyerarşi üzerinden tanımlanan modern olana işaret edecek şekilde icat ediliyordu. Bunlar siyasi olarak belirlenmiş ve ‘geleneksel’ olanın mahkum edilmesiyle değerli kılınmış kıyafet, tarz, tat, statü, kimlik ve davranış tarzıydı. Bunlar insanlara Cumhuriyetin kamusal alanında temsil edilebilmek için gereken meşruiyeti sağlıyordu. Resmi söylemde kültür üretiminin parçası olarak kullanılan medeniyet kavramı da hem Batılı hem de Türk olmayı ifade eden bir ‘kimlik kavramı’ olarak kullanıldı. Bu Kemalist medeniyet kavramı özellikle 1930’dan sonra kültür deyimiyle bir tutulmaya başlandı.” S.102-111

 

Kemalist Milliyetçilik; Kemalizm ve Modernleşmede Yeni Bir Safha

“Kemalist milliyetçilik’ olarak da adlandırılan Türkiye Cumhuriyeti milliyetçiliği, etnisite temelli değil de pragmatik olarak Anadolu sınırları içerisinde kalan toprak parçasına aidiyeti ifade ediyordu. Bu özelliği ile Osmanlı İmparatorluğunun son yirmi yılında görülen Türkçü / Turancı milliyetçilikten ayrışmaktadır. Yaşayan, otantik değer sistemini reddetmesi bakımından da, Türkçülüğün 1910’lu ve 1920’li yıllar birincil teorisyeni olan ve otantik ve ‘dini’ değerlere oldukça önem veren Ziya Gökalp’in görüşlerinden de farklılık gösterir. Kemalist milliyetçilik, bu açıdan ‘yabancıya’ değil, eskiye yani Osmanlı/İslam İmparatorluğu sistemi ve felsefesinden kaynaklandığı düşünülen geri kalmışlığa tepki olarak ortaya çıkmıştır. Bu nedenle de Kemalistler geleneksel ve yerel değerleri büyük oranda öne çıkaran diğer Batı-dışı ve sömürge karşıtı milliyetçilerin teşebbüslerinin aksine kimliklerini belirlerken Batı’nın maddi medeniyeti ile yerel kültürel değerler arasında bir sentez yaratma amacı gütmemişlerdir. Kemalistler, Batı’nın düşman doğulu ötekisi olmayı reddedecek biçimde, kültürün kendine has özgülüğünü korumak için moderniteye meydan okuma fikrini reddetmişlerdir.

‘Kemalist milliyetçilik’ doğası icabı tepeden inme veya devlet öncülüğünde gelişmiş bir milliyetçilikti. Başlıca amacı, sosyal mühendislik yoluyla devleti ve toplumsal yapıları modernize etmekti. Bu, yeni bir ulus yaratmak, İslamiyet ve Osmanlı mirası gibi popüler düşünceleri yok ederek yeni bir ‘Türk’ keşfetmek için tepeden başlatılan bir arayıştı. Medenileştirici yöneticilerin temel niyeti, halkın çok uluslu karakterini silerek Osmanlı mirasını sona erdirmek, yüksek veya elit kültür ile yığınların kültürü arasındaki ikiliği ortadan kaldırarak ‘siyasal birlikteliği’ sağlamaktı.

Osmanlı reform hareketi ve İmparatorluğun son yüzyılında ortaya çıkan ideolojik oluşumlar geniş kapsamlı Kemalist reformları için sağlam bir altyapı hazırladıysa da, Kemalist hareket 1923’ten sonraki yıllarda toplumu ve kültürü topyekün dönüştürerek modern bir ulus devlet yaratma hareketine evrildi. Türkiye’nin bir Cumhuriyet olduğu ilan edildi ve ülke ulus-devlete dönüştü. Kemalist modernleştirme / Batılılaştırma düşüncesine uygun olarak, 1920’lerde radikal Batılılaştırıcı reformlar yapıldı. Ülkeyi Batılılaştırmaya yönelik kararlı adımlar atarak Osmanlı/İslam devleti yerine laik bir devlet kurmak için çaba harcadılar. Batı'nın laik hukuku, ulus fikri, Latin alfabesi, Batı'nın sosyal ilişki kurma biçimleri ve Batılı kıyafet bu süreçte Osmanlı gelenekleri ve normlarının yerini aldı. Reform hareketi, bu kapsamlı işe girişirken 1930'ların başlarına kadar tüm boyutları, değerleri ve kodlarıyla Batı medeniyetini örnek almak bakımından medeniyet kavramına yaslandı.

Ancak sosyo-ekonomık şartlardaki değişiklikler ve Cumhuriyet ideallerini yaymak içın yeni bir ideolojik bakış açısına duyulan ihtiyacın büyümesi 1930’da yeni bir ideolojik eğilimi de ortaya çıkardı. Yönetici elitler yalnızca medeniyet fikrine yapılan vurgunun, modern bir toplum için gerekli olan ahlaki ihtiyaçları karşılamada en az siyasal ihtiyaçlar kadar yetersiz kaldığını fark ettikten sonra, bu rol kültüre verilmeye başlandı. Kültür kavramı yeni ideolojik eğilimin sloganı haline geldi.

1920’lerde yapılan radikal Batılılaştırma reformları, büyük oranda 1929 Büyük Buhranı’nın neden olduğu kötüleşen ekonomik koşullar ve Doğu Anadolu’da devam eden isyanlar sonucunda 1929 itibariyle ülke genelinde toplumsal hoşnutsuzluk yükselmeye başladı. Bu durum, Cumhuriyeti ve reformlarını ciddi boyutta tehdit etmeye başladı. Toplumsal muhalefet için bir çıkış noktası sağlamak, muhalefet ve durgunluğun oluşturduğu büyük tehlikeyi ortadan kaldırmak için Ağustos 1930’da sadık bir muhalefet partisi olarak Mustafa Kemal Paşa’nın yakın arkadaşı Fethi Bey tarafından Serbest Cumhuriyet Fırkası kuruldu.

Serbest Cumhuriyet Fırkası, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın ekonomi politikalarına yönelik eleştirileri ve daha liberal siyasal şartları sağlamak üzere verdiği sözler sayesinde, büyük ve coşkulu bir grubun desteğini kazanmayı başardı. Fes ve Arap harfleri gibi önceki bazı sembollerin geri getirilmesi gibi talepler de düşünüldüğünde, Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın büyüyen popülerliği Batılılaştırma reformlarına yönelik büyüyen bir muhalefete dönüşmeye başladı. Cumhuriyetçiler, bu popülerliği kendi yönetimlerine ve rejime yönelik bir tehdit olarak algıladılar. Serbest Fırka, yöneticilerinin devrim muhaliflerinin bir aracı haline geldiği iddiasıyla Kasım 1930’da kapatıldı. Bunu, bazı dini fanatiklerin ‘eski sistemi’ yeniden kurmak için başkaldırdıkları Menemen olayı takip etti. Reformcu yöneticiler bu olayı yeni rejimin ilkelerine yönelik en tehlikeli tepkilerden biri olarak gördüler. Olay modernleştirici elitte alarm zillerinin çalmasına neden oldu çünkü Anadolu’nun en gelişmiş illerinden birinde meydana gelmişti.

Yönetici elit açısından, şahit olunan toplumsal memnuniyetsizlik ve Serbest Cumhuriyet Fırkası tecrübesi, medenileştirme projesindeki ilk aşamanın başarısız olduğuna dair alınan bir sinyaldi. Reformlar, bir seçkinler çevresinin oluşturduğu merkezde tutulduysa da, kitleler nezdinde bir aidiyet ve birliktelik duygusu yaratmakta başarısız olmuştu. Yani, genel halk kitlesi, ülkenin gelişmiş bölümlerinde bile kendilerini yeni devletle özdeşleştirmediler. Bu da Cumhuriyet’in en büyük düşmanı olarak görülen, yönetici kadro ve halk arasındaki kültürel ayrışma ve ikilik halinin devam ettiği anlamına geliyordu.

Bu, yeni bir Türk kültürü oluşturmada diğer bir safhanın başlangıç noktasıydı. Cumhuriyetin devrimci ruhunu yeniden canlandırmak için yeni bir ideolojik yönelim kullanıma sokuldu. Bunun adı, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın 1931 yılında toplanan 3. Kongresinde ortaya çıkan Kemalizm oldu. CHF’nin 1931 programı Kemalizm’in altı ilkesinin yer aldığı ilk resmi belge olma özelliğini taşır. Kemalizm 1930’larda geliştirilmeye devam edilmiştir. ‘Siyasi bir söylem olarak Kemalizm siyasetin sınırlarını belirlemiş ve sosyal hayatın her alanında insan davranış ve tavırlarını değerlendirmek için bir kriter sağlamıştır.

CHF’nin 3. Kongresinde alınan tedbirlerle Devlet ve Parti adeta birleşti ve tek parti egemenliğinde bir siyasal yapı ortaya çıktı. Mustafa Kemale göre, devrimci hedeflere ulaşmak için tüm milliyetçi ve cumhuriyetçi güçlerin CHF şemsiyesi altında bir araya gelmesi gerekmekteydi. Mason locaları, kadın örgütleri ve Türk Ocakları bahsedilen bu güçler arasında yer alıyordu. Ayrıca, ‘Devrimin kültürel kurumları’ olarak laik geçmişe dayalı yeni bir tarih yazmakla görevli Türk Tarih Cemiyeti, değerlerden bağımsız bir Türk dili yaratmakla görevli Türk Dil Cemiyeti ve yetişkin eğitimi merkezleri olarak Halkevleri 1931 yılında kuruldular. Türk Tarih Cemiyeti ve Türk Dil Cemiyeti’nin aktiviteleri sonucunda Türk Tarih ve Dil tezleri ortaya atıldı. Her iki tez de tüm medeniyetlerin kökeninde Türklerin, yani Türk tarihi ve dilinin dünya kültürünün anası olduğunu iddia etmek için kullanıldı. Halkevleri ise örgün eğitime ek olarak, yeni davranış kodlarının ülke genelinde uygulanmasını sağlayarak halkın eğitimi ve terbiyesine katkıda bulunmaları için açıldı. Böylesi bir eğitimden beklenen, ulusu aynı ideali paylaşan bir bütüne dönüştürmekti.” S.113-119

 

Yeni Anlam Dünyası Arayışı: Dil Politikaları

“Tarih konusunda olduğu gibi dil meselesi de hem kültürün hem de toplumun sil baştan yapılanması gerektiği düşünüldügünden, Kemalist kültür ve toplum modernleşmesi projesinin vazgeçilmez parçalarından biri olarak görüldü. Bu proje gücünü, kültürde olduğu gibi dilin de siyasal bir plan doğrultusunda şekillendirilebileceğini, böylelikle siyasal ve toplumsal düzenin yeniden adlandırılması ve biçimlendirilmesinde etkin bir araç olarak kullanılabileceğine duyulan inançtan alıyordu. Bu proje yukarıda oluşturulup aşağıya doğru yayılacak yeni bir kültürün oluşturulmasındaki siyasi rolüne ithafen dilde yapılacak bir devrimi öngörüyordu. Diğer projelerde olduğu gibi, burada da dil, insan-yapımı bir nesne olarak algılandı. Bu da Kemalist devrimcilerin dünyayı kendi estetik tercihlerine göre yeniden adlandırmalarına yardımcı oldu. Bu devrimi başlatan ise, dilciler değil aksine dil mühendisliğine soyunan devlet eliti, siyasetçiler ve herhangi bir şekilde dil konusunda bilgisi ve uzmanlığı olmayan kişilerdi. Bir takım yasama faaliyetleri, dile yönelik kamusal ve resmi tutumlar ile dile devlet müdahalesi olarak tanımlanan bir dil politikasını teşvik etti. Amaç öz Türkçe’yi oluşturmaktı. Öz Türkçe, yeni bir dil olarak ‘halk arasında kültürü yayacak’ bir aracıydı; öz Türkçe, kültürü halka enjekte etmek ve yaygınlaştırmak için düşünce ve fikirlerin yukarıdan aşağıya doğru akmasını mümkün kılacak bir dil olmalıydı. Bu, ilhamını tamamen Kemalist pozitivizmden alan ‘dilin bilimselleştirilmesi’ fikriydi. Heyd’in belirttiği gibi, bu yeni rejim, ‘İslami geçmiş ile bağların tamamen kopmasını ve modern medeniyetin laik değerlerinin benimsenmesini’ amaçlayan kültürel yönelimli bir rejimdi; bu yeni bakış açısı, başka şeylerin yanı sıra, Latin alfabesinin kabul edilmesine yol açtı ve Batı kültürünün ortak his ve düşüncelerini ifade edebilecek acil bir dil ihtiyacını ortaya çıkardı.

TDK’nın kurulması ve 1930’lu yılların başlarında öz Türkçe’yi oluşturmaya yönelik radikal sadeleştirme çalışmaları, tek bir devlet ideolojisine dayalı tek-parti yönetiminin konsolide edilmeye çalışıldığı siyasi bağlamda gerçekleşti. Bu dönemde Devlet-Parti kontrolünün dışındaki tüm otonom sosyal ve siyasi dernekler ve organizasyonlar, topyekün bir sosyal ve kültürel kontrolün sağlanması amacıyla yasaklanmıştı. Yasaklanan kurumların yerini, TDK, Türk Tarihi Cemiyeti ve Halkevleri gibi bazı yeni merkezi kurumlar aldı. Bu kurumlar devletin ideolojisi olmak üzere kurgulanan Kemalizm’in ilkelerini yaymakla görevlendirilmişti.

1928’deki alfabe değişikliği ile hız kazanan ‘bilimsel ve medeni bir dil’ arayışı, tam devlet desteğine sahip geniş çerçevede yürütülen bir sadeleşme hareketine dönüştü. Türkçe sözlükteki sürekli ve radikal değişim süreci birçok isim ve unvanda değişikliklere neden oldu. Yeniden isim verme işi ise ilk olarak, eski rejimi ve belirli etnik ve geleneksel yapıları hatırlatan isimlere sahip bazı şehirlerin, yerlerin ve coğrafi isimlerin değiştirilmesi ile başladı. Bu yönelim isimlerin Arapça’dan Türkçe’ye çevrilmesi akımını da başlattı. Örneğin, radikal sadeleştirmecilerden Hüseyin Kazım, çocuklara Ali ve Mehmet gibi Arapça ve Farsça isimler yerine Alp ve Bozkurt gibi isimler verilmesinin gerekliliğinden bahsetti. İslami isimlerin bu şekilde değiştirilmesi daha sonra Haziran 1934'te kabul edilen ve herkesin iki yıl içerisinde bir soyadı almasını zorunlu kılan Soy Adı Kanunu'na dönüştü. Kanunun 3. Maddesi, kişilerin rütbe ve resmi statülerini yansıtacak veya aşiretlerinden gelen, diğer milletlere ait veya medeni olmayan soyadları almalarını yasaklıyordu. Tüm yeni soyadları öz Türkçe olmak zorundaydı. 26 Kasım 1934’te kabul edilen bir yasa (Osmanlı İmparatorluğunda resmi ve sosyal statü ifade eden) gazi, efendi, paşa ve bey gibi unvanların ve necip bir soya işaret eden isimlerin kullanılmasını yasakladı. Batılı tercihleri takip eden kanun, isimden önce yalnızca bay veya bayan tabirlerinin gelmesini zorunlu kılıyordu. Bu kararname ile birlikte, Mustafa Kemal, Arapça kökenli Gazi unvanını bıraktı. Meclis 24 Kasım 1934’te Atatürk soyadını kendisine tevcih etti. 7 Aralık 1934’te kabul edilen bir diğer yasa ise Atatürk kelimesinin veya herhangi bir formunun başka bir kimse tarafından kullanılmasını yasakladı. Mustafa Kemal, Kemal ismini daha sonra bu isme çok yakın eski Türkçe bir kelime ile değiştirmek istedi. Düşündüğü yeni kelime ‘güçlü’ ve ‘silahlı’ anlamlarına gelen ‘Kamal’ kelimesiydi. Onun adı artık Kamal ve siyasi sistemi de Kamalizm idi. Buna benzer yeniden ad verme girişimleri daha önce devrim sonrası Fransa'da da görülmüştü. Jakobenler kendilerine yeni isim verirken, geri kalan insanlara da çocuklarına yeni sisteme uygun şekilde isim takmayı salık vermişler ve eski dönemi ve insanları hatırlatan cadde ve sokak isimlerini yenileriyle değiştirmişlerdi.” S.137-163

 

Kültürü Yaygınlaştırma: İnönü Dönemi (1938-1945)

“Atatürk’ün vefatından sonra İsmet İnönü’nün yönetimi altında Milli Şef dönemi başladı. Bu andan sonra Atatürk Ebedi Şef olarak kabul edildi. Atatürk döneminde ikinci adam olan İnönü, radikal Batılılaştırma politikalarının en ısrarlı öncülerinden birisi olarak öne çıkmıştı. Onun Cumhurbaşkanlığında Atatürk’ün yolundan gidildi ve kültür politikasında, önceki dönemde var olan Batılılaşmış yüksek bir kültür yaratma amacına uygun idealler takip edilmeye devam edildi. Yeni dönemin önceki dönemin bir adım önüne geçtiği bile söylenebilir. Medeni milletlerin kültürünün yüksek kültür olduğuna ve bu kültür benimsendiğinde geri kalmışlık sorununun çözüleceğine inanan İnönü ve arkadaşları genel bir eğitim harekatı ile adeta yaygın kültürel bir savaş başlattılar. Çünkü önceki dönemde de olduğu gibi, ancak toplum dönüştürülerek ve bu yapılırken de yönetici elitin laik idealler ve beğenilerini topluma kazandırarak Batılı kültürel muhitin bir parçası olunabileceğine inanıyorlardı. Bu amaç doğrultusunda İnönü döneminde; devlet klasik eserlerin Türkçe’ye çevrilmesi, opera ve konservatuarların açılması, köy okullarının yaygınlaştırılması, Köy Enstitüleri ve Halkodalarının kurulması ve hatta klasik Yunanca ve Latince’nin liselerde zorunlu hale getirilmesi gibi bazı kültürel adımlar atıldı.

İnönü döneminde kültür üretimi sürecini devam ettiren iki temel adım atıldı. İlk olarak, Türk tarihi ve dili üzerine olan bilimsel çalışmalar hızlandırılmaya ve sanat çalışmaları yayılmaya çalışıldı. İkinci olarak, kitlelerin -özellikle de 1940 nüfus sayımına göre halkın %80’ini oluşturan köylüleri- yeni inşa edilen tüm milli mitleri, sembol ve ritüelleri kendi değerleri olarak kabul etmeleri sağlanmaya çalışıldı. CHP’nin, köylülerin Köy Enstitülerinde eğitilen öğretmenlerin çalıştığı köy okulları ve Halkodaları vasıtasıyla kültürel ve siyasal olarak eğitilmelerinin vurgulandığı 1939 Programında bu ikinci hedef açıkça dile getirilmişti. Diğer bir ifadeyle, bu dönemde köylüleri dönüştürmek CHP programının yeni sloganı haline geldi.

 

Köylüyü Medenileştirme: Köy Enstitüleri ve Halkodaları

Kültür politikalarının ikinci admında, devletin modernnleştirici idarecileri yüzünü kırsala çevirdi. Devlet kurumlarının medenileştirici eli, hayat tarzını medeni ve kültürlü bir şekle sokmak için daha buralara değmemişti. Köylüler oldukça kötü koşullarda, ekonomik yokluk içerisinde yaşıyorlardı. Yaşamları akrabalık ve aşiret bağları ile iç içeydi ve bu tür geleneksel bağlar Kemalist medeni Türk modeline karşı bir tehdit olarak görülüyordu. Bu yeni adım ise modernleştirici merkezin elinde bulundurduğu kültürel kontrolü kırsala yayması anlamına geliyordu. Yukarıda da belirtildiği üzere, bu yeni tavır köylülere kültürel eğitimin sağlanması ve yaşam formlarının geliştirilmesi için yeni tedbirlerin alındığı 1939 CHP Programında önemli yer tuttu. Bu amaç doğrultusunda iki önemli adım atıldı: İlk olarak Köy Enstitüleri kuruldu ve köy okulları yaygınlaştırıldı. İkinci olarak ise Halkodaları kuruldu ve bunlar yayılmaya çalışıldı. Bu kurumlar katı bir kültürel kontrol oluşturarak köylülerin merkeze entegre edilmesinin yeni aracıları olacaklardı. Diğer yandan Köy Enstitülerini Kemalist kültür üretimi projesinin genel eğilimi çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Devletin kültür kurumlarından birisi olarak Köy Enstitüleri Türk toplumunu, özellikle de Türk köylerini Türk Devriminin temel yapıtaşlarına göre dönüştürme sorumluluğunu üstleneceklerdi.

Bu medenileştirme sürecinin yerel olarak sürdürülmesi gerekiyordu; yani köylüler, oturdukları köylerde modemleştirileceklerdi. Burada altı çizilmesi gereken husus, köylüleri kültürlü yapma çabası için köylülerin ilk olarak ‹ehlileştirilmemiş' olarak tanımlanmaları gereğiydi; hâlbuki Cumhuriyet rejiminin önceki döneminde köylüler ulusal gururun kaynağı olarak görülüyorlardı.” S.199-213

 

Modern Zamanlarda Devlet-Kültür İlişkisi

“Modern devlet başından beri vatandaşlarını tanımlamış ve onlarla bağ kurarken bunu kültürle ilişki içerisinde yapmıştır. Ulus-devlet, 20. yüzyılın ikinci yarısına kadar kültürü tanımlayan, işleyen ve kullanan tek hâkim unsur olagelmiştir. Devlet otoritesinin meşruluğunun dayandığı halk fikri halkın yekpare bir bütün olarak tanımlaması ile gerçekleşmiştir. Böylece vatandaşları için bir değerler bütününe dayanan bir kimlik üreterek onlardan bu kimliği içselleştirmesini istemiş ve bu şekilde onlar ile bağını kurarak siyasi otoriteye sadakatini sürdürmeye çalışmıştır. Bu yapıya uymayan farklı grupların seslerinin çıkmasının ve görünür olmalarının devlet otoritesini zayıflattığı düşünülüyordu. 20. yüzyılın ikinci yarısında kültürel çeşitliliğin yükselişi liberal demokratik devlet için ciddi bir krizin başlangıcı oldu. Modern devletin çeşitlilik ile imtihanı onun temel prensiplerinin yeniden düşünülüp düzenlenmesini gerekli kılıyordu.

Modern ulus-devlet 20. yüzyılın ikinci yarısına kadar kültürü tanımlayan, işleyen ve kullanan tek hâkim unsur olagelmiştir. Bu anlamda modern devletin, kendi sınırları içerisinde yaşayan insan toplulukları üzerindeki iktidarını kurması ve bu iktidarı sürdürmesi büyük ölçüde kültür ile kurduğu ilişki çerçevesinde mümkündür. Özellikle de devlet otoritesinin meşruluğunun halk iradesine dayandırılmasından sonra ‘halk kim?’ sorusuna verilen cevap ancak bir kültürel kimlik tarifi ile mümkündür. Böylece devlet kendi halkını belirli bir kültür formatı içerisinde tanımlamış ve vatandaşları için bu değerler bütününe dayanan bir kimlik üretmiş, onlardan bu kimliği içselleştirmesini istemiş ve bu şekilde onlar ile bağını kurarak siyasi otoriteye sadakatin devamını sağlamaya çalışmıştır. Tanımlanan yekpare kültüre sahip halk yığını, devletin tek sahibi olarak telakki edilmiştir. Bu yapıya uymayan farklı grupların varlığı, seslerinin çıkması ve görünürlüğü, devlet otoritesini zaafa uğratan unsurlar olarak telakki edilmiş ve onları susturma, marjinalleştirme çabaları devlete hâkim olmuştur. Bu durumu daha sarih bir şekilde ifade edecek olursak, siyaseten kültürel çeşitlilik hep en önemli sorunlardan birisi olmuştur.

Geçtiğimiz yüzyılın ortalarından itibaren çeşitli etnik, dini, dilsel ve diğer farklılıklar kendilerini devlet nezdinde meşrulaştırmak için değişik kültürel haklar talep etmeye başladılar. İşte bu talepler modern devlet için bir dönüm noktası olmuştur. Daha önceden talep edilen sivil, siyasal ve sosyal haklar ulus-devletlerin hâkim kültür anlayışı için bir sorun teşkil etmiyordu. Batıdaki liberal demokratik devletler bu talepleri özgürlük, eşitlik ve çoğulculuk gibi liberal evrenselci değerler ve yapılar yoluyla kolaylıkla özümsemişlerdi. Yani vatandaşlarına bu hakları verirken hâlâ onları kendi belirlediği kültürel kimlik etrafında sosyalleştirebiliyor ve kolaylıkla otoritesini meşrulaştırabiliyordu. Ta ki, toplumdaki çeşitli gruplar kültürel haklar talep edene kadar. Aslında bu başkaldırı, modern devletin kültürün tek meşru kullanıcısı olma durumuna bir meydan okumaydı. Artık modern devletin kültürel çeşitlilik ile imtihanı başlamıştı. Bu kitap modern zamanlarda devlet yapısının işleyişinin ve otoritesinin anlaşılabilmesi için devlet-kültür ilişkisinin nasıl şekillendiğini ve geliştiğini bilmek gerektiği anlayışına dayanmaktadır.” S. 216

 

Kamusal Alan

“Erken Cumhuriyetin yöneticileri içerisinde kamunun siyasal ve kültürel elit tarafından kuşatıldığı bir kamusal alan oluşturdular. Böylelikle bu kamusal alan Kemalistlerin sanat, siyaset ve zevk anlayışlarının sergilendiği bir alan oldu. Bu kamusal alana ait olunup olunmadığını da belirleyen kültüre erişim ancak ve ancak o kültürü derinden özümsemekle mümkündü; yani ancak kültürel olarak olgunlaşmışlar ve uygun görülen tavırlara sahip ve bu tavırları içselleştirmiş olanlar kamusal alana dahil olabilmekteydiler. Bu bağlamda kamusal alan hayali bir kültürlü eşitler topluluğu oluşturan birleştirici bir güç oldu. ‘Eşitler’ denilerek kastedilen ise kişileri birbirlerine benzer hale getirmek, bu anlamda eşit olmayanları ise hem zihnen hem de mekân anlamında uzak tutmaya denk düşüyordu. Jakobenlerin Fransada yaptıkları gibi, Kemalist kabul politikası tekilliklerin ve geleneğin sahası olan özel hayata dair her şeyi dönüştürmeyi beraberinde getiriyordu. Bu durum kültürel bir haçlı savaşını andırıyordu. Bu ise kamusalın özel alana doğru genişletilmesiyle başarılmak istendi. Bu çabaya karşı ortaya çıkabilecek direncin bertaraf edilmesi zorunluydu. Benimsenmesi amaçlanan yeni davranış kalıplarını ve normlarını içselleştirmeyi reddedenler dışlandı. Dışlanmak ise yeni bir kamusal kimlikten, yani kamusal alana dâhil olmak ve devletin avantajlarından yararlanmak imkânından mahrum bırakılmak anlamına geliyordu.

Tüm bunlarla içeridekiler ve dışarıda kalanlar arasına sert sınırlar çekilmek istenmiştir. Yeni kültürün asimile edemediği kimseler, resmi söylemde ülke içerisinde yaşayanlar dışlanmışlar (Osmanlılara, Kürtlere, Çerkezlere, Bosnalılara, Yahudilere, Ermenilere, aşiretlere vs. ait olan normlar ve kalıplarda ısrarcı olanlar) olarak kabul edildiler. Bu durumun sonucu dâhili dışlama süreci oldu. Kemalist özgünlük anlayışı işte burada yatmaktadır. Türk milletinin gerçek özü yalnızca modern medeniyetin sürekli olarak ilerlemeci yürüyüşüyle keşfedilebilirdi. Bu nedenle de geleneksel giyim-kuşam ve müzik, Arap alfabesi, ‘eski’ kelimeler, cinsiyet ilişkileri ve ailedeki ritüeller, geleneksel kamusal törenler, ayinler ve kutlamalar Kemalist özgünlük fikrine aykırı düşmekteydi. Medenileştirici yöneticiler, bahsi geçen bu boyutların suni, taklit ve eski doğalarını göz önüne alarak bunları Cumhuriyetin yeni geçmişinin dışında bıraktılar.” S.247

 

Mehmed Zahid Aydar

Mîsak Dergisi

Sayı: 369 / Ağustos 2021