İslam
dünyasının geri kalma sebepleri üzerine kafa yoranların bir kısmı; ya
dinlerinden vazgeçtiler ya da dinin doğru algılanmadığı tespitinden hareketle
dinlerini yeni baştan anlamlandırmaya kalkıştılar. Mağlubiyet psikolojisi
içinde bulunan mü’minlerin bazı hakikatleri tesbit edebilmek için “yeryüzünde
gezip dolaşmaları” ve tarihi kalıntılara bakarak Allah’ın dinini
”yalanlayanların sonunun ne olduğunu görmeleri” (3/137) zaruridir. İslâm
dünyasının geri kalma sebebinin İslâm’ın kendisinden kaynaklandığı yalanını
ifşa ediyor olması sebebiyle, özellikle de gençlerimizin okumasını tavsiye
edeceğimiz Prof. Dr. İrfan YILMAZ tarafından hazırlanan kitap, Prof. Dr. Fuat SEZGİN
ve çalışmalarını tanıtıyor. Fuat Sezgin 24 Ekim 1924 tarihinde Bitlis’te
doğmuş; şu an öğretim üyeliğinden emekli olduğu halde; halen 1981 yılında
Frankfurt’ta kurduğu Johann Wolfgang Von Goethe Üniversitesi Arap-İslâm Bilimi
Tarihi Enstitüsü ve Müzesi’nde çalışmalarına devam ediyor.
![]() |
Yitik Hazinenin Kâşifi: Fuat SEZGİN
Prof. Dr. İrfan Yılmaz
Prof. Dr. İrfan Yılmaz
Yitik Hazine Yayınları
Mîsak Dergisi
Sayı:249 / Ağustos 2011
|
“Bir medeniyetin, kendine olan güvenini yitirmesi, nasıl ki o medeniyetin temsil ettiği dünya görüşünün artık savunulamaz hale geldiğini ve bu nedenle de zevalinin başladığını gösteriyorsa, bir medeniyetin tekrar tarih sahnesine çıkışı da aynı şekilde o medeniyetin mensuplarında köklü bir özgüvenin oluşmasıyla mümkün hale gelir. Bir toplum bu özgüveni, askerî üstünlük, siyasî hâkimiyet veya iktisadî zenginlik gibi ikinci dereceden kazanımlarla değil, temsil ettiği dünya görüşünün, kendi mensuplarında oluşturduğu “ben idrâki”nin mutlakiyet vasfına sahip olmasında bulur. Nitekim askerî üstünlüğün de siyasî hâkimiyetin de iktisadî zenginliğin de kendisinden neş’et edebileceği zemin gerçekte bu özgüvendir.” (Söz’ün Özü D.Cündioğlu Tibyan yy. İst. 1966 Sh:17)
“Kendi
mensuplarında kuvvetli ve sarsılmaz bir “ben idrâki” oluşturamamış hiçbir dünya
görüşü, yeryüzünde hâkim mevkiiler ihraz edememiştir. Bu bakımdan, İslâm
Dünyası’nın öncelikli olarak halletmesi gereken düşünsel hastalığın tüm
unsurlarıyla (öznelcilik, görececilik, şüphecilik; şimdilerde ise çoğulculuk ve
tarihselcilik) tasfiye edilmemesi halinde mevcut zihinsel
teşevvüş(karmakarışıklık)ün kendiliğinden sona ermesini beklemeye kimsenin
hakkı olmasa gerektir.” (Cündioğlu sh:18)
“Bu düşünce
hastalığına yakalananlar: “Son tahlilde öznelcidirler, zira başkalarına telkin
ve tebliğ edebilecekleri bir hakikate mâlik değillerdir. Görececidirler; zira
hakikati birlik ve bütünlük içerisinde görecek ve dolayısıyla böylesi bir
bütünlüğü sahiplenip onu ifade edecek bir güçleri kalmamıştır. Daha da önemlisi
şüphecidirler; zira hiçbir şeyden emin olmadıkları gibi, neyin kesin olup
olmadığını artık kendileri de bilmemektedirler.” (Cündioğlu
sh:9)
“Modernleştirilmiş
Müslümanların önemli özelliklerinden birisi sömürgeci ülkelerde İslâm ve
Müslümanlar hakkındaki görüş ve düşünceleri gereğinden fazla ciddiye alarak,
kendini ona göre konumlandırmaktır. (…) Bu çerçevede mesela; “dînin terakki
önünde engel olması” gibi bir iddia karşısında takınılan tavır bu yönden
ilginçtir. Ernest Renan’ın meşhur edilen konferansı (29 Mart 1883) söz konusu
olduğunda Hindistan’da buna ciddi reaksiyon bulunurken, İslâm Dünyasının diğer
taraflarında, mesela İstanbul’da bu çok da ciddiye alınmamış, sadece Namık Kemal ve onun gibi
Batı’ya yakın duran az sayıda münevver bunu ciddiye alarak, cevap verme
ihtiyacı hissetmişlerdir.” (Prof. Dr. Tahsin GÖRGÜN/İslâm Modernizmi Neye
Tekabül Ediyor-3/ Rıhle Dergisi Sayı:5-6 sh:20)
Modern dünya ve sahip olduğu değerlere
karşı geliştirilen söylemlerin bir kısmında bu problemli duruşun izlerini
görmek mümkündür. Aslında İslâm’ın zannedildiği gibi kötü bir din olmadığı;
demokrasinin, insan haklarının, cumhuriyetin, kadın haklarının, işçi
haklarının, çocuk haklarının ve sosyal adaletin İslâm’da zaten olduğu; fakat
dünyanın bizi yanlış tanıdığı anlatılmaya çalışılmaktadır. Gerçekte neyin
İslâm’da olup olmadığı ayrı bir mesele olmakla beraber, bu kalem sahiplerinin
kendilerini modern dünyaya anlatabilme ya da kabul ettirebilme gayreti, özgüven
eksikliği veya yenilgi psikolojisiyle izah edilebilir.
İslam dünyasının geri kalma sebepleri
üzerine kafa yoranların bir kısmı ya dinlerinden vazgeçtiler ya da; dinin doğru
algılanmadığı tespitinden hareketle dinlerini yeni baştan anlamlandırmaya
kalkıştılar. Oysa Uhud’da yenilen Müslümanlar dinlerinden şüphe eder hale
gelmemişlerdir. “Bu yenilgi vesilesiyle
toplumların kaderine hükmeden ve değişmesi mümkün olmayan kanunlar(sünnetullah)
çerçevesinde bakılması tavsiye edilmekte, tarihte “zafer ve mağlubiyet
günlerinin insanlar arasında döndürülüp durduğu”; zaferin de yenilginin de
mutlak olmadığı hatırlatılmakta ve ısrarla tağuti iktidarların egemenliğinin
geçici olduğu haber verilmektedir. Yenilgi psikolojisi içinde bulunan
mü’minlerin bu gerçeği görmeleri için tarihte fiili-zihni bir seyahat
yapmaları; “yeryüzünde gezip dolaşmaları” ve tarihi kalıntılara bakarak
Allah’ın dinini ”yalanlayanların sonunun ne olduğunu görmeleri”(3/137) tavsiye
edilmektedir.” (A. Hikmet BİRCANLI/İslâmi Hareket, Seyahat Ayetleri ve
Sünnetûllah’ın Tesbiti/Mîsak Dergisi Sayı.246 sh:26)
İslâm dünyasının geri kalma sebebinin
İslâm’ın kendisinden kaynaklandığı yalanını ifşa ediyor olması sebebiyle
özellikle de gençlerimizin okumasını tavsiye edeceğimiz Prof. Dr. İrfan YILMAZ
tarafından hazırlanan kitap, Prof. Dr. Fuat Sezgin ve çalışmalarını tanıtıyor.
Fuat Sezgin 24 Ekim 1924 tarihinde
Bitlis’te doğmuş; şu an öğretim üyeliğinden emekli olduğu halde; halen 1981
yılında Frankfurt’ta kurduğu Johann Wolfgang Von Goethe Üniversitesi Arap-İslâm
Bilimi Tarihi Enstitüsü ve Müzesi’nde çalışmalarına devam ediyor. Arkasında
boşluk bırakmamak için inançla ve şevkle Emeritüs hoca(çeşitli nedenlerle
emekli olan fakat akademik çalışmalarını sürdürmeye devam eden, etmeleri
istenen ve beklenen kişilere verilen “onursal profesör” anlamında bir unvan)
olarak aynı yerde çalışarak emeklilik kavramını reddediyor. Babası Mehmet
SEZGİN, Osmanlı döneminde kadılık yapmış fakat daha sonra mevcut kanunlarla
adaletin tahakkuku hususunda şüphe duyduğu için kadılığı bırakmış ve hocalık
yapmış.(Sh:11)
Fuat Sezgin, ilkokulu Doğubayazıt’ta,
ortaokul ve liseyi Erzurum’da
tamamladıktan sonra, 19 yaşındayken (1943) İstanbul Üniversitesi Arap Dili ve
Edebiyatı bölümüne diğer ismiyle Şarkiyat Enstitüsü’ne girmiştir. Üniversiteye
geldiğinde esas merakı matematik olan Fuat Sezgin’in hedefinde iyi bir mühendis
olmak ve bu şekilde ülkesine hizmet etmek varken, bir gün bir büyüğü kendisini
dünyanın en büyük oryantalistlerinden kabul edilen Hellmut RİTTER’e götürüyor.
RİTTER’in hâl ve tavırları Fuat
Hoca’ya tesir ediyor, RİTTER de Fuat Sezgin’deki parlak cevheri sezmiş olacak
ki ona tabii bilimlerle, bilhassa matematikle meşgul olmasını, modern
matematiğin temelinde İslâm âlimlerinin kitaplarının bulunduğunu söylüyor.
Harezmî, İbn-i Yunus, Ebû’l Vefâ Buzcânî, İbnü’l-Heysem ve el-Bîrûnî’den
sitayişle bahsediyor.
Fuat Sezgin hadiseyi şöyle aktarır: “
O gün işittiklerimden hayret ve dehşet içinde eve gittim, gözüme uyku girmiyordu.
Bir taraftan genç hafızamda eve götürdüğüm dört isim dışındakileri de öğrenmek
ve yaptıklarını bilmek aşkı; diğer taraftan, ilkokul döneminde süslü püslü
hanım öğretmenimden duyduğum; İslâm âlimlerinin, dünyanın bir öküzün boynuzu
üzerinde oturduğuna inandıkları ve dünya bilimine Müslümanların hiçbir
katkılarının olmadığı mealindeki sözleri… Sabahın olmasını iple çektim ve bu
derya gibi hocadan daha fazla istifade etmenin nasıl mümkün olabileceğini
düşünmeye başladım .’’ Fuat Hoca, o gecenin sabahı Şarkiyat okumaya karar
veriyor ve RİTTER’ le çalışmaya başlıyor. (Sh:12-13)
Günde 17 saat çalışan ve bunu uzun
süre devam ettiren (Sh:13) Fuat Sezgin’ in yanında çalışanlar Hoca’nın 27 dili
iyi derecede bildiğinden ve bu dillerdeki yazılı belgeleri okuyabildiğinden
bahsediyorlar. Ancak kendisine sorduğumuzda “Abartıyorlar!” demesine rağmen
eserlerinde kullandığı belgelerden, 6-7 dilde çok rahat okuyup yazdığı
anlaşılıyor. (Sh:15)
Televizyon ve gazete kültüründen başka
bir şeyden habersiz, okumayı unutmuş yeni nesillerin kendisini toparlaması için
dil öğrenmenin ve okumanın vazgeçilmezliği üzerinde ehemmiyetle durmaktadır.
Üzüntülü bir şekilde, “Dünya coğrafya tarihini yazmaya başlayacağım sırada
bildiğim dillerin bu hususta yeterli olamayacağını fark ettim ve elli üç
yaşından sonra Rusça, altmış yaşından sonra da Portekizce öğrendim. Ancak ondan
sonra bu konudaki kaynakları anlayabildim, gayret sarf edip emek harcadıktan
sonra coğrafya eserlerini yayınladım. Allah aşkına, siz hiç okumuyor musunuz?”
şeklinde sitem ediyor ve haklı olarak ilk emri “Oku!” olan mukaddes bir kitabın
müntesipleri olan bilhassa yeni nesilleri tenkit ediyor. (Sh:65)
İslâm Tarihi için çok meşhur olan Carl
BROCKELMANN’ ın (1868-1956) Geschichte der Arabischen Literatur isimli (GAL-Arap
Edebiyat Tarihi) eserini tetkik ederken, İstanbul’da ve Türkiye’nin diğer
şehirlerinde bulunan ve kendisinin de bilmediği çok mükemmel durumdaki
yazmalara, nadiren atıf yapmış olduğunu fark eden Fuat Sezgin bu eserle alakalı
mühim bir tespitte bulunur. Bu eserdeki eksikler telafi edilirse daha faydalı
olacaktır. Bu düşüncelerle eserin eksikliklerini tamamlayıp daha faydalı
kılacak bir zeyl yazmanın şart olduğuna karar verdiğinde takvimler 1944’ü
göstermektedir. (Sh:17)
1954’te doçent olan Fuat Sezgin o devreyi
şöyle anlatır: ‘’ BROCKELMANN’ın eserine zeyl diye başladığımdan bu yana 60
sene oldu.(2004) Ancak işin içine iyice girince fikrim değişti. BROCKELMANN’ın
atladığı yazmaların çok olmasından dolayı biraz da gecikmiştim. Sonunda gördüm
ki, eser bir zeyli çok çok aşacak kadar geniş, müstakil bir eser olmalı ve
dünyadaki bütün yazmaları ihtiva etmeliydi. 1956 yılında RİHTER Türkiye’ye
gelmişti. Fikrimi ona açtım. O zaman bana: ‘’Bunu dünyada hiç kimse yapamaz.
Bırak bu işi; boşuna kendini yorma.’’ dedi. İlk defa ona inanmadım; çünkü
kararımı vermiştim. Allah da mahcup etmedi beni.” Kitabın birinci cildi
1967 yılında yayınlanır. (Sh:18-19)
27 Mayıs 1960 sonrası üniversiteden
çıkarılan 147’liklerden birisi de Fuat Sezgin’dir. 13 Mayıs 1961 günü
İstanbul’u hazin bir şekilde terk eder.”Ayrılmadan önceki son gece Galata
Köprüsü’ne gittim. Karaköy’e yakın bir tarafından, yüzüm Anadolu Yakası’na
çevrili, yarım saat kadar parmaklıklara dayalı olarak derin derin düşünmeye
başladım. O kadar çok sevdiğim İstanbul’dan ayrı, bütün hayat boyunca nasıl
yaşayabileceğimi, memleketimi altüst eden hâdiselerin sebeplerini kendime
soruyordum. Aradan geçen kırk yedi yıldan beri İstanbul’a uğradığım her seferde
o köprünün kuzey köşesinde geçirdiğim yarım saatlik muhasebeyi ve nemli
gözlerle oradan ayrılışımı hep hatırlarım” (Sh:20)
Fuat Hoca, Frankfurt’a ilk geldiğinde
milletlerarası bir heyetin İslâm Bilimleri Tarihi’ni yazma faaliyetlerini
görür; bu durum, moralinin bozulmasının aksine, çalışmalarını hızlandırmasına
sebep olur. Nihayet 1967’de Geschichte des Arabischen Schrifttums(GAS)’un
(Arap-İslâm İlimleri Mecmuası) birinci cildi yayınlanınca önce kurulan bilim
heyeti kendisini lağvederek bu sahayı Fuat Sezgin Hoca’ya bırakırlar. (Sh:23)
Bilim tarihçilerinin temel müracaat
kaynağı olan en son 16. Cildi çıkan ve kısaca GAS olarak bilinen bu dev eser,
hâlen iğneyle kuyu kazar gibi yazılmaya devam ediliyor. Bazılarının
bibliyografya olarak görmemesine rağmen bu eser, mevcut en sahih kaynaklarla
yazılmış bir İslâm Bilim Tarihi’dir. Müslüman bilim adamlarının bilimler
tarihindeki yerlerini kronolojik olarak, başlangıcından 16. yüzyıla kadar ilk
defa bu eserde görebilmek mümkündür. (Sh:24)
Fuat Hoca, enstitüde bulunan bütün
eserleri kataloglar halinde yayımlayarak çok önemli bir hizmete daha imza
atmış, beş ciltlik Wissenschaft und Technik im Islam “İslâm’da Bilim ve
Teknoloji” isimli eserini mükemmel bir özet olarak ve İslâm Medeniyetinin gasp
edilmiş hakkını teslim alma adına insanlığa takdim etmiş. 2003 yılında Almanca,
2004 yılında Fransızca, 2006 yılında ise Türkçe neşredilen bu muhteşem eserin
birinci cildinde, çok muhtevalı bir giriş ve genel bilim tarihi anlatıldıktan
sonra, 2. ciltte astronomi, 3. ciltte coğrafya, denizcilik, saatler, optik ve
geometri 4. ciltte tıp, kimya ve mineraloji, 5.ciltte ise fizik, mekanik,
mimarî ve harp âletlerinden bahsedilmektedir. (Sh:27)
“Projelerimizden birisi de “İslâm İlim
Âletleri Müzesi” idi. Çok şükür bunu da başardık ve 800’ü aşkın âleti yeniden
imal ederek Enstitü içinde çok önemli bir müze kurduk” (Sh:27) Fuat Hoca’ya
göre bunlar kitaplarda yer alan icatların yüzde biri bile değildir. (Sh:29)
Frankfurt’taki İslâm Bilim ve Teknoloji Müzesi’nin bir benzerinin de
İstanbul’da açılabilmesinin ölmeden önceki son arzusu olduğunu belirtmişti. 24
Mayıs 2008’de “İstanbul İslâm Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi” eksiklikleri
olsa da açıldı. (Sh:69) Müzenin açılışında yaptığı takdim konuşmasında Prof.
Dr. Fuat Sezgin bir noktaya dikkatleri çeker: Bilim ve teknolojinin İslâm
dünyasından Avrupa’ya ulaşma safhası en azından beş yüz yıl sürdü. Avrupa’da
gerçek manada 16. yüzyılda kreativite ve aynı yüzyılın ikinci yarısında İslâm
dünyasında bilimlerin duraklaması başladı. 17. yüzyılın başlarında Avrupalılar
bilimde önderlik durumuna geçtiler.
Bu münasebetle bir tarihi realiteye
istemeye istemeye işaret etmeyi zaruri buluyorum. O da şu ki, Latin kültür
dünyasının Arap-İslâm kaynaklarından alma işi, Müslümanların Yunanca
kaynaklardan alışındaki açıklıkla olmadı. Müslümanlar Aristo’yu “Büyük Üstad”
diye adlandırıyorlardı. Bokrat’ın, Galen’in, ve diğerlerinin kitaplarından
“Faziletli Bokrat”, “Faziletli Galen” diyerek alıyorlardı. Ama Arapça
kitapların birçoğunun Latinceye tercümelerinde gerçek müelliflerin adları
kayboluyordu. Kaynak zikretme alışkanlığı hemen hemen hiç yoktu.
Bunun sonucu olarak, Avrupalılar 17.
yüzyılda önderlik durumuna nasıl geldiklerini bilmiyorlardı. Gerek Avrupalılar
gerek Müslümanlar, bunu yüz yıllardan beri gelen üstün bir mazinin devamı
sanıyorlardı. Bunun sonucu, Avrupalılarda Müslümanlara karşı bir üstünlük,
Müslümanlarda ise yavaş yavaş bir aşağılık duygusu gelişiyordu. (Sh:72)
Bilhassa ülkemizde geçmişimize ve
kendi öz değerlerimize yüz çeviren çarpık bir anlayışla yoğrulmuş nesillerce,
bilimin başlangıcı Antik Yunan’a dayandırılıyor, arada çok uzun süren bir
kesinti döneminden sonra Rönesans’la birlikte Batı, büyük bir hamle ile tekrar
bilim dünyasında söz sahibi oluyordu. Bu arada koskoca bir İslâm Medeniyeti
görmezden geliniyor hatta bazıları tarafından yok kabul ediliyordu. Bu büyük
haksızlığa dikkat çeken Fuat Sezgin Hoca, durumu şu sözlerle ifade ediyordu:
“Benim mensubu olduğum bir ilim,
kültür ve medeniyet dünyası var, bizler köksüz ve sahipsiz değiliz. Çok
derinlere inen sağlam bir medeniyete beşiklik etmişiz. Fakat yüzyıllardır bu
medeniyetin görmezden gelindiğini, hakkının yenildiğini, tahkir edilip bütün
yaptıklarının da elinden alındığını ve ona zulmedildiğini gördüm. İslâm
medeniyetinin bu göz kamaştıran birikimini ve dünya bilimine yaptığı büyük
katkıları, bunun farkında olmayan dünyaya tanıtmayı gâye edindim. Bu gayretimin
bir kısmı sadece bilim dünyasına hizmet, ama diğer çok mühim bir gâyesi de
İslâm âleminin yitirmiş olduğu kendine
hürmeti, güveni ve insanlık tarihindeki yerini hatırlatmak,
kaybettiklerini iade etmek içindir.” (Sh:31-32)
Kitapta bilim tarihimizden verilen
örneklerin birkaçına değinelim:
11.asrın sonlarında Ömer Hayyam’ın
üçüncü dereceden denklemleri sisteme bağlayan kitabının benzeri, Avrupa’da 17.
Asırda Rene Descartes, Frans van Schooten ve Edmund Halley tarafından
yazılabildi. Avrupalı matematik tarihçisi Johannes Tropfke 1920’lerde,
Descartes’lerin yeni bulduklarını zannettikleri konuları Hayyam’ın çok önceleri
yazdığını, aradan geçen zamanda Avrupalıların boşuna çaba gösterdiğini yazdı.
950 yılında Ebu Cafer el Hâzinî adlı
matematikçi ve astronom, parabol konstrüksiyonu kullanmak suretiyle üçüncü
dereceden bir denklemi çözdü. 11. asrın ilk yarısında optik hususundaki
çalışmalarıyla tanınan İbnü’l Heysem, bir optik problemini dördüncü dereceden
bir denklemle çözdü. Küçük bir yanlışlıkla Latinceye de çevrilen problem,
Avrupalıları ‘Problema Alhazeni’ adı altında 13. asırdan 19. asra kadar
uğraştırdı. Avrupalılar İbnü’l Heysem’in çözümünü ancak 19. yüzyılda
kavrayabildi. (Sh:80-81)
Matematiğin coğrafyada kullanılmasıyla
haritacılık hususundaki en büyük gelişmeler İslâm dünyasında yaşanmıştır. 18.
yüzyılın sonuna kadar Avrupa coğrafyacılarının elinde dolaşan haritalarının
tamamı İslâm dünyasının ürünüdür. Bîrûnî’nin “Makale fî İstihrâc-ı Kadr el Ard
bi Rasad-ı İnhitat ul ufk an Kulel ül Cibâl” adlı eserinde yerkürenin
yarıçapını günümüzden bin yıl önce 6324, 66km olarak bugünkü gerçeğe en yakın
şekilde verilmektedir. Akdeniz’in, Cebel-i Tarık’tan Suriye sahillerine kadar
olan mesafesini az bir hata ile hesaplayan İslâm haritacılarının, Ekvator’un
uzunluğunu bugünkü ile hemen hemen hiç fark olmayacak şekilde (40 000km) tespit
etmeleri akıl alacak gibi değildi. (Sh:91)
9. Asırda Güneş ile Dünya’nın yıllık
en uzak mesafesinin sabit olmayıp değişken olduğunu fark eden Müslümanlar,
yörüngedeki ilerlemenin 12, 09 saniye olduğunu tespit ettiler. Günümüzde bu
değer 11, 46 saniye olarak biliniyor. Avrupa’da Johennes Kepler 17. yüzyılda
henüz Müslümanların kitaplarında gördüğü bu sonuca nasıl ulaştıklarını
anlayabilmek için çağdaşı bilim adamlarıyla yazışıyordu. Tahran’daki
rasathanede 10. asırda tespit edilen Dünya’nın ekseninin eğiminde ekliptik
düzlemine göre değişiklik olabileceği ve sürekli azaldığı bilgisine ,
Avrupalılar ancak 19. asırda gök mekaniği bilimiyle ulaşabildi. İslâm astronomi
bilginlerinin kitaplarının tercümesinin Kopernik’e ulaştığını bugünkü nesiller
bundan henüz yarım asır önce öğrenebildi. (Sh:91)
Aynı zamanda ünlü bir fizikçi ve
matematikçi olan Takîyyüddîn’in fizik sahasında yaptığı bazı keşifleri hiç
kimse bilmiyor ve sözünü etmiyor. James Watt’dan iki yüz elli sene önce buhar
kuvvetini ilk defa kullanıma koyan adamdır. (İstanbul’da gördüğü dönercileri
zahmetten kurtarmak için tasarladığı sistem bugünkü bisikletlerde kullanılan
sisteme benzemektedir.) Onun âleti enstitüde tekrar yapılmıştır. Bu âlet, buhar
kuvvetini dönme hareketi yapan bir makine hâline getirmektedir. (Sh:118)
Diyarbakır’da Artukoğullarının
Sarayında başmühendis olarak görev yapan Cezerî, sibernetik biliminin de
kurucusudur. Sibernetik ve otomatik sistemlerin başlangıcı konusunda Descartes,
Pascal, Leibniz ve Bacon’dan önce Cezerî bu ilim dalını dünyaya tanıtmıştır.
“El Câmi-u’l Beyn’el İlmî ve’l Amelî en Nafî fi Sınâ’ati’l Hiyel” adlı eserinde
su saatleri, otomatik kontrol tertibatları, şifreli anahtarlar ve robotlar gibi
birçok sistemin tasarımını, bunların nasıl uygulanacağını açıklamaktadır.
Diğer bir saatle ise dakikaları
ölçebiliyoruz. 12. Yüzyılda El-Hâzinî isimli bir fizikçinin eseri olan bu saat
de su ile çalışmaktadır. Kap su ile doldurulduktan sonra öyle ayarlanıyor ki
kaptaki su düzgün şekilde aşağıdaki diğer bir kaba akmakta, kaptaki suyun
miktarını ölçerek kaçıncı dakikada olduğunu öğrenmemiz mümkün olabilmektedir.
Hâlbuki bizler dakikaların tespitini ancak 19. yüzyılda yapabiliyorduk.
(Sh:118)
İbni Sinâ’nın Kitab-üş Şifâ isimli
ansiklopedisinin taşlara dair kısmı Avrupa’da 12. yüzyıldan 1928 yılına kadar
Aristo’nun bir kitabı olarak tanıtılıyor ve değerlendiriliyordu. Ancak 1928’de
Holmyard adındaki bir İngiliz, Aristo’ya istinat edilen bu kitabın İbni
Sinâ’nın Kitab-üş Şifâ’sının bir kısmı olduğunu ispat etmiştir. (Sh:135)
Bütün ciltler tek bir eser kabul
edildiğinde eserlerinin toplamı 1200 adet civarında olan Prof. Dr. Fuat
Sezgin’in eserlerinin listesiyle (Sh:147-187) kitap tamamlanıyor.
Sonuç olarak Prof. Dr. Fuat Sezgin ve
çalışmalarını tanıtmak amacıyla hazırlanan bu eser, ümmetin ibadet niyetiyle
ortaya koyduğu çalışmaları tanıtıyor olması nedeniyle önemli olduğu gibi,
yalanlar üzerine kurulu cahili eğitimin tutarsızlığını gözler önüne seriyor
olması sebebiyle de kıymetlidir. Daha da önemlisi; aziz olanın İslâm ve
Müslümanlar olduğunu bizlere bir kere daha hatırlatması ve kaybedilen “ben
idrâki” nin tekrar kazandırılması yolundaki katkılarıdır.
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı:249 / Ağustos 2011
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı:249 / Ağustos 2011