Epistemik
sıfatı, bir felsefe branşı olan 'epistemoloji'den alınmıştır ve kökü Grekçe 'epistémé'dir.
Epistémé en genel anlamda bilgi, kavrama, bilme, felsefe disiplininde kabul
gördüğü şekliyle 'bir açıklaması bulunan doğru inanç' demektir.
'Epistemik' sıfatı ise bilgi özelliğine sahip, bilgiyle ilgili bilme, kavrama
ve doğru anlamayla ilgili demektir. Bu durumda, kavramsal düzeyde epistemik
cemaat, bilgiyi inşa eden, işleyen, geliştiren ve daha sonraki kuşaklara
intikal ettiren, bilgiyi taşıyan insanlar topluluğunu ima eder. Bir felsefe
disiplini olarak epistemoloji bilgiyi 'birey' temelinde ele alır. Ona göre,
eğer gerçekten bir öznesi varsa, bilginin öznesi 'birey'dir. Epistemolog, izole
edilerek sosyal bağlarından koparılmış evrensel bir birey ya da Robinson Crusoe
temelinde şu sorulara cevap verir: Bilgi nedir? Bilginin ve bilmenin
standartları nelerdir? Bu standartlar her durumda aynı standartlar mıdır, yoksa
farklı bilgi türleri söz konusu olduğunda değişirler mi? Bilginin kaynağı
nedir? Algı nedir ve nasıl gerçekleşmektedir?
İkinci Baskıya Önsöz
Yerine
Işık Nerdeyse Gölge de
Oradadır
“Doktora tezim olan elinizdeki metin,
karşı çıktığı bakış açısı ve entelektüel konum bilindiğinde en iyi şekilde
anlaşılabilir. ‘Epistemik Cemaat'in satır aralarından, Türkiye'deki egemen
bilime bakış açısının veya egemen bilim ideolojisinin ya da daha anlamlı bir
söyleyişle ‘ortodoksi’nin eleştirisi olduğu kolayca anlaşılabilir. O bilimin ve
bilimsel düşüncenin değil, bilim ve bilimsel düşünceyle ilgili bir
ortodoksinin, bir ‘bilimsel’ ideolojinin, literatüre başvurmak gerekirse
Aydınlanma geleneğinin, ‘bilimizmin’ (scientism), pozitivizmin, Türkiye'de
müfredat programlarına ve devletin resmi ideolojisine içeriğini armağan eden
bir bilim anlayışının eleştirisidir. Elinizdeki metin bilime değil, onun egemen
kavranış biçimine; bilime değil, bilimle ilgili egemen bilim ideolojisine
muhaliftir.
Bu ortodoksi formuna göre, bilim akla,
deneye ve gözleme, din inanca dayanır; mit ve din insanın korkularında
temellenir. Mit, din ve metafizik pozitif-negatif skalasında negatif (-),
teknoloji ve bilim pozitiftir (+). Negativizm reddedilmelidir. Bilme cesareti
göster, çünkü insan aklının bilemeyeceği hiçbir şey yoktur. Bu ortodoksi
formunun müttefiki teknolojik determinizmdir. Bilimle ilgili ortodoksi, daha
kuşatıcı formülasyonuyla tekno-bilimizmdir (technologism + scientism).
Tekno-bilim çağında yaşıyoruz. Bu çağın sosyal aktörleri yurttaşlar, bilim
adamları, mühendisler ve uzmanlar. Bu ortodoksinin, bir tekno-teoloji, bir
bilimsel-teoloji olduğu kuşku götürmez. Bu tekno-bilimist teolojiye göre bilim
objektif, değerlerden-bağımsız ve uzmanların keşfettiği bir şeydir; teknoloji
teknik makinaların ve süreçlerin doğalarının ürünüdür. Politik alan ve iktidar
alanı ile bilimsel-teknik alan birbirinden bağımsız alanlardır. İnsan ve toplum
hayatı tekno-bilime göre dizayn edilmelidir. Bilimsel ve teknolojik gelişme
lineer bir süreçtir. Pozitivizmin John Stuart Mill ve Auguste Comte'dan Viyana
Ekolü pozitivistlerine uzanan evriminde şu düşünce varlığını korur: bilimin
birliği. Bu ortodoks ütopyaya göre, insan bilimleri dâhil bütün bilimlerin
temelinde matematik + mantık, yani matematiksel mantık vardır ve bu temelde
bilim üniterleştirilmelidir: ‘eğer matematiğin diliyle ifade edemiyorsanız,
bilim de yapmıyorsunuz demektir.’ Bilimin garantörü, bilimsel yöntemdir; bu
yöntem rasyonalizmle ampirizmin sentezinde cisimleşir. Yalnızca bilimin ve
bilim adamının hakikatine bel bağlanmalıdır; bunun dışındaki her bilgi
ideoloji, hurafe, gelenek ve dindir. Bilim ve teknoloji toplumu belirler ve
bunun tersi yanlıştır. Vs. vs. Ve bu ortodoksinin tecessüm ettiği kurum, bu
ortodoksinin ikamet ettiği ‘site’ öncelikle üniversite ve eğitim kurumlarıdır.
Aydınlanma'nın vurgusunu yaptığı ‘aydınlanma’nın ya da ‘ışığın’ kaynağı büyük
harflerle Akıl ve Bilim'dir.
Bu kitabı şimdi yazıyor olsaydım, adını
‘yorum cemaatleri’ koyardım. Epistemik Cemaat ‘homojoniteyi’ çağrıştırıyor.
Oysa bu kitabı on beş yıl önce kaleme alırken açıkça dile getirmemiş olsam da,
bir sosyal yapı olarak ‘cemaat’in tekil, yekpare ve homojen olmadığının
farkındaydım. Tıpkı toplum gibi, cemaatler de tekil değil çoğul, tek renk
kumaştan imal edilmiş bohçalar değil, farklı renklerde kumaşlardan imal edilmiş
bohçalardır. Bu kitapta genel bir adlandırmayla iki ana cemaat olduğunu
söylüyorsam da, bu cemaatler homojen, bir örnek cemaatler değildir. Cemaatler
kendi temel ön kabullerini, genel vaziyet alışlarını ve normlarını paylaşan,
ancak birçok konuda farklılıklar sergileyen alt-cemaatlerden oluşurlar.
Cemaatlerin içinde cemaatler, onların içinde daha mini cemaatler, mini
cemaatlerin de içinde çok çok daha mini cemaatler vardır.
Yine burada belirtmem gereken şeylerden
biri, kitabımın on beş yıl önce yayınlandığında, ‘cemaat’ terimini kullandığım
için, neredeyse aforoz edilmiş olmasıdır. Cemaat terimini kullandığım için
metnim ‘modern’ yobazların hışmına uğradı.
Dünün toplumları ‘geleneksel’ cemaatleri
barındırıyorlardı, bugünün toplumları ‘modern’ cemaatleri barındırıyorlar.
Modernleşmenin sergilediği değişme istikameti, cemaatten cemiyete, cemaat
yapısından cemiyet yapısına doğru değil, cemaatten cemaate doğrudur. Cemiyet
(toplum) neredeyse cemaat (topluluk) orada, cemaat neredeyse cemiyet de
oradadır. Ve bu kitapta savunulduğu üzere, ‘modern epistemik cemaat’ ortaçağın
cemaatleri ne kadar ‘cemaatse’ o kadar cemaattir. Cemaat terimini kullandım,
çünkü bilim adamları toplumunun, kelimenin bütün anlamlarında, bir ‘cemaat’
yapısı sergilediğini söylemek istiyordum. Üstelik bunu ilk söyleyen kişi de
değildim.
Elinizdeki metinde Türkiye'de topluma
fizyonomisini armağan eden temel çatışmanın klasik epistemik cemaat, bugünkü
tercihlerimle klasik yorum cemaati ile modern ya da bilimsel epistemik cemaat,
yine bugünkü tercihlerimle modern yorum cemaati arasındaki çatışma olduğunu öne
sürdüm. Bugün de aynı fikri savunuyorum. Her toplum için bir çatışmalar hiyerarşisi
formu öne sürmek mümkündür. Türkiye'deki çatışmalar hiyerarşinin zirvesinde
sözünü ettiğim iki cemaat arasındaki çatışma vardır. Bu önerme aynı zamanda
toplumumuzu ‘temelde’ sınıf çatışmasıyla, etnik çatışmayla açıklayan tezlerin
de reddidir. Toplum için bir çatışmalar hiyerarşisi tespitinde bulunmak, bir
önem hiyerarşisi, bir belirleyici unsurlar hiyerarşisi tespitinde bulunmaktır.
Türk toplumu için başka çatışma formları da tespit edilebilir; benim fikrim,
her ne olursa olsun, diğer çatışma formlarının çatışmalar hiyerarşisinde alt
basamaklarda kaldıkları ve ‘temel belirleyici faktör’ olmadıklarıdır. Sözünü
ettiğim ‘temel’ çatışma formu, farklı şekillerde dile getirilebilir ve
‘geleneklerin çatışması’ diye de ifade edilebilir. Başka hiçbir kavram cemaat
kavramına gelenek kavramı kadar yakın değildir ve söz konusu çatışmaya iki ana
gelenek arasındaki çatışma olarak da bakılabilir. Keza bu çatışma, Nietzscheci
bir yaklaşımla, her çatışmanın iktidar çatışması olduğu göz önünde
bulundurulursa, bir iktidar çatışması olarak da görülebilir. Elinizdeki metni
şimdi yazmış olsaydım, ‘iktidar’ kavramını ısrarla vurgulardım. Elinizdeki
metin, ‘iktidar’ kavramına yer vermemesi ölçüsünde eksiktir, fakat ne
talihlidir ki, bu eksiklik temel tezini değiştirmiyor. Türkiye'de modernleşme
sürecine karakterini armağan eden şey bu çatışmadır. Türkiye'de toplumun
karakteri bu çatışmanın rahminde şekillenecektir.” S.11-24
Önsöz
“Osmanlı İmparatorluğu'nda devletin ve toplumun resmi ideolojisi Sünni
İslâm'dı; eğitim kurumlarına ve toplumun dünya görüşüne fizyonomisini armağan
eden şey Sünni İslâm'dı. Yukarıda sözünü ettiğimiz algı kalıbı değişimi süreci
sonunda modern Cumhuriyetimizin kurucuları bu klasik resmi ideolojiyi
reddettiler ve pozitivizmi benimsediler. Türkiye Cumhuriyeti devletinin resmi
ideolojisi o nedenle pozitivist bilim ideolojisidir. Modern eğitim sistemimizin
temelinde pozitivist bilim ideolojisi bulunmaktadır. Türk eğitim sistemi
Cumhuriyet tarihi boyunca eğitim kurumlarında pozitivist ideolojiye uygun bir
insan tipi, bir homo-pozitivizmus yetiştirmeyi ideal olarak benimsemiştir.
Türkiye'de ortalama insan klasik geleneğin göbeğinde dünyaya gelir (aile) ve
sonra pozitivist ideolojiye gönüllü bir geçiş yapar (okul). Böylece klasik
gelenekten kopmanın yolu ‘okula’ gitmektir. Yine burada da önce modern,
materyalist, idealist, islâmcı, milliyetçi olunmaz; önce pozitivist ideolojiyle
gelenekten kopulur, yani önce pozitivist sonra materyalist, idealist, modern
vb. olunur. Okumuşlarla toplum arasındaki kopukluk veya çatışma (bu güne kadar
yanlış şekilde ‘kuşak çatışması’ ve ‘aydın-halk kopukluğu’ diye
isimlendirilmiştir) klasik gelenekle pozitivist ideoloji arasındaki çatışmadır.
Okumuşlarla halk arasındaki uçurum, pozitivizmle klasik gelenek arasındaki
uçurumdur.
Hepimiz pozitivizmi ideoloji olarak
benimsemiş bir eğitim sisteminin ürünleriyiz. Tarihi gelişim noktasından
bakıldığında, bu süreçten geçmek zorundaydık. Bu gerçeği reddetmek bir şeydir;
tespit etmek başka bir şey. Ben bu gerçeği reddetmiyorum; bu çalışmada, dolaylı
olarak yapıldığı üzere, pozitivist entelektüel cedlerimizi eleştirmenin
yapılması gereken en doğru entelektüel tutum olduğunu öne sürüyorum. Pozitivist
bilim ideolojisi gayet tabii gönüllü değişmeyi hedef olarak benimsemiş bir
yönetim sistemi için en uygun zemini oluşturuyordu. Cumhuriyetin önderleri,
pozitivizm, toplum mühendisliğine kapı aralayan elverişli bir mantık
sergilediği için onu klasik geleneği reddetmenin biricik aracı olarak gördüler.
Toplum pozitivizmin çizdiği doğru evrim şemasının dışındaydı, yanlış yaşıyordu
ve değiştirilmeliydi. Böylece devlet, pozitivist bilim ideolojisini, toplumu
değiştirmek için bir silah olarak kullandı.
Elinizdeki çalışma geleneği stratejiyle
aynileştirmesi dışında, entelektüellerimizin birçoğunun hoşuna gitmeyecek bir
‘olgu’yu da gündeme getiriyor. Bu olgu, ülkemizde iki ana entelektüel cemaatin
bir arada yaşamaya devam ettiğidir: klasik epistemik cemaat ve bilimsel
epistemik cemaat. Tezim, ister materyalist ister idealist kampta yer alıyor
olsunlar, kendilerini ‘modern’, ‘İslâmcı’, ‘milliyetçi’, ‘batıcı’, ‘Kemalist’,
‘sosyalist’ gibi etiketlerle isimlendiren bütün entelektüellerin bilimsel
epistemik cemaat içinde yer aldıklarıdır. Toplumumuzdaki en temel ayırım,
klasik epistemik cemaatle bilimsel epistemik cemaat arasındaki ayırımdır;
günümüzde kabul ettiğimiz diğer bütün ayırımlar ya tali ya da sahte
ayırımlardır.” S.25-35
Giriş
‘Cemaat’in nasıl veya ne tür bir cemaat olduğunu dile getirmek için kullandığım
‘epistemik’ sıfatı, bir felsefe branşı olan ‘epistemoloji’den alınmıştır ve
kökü Grekçe ‘epistémé’dir. Epistémé en genel anlamda bilgi, kavrama,
bilme, felsefe disiplininde kabul gördüğü şekliyle ‘bir açıklaması bulunan
doğru inanç’ demektir. ‘Epistemik’ sıfatı ise bilgi özelliğine sahip,
bilgiyle ilgili, bilme, kavrama, anlamayla ilgili demektir. Bu durumda,
kavramsal düzeyde epistemik cemaat, bir bilme, bilgi, kavrama, anlama
cemaatidir ve bilgiyi inşa eden, işleyen, geliştiren ve daha sonraki kuşaklara
intikal ettiren, bilgiyi taşıyan insanlar topluluğunu ima eder.
Bir felsefe disiplini olarak epistemoloji
bilgiyi ‘birey’ temelinde ele alır. Ona göre, eğer gerçekten bir öznesi varsa,
bilginin öznesi ‘birey’dir. Epistemolog, izole edilerek sosyal bağlarından
koparılmış evrensel bir birey ya da Robinson Crusoe temelinde şu sorulara cevap
verir: Bilgi nedir? Bilginin ve bilmenin standartları nelerdir? Bu standartlar
her durumda aynı standartlar mıdır, yoksa farklı bilgi türleri söz konusu
olduğunda değişirler mi? Bilginin kaynağı nedir? Algı nedir ve nasıl gerçekleşmektedir?
Bu çalışma, eğer ‘Giriş’ bölümünü
saymazsak, iki ana bölümden oluşmaktadır. Bu formel bir ayırımdır. Okunduğunda
da anlaşılacağı üzere, ‘Bilim Sosyolojisine Giden Yol’ başlıklı
bölüm, çalışmanın çekirdeği durumundaki ‘Epistemik Cemaat’ başlıklı
bölüm için yalnızca bir hazırlık teşkil etmektedir.
‘Bilgi Sosyolojisi’ bölümünde sosyolojinin kurucu habalarının, ‘Bilgi nedir?
Bilgi ile toplum arasındaki ilişki nedir? Bilimsel bilgi ile toplum arasındaki
ilişki nedir? Bilimsel bilginin diğer bilgi türlerinden farkı nedir?’ türünde
sorulara nasıl cevap verdiklerini göstermeyi denedim. Çalışmada benimsediğim
strateji açısından bunun önemi büyüktü; çünkü ‘Epistemik Cemaati, sosyolojinin
kurucularının ortaya koydukları bir kısım temel varsayımlar üzerinde Batı'da
ortaya çıkan ‘Bilim Sosyolojisi’ veya ‘bilimsel bilginin sosyolojisi’
konusundaki incelemelerin ışığında ele alıyordum. Bilim sosyolojisi klasik
sosyologların bilgi konusundaki görüşleri bilinmeden anlaşılamazdı.
Aynı bölümde, dil ve kategoriler konusuna,
öncelikle, Durkheimci bilgi anlayışının dille olan yakın ilişkisinden dolayı
temas ettim. Düşünce veya bilgi, içinde inşa edildiği dile atıfta
bulunulmaksızın anlaşılamazdı. Dil, düşünceden, dil bilgiden hem mantık
düzeyinde hem de tarihi gelişme düzeyinde daha önce gelir. Bir anlamda, dille
bilgi arasındaki ilişki, dille toplum arasındaki ilişkidir. İnsanlar yalnızca
farklı uluslara mensup bulundukları için farklı diller konuşmazlar, farklı
dünya görüşlerine, farklı bilgi sistemlerine, farklı teorilere bağlı
bulundukları için de farklı diller konuşurlar. Bilimsel bilginin dili ile dini
bilginin dili, aynı toplumun insanları tarafından konuşuluyor olsalar bile,
aynı diller değildirler. Aynı bilgi sistemi içinde yer alan, ancak farklı
teorilere veya farklı sektlere bağlı insanlar farklı diller konuşurlar.
Kopernik sisteminin diliyle Einstein sisteminin dilleri, her ikisi de aynı
genel bilgi sisteminin içinde yer almalarına rağmen farklı dillerdir. S.37-50
Sonuç
Bilgi güçtür; bilgi kavrama, anlama,
yorumlama ve değerlendirme gücü anlamında güçtür. Bilgi, meşruiyet armağan
edilmiş güçtür. Bilimsel bilgi, gücünü öteden beri düşünüle geldiği üzere
Doğadan almaz; bilimsel bilgiyi inşa eden ve işleyen epistemik cemaatin
konumunda alır. Bilimin araştırma ve inceleme nesnesi gerçekten Doğadır ve
bilimsel bilgi gerçekten de Doğa hakkında bilgidir. Fakat ona meşruiyetini Doğa
vermez. Çünkü bilimsel bilginin inşasında Doğanın rolü birinci dereceden bir
rol değildir; Doğa bilimsel metinlerde doğrudan doğruya yer almaz, dolaylı
olarak yer alır. Doğa ile aramızda, doğa ile bilimsel metinler arasında
bilimsel faaliyeti icra eden, bilimsel bilgiyi inşa eden epistemik cemaat
vardır. Doğa bize ve bilimsel metinlere bilimsel cemaatte ‘kırıldıktan ve
tahrif olduktan’ sonra ulaşan varlıktır. Doğa bilimsel epistemik cemaat içinde
‘tahrif oluyor’ demek, Doğa bilimsel cemaatin normlarında, standartlarında,
gelenek ve dogmalarında, dilinde, amaç, ilgi, çıkar ve en önemlisi bilimsel
cemaatin ihtilaflarında ‘kırılmaya uğradıktan’ sonra bize ve bilimsel metinlere
yansıyor demektir. Bize ve bilimsel metinlere yansıyan Doğa, ‘gerçek’ Doğa
değildir; inşa edilen Doğadır.
Bilimsel bilgi güç ve meşruiyetini Doğadan
almaz, onu inşa eden epistemik cemaatten alır. Bilimsel bilginin gücü, bilimsel
epistemik cemaatin gücü, bilimsel bilginin güvenilirliği, bilimsel epistemik
cemaatin güvenilirliği, bilimsel bilginin meşruiyeti bilimsel epistemik
cemaatin meşruiyetidir. Bunun nedeni açıktır: Bir bilgi iddiasının gücü,
geçerliliği, meşruiyeti ve güvenilirliği, o bilgi iddiasını ileri sürenin
güvenilirliği, gücü ve meşruiyetidir.
Bir epistemik cemaatin sözünün edildiği
her durumda, bir epistemik statükonun, bir epistemik ortodoksinin, bir
epistemik merkezin ve monopol(tekel)ün de sözü ediliyor olmalıdır. Bilginin
meşruiyet ve güvenilirlik elde etme süreci bunun en iyi göstergesidir. Bir
bilgi iddiasının güvenilirlik ve meşruiyet kazanarak ‘bilimsel’ statüde yerini
alabilmesi, epistemik statükoyu, epistemik merkezi temsil eden seçkin bilim
adamlarının onayına bağlıdır. Hiçbir bilgi iddiası, epistemik monopolün
değerlerine, geleneklerine, amaç ve standartlarına, diline uymaksızın
‘bilimsel’ statüsü kazanamaz. Nedeni basittir: Bir bilim adamının ‘bilim adamı’
statüsü kazanabilmesi, bilimsel epistemik cemaatin normlarına, diline, gelenek
ve dogmalarına, standartlarına, amaçlarına, ilgi ve çıkarlarına uymasına
bağlıdır. Çırak veya bilimsel epistemik cemaate girmeye hazırlanan bilim adamı
adayı bu özelliği, bilimsel eğitim dediğimiz kapsamlı sosyalizasyon süreci içinde
kazanır. Bilim adamı, toplumsal etkilerden daha fazla ‘tecrit edilmiş’, daha
fazla ‘doğa durumunda’ bir insan değildir; ilgili kapsamlı ve katı
sosyalizasyon süreciyle daha fazla ‘sosyalize’ olmuş insandır. O, bu
sosyalizasyon süreci içinde bilimsel epistemik cemaatin üyesi olduktan sonra,
yapacağı araştırmalarla, bağlı bulunduğu epistemik cemaatin diğer üyelerinin
güvenilirliğini kazanmalıdır. Güvenilirlik veya meşruiyet, ona bağlı bulunduğu
epistemik cemaat tarafından verilecek olan şeydir. Bu nedenle, araştırmasının
her safhasında cemaatin norm ve değerlerini, amaçlarını, standart ve
geleneklerini dikkate almak ve onlara uymak durumundadır. Bilimsel epistemik
cemaatin bilim adamlığını tescil etmediği hiç kimse ‘bilim adamı’ statüsü
kazanamaz; bilimsel epistemik cemaatin tescil etmediği hiçbir bilgi ‘bilimsel’
statüsü elde edemez. Bilimsel epistemik cemaat bu anlamda tam
bir monopoldür.
Bilimsel bilginin ‘evrenselliği’ (veya
objektifliği) bilimsel epistemik cemaatin evrenselliğidir. Bilim ve bilimsel bilgi,
bilginin ve bilimin doğasında bir ‘evrensellik’ kodu bulunduğu için evrensel
değildir; bilimsel epistemik cemaat, kendisinden radikal biçimde farklı diğer
epistemik cemaatlerden daha güçlü olduğu için evrenseldir. ‘Evrensellik’
güçlünün özelliğidir, zayıfın değil, ‘Evrensellik’ (veya objektiflik), gücün,
statükonun, ortodoksinin, epistemik merkezin fonksiyonudur; güçsüzün, çevrede
yer alanın, uydu epistemik cemaatlerin değil. Hiçbir bilgi türü kendi doğasında
‘evrensellik’ ve ‘objektiflik’ (nesnellik) kodu taşımaz. ‘Evrensellik’ iddiası
güçlünün, merkezde yeralanın, statükoyu temsil edenin, ortodoksinin
savunucusunun gücünü, statükoyu, ortodoksiyi meşru göstermek için başvurduğu
stratejinin adıdır; bilginin geçerliliğinin, doğruluğunun göstergesi değil.
Zayıf durumda bulunan epistemik cemaatlerin veya uydu epistemik cemaatlerin
bilimsel epistemik merkezin onayına başvurmaları veya epistemik statükoya boyun
eğmeleri, en iyi durumda epistemik statükoyu boyun eğmeleri, en iyi durumda
epistemik statükoya hizmet etmeleri, ortodoksiye katılmaları anlamına
gelebilir. ‘Objektif’ olan ‘evrensel’ olandır. ‘Evrensel’ olan, daha fazla
insan tarafından kabul görendir. Evrensel olana boyun eğmek epistemik güce
boyun eğmektir. Bilimsel bilginin evrenselliği, onu inşa eden, işleyen, tescil
eden bilimsel epistemik cemaatin evrenselliğidir. Evrensel olan güçlü olandır.
Daha güçlü olmak, daha büyük bir laboratuvara, daha büyük eğitim kurumlarına,
daha fazla lojistik desteğe sahip olmaktır. Bu gerçekten de böyledir; çünkü eğer
bir strateji değilse, ‘evrensellik’ iddiası yalnızca bir illüzyon olabilir. Bu
böyledir; çünkü ‘evrensel’ ve ‘objektif’ bilgi, subjektif olandan, beşeri
unsurlardan arındırılmış, tecrit edilmiş bilgidir. ‘Evrensel’ ve ‘objektif’
(nesnel) bilgi, inşasında ‘toplumsal faktörlerin’ hiçbir fonksiyonunun
bulunmadığı bilgidir. Yalnızca beşeri faktörlerden, toplumsal faktörlerden
‘tecrit edilmiş’, yalıtılmış bilgi ‘evrensel’ ve ‘nesnel’ olabilir. Bir bilgi
türünden, onun doğasında ‘objektiflik,’ ‘evrensellik’ ve ‘doğruluk’ kodu
varmışçasına söz etmek, insanın ve toplumun kapı dışarı edildiği bir bilgi
alanından söz etmektir, ‘Evrensel’ ve ‘objektif’ bilgi, insansızlaştırılmış
bilgidir. Bu çalışmada bilimsel bilginin inşası konusunda öne
sürülen düşünce ve açıklamalar bunun böyle olmadığını göstermekte ve aksine
rölativist bir yaklaşımla bilimsel bilginin inşasında beşeri unsurun rolünü ön
plana çıkarmaktadır. Bilimsel bilgi, toplumdan ve toplumsal etkilerden
daha fazla tecrit edilmiş bilgi değildir; daha fazla toplumsallaştırılmış, daha
fazla toplumsallaşmış bilgidir. Bilgiyi insani faktörlerden tecrit etme çabası
bir türlü imkânsızın peşinde koşma çabasıdır; insansızlaştırılmış bilgi, bir
imkânsızlıktır. S.193
‘Epistemik Cemaat’ adı altında yaptığımız
bu çalışmanın Türkiye ve Türk toplumu için anlam ve öneminin ortaya çıkması
için şu sorulara cevap vermek gerekiyor: Bu çalışmadan Türk entelektüel
tarihinin, Türkiye'deki entelektüel hayatın payına düşen nedir? Bu çalışmada
koparılan ‘gürültü’ ne işe yarıyor? Açıklayıcı bir kavram olarak ‘epistemik
cemaat’ kavramı Türk entelektüel tarihi için nasıl kullanılabilir?
Bu sorulara anlamlı karşılıklar bulabilmek
için, bu çalışmanın ‘Giriş’ bölümünde açıkça dile getirdiğimiz varsayımlar
takımını hatırlayalım: 19. yüzyılın başlarında Türkiye'de, klasik (veya İslâmi)
epistemik cemaatin yanı başında, Osmanlı Devleti'nin Batı ülkelerinde, Batılı
devletlerin Osmanlı İmparatorluğu'nda tesis ettiği elçilikler ve yine
Batılıların Osmanlı toprakları üzerinde açtığı ‘yabancı’ okullar ekseni
etrafında klasik epistemik cemaatten radikal biçimde farklı yeni bir epistemik
cemaat doğmuştur. Bu elçilikler ve yabancı okullar ekseni farklı epistemik
cemaatlere bağlı insanların veya toplumsal grupların Osmanlı İmparatorluğu'nda
ilk defa yüz yüze geldikleri yoğun iletişim veya etkileşim çevreleridir (Bu
listeye, Osmanlı Devleti'nin Batı'ya Batı'daki modern epistemik cemaatin
merkezlerine gönderdiği öğrencilerin oralarda girdiği ilişkiler ve Batı'da
açtığı elçilikler ilave edilebilir.). Osmanlı toplumunda, bu iletişim
çevrelerinde Batı ile etkileşimde bulunan toplumsal zümreye mensup insanların
şahsında gerçekleşen şey bir ‘algı kalıbı veya gestalt
değişimi’, bu çalışmanın terminolojisini kullanırsak, bir epistemik
cemaat değişimidir. Bu değişim veya dönüşümün gelişme veya yayılma
eğilimleri dikkate alındığında, kelimenin en geniş ve kapsayıcı anlamda
Türkiye'de ‘entelektüel’ mürtettir.
Kolayca anlaşılacağı üzere yukarıdaki
varsayımlar serisi, şöyle bir zımni varsayıma dayanmaktadır: 19. yüzyılın başlarından
itibaren Türkiye'de birbirinden radikal biçimde farklı iki epistemik cemaat
vardır: klasik veya İslâmi epistemik cemaat (‘ulema’ veya ‘ilmiye’ ve ‘tekke’
mensupları ve geniş anlamda onlara bağlı ‘müminler’) ve modern epistemik cemaat
(günümüz entelektüellerinin entelektüel atalarının oluşturduğu yeni epistemik
cemaat).
‘Epistemik cemaat’ kavramı bir açıklama ve
bir yorumlama cihazı olarak bu noktada iş görmeye başlamaktadır. Bir ‘epistemik
cemaat’in özellikleri dikkate alınarak, klasik epistemik cemaatle modern
epistemik cemaat arasındaki farklılıkları kısaca sıraladığımızda, ‘klasik ve
modern’ ayırımımız, daha sağlam bir temele oturmuş olacaktır.
(a) Bu iki epistemik cemaat birbirinden
radikal biçimde farklıdır; çünkü onların devlet mekanizması içindeki konumları
birbirinden farklıdır. Osmanlı devlet mekanizması içinde dar anlamda klasik
epistemik cemaat ve entelektüel faaliyetin uzmanlarının oluşturduğu ‘İlmiye’
sınıfı veya ‘ulema’, modern epistemik cemaat gibi devlete bağlı bir kurum
değildir; devletin yönetim mekanizmasının ortağıdır. Klasik epistemik cemaat bu
nedenle, devlet ve toplum yapısı içinde modern epistemik cemaatten daha
stratejik bir konum işgal eder (Weberyen ‘ideal tip’ kategorisine başvurursak,
‘ilmiye’ sınıfınını devlet yönetimindeki bu stratejik ve önemli konumundan
dolayı Osmanlı Devleti'nin Eflatuniyen bir devlet olduğunu öne sürmek
mümkündür).
(b) Modern epistemik cemaatin ‘patronu’
veya ‘müttefiki’ devlettir; oysa klasik epistemik cemaatle devlet arasındaki
maddi ilişki, doğrudan bir ilişki değil, dolaylı bir ilişkidir; çünkü o maddi
bakımdan devlet yönetiminden nispeten özerk ‘vakıf’ kurumuna bağlıdır. (Burada
yeri gelmişken şöyle bir soru yöneltmek mümkündür: Yeniçeri Ocağı'nı yıkarak ve
Vakıf kurumunu ‘Devlet’e bağlı bir ‘daire’ haline dönüştürerek İkinci Mahmut'un
Eflatuniyen devlet çatısını yıkması olgusuyla, yukarıda sözünü ettiğimiz
gestalt değişimi veya epistemik cemaat değişimi arasında anlamlı ilişkiler
tespit etmek mümkün müdür?)
(c) Bu iki epistemik cemaat birbirinden
radikal biçimde farklıdır: Çünkü onların toplumda icra ettikleri toplumsal
roller farklıdır; çünkü entelektüel faaliyeti hazırlayan eğitim kurumları
farklıdır. ‘Profesör’ ‘müderris’ değildir; ‘medrese’ ve ‘tekke’ ‘üniversite’
değildir. Bu eğitim kurumlarının amaçları, toplumda icra ettikleri fonksiyonlar
farklıdır. Mesela modern epistemik cemaatin eğitim kurumları, birer eğitim
kurumu olarak, entelektüel faaliyet dışında ‘toplumun batılılaştırılması’ veya
‘batıcılaştırılması’ gibi bir görev üstlenmişlerdir.
(d) Bu iki epistemik cemaat toplum ve
devletle ilişkileri dışında, bir epistemik cemaati epistemik cemaat yapan
özellikler bakımından da birbirlerinden radikal biçimde farklıdırlar:
Beslendikleri entelektüel kaynaklar farklıdır; farklı epistemik merkezlere
sahiptirler; üyeleri farklı epistemik merkezler ekseni etralında faaliyetlerini
icra ederler. Her ikisi de lingüistik birer cemaat olmasına rağmen, farklı
dillere sahiptirler ve farklı dilleri konuşurlar. Her iki cemaat de bir
normlar, dogmalar, değerler, amaç, ilgi ve çıkarlar, strateji ve gelenekler
cemaati olmasına rağmen farklı değerlere ve normlara, farklı standartlara,
farklı amaç, çıkar ve ilgilere, farklı gelenek ve stratejilere bağlıdırlar.
Form bakımından her ikisi de epistemik birer cemaattir; ancak içerikleri
radikal biçimde farklıdır. Onların evrene baktıkları gestalt (algılama kalıbı)
farklıdır; dolayısıyla farklı evrenlere sahiptirler; klasik epistemik cemaatin
evreni modern epistemik cemaatin evreni değildir. Bu nedenle, ‘müminleri’ farklı
evrenlerde yaşarlar.
Klasik epistemik cemaatle modern epistemik
cemaat arasındaki farklılıkların (benzerliklerin değil) sayısını artırmak ve bu
farklılıkların ayrıntılı açıklamalarını vermek mümkündür; ancak bu iş
gerçekleştirmenin yeri burası değildir. Apaçık göz önünde duran şey, Osmanlı
toplumunda ve günümüz Türkiye'sinde halen bir arada yaşamakta olan bu iki
epistemik cemaatin farklı epistemik cemaatler olduklarıdır.
Osmanlı İmparatorluğu'nun 19. yüzyılı bir
‘tanzim’ ve ‘ıslahat’ yüzyılı değildir; bir ‘parçalanma’ yüzyılıdır. Günümüze
kadar konuyla ilgili olarak yapılan incelemeler bu parçalanmanın, imparatorluk
coğrafyasının parçalanması olduğunu öne sürmüşlerdir. Doğrudur; fakat Osmanlı
İmparatorluğu'nun 19. yüzyılı, yalnızca bir ‘coğrafi parçalanma’ yüzyılı
değildir; parçalanan yalnızca Osmanlı coğrafyası değildir; bu yüzyılda aynı
zamanda Osmanlı toplumunun ‘mental (zihni)’ haritası da parçalanmıştır. Yukarda
imparatorlukta ortaya çıktığını öne sürdüğümüz ‘gestalt’ değişiminin veya
‘epistemik cemaat değişimi’nin, Osmanlı toplumunun mental haritasının
parçalanması yüzyılında gerçekleştiğini vurgulamak önemlidir.
Bu noktada, Osmanlı toplumunda epistemik
cemaat değişimini veya algı kalıbı değişimini yaşayan ilk toplumsal grubun
Osmanlı toplumu içindeki konumunun veya kimliğinin altı çizilmelidir. Osmanlı
toplumunda elçilikler ve yabancı okullar ekseninde oluşan yoğun etkileşim
çevrelerinde epistemik cemaat değişimi sürecine ilk girenler, klasik epistemik
cemaatin uzmanları, yani ulemadan insanlar değildi; algı kalıbı değişimini ilk
defa yaşayanlar, başka bir söyleyişle klasik epistemik cemaatin modern
epistemik cemaate ilk geçenler, Osmanlı bürokrasisi diyebileceğimiz bir
toplumsal zümrenin üyeleriydiler. Bu olgudan, yani ilk dönüşümün politik
kurumlar ekseninde gerçekleşmesi olgusundan yola çıkarak, modern Türk
entelektüel hayatının bir ‘handikap’la birlikte doğduğunu öne sürmek mümkündür.
Bir handikapla birlikte doğmuştur; çünkü bu epistemik cemaat değişimini ilk
yaşayanlar, klasik epistemik cemaatin uzmanları değildir.(Bu handikabı burada
ele almayacağız; burada yalnızca bir varsayım halinde, bu handikabın adını
koymakla yetineceğiz: modern Türk entelektüel hayatındaki ‘dışişleri
handikabı’.)
Yukarıdaki varsayımlar her neyi ima ediyor
olurlarsa olsunlar, 19. yüzyılın başlarında Osmanlı toplumunda, bir algı kalıbı
değişimi, bir epistemik cemaat değişimi yaşandığı, bu değişim sürecinin
toplumun geriye kalan kısımlarını içine alacak şekilde günümüze kadar devam
ettiği, modern entelektüel hayatımıza anlamını armağan eden temel olgunun bu
olduğu; günümüz Türkiye'sindeki modern epistemik cemaatlerin bu olgunun sonucu
ortaya çıktıkları apaçıktır.
Söz konusu epistemik imparatorluğun
merkezleri Londra, Paris, New York, Berlin'dir. İster hoşumuza gitsin ister
gitmesin, 19. yüzyılın başında İstanbul'da doğan epistemik cemaat, merkezi
Batı'da olan bir uydu cemaattir. Merkez Batı'dadır; epistemik cemaatün
önderleri oradadır; onlar yaratıcılardır; modern eptistemik cemaatin norm ve
değerleri, standartları, dili, ‘doğruları’, amaçları, problem ve olguları,
stratejileri, gelenekleri orada bu entelektüel önderler tarafından inşa edilir.
İstanbul'da doğan epistemik cemaat, ‘çevre’dedir ve bu nedenle bir uydu
epistemik cemaattir; mensupları yaratıcılar değil, tekrarlayıcılardır. Merkezde
inşa edilen değer ve normlara, amaçlara, ilgilere, dogma ve inançlara
bağlıdırlar. Merkezde inşa edilmiş bulunan bir dili kullanırlar. Merkezin
koyduğu bilgiye ilişkin standartlara uymak zorundadırlar; çünkü merkezle uydu
epistemik cemaat arasındaki ilişki bunu gerektirir. Tablodan da anlaşılacağı
üzere, Batı'daki bilimsel epistemik cemaatler arasındaki ilişkiler nispeten bir
denklik ve karşılıklılık arzederken, uydu epistemik cemaatle merkezde yer alan
epistemik cemaat arasında böyle bir ‘etki’ eşitliği yoktur; çünkü merkezle uydu
epistemik cemaat arasındaki ilişki eşitlerin ilişkisi değildir; merkezi
epistemik cemaat uydu epistemik cemaati belirlemektedir. Merkezle uydu
epistemik cemaat arasındaki ilişki tek yönlü bir ilişkidir; uydu epistemik cemaat
edilgendir. Bu yeni epistemik cemaatin mensupları için ışık Doğu'dan gelmez,
Batı'dan gelir. Çünkü entelektüel evrenin merkezi Batı'dadır; Güneş oradadır.
Bu noktada hatırlamamız gereken şey, Osmanlı entelektüellerinin,
bürokratlarının (yani Osmanlı İmparatorluğunda henüz ortaya çıkmış bulunan
modern epistemik cemaate mensup) entelektüellerinin ‘Aydınlanma Çağı’nı ‘Nur
devri’ kavramıyla karşılamış olmaları, ışığın Doğu'dan değil Batı'dan geliyor
olmasıyla ilgilidir.
‘Algı kalıbı değişimi’ veya ‘gestalt
değişimi’; Osmanlı toplumundaki ‘kıble değişimi’ni dile getirir. Türkiye'de
modern epistemik cemaatin doğuşuyla birlikte entelektüel faaliyetin kıblesi
değişmiştir. Osmanlı toplumundaki algı kalıbı değişimi, mevcut epistemik
cemaatin veya klasik epistemik cemaatin statükosuna, ortodoksisine bir
başkaldırıyı dile getirir. Fakat modern epistemik cemaatin üyesi
entelektüeller, klasik epistemik cemaatin statükosunu, ortodoksisini
reddederek, statükonun, ortodoksinin yer almadığı bir ortama girmemişlerdir; klasik
epistemik cemaatin statükosunu reddederek, bilimsel epistemik cemaatin
statükosunu ve bu epistemik cemaatin ortodoksisini benimsemişlerdir. Bu anlamda
onlar ‘radikal’ değildirler.
Türkiye'de 19. yüzyılın başlarında doğan
ve günümüze kadar gelişimini ve yayılmasını sürdüren modern epistemik cemaat,
Osmanlı toplumu karşısındaki konumu dikkate alındığında bir epistemik
azınlıktır. 19. yüzyılın ilk yarısında İngiltere'de doğan bilimsel epistemik
cemaatin, dönemin şartları içinde bir ‘azınlık’ konumunda olduğu doğrudur.
Ancak, bu azınlık olma durumu, Türkiye'deki modern epistemik cemaatin azınlık
olma durumundan farklıdır. Çünkü Batı'da Hıristiyan epistemik cemaatten
bilimsel epistemik cemaate geçiş, bu toplumun kendi iç devinimleri ve kendi
için evrimi sonucu gerçekleştirmiştir. Onlar modern bilimi Batı toplumu dışında
bir toplumdan almamışlardır. Oysa Türkiye'de durum farklıdır; Türkiye'de modern
epistemik cemaat Osmanlı bürokratlarının Batılılarla girdikleri ilişkilerin
ürünüdür. Burada bir ‘dış unsur’, bir ‘harici faktör’ söz konusudur.
Türkiye'deki modern epistemik cemaat, ‘merkezi’ Batı'da bir epistemik
cemaattir. Bu epistemik cemaat, savunduğu düşünceler, icra ettiği entelektüel
faaliyet bakımından radikal değildir; toplumumuzda işgal ettiği konum bakımından
radikaldir; o, tam bir radikal epistemik cemaattir ve modern Türkiye'deki bütün
modern epistemik cemaatler, 19. yüzyıl başlarında ortaya çıkan bu epistemik
cemaatin alt-şubeleridir,
Osmanlı toplumunda bir ‘algı kalıbı değişimi’nin veya bir ‘gestalt değişim’nin
ya da bu çalışmanın terimleriyle bir ‘epistemik cemaat değişimi’nin
gerçekleştiği dönemde Batı'da Bilim = Pozitivizm'di. Pozitivistler, bilimin
yöntemlerinin evrensel yöntemler, bilimin doğrularının evrensel doğrular,
bilimsel bilginin evrensel bilgi, bilimsel epistemik cemaatin, insanlığın
evrimindeki en son epistemik cemaat olduğuna inanıyorlardı. ‘Bilimsel dönem’
insanlığın evriminin son halkasıydı. Osmanlı toplumunda klasik epistemik
cemaatin yanı başında doğan yeni epistemik cemaatin öncülerinin benimsediği
bilim ideolojisi, bu ideolojiydi. ‘Bilim’, pozitivist ideolojinin öngördüğü
şekilde ‘evrensel’di ve insanlığın ‘bilim’den başka hiçbir kurtuluş yolu yoktu.
Türkiye'deki modern epistemik cemaatin önderleri de, ‘bilim’in biricik kurtuluş
yolu olduğuna inanıyorlardı.
Bilimsel bilginin ‘evrenselliği’nden söz
eden her söylem, ‘evrensel bilimsel yöntemler’in varlığından söz eden her
söylem, modern bilimin ‘doğa yasaları’ adıyla sunduğu yasaların evrensel
yasalar olduklarından söz eden her söylem pozitivisttir. Evrensellik iddiası,
güçlü bir epistemik cemaatin kendini meşrulaştırmak için kullandığı stratejinin
adıdır; o, epistemik statükoyu, bilimsel ortodoksiyi bu stratejiyle
meşrulaştırır; ‘evrensellik’ iddiası veya daha yerinde bir söyleyişle dogması,
bilimsel epistemik cemaatin, kendini meşrulaştırmak için başvurduğu silahtır.
Güçsüzün, çevrede yer alan uydu epistemik cemaatlerin bu ‘evrensellik’
iddiasını kabul etmeleri yalnızca bir epistemik statükoyu, bir epistemik
ortodoksiyi kabullenmeleri anlamına gelir. S.185-205
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı:363
/ Şubat 2021