Maâriften Eğitime - Alparslan Aydar

Maâriften Eğitime

            Maârif kavramı, eğitim ve öğretim kavramının müradifi değildir. Maârif 18. yüzyıl mefhumudur. Geniş kanatlarıyla talim, terbiye, tahsil, tedris, mekteb, medrese, edeb gibi bir insanın yetişmesi için çok önemli olan unsurların tamamını içine alır. Bir anlamda insanı insan yapan hassaların yekûnu. Aynı kökten gelen Ârif, kendini bilen, tanıyan demek. Önce kendini, yani sınırlarını, haddini, vazifesini, kaabiliyetlerini bilen, ilimleri ve nihâyetinde yaratıcısını tanıyan demek. Ârif yüklendiği, ihsan olunduğu ilhamın mesuliyetinde bir ömür sürmeli, bildiğiyle amel etmeli. Artık o doğrudan ‘bildiklerinizle amel ederseniz, bilmediklerinizi size öğretir’ müjdesinin muhatabıdır. Yerine gelen ‘eğitim’in en meşhur tanımı ‘kasıtlı davranış değiştirme süreci’. Köksüz ve ruhsuz bir tanım. Hepsi bir tarafa; Modern eğitim, ‘nesillerin idrâkten mahrum edildiği, şuurdan iğdiş edildiği bir ameliyathâne.’

Mustafa Gündüz’ün kaleme aldığı ‘Maâriften Eğitime’ kitabı, yaşanan değişimin keyfiyetini ortaya koymaktadır. Dört bölümden meydana gelen eserin ilk bölümde muhtevası itibarıyla diğer bölümleri de ilgilendiren Eğitim ve Modernleşme ilişkisi ele alınmıştır. Daha sonra Tanzimat, II. Abdülhamid ve Cumhuriyet dönemleri incelenmiştir.
Maâriften Eğitime
Prof. Dr. Mustafa Gündüz
Doğu Batı Yayınları
Mîsak Dergisi
Sayı: 315 / Şubat 2017

Önsöz
Maârif bir 18. yüzyıl mefhumu. Geniş kanatlarıyla talim, terbiye, tahsil, tedris, mekteb, medrese, edeb gibi bir insanın yetişmesi için çok önemli olan unsurları tümüyle kuşatıyor. Eğitim kelimesi bütün bunların yerine ‘öldürücü başarı’ olarak tanımlanacak lisan ameliyatının evvelinde aceleyle hazırlanan ‘Türkçeden Osmanlıcaya Cep Klavuzu’nda ilk defa 1935’te görüldü. Dîvan-ı Lügâti’t-Türk’ten anlam, imla ve telaffuz bakımından üç yanlışın biraraya getirilmesiyle üretildi. Böylece maârif bütün mânâ derinliğiyle bu ülkenin yitik hazinelerinden biri hâline geldi. Bugün, eğitimin yerine maârifi, maârifin yerine eğitimi kullanmak sadece kolaycılık, hattâ belki de fırsatçılık. ‘Cevher-i servetin madeni sermaye-i saâdetin mahzeni’ kabul edilen maârif, arefe ile irtibatlı marifetin çoğulu. Hüner, beceri, ilham, keşif, sezgi, manevi ve ruhi tecrübe ile çoğu kere bir ustanın elinde ilim tahsili anlamlarına geliyor. Dahası var; bir şeyin izini takip ederek tefekkür ve tezekkür etmek, en önemlisi de tanımak ve bilmek.

Maârif köken itibarıyla ‘yarı ilham ve sezişle karanlıkları ışığa boğan bir şimşek’ olarak tarif edilen irfanla birleşiyor.

İrfan, önyargıların köleliğinden kurtulmak ve sahih hürriyet demek. Olgunluğun nihai noktası, insanı insan yapan hassaların yekûnu.
İrfan ârif’i kendine fail/özne seçmiş.

Ârif, kendini bilen, tanıyan demek. Önce kendini, yani sınırlarını, haddini, vazifesini, yeteneklerini bilen sonra da dairesel genişlemeyle âlemleri, ilimleri ve nihâyetinde yaratıcısını tanıyan demek.

Tikellerin bilgisinden tümele ulaşmaktır onun görevi ve vasfı. Ârif yüklendiği, ihsan olunduğu ilhamın mesuliyetinde bir ömür sürmeli, bildiğiyle amel etmeli.

Artık o doğrudan ‘bildiklerinizle amel ederseniz, bilmediklerinizi size öğretir’ müjdesinin muhatabıdır.

İlahî esrarın ve sonsuzluğun azameti karşısında acziyeti idrâk. İrfan sahibi, bilmediğini bilen ve bunu itiraf edendir. Professor ‘kilisede görevli hoca, muallim demekti. Bilgisini açığa vuran, duyuran, aktaran, gizlemeyip ifşa eden, ışığa getiren, kısaca itiraf eden’ demektir.

Maârifin ana hedef ve istikameti, insana âlemin büyük fotoğrafındaki yerini isabetle göstermek ve nihâyette hikmet kavşağına ulaştırmaktır, sonrası ebedî saadet.

Maârif: Talim, terbiye, tedris, tahsil, te’dib, muallim, muallime, mürebbiye, gibi yeni kavramlarla bir bina inşa edilmeye çalışılsa da kök salamadı. Bu topraklarda bağımsız bir millet/devlet olarak kalabilmenin faturası gereği diğer başkaldırı araçlarıyla birlikte onu da önce yıkmak, sonra da gömmek zorunda kaldık, günün birinde belki buluruz diye! Yerine gelen ‘eğitim’in en meşhur tanımı ‘kasıtlı davranış değiştirme süreci’. Köksüz ve ruhsuz bir tanım. Salt tercüme eseri son zamanların moda projesi oluşturmacı, yapısalcı vb. yaklaşımlar ise meselenin tabiatına aykırı sığ bir taklitçilik. Hepsi bir tarafa;

Modern eğitim, ‘nesillerin idrâkten mahrum edildiği, şuurdan iğdiş edildiği bir ameliyathâne.’

Eğitimi her türlü meselemizi çözecek sihirli değnek ya da Maxwell Cini gibi görenlerin, eğitim politikasına istikamet çizenlerin ve dahi eğitim bilimi yapanların bu iki kavram arasındaki derin mânâ farkına vâkıf olup olmadıklarını bilmiyorum doğrusu. Ancak bittecrübe bildiğimi zannettiğim bir şey var:

Türkiye’de üniversite, eğitim ve eğitim bilimleri hiç olmadığı kadar kendi kültür ve değer dünyasından kopuk halde yoluna devam ediyor. Buna savrulup gidiyor da diyebiliriz.

Eğitim sistemimiz bir başka âlemin türküsünü söyleme derdinde.
Bu farkında ol(a)mama durumu hemen her seviyede derinleşerek devam ediyor. Sayıları yüzü geçen eğitim fakültelerinin toplumun ihtiyacı ve çağın şartları doğrultusunda öğretmen yetiştirme kabiliyetleri bir tarafa, bilim dünyasına katkıları ciddi şekilde tartışmalıdır. Eğitim üzerine konuşan, rapor hazırlayan kuruluşların ise mazi ile hiçbir ilgi ve irtibatı yok; irtibat kuracak her türlü cihazdan da yoksunlar.

Her şeyden önce 19. yüzyıl bilim paradigmasının mengenesinden hiçbir kurtulma emaresi göstermeden amaç, ideal ve misyon belirsizliği içinde pusulasız gemiler gibi yüzen eğitim bilimi camiasının Türkiye’yi taşıyacak vizyon sunamaması en hafif ifadeyle üzücüdür. Bugün, ülkemiz eğitim bilimi dünyasının bilim diye yayımladığı metinlerin büyük çoğunluğu ‘yaralı bilinç’lerin ürettiği kültürel yabancılaşma, zihnî, felsefi dağılmışlık ve parçalanmışlık sendromunu/olgusunu açıklamada kullanılabilecek özgün örnekler durumundadır. Hemen her düzeyde varoluş mücadelesinin insiyakıyla hiçbir edep/etik ilke gözetilmemesi ise cabası.

Son yüz elli yıldır eğitim sisteminin meşum serencamından dem vuran sayısız söylem ve eleştiriye karşın, hiçbir rasyonel altyapı ve fiiliyat hakikati içermeyen, tarih ve kültürel arka plandan yoksun popülist reform projeleri kamuoyunda sürekli arzı endam ediyor. S.11-13

Tanıtmaya çalıştığımız kitap, Mustafa Gündüz tarafından kaleme alınmış olup, dört bölümden meydana gelmiştir: İlk bölümde içeriği itibarıyla diğer bölümleri de ilgilendiren Eğitim ve Modernleşme ilişkisi ele alınmıştır. Daha sonra Tanzimat, II. Abdülhamid ve Cumhuriyet dönemleri incelenmiştir. Yazarın akademik hayatının on yıllık birikimi ve kırk yaşın bereketi olarak gördüğünü ifade ettiği eser, konu ile ilgilenenlerin kayıtsız kalamayacağı eserlerden olup, yine Mustafa Gündüz tarafından kaleme alınan ‘Osmanlı Eğitim Mirası’ (Ank, 2013) ile birlikte değerlendirilmelidir.


Modern Eğitimin Doğuşu
Aydınlanma felsefesinin öncülerinden ve bilimsel yöntemin kâşiflerinden F. Bacon İngiliz Kraliyet Sarayında sorgu hâkimiydi. Suçluların işkence ile konuşturulduklarını göre göre, bunun tabiatın sırlarını elde etmek üzere kullanılacak geçerli bir yöntem olabileceği kanaatine vardı.

İnsanın yaratıcısıyla ve tabiatla olan ilişkisinde de Rönesans’la birlikte yatay ve dikey yönelimli keskin dönüşümler meydana geldi. Cüz’i irade küllî irade yerine geçti ve yeni zuhur eden ‘hümanite’ her şeyin merkezine yerleşti. Böylece insan başta kendisini kendinden menkul aklıyla belirleme, geleceğini tayin etme ve çevresini değiştirme inanç ve hakkını elde etti.

Artık insan en başta kendini ve sonra da çevresini düzene sokabilir ve durmaksızın ileriye koşabilirdi. En güvendiği cevher aklıydı ve onunla elde ettiği pozitif bilgiydi.

Bu sayede bu güne kadar kendini sınırlayan ilahî ve doğaüstü bütün güçlerin prangasından kurtulacak ve loş kilise salonlarında ruhbanların buğulu cennet vaatlerini bu dünyada bizzat kendisi inşa edecekti.

Kilisenin boşalttığı kutsiyet tahtına insan ve onun rasyonel aklı oturdu.

Feodaliteye, Kiliseye, aristokrasiye ve bütün maziye gösterilen bu başkaldırı ve direnç karşısındaki bütün odakları yerle bir etti ve neredeyse 19. yüzyılın sonlarında ebedî galibiyetini ilân etti. Bir Rönesans aforizması olan ‘insanın çevresi üzerine hâkimiyeti’ pozitif bilimin teknolojiye tatbiki ile büyük ölçüde gerçekleşir gibi oldu. Böylece dünyanın yegâne hâkimi olmak yolunda bir düşünce ve siyâset zuhur etti. S.572

İnsanlığın 18. yüzyıla kadar görmediği hayatı kolaylaştırıcı, zenginleştirici, refah arttırıcı makine ve fabrikalar devreye girerken, yeni kurumlar ve bunlara ilişkin olgular da beraberinde geldi. Elbette bu süreçte gene insanlığın hiç tanık olmadığı sorunlar, kargaşalar, bunalımlar ve hak arayışları da ortaya çıktı. Bir anlamda cin şişeden çıkmıştı. Hataları ve sevaplarıyla, güzellik ve çirkinlikleriyle, kolaylık ve zorluklarıyla, somut ve soyut boyutlarıyla yeni bir dünya ile tanışıldı ve artık filozoflar ve makro sosyal bilim tasarımcıları geri dönüşü olmayan bir yola girildiğini iddia ettiler. Bu yepyeni oluşum kısaca ‘modern hayat’ ya da ‘modernizm’ diye adlandırıldı. S.49

Bu tasarımla başta devlet ve ekonomik düzen değişti. Toplumlar, devletler ve bireyler arası ekonomik ilişkiler, üretim ve tüketim nesneleri ve üretim biçimleri yeni değerlere ve somut imkânlara kavuştu.

Tabiatla bir arada yaşama yerine onu hâkimiyeti altına alma ve ondan olabildiğince sonsuz biçimde istifade etme anlayışı benimsendi.

Dolayısıyla insanlığın kadim zamanlarından beri süren insan ve tabiat ahengi öldürücü yara aldı ve bir daha da düzelmedi. Salgın hastalıkların tedavi usulleri geliştirildi, ömür uzadı. Koruyucu hekimlik tedavi hekimliğine, oradan da ekonomik hekimliğe terfi etti.

Üretimde sağlanan artışın da desteği ile nüfus görülmemiş biçimde arttı. Artan nüfus yeni ekonominin çarkını daha hızlı döndürdü. Çark döndükçe kâr büyüdü ve gerek ticari, gerekse siyâsî işler karmaşıklaştı. Bu karmaşıklığın içinden çıkabilmek her şeyi kontrol için kayıt etmek ihtiyacı hızlandı, istatistik ve mali düzenlemeler önem kazandı, bürokrasi genişledi ve ‘modern’ işletim sistemi ortaya çıktı.

Bürokrasinin özü, insanî değerlerden (hissiyat ve iltimas vb.) olabildiğince uzak olması ve uzmanlaşmaya önem vermesiydi.

Tarımda makineleşme ile kırsal kesimde büyüyen işsizlik, şehirlerdeki fabrikalara işçi akını olarak kendisini gösterdi. Şehirler giderek gelişti, büyüdü ve devasa toplumsal sorunlar meydana geldi. O güne kadar toplumsal konsensüsü sağlayan bir değer mekanizması/ merkezi hüviyetindeki Kilise yüzyıllardan beri yara alıyordu. Artık yenidünyanın tasarımcıları, ruhban sınıfını devlet ve ekonomi yönetiminde başat bir unsur olarak görmek istemiyor onu kesin bir şekilde hayatın dışına itmek için var güçleriyle mücadele ediyorlardı. İstedikleri gibi de oldu. Fransız Devrimi burjuva ve köylü sınıfının (buna ‘halk’ denildi) el ele vermesi, Kiliseye ve Aristokrasiye karşı zaferi demekti. Şimdi yıllardır uğrunda mücadele verilen yeni hayatın köşe taşlarının döşenmesi ve bunun sürdürülebilir olması gerekiyordu. S.50

Bu köşe taşlarından biri ‘modern devlet’ ve onun yeni idare tarzı olarak tezahür etti. İkinci köşe taşı, ‘yeni ekonomi’ ve onun yeni kuralları, üretim, tüketim ve dağıtım biçimi idi. Üçüncüsü, bu modern devletin korunması ve güvenliği için ‘modern ordu ve güvenlik’ teşkilatıydı. Bu aynı zamanda ekonominin de güvencesi olarak kullanılacaktı. Yeni yapının dördüncü köşe taşı ise, yeni toplumsal kurumlar, günlük hayat, insanlar arası ilişkilerdi. Buna ‘yeni hayat tarzı’, ‘life style’ da diyebiliriz. Binanın en muhkem köşe taşlarından sonuncusu ise, yeni devlet ve toplumun bölünmez hücresi olan bireyi, ekonominin görünmez dinamosu, devletin vatandaşı olan insanı/ bireyi yaratacak olan eğitim’di. Bu dört unsur arasında varoluşsal bir etkileşim vardı ve hâlâ da varlığını sürdürmektedir. S.51

Bu döneme kadar toplumun bir arada yaşayabilmesi için gerekli değerleri üreten ve uygulayan merci olan kilisenin zayıflamasıyla, toplumu bir arada yaşatabilecek yeni bir kuruma ihtiyaç duyulmuştur. Bu kurum, yeni bir ahlâk meydana getirecek, insanlara bunu aktaracak ve böylece toplumsal bir buhran ve çöküşün önüne geçilecektir. Bu yeni kurum, devlet gücünü eline geçirmiş olan seçkin sınıfın icat ettiği modern kamu eğitimi projesidir. Bunun adı, okuldur.

Okul, kilisenin karşısına dikilen modernizmin mabedi ve değer üretim merkezidir.

Bu merkez sayesinde seçkin sınıfın değer yargıları, beğenileri, istekleri kolay, etkili ve kalıcı bir şekilde bütün toplum kesimlerine benimsetilecek ve böylece onların meşruiyeti de bir anlamda onaylanmış olacaktır. Bu sistem iki yüz senedir kaba hatlarıyla böyle işlemektedir.

Modern eğitime biçilen rol, sadece ulusal bilinci oluşturmak değil, modern hayatın öznesi olan insanı oluşturmaktır. Bu anlamda modern eğitimin amacı, toplum üyesini (toplum ferdini) topluma hâkim sınıfların belirledikleri ölçülere göre hazırlar. Bunun gayesi oldukça açıktır: Tabiata, yani dış dünyaya hükmetmektir. Bu amaca ulaşmak için okul, yeni medeniyetin olmazsa olmaz bir parçası olarak düşünülmüştür. Her ne kadar okul dışı eğitim uygulamalarına hoşgörü gösterilse de bu sistemin yaygınlaşmasına asla izin verilmemiştir. S.35


Modern Hayat ve Modern Eğitimin Aslî Görünümleri
Alvin Toffler modern dönemin temel özelliklerini formüle ettiği sınıflamasında beş temel başlığa yer verir. Buna göre modern dönemin en belirgin özelliği ‘standardizasyon’dur. Hayatın hemen her bakımdan standart hâle getirilmesi, kıyafet numaralarından yeme içme alışkanlıklarına, eğlenme ve ibadet ritüellerine varıncaya kadar tekdüze, aynı ve bir örnek tarz. Bu tek tipleşme bazen ince siyâsetlerle gönüllüce, bazen de zorla kabul ettirildi. Modern dönemin diğer önemli özelliği, ‘senkronizasyon’dur. Hayatın ve insanların mekânsal açıdan tekdüzeleştirilmesi yanında zaman bakımından da aynılaştırılmasıdır. Devlet dairelerinden, fabrika işçilerine, anaokulu öğrencilerinden yüksek bürokratların çalışma saatlerine varıncaya kadar günün belli bir vakitte başlaması, belli bir zaman sonra çalışmanın bitmesi, yemek ve eğlenmeye geçilmesi tam anlamıyla kurallaştırıldı.

Standardizasyon ve senkronizasyon beraberinde ‘merkezileşmeyi’ getirdi. Artık bütün işlerin belli bir merkezden ve aynı zamanda da mümkün olduğunca tek elden idare edilmesi gerekiyordu. Buna bağlı olarak karmaşıklaşan ekonomi, güvenlik ve siyâset işlerinin periferiye yayılması için resmi sadakatin sağlanması ve buna bağımlı bir hiyerarşinin tesis edilmesi gerekiyordu.

Devlet işlerindeki hiyerarşi’ ve ‘uzmanlaşma’ modern bürokrasinin gereği idi.

Max Weber’in teorize ettiği bürokrasi, Emile Durkheim’ın temellendirdiği ve gerekçelendirdiği işbölümü de özellikle bilimsel, ticarî ve meslekî uzmanlaşmayı daha da belirgin ve gerekli hâle getirdi. Böylece uzmanlaşma ve bürokrasi modern hayatın özgün yönlerinden birini oluşturdu.

Modern hayatın temel özelliklerinden biri de ‘yoğunlaşma’ olarak ortaya çıktı. Bir konunun öğrenilmesi ve öğretilmesi için, belli bir metodu keskin ve aman vermez biçimde uygulama, tek hedef üzerinde ilerleme, sanal ortamların icadıyla somut olanın tasviri ve kavranması gibi yollar denendi.

Toffler’in formüle ettiği ama her birini diğer Avrupalı filozofların derin bir şekilde biçimlendirdiği yeni hayatın temel niteliklerini hemen her alanda görmek ve uygulamak mümkündür. Modern hayatın modern eğitiminde bu beş temel özelliğin nasıl tezahür ettiğine kısaca bakılacak olursa:

Modern hayatın zorunlu bir gereği olarak inşa edilen ‘Okul’ hemen her yönüyle standarttı. Bu standardizasyonu okul hayatının her cephesinde görmek mümkündür. Tek tip kıyafet, öğrenci antları, toplumun aynı ruh, heyecan ve his dünyasıyla donanmış biçimde yetişmesini sağlayacak bilgi aktarımı bunun göstergelerindendi. Öğrenme ve öğretme metotları büyük ölçüde tek tipti. Bir okuldaki çok farklı sınıf ve bölgelerden gelen öğrenciler öğrenme kabiliyetleri, algıları, amaçları ve öğrenmeye olan hazır bulunuşluk düzeyleri bakımından eşit kabul edildi. Böylece hemen her bakımdan bir aynılaştırma eğitimin temel şiarı idi. S.51-52


Batı Dışı Medeniyetlerin Soyut Düşünememesi
Batılı eğitimin kavramsal içeriklerinden biri, Batı dışındaki toplum ve kültürlerin sadece sosyal yönden değil, biyolojik yönden de öğrenmeye ve medeni olmaya müsait insanlar olmadıkları yönündedir. Bu zihniyet eğitim, antropoloji ve psikoloji kitaplarında üstü kapalı bir şekilde sürekli vurgulanır ve soyut düşünmenin sadece bilim ve teknoloji üreten toplumlara has bir hususiyet olduğu belirtilir. Dolayısıyla aslında bu toplumlara dâhil olmayanlar doğrudan ikinci sınıf insanlardır, medeniyetlerin gelişmesine katkıları yoktur. Öyle ki, bu ikinci sınıf insanlar sosyal hayatta da daima ikincil işlere, mesleklere ve hayat kalitesine layıktırlar. 19. yüzyılın sonlarından 1950’lere kadar bu kavramsal düzlemde Batı eğitiminin Sosyal Darwinizmi nasıl ince bir şekilde Batı dışı toplumlara zerk ettiğini görmek mümkündür.

Bu durumu zekâ konusundaki yaklaşımlarıyla, özellikle Türkiye’de hayli popüler olan, ancak Batı’da ciddi eleştiri alan, Piaget’nin açıklamaları üzerinden de görmek olasıdır. Ona göre tüm çocuklar, zihinsel gelişimleri boyunca bir dizi değişmez basamaktan geçmek zorundadırlar. Bu basamaklar, bazı toplumlarda yeteri kadar gelişmemektedir. Birçok toplumda (Piaget’ye göre Batı dışı, özellikle de Afrika toplumları), yetişkinler somut işlemler döneminden, soyut işlemler dönemine geçememektedir. S.42


‘Yeni’ Batı Düşüncesi ve Osmanlı’ya İntikali
Osmanlı toplumu da 17. yüzyıldan itibaren başta askerî alanda olmak üzere, hayatın diğer alanlarında bir mağlubiyet hissetmeye, uzun süredir yendiği düşmanlarına önce hayret etmeye, sonra da hayran olmaya dönüşen bir süreç izledi. Bu sürecin sonunda batılı sosyal mühendislik projelerini tatbik etmenin bir seçenek hatta zaruret olduğuna karar verdi.

19. yüzyıl Osmanlı düşüncesini belki en derin bir şekilde etkileyen unsurlardan biri eğitim ve okul sistemindeki değişiklik olmuştur. ‘Okulun medreseden ayrı bir kuruluş olduğu bize çoktan beri anlatılan bir ögedir, fakat bu ayrılığın en aşağı üç yönü olduğu inceleme konusu yapılmamıştır: Pedagoji değişikliği, program değişikliği ve örgütlenme değişikliği’. Bu değişimler aslında toplumsal düşüncenin, siyâset etme ve siyâsete katılma biçimlerinin de değişmesi anlamlarına gelmektedir.

18. yüzyılın sonlarında yeni açılan askerî okullardaki kitaplarla batı dünyasının yeni düşünceleriyle tanışıldı. Materyalizm ve pozitivizm ile tanışan Osmanlı öğrencileri, II. Mahmut ve Tanzimat dönemlerinde bu konularda ustalarını kıskandıracak maharet kesp etmeye bile başladılar. Mc Farlane Tıbbiye’yi ziyaretinde, buradaki kadar zengin bir materyalist kütüphane görmediğini şaşırarak anlatıyordu. Bu maharet II. Abdülhamid döneminde yayılmaya, genişlemeye ve intihar deneylerine kadar ilerledi! Başta Ahmed Rıza, Beşir Fuad, Ahmed Şuayb, Abdullah Cevdet, Hüseyin Cahit, Rıza Tevfik olmak üzere dönemin diğer pek çok önde gelen aydını pozitivist paradigmayla sermest olmuştu. Bu değişimde baş aktör büyük ölçüde Tanzimat’tan beri gün geçtikçe güçlenen ve genişleyen devlet destekli seküler eğitimdi.

1908 Meşrutiyet devrimini kutlayan Tıbbiyeli talebelerin ‘Ulusun Kurtuluşu Bilimledir’ bayraklarını taşımaları daha sonra kurulacak siyasal yapıya önderlik edecek bir kanal olarak belirdi. Tam da bu senelerden itibaren, başta Ziya Gökalp olmak üzere, İ. Hakkı Baltacıoğlu, Necmettin Sadak, Mehmet İzzet, Ali Kami, Mustafa Namık, Mehmet Saffet gibi sosyologlar Comte ve Durkheim sosyolojisinin ithâline giriştiler. Bu günün koşullarında tam bir intihal hükmünde olan yayınlarıyla Batılı bilim, felsefe ve hukuk sisteminin intikaliyle, Batı normlarıyla düşünen ve başkalarını ötekileştiren bir nesil meydana geldi. Askerî cephede işler bittikten sonra sıra toplumsal alana geldi. Burada yapılacak operasyonda çok daha siyasî davranılacak, ideolojilerin seslerine kulak verilecekti. S.573-575


Toplumsal Mühendislik, Pozitivizm ve Eğitim
Avrupa’ya hal çareleri olarak üretilen ideolojiler Osmanlı’ya Tanzimat’tan itibaren hızla akmaya başladı. Bir anlamda değişimin radikal devamı sayılan Cumhuriyet inkılâplarıyla Osmanlı modernleşmesinin pek çok benzer yönü vardır ve tam bir süreklilik içerir. Ancak arada ciddi bir üslup farkı vardır. Cumhuriyet inkılâpçıları büyük oranda bürokratik elitler arasından çıkmıştır ve halk için, halka rağmen anlayışı hâkimdir.

Cumhuriyet reformları arka planını, doğrudan son dönem Osmanlı elitlerinin ve İttihatçılarının inşa ettiği jakoben geleneğin bütün karakteristiklerini fazlasıyla gösterir.

Türkiye’nin iki yüz elli yıllık modernleşme tarihini yakın tarihlerde kaleme alan Carter V. Findley’in ifadeleri de Cumhuriyetin ideolojik düşüncesinin temellerine işaret eder:

‘Türkiye Cumhuriyeti’nin resmî laiklik anlayışını şekillendiren ideolojik çekirdek, Osmanlı’nın sivil askerî elitlerinin eğitildiği okullarda kök salan 19.yüzyıl Avrupa’sının bilimsel materyalizmine dayanıyordu.’
Atatürk nesli, Batının Büchner gibi materyalist düşünürlerinin, müspet bilimlerle toplum problemlerinin çözülebileceğine inanan pozitivistlerin ve Darwin’in evrim teorilerinin sosyal bilimlere yansımasının etkisi altında yetişti.

Cumhuriyet jakobenlerinin ve inkılâp avantgard(öncü/önder)larının mümeyyiz vasfı kararlılık ve acımasızlıklarıydı. Bu kararlılığın ve gözü pekliğin nedenini Lewis, ‘millî kuvvetlerin İstanbul’a rağmen kazandığı zaferden doğan kılıç hakkı’ olarak değerlendirmiştir. Bu kararlılıkla birlikte, geçmişi kökünden silip süpürerek yeniden inşa edilen devlet ve toplumun millî karakterde tanımlanması ve sosyal hayatın biçimlendirilmesi zarurî bir ihtiyaç olarak görülmeye başlandı ve geometrik toplumsal mühendislik iş başına geçti.

Son elli altmış senedir, Avrupa’nın vülger (sıradan) felsefî düşünceleriyle âdeta sermest olan yabancılaşmış asker ve bürokrat elitler, yeniden inşa projesinde yabancı uzmanların desteğini almayı da göz ardı etmediler. Eğitimden dine, mimariden modaya, üniversiteden tarih ve dil inkılâplarına varıncaya kadar lider kadronun ideolojisine muvafık düşünceler alelacele tatbike başlandı.
Erken cumhuriyet dönemi sosyologları ve siyasî avantgardları tıpkı doğa yasalarında olduğu gibi toplumsal dünyanın doğasında da olguların belli bir nesnellik ve düzenlilik ilkesine göre meydana geldiğini var sayıyor ve toplumu biçimlendirmek için yarım yamalak sosyoloji bilgileriyle var güçleriyle hareket ediyorlardı. Pozitivist sosyolojiye göre, toplumun yasa ve olguları akılla keşfedilebilirdi ve istenildiğinde bu yasalar değiştirilerek topluma istenildiği gibi hükmedilebilirdi. Böylece istenilen toplum da yaratılabilirdi. Bu tam anlamıyla pozitivist felsefenin özünü oluşturan bir sosyal mühendislik kalıbıydı ve toplum mühendisleri için aradıklarını tam olarak sunuyordu.

Bunun için dünyada Fransa’dan bile önce Sosyolojiye toplumsal biçim verme misyonuyla Türkiye’de itibar edildi ve 1924’ten sonra liselerde mecburi dersler arasına sokuldu. Bu dönemde sosyolojiye siyasal pozitivist yaklaşımın gereği olan ‘düzen içinde birleştirme, bütünleştirme ve ilerletme’ görevi verildi. Bu aforizmayı kendine rehber edinen siyasal irade bilgiyi, egemen olmanın ve düzene koymanın emrinde araçsallaştıran bir siyâset üretti. Düzen içinde değişme, hem devrimci hem de muhafazakâr bir uygulama biçimi olmasıyla Cumhuriyet reformistlerine son derece uygun bir paradigmaydı.

Ergün’ün de sarahatle belirttiği üzere, ‘Türkiye’de sosyologların metinlerinde kullandığı ortak dil Pozitivizmdi’Kendini modern dünyanın yeni dini olarak takdim eden pozitivizmin en büyük rakibi kadim dinlerdi. O halde öncelikle onun önce tağyir edilmesi sonra da ortadan kaldırılması gerekiyordu.

Bu yeni inanç alanının temel aracı pozitif bilim, ibadet alanı/mekânı üniversiteler, müntesipleri de bilim adamlarıydı.

Batılı bir icat olan bu durum son dönem Osmanlı ve Cumhuriyet aydınları arasında da geniş bir şekilde tutuldu ve doğrudan dini hedef alamayanlar çevirme harekâtına giriştiler. Burada asıl sorun ‘bilim’in temel öge olarak ‘din’in yerine nasıl geçirilebileceğiydi. Din, Müslüman toplumlarda evrenle bağlantılı en yüksek meşruiyet kaynağını oluşturuyordu.

Kurucu lider Atatürk’ün evreni ise doğa yasalarının evreniydi. O, bu görüşünü, 1938 Meclis açış konuşmasında şöyle özetliyordu:

‘Aziz milletvekilleri; dünyaca malum olmuştur ki, bizim devlet idaresindeki ana programımız CHP programıdır. Bunun kapsadığı prensipler idare ve siyâsette bizi aydınlatıcı ana hatlardır. Fakat bu prensipler gökten indiği sanılan kitapların doğmaları ile asla bir tutulmamalıdır. Biz ilhamımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz’.

Burada açık bir şekilde devlet, toplum ve eğitim alanında değerler dünyasını tanzim eden ilhamın kaynağına yapılan referans Comte Pozitivizmine ve onun takipçisi Durkheim’in laik ve pozitif eğitim ahlâkına dayanmaktadır. Şöyle ki, Durkheim laik ahlâk kavramını ‘vahye dayalı dinlerin dayandığı ilkelerden hiçbir şey almayan ve kesin olarak aklın yargılayabildiği, düşüncelere, duygulara ve uygulamalara dayanan’ biçiminde açıklamaktadır. Mustafa Kemal’in ifadeleriyle Durkheim’in tanımın ne kadar paralel olduğu açık. Ancak bütün bunlara rağmen M. Kemal Sahih-i Buhari’yi Türkçeye tercüme ettiriyor, Kur’ân meali ve tefsiri için projeler yaptırıyordu. Zira O, ‘tıpkı fikir öncülerinin projelendirdiği gibi, dini toplumsal bir olgu saymakta ve bilimi dinin bu toplumsal işlevinin yerine koymaya çalışıyordu’. Mustafa Kemal’in, ‘İslâm’ı, bir katılımcı yurttaşlık tasarısının dayanak noktası olarak kullanmak istediğine kuşku olmadığı’ gibi, ezanın Türkçeleştirmesine karşı çıkanlara şöyle demişti: ‘Mesele din değil, dil meselesidir. Türk milletinin millî dili ve benliği bütün hayatına hâkim esas kalacaktır’.

1928’de ‘devletin dini dîn-i İslâm’dır’ ibaresinin Anayasa’dan çıkarılmasıyla laik toplum ve eğitim sistemine gidişte önemli bir adım atıldı. Bu gelişmeden sonra eğitimci İsmail Hakkı artık ‘dîn-i devlet lâdini devlete inkılâp etmiştir’ dedikten sonra, ‘yeni adam’ın yaratılacağı devreye girildiğini söyler. Artık ‘laiklikle dinin memleket işleri üzerinde nüfuz sahibi olmasını önlemek ve dinin vicdanlarda ve mabetlerde kalarak, maddî hayatın ve dünyanın işlerine karıştırılmaması’ temel amaç edinilir.

Yeni kurulan devletin yeni toplum oluşturma projesi için eğitimi hemen her bakımdan yeniden düzenlemek gerekiyordu. Bunun için ilham alınan felsefî doktrinlerin eğitim ve toplum teorilerine başvuruldu. Dönemin hâkim paradigması Fransız ve Alman Aydınlanma zihniyeti odaklı ‘bilim ve aklın aydınlığında müttehit bir gelecek inşa etmek gerekliydi. Söz konusu paradigma 19. yüzyıl başlarında Avrupa’da modası geçmeye başlamış ‘ilerleme/terakki’ zihniyetinin, bir görünümüydü. Ancak gerek II. Meşrutiyet gerekse erken Cumhuriyet aydınları aşırı sayılabilecek düzeyde Fransız ve Alman ilerlemeci, pozitivist felsefe ve ideolojilerine o denli bağlandılar ki, modernleşme ve toplumsal mühendislik planlarını tam anlamıyla bunlar üzerine inşa ettiler. S.575-578


Toplum Mühendisliğinin Felsefî ve Terbiyevî Tatbiki:‘Tevhîd-i Tedrisât’
Modernitenin ürettiği merkezî, zorunlu, laik, yoğun ve sanal eğitim sürecinin zorunlu bir gereği olarak ortaya konulan modern kamu eğitiminde tek tip giyim ve üniforma Anglo Sakson dünyasında ortaya çıkmış ve sonrasında da bütün Avrupa’ya ve dünyaya yayılmıştır. Erken Cumhuriyet bu konuda diğer pek çok devletten daha hevesli davranarak Fransız jakoben laikliğinin ve pozitivist toplumsal mühendisliğinin en kararlı uygulayıcısı olmuştur.
M. Şükrü Hanioğlu’nun ifadesiyle ‘Türk usulü oryantalizm projesi olan Kemalizm’in hayata geçirilebilmesi için en sağlam araçlardan birinin monist (tekçi) karakterde bir eğitim teşkilatından başka yolu elbette yoktu.’

Alvin Toffler’in standardizasyon, merkezileştirme, senkronizasyon, uzmanlık ve yoğunlaşma olarak biçimlendirdiği modernleşmeyi Cumhuriyet reformistlerinin Tevhîd-i Tedrisât’la eğitim alanında hayata geçirmeye çalıştıklarını görmek mümkündür. ‘Öğretim birliği’ adıyla şöhret bulan ve kısa beş maddeden oluşan kanun, gerekçesinde yazılanlardan anladığımıza göre, eğitim yoluyla belirgin bir zaman diliminde duygu ve düşünce bakımından merkezî idarenin (seçkinler) değerleriyle biçimlenmiş, standart ve iş bölümüne (uzmanlaşmaya) muvafık bir toplum hayatının teşekkülünü öngörmüştür.

Bunun için Cumhuriyet’in keskin laikleştirici ve sekülerleştirici üç inkılâp, 3 Mart 1924’te kabul edildi. Tevhîd-i Tedrisât gereğince, mevcut bütün okullar bütçe, teşkilât ve personelleriyle birlikte Maârif Vekâletine bağlandı.

II. Mahmut’la başlayan ulemanın her düzeyde devlet katındaki nüfuzunu kırma operasyonu böylece nihâyete erdi ve devlete eğitim tekeli verilmiş oldu.

Kanunda medreselerin kapatılması zikredilmese de, kanunun kabulünden hemen sonra bakan Vasıf Çınar’ın ilk icrâatı medreselerin kapısına kilit vurmak oldu.

Zira erken Cumhuriyet reformistlerine göre, farklı eğitim kurumları (başta medreseler ve tekkeler) ‘batıl hurafelerin’ ve ‘muzır fikirlerin’ kaynağı idi ve bir an önce bunlardan kurtulmak ‘halkı kurtarmak!’ gerekiyordu.

Tevhîd-i Tedrisât Kanunu’nun kabulünden sonra Mustafa Kemal bir konuşmasında ‘terbiye ve tedrisâtı tevhid etmedikçe aynı fikirde, aynı zihniyette fertlerden mürekkep bir millet yaratmaya imkân aramanın abesle iştigal’ olacağını vurgulamıştı. Cumhuriyetin eğitim mimarlarından Tonguç da bir başka toplumsal mühendislik projesi sırasında ‘sınırlarımız içinde yaşayan insanların ister şehirli ister köylü olsun, topunun aynı hayat telâkkileriyle bezenmeleri, millî hedeflere koşmaları siyasî bir zaruret hâline gelmiş bulunmaktadır’ diyerek, tek-tip bir millet yaratmanın mecburiyetine vurgu yapmıştı. Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere, tedrisâtın tevhid edilmesi eğitimde idarî birliğin sağlanmasından ziyade, eğitim felsefesinin tekçi ve standart forma kavuşturulması amacını gütmektedir. Zaten idarî tevhid de hiçbir zaman gerçekleşmemiştir.

Paradoksal biçimde, bireyselliğe, özgünlüğe vurgu yapan modern söylem, Türk modernleşmesi özelinde bütün dehşetiyle sivil inisiyatifi ve farklılıkları yok ederek ters istikamette bir siyâset benimsemiştir.

Aradan belli bir zaman geçtikten sonra, arka planını doğrudan İttihatçı geleneğin inşa ettiği erken Cumhuriyet dönemi jakoben inkılâplarının çoğu çeşitli şekillerde eleştirilirken, toplum hayatını derinden etkileyen ve zihinleri cendereye koyan, aynılaştıran öğretim birliği kanununun tartışılmaması hayli manidardır. Siyasete ve eğitime hâkim sınıfların özgürleştirici ve bireyselleştirici söylemlerinin ve bu konuda öncü oldukları tezinin tam aksine, çeşitlenmenin bütün yollarını tıkamaları izahı zor bir hâletiruhiyedir. S.578-583


Özgün Bir Toplum Mühendisliği Örneği Olarak Köy Enstitüleri
Osmanlı Türk modernleşmesini ideolojik bir zihniyetle ustaca anlatan Lewis, Köy Enstitüleri hakkında şöyle der:

Kemalizm Türkiye’nin kentlerine ve kentlilerine devrimi getirmiş, fakat köylere hemen hiç el dokunduramamıştı. İkinci sessiz bir devrim şimdi ülkenin daha derin katlarına erişiyor ve yeni bir değişimi başlatıyordu’.

Sırf pedagojik bazı olumlu yönleriyle etkin bir sempati kitlesi olan ve bir zamanlar özellikle sol düşünceye mensubiyetin turnusolü ve test mekanizması olarak görülen Köy Enstitüleri makro planda cumhuriyet reformistlerinin ve tek parti iktidarının bir modernleştirme projesidir.

Köylüye rağmen, köylü için, köylüyü köyde tutmak amacıyla açılan bu kurumlara yerleşik ataerkil yapının karşı gelmesi yanında asıl direnç geniş toprak sahiplerinden gelmiştir. İlginç bir şekilde bu gün bu kurumların CHP iktidarı tarafından kurulduğu ama DP ve ‘yandaşları’ tarafından kapatıldığı inancı yaygın bir kanaattir. Oysa bu tam bir aldatmacadır.

Köy Enstitüleri 17 Nisan 1940’ta eleştiriler eşliğinde CHP iktidarı tarafından kurulmuş ve yine bu iktidar döneminde 1946’da en önde gelen temsilcileri görevden alınmış, programı değiştirilmiş ve iki sene sonra yapılan yeni düzenlemelerle bütün anlam ve önemi bitirilmiştir.

Modernleşmenin temelinde endüstrileşme, kitlesel üretim, şehirleşme, bilim ve teknik verileri ışığında realist planlara dayalı bayındırlık alt yapısı, özgün üniversite ve özgür birey vardır. Osmanlı modernleşmesi de bu temellerden büyük oranda yoksundur. Ancak Avrupa merkezli modernleşmenin kaçınılmazlığına karşın devlet bir takım önlemler almaktadır. Cumhuriyetle birlikte bu önlemlerde ciddi bir radikalizm, pragmatizm ve yön değiştirme meydana gelmiştir. Köy enstitüleri radikalliğin, pragmatizmin, zorbalığın ve yön değiştirmenin özgün örneklerinden biridir.

Türkiye’de sağ’ın sol, sol’un da sağ olduğunu izah eden İdris Küçükömer’e kulak verelim: ‘CHP’nin yurt sorunlarını çözmekte, sözünü çok ettiği bir metot vardır: Pragmatik Metot. Bu ad, Anglosakson dünyasından ithal edilmişti. Fakat bürokrat tutuma uyan bir biçimde ele alınmaktadır. Ve şöyle denilmektedir: ‘Biz yurdun ihtiyacında olduğu şeyleri arayacağız ve gerekeni gerektiğinde o zaman yapacağız’. Burada temel mesele bürokratın denge arayan temel tutumudur. Gerektiğinde sosyalistleri öldüreceksin, süreceksin; gerektiğinde uluslararası sosyalist kongrelere katılmak isteyeceksin; gerektiğinde üst düzey bürokratlara komünist partisi kurduracaksın, sırasında liberal, sırasında devletçi, vs. olacaksın. Köy enstitülerini kuracaksın, sonra yıkacaksın ve zamanı gelince tekrar savunacaksın’.

Küçükömer’in pragmatist siyâset ürünü olarak değerlendirdiği Enstitüleri Kemal Tahir de antimodernist bir teşebbüs olarak yorumlamış ve enstitü savunucuları tarafından eleştirilmişti. Köy Enstitüleri ile sağlıklı bir modernleşmenin -şehirleşme, sanayileşme ve buna bağlı olarak diğer alt yapı imkânlarının- gelişmesi durdurulmuştur.

Oysa toplumsal hareketler palyatif (geçici) önlemlerle ancak ötelenebilir, yok edilemez. Nitekim Batılı toplumlarda 19. yüzyılın başından itibaren başlayan tarımda makinalaşma, ulaşım kolaylığı, aşırı şehirleşme Türkiye’de de 1950 sonrasında hızlanmıştır.
Türkiye’nin bir tarım toplumu olması gerçeğinden hareketle, köylülerin eğitilmesine, toprağın verimli işlenmesine imkân tanıması hasebiyle Köy Enstitülerine anahtar rol biçip değer atfedenler, ya modernleşmenin tabii saiklerini anlamamışlar ya da bu millete bile bile zarar vermişlerdir. S.586-588


Okulları Kışlalaştırmak: Erken Cumhuriyet’te Eğitim ve Aşırı Militarizm
Modern eğitimin kimliğini oluşturan zorunluluk, devlet kontrolü, karma eğitim, laiklik ve merkeziyetçilik gibi unsurlar Toffler’ın Sanayi Devrimi’ni izleyen dönemde teknolojik gelişmenin ve yeni toplumsal yapının temel karakterleri olarak belirlediği ‘standardizasyon, senkronizasyon, yoğunlaşma, merkezîleşme ve uzmanlaşma’ özellikleriyle örtüşüyordu. Bunlara 19. yüzyılın başlarından itibaren milliyetçilik de ilişti. Eğitim, geleneksel devlet yapısının modernleştirilmesi, milliyetçiliğin inşası ve yaygınlaştırılmasında bir mite dönüşürken, zorunlu askerlik de devletlerin vazgeçilmez bir uygulaması hâline geldi. Toplumun uzun süreli zorunlu askerliğe ikna edilmesi kolay değildi. Böylece milliyetçilik, zorunlu askerlik ve zorunlu eğitim arasında sıkı bir bağ meydana geldi. Bu bağ bir fenomen olarak ‘militarizm’ olgusunu yarattı. Milliyetçilik ve militarizm son iki yüzyılın kaderini tayin etmiş, bunu yaparken de birbirini tamamlamış iç içe geçmiş ideolojiler olarak belirdi. Askerî tarihin meşhur ve itibarlı tarihçilerinden Vagts’a göre, ‘Modern bir fenomen olarak militarizm Fransız Devrimi’yle başlayan zorunlu, kamusal askerliğin doğuşuyla bağlantılı bir gelişmedir.’ S.529

Mann militarizmi, ‘Askerî meseleleri diğer bütün konulardan öncelikli görmek, savaşı ve savaş hazırlığını normal ve arzu edilir durum olarak kabul etmek’ olarak tanımladıktan sonra, zorunlu askerliği bir tür militarist gelişme olarak görür. Konunun teorisyenlerinden Eleone militarizmi ‘toplumu ve vatandaşları militaristik değerlere (hiyerarşi inancı, itaat, güç kullanma) adapte etme, bunları sorunların çözümünde öncelikli hâle getirme’ olarak tanımlar. Buna göre militarizm, askerî değer ve ritüellerin toplumun bütün kesimlerine uygulanmasını ifade eder.

Militarizm, Vagts’ın belirttiğine göre, ‘savaş zamanlarından çok barış zamanlarında zenginleşir.’ Bu süreçte sivil toplum kuruluşları, dinî mekânlar ve zorunlu devlet eğitimi militarizmin yaygınlaşmasına hizmet eder.

Langdon-Davis, 18. yüzyılda modern eğitim şekillenirken, ‘okulların zorunlu askerliğin eşiği olarak yapılandırıldığını’ iddia eder. Okullar askerliğe hazırlık mekânı olarak tasarlanırken en önemli aracı programa konulan beden eğitimi ve izcilik olmuştur. Bunun yanında gösterişli millî bayram kutlamaları, okul oyunları, yürüyüşler ve marşlar ile edebî metinler sivil militarizmi besleyen uygulamalardır. Başlangıçta, spor eğitimi sağlıklı beden beklentisinden ziyade irade ve karakter eğitiminin parçası olarak verilmişti. İki dünya savaşı arasında da fiziksel eğitim başta Weimar Cumhuriyeti’nde olmak üzere dünyanın her yerinde aşırı artış göstermişti. S.531

Zorunlu eğitimin ortaya çıktığı Prusya’nın ardından Rusya, Avusturya-Macaristan ve diğer Avrupa ülkelerinin 19. yüzyıl sonu eğitimlerine bakıldığında militarist uygulamaların örnekleri görülür.

20. yüzyılın ilk çeyreğinde, çok uluslu Osmanlı Devleti ulus devlete dönüşürken Avrupa’daki gelişmelere benzer tecrübeler yaşadı. 19. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı eğitimi modernleşirken, Avrupa’ya benzer uygulamalar başlamış ve bazı okullar beden eğitim dersini programlarına dâhil etmişti. I. Dünya Savaşı öncesinde de sırf askerî nedenlerde militarist uygulamalar ve paramilitarist örgütler çoğalmıştı. Bu örgütlerin çoğu hükümet tarafından destekleniyordu ancak toplumun tamamını kapsamıyordu. Oysa savaşın bitip, sosyal inkılâpların radikal biçimde uygulanmaya başladığı 1926 ve sonrasında orta ve yükseköğretimin bütün kademelerine konulan Askerliğe Hazırlık Dersi’nin dünyada pek örneği görülmemişti. Dersin adı 1947’de değiştirildi, kamp ve pratik eğitim mecburiyeti kaldırıldı, haftalık saati azaltıldı ancak içerik ve ideoloji değiştirilmeden 2012’ye kadar devam etti. Bu anlamda 1926, Türk eğitim tarihinde aşırı militarist uygulamalar açısından bir kırılma noktasıdır. S.534


İçerik ve İdeolojinin Sürekliliği: Askerlik Dersi Yerine Milli Güvenlik Dersi
II. Dünya Savaşı sonrasında Türk siyasal ve kültürel hayatında gönülsüzce de olsa, çok partili hayata geçiş, demokratikleşme, dinî hayatta liberal politikalar, Köy Enstitülerinin kapatılması vb. konularında radikal değişimlere gidildi. Tek parti döneminin önde gelen eğitim bürokratları görevlerinden alındı. Elbette savaş zamanının gereği olarak bütün okul kademelerinde teorik ve pratik okutulan Askerlik Dersi bu değişimin dışında kalamazdı. Nitekim 1945-46 eğitim yılı başında Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel okullara gönderdiği ve öğretim yılının ilk saatinde öğrencilere okunmasını istediği genelgede ‘Artık savaşın bittiğini, kansız ve ateşsiz terletici bir savaşın başladığını ve asıl bu savaşı kazanmak mecburiyetinde olduğumuzu’ vurgulanmıştı. Bu meyanda ilk olarak, 1946-47 öğretim yılı başında genel liseler ve ticaret liseleri hariç Askerlik Dersi ve 20 günlük yaz kampları programdan kaldırıldı, yerine iki saatlik Yurt Bilgisi ve Türk Ahlâkının İlkeleri adlı dersler konuldu. Bu derslerin içeriğinde de askerî bilgiler çoktu.


Askerlik dersi genel liselerde gene subaylar tarafından teorik olarak haftada bir, bazen iki saat olarak okutulmaya devam etti.
1947’de Genelkurmay’ın da katılımıyla ‘Milli Savunma Öğretimi Yönetmeliği’ kabul edildi. Bu yönetmeliğe göre okullarda okutulacak her türlü milli savunmaya ilişkin dersin içeriği, teori ve uygulama programları Genelkurmay tarafından hazırlanacaktı. Liselerde okutulan ‘Askerliğe Hazırlık Dersi’nin adı 1950’de ‘Milli Güvenlik Bilgisi’, 1960 darbesinden sonra da ‘Milli Savunma ve Milli Güvenlik Bilgisi’ olarak değiştirildi. S.550

Cumhuriyet büyük ölçüde Osmanlı son dönemi modern askerî okullarında yetişen üst rütbeli subay ve bürokratların işbirliğiyle kuruldu. Devleti kuran kadronun yegâne sermayesi II. Abdülhamid döneminde açılmış modern askerî okullarda aldıkları eğitimdi. Bu kadro, yeni devletin eğitim sistemini ve geleceğin toplumunu tasarlarken, kişisel tecrübelerine ve zamanın hâkim toplumsal tezlerine müracaat edeceklerdi.

Zaten, siyâset yapanların, eğitim bürokrasisinin ve program yapıcılarının başında asker kökenliler vardı. Bu bakımdan eğitimin içeriğinin askerî zihniyet ve ritüellerle doldurulması çok kimseyi rahatsız etmiyordu. Bu sebeple gittikçe aşırılaşan askerî eğitim uygulaması, 1950’lere gelindiğinde yaygın bir kabule kavuştu ve bir anlamda militer eğitim kadın erkek, bütün kesimlerce içselleştirildi. Bu tutum, Türkiye’de ordunun daima en ön planda olmasını, her türlü sorunu çözüme kavuşturacak siyâset üstü aşkın bir yapıya dönüşmesini sağladı.

Askerlik derslerinin eğitim programına konulmasından uygulanmasına, değerlendirilmesine varıncaya kadar en etkin kurum Genelkurmay olmuştur. Derslerin içeriği ve işlenişini subaylar takip etmiştir. Bürokratik olarak, Millî Savunma Bakanlığı’na bağlı olan Genelkurmay’ın, dengi olmayan Millî Eğitim Bakanlığı’na sürekli emirler göndermesi, ordunun Türk siyasal ve bürokratik hayatındaki etkisini ve üstünlüğünü göstermesi bakımından da önemlidir. Genelkurmayın eğitim sistemine üstünlük kurma çabası, askerlik dersleri yoluyla 1950’lere kadar pekişmiştir. Bugün Türk eğitim sisteminde, her ne kadar ritüel düzeyinde birçok askerî uygulama temizleniyor olsa da, kavramsal ve felsefi düzlemde 1926-1947 arasında zihinlere nakşedilen doktrin varlığını canlı biçimde sürdürmektedir. S.552-553

Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı:315 / Şubat 2017