Dilini Tutan Kurtuldu - Alparslan Aydar

Dilini Tutan Kurtuldu

Tarih boyunca bütün peygamberler, insanlara birbirleriyle en güzel şekilde konuşmalarını tavsiye etmişlerdir. Kur’an-ı Kerim’de ‘Kullarıma söyle (herkesle) en güzel şekilde konuşsunlar’ (El İsrâ Sûresi:53) emri verilmiş ve kalplerin katılığının güzel ve tatlı sözlerle ortadan kaldırılabileceği hatırlatılmıştır. Tanıtmaya çalışacağımız ‘Dilini Tutan Kurtuldu’ isimli eserde, insanları hayra davet etmenin, bu mümkün olmazsa susmanın fazileti üzerinde durulmuştur. ‘Cennet Anahtarı veya Cehennem Zakkumu: Dil’ başlığı altında, mükellefe söylediği her sözün hesabının sorulacağı hatırlatılmıştır. (9-20) Gıybetin ne olduğu ve çeşitleri, delillerle ortaya konulmuştur. (21-38) ‘Gıybetsiz Hava Sahası’ başlığı altında, güzel ahlakın önemi hatırlatılmıştır. (39-52) Bahsin devamında birisini ‘kendisinin hoşlanmayacağı bir şey ile anmamızın’ hangi hallerde gıybet olmayacağını izah edilmiştir. (53-64) Müellif insanları gıybete sevk eden sebepleri ve sakınma yollarını izah etmekle kalmamış, okuyucularına güzel tavsiyelerde de bulunmuştur.(65-96) Gıybet hastalığının dünyevî-uhrevî neticeleri ve cezaları üzerinde durulmuş, (97-116) bahsin devamında tevbenin keyfiyetini izah etmiştir. (Sh:117-124)


Dilini Tutan Kurtuldu
Faruk Çetin
Profil Yayınları 
Mîsak Dergisi
Sayı:265 / Aralık 2012

Modern dünya bireye vurgu yapmış, ‘özgürleşen!’ birey, özgürleştiği oranda yalnızlaşmıştır. Herhangi bir sırrını ya da zaafını paylaşamaz modern insan. Zira, ‘insan, insanın kurdudur.’ En yakın arkadaşı muhtemelen en büyük rakibidir. Yükselebilmek için omuzlarına basacağınız kimseler, çevrenizdekiler ise eğer; omuzlarınızı kollamak durumundasınızdır. Psikologlar bu güvensizliğin, bu yalnızlığın ürünü… Sizi dinlemek... Size, değerli olduğunuzu hatırlatmak… Yalnızlaşan insanlığı teselli etmek…

İnsanlık sığınacak limanlar arıyorken, ‘Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden selamette olduğu kişi’ ölçüsünü hayatlarımıza hâkim kılabildiğimiz ölçüde, dünya bizler ve insanlık için kâbus olmaktan çıkacaktır. Fakat içinde bulunduğumuz hâli izah etmek biraz güç gözükmekte. Kendisini hayırla yâd etmemizi gerektirecek onlarca vasfı olan bir kardeşimiz, bir hizmet topluluğu ya da bir hoca efendi; hata yapmaya görsün. Ve bizler, yeter ki haklı olalım. Ya da haklı olduğumuza inanalım. Farkında olalım ya da olmayalım, ortaya koyduğumuz tavır noktasında Allahû Teâlâ (c.c.) bizleri peşinen uyarıyor: ‘Sizden bir kimse, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! O hâlde Allah(c.c.)’dan sakının!’

Kitaba takdim yazan Seyit Nurfethi Erkal şu tesbitlerde bulunur: “Ahlâk yasalarının en temel kanunu; ‘Sana yapılmasını istemediğini başkasına yapmamak’tır. Bu öyle temel bir esastır ki, insanlar arasında sadece bu kanun gözetilse çözülmedik problemin kalmayacağı söylenebilir. Bütün varlığın kendisinden emin olduğu insan olan Müslüman, tabii hâli içinde çevresine bu emniyeti öylesine telkin edebilmelidir ki; kendisine bir iftira atılsa, o iftirayı işitenlerin müfterilere tepkisi ‘O böyle bir şey yapmaz!’ şeklinde olmalıdır.

Mümin, insanların yanındayken de uzağındayken de onlar için bir emniyet vesilesidir. İnsanlar bilirler ve emin olurlar ki, bir müminden kendilerine fiil veya söz suretinde bir zarar dokunması söz konusu değildir. Ancak şeytanın desiseleri çoktur ve çoğu zaman zehrini, insana bal diye yedirir, ‘Ben hak için söylüyorum’ derken, çok kez aldanır insan. Hâlbuki söyleyen nefis, söyleten şeytandır. İnsan hiç fark etmeden dilini bu iki düşmanın kullanımına verdiği zaman öyle feci neticeler ortaya çıkabilir ki, bu tahribe topların tüfeklerin yetişmesi mümkün olmaz. İşte bu yüzden, ‘Kılıç yarası iyileşir, ancak dil yarası iyileşmez’ denmiştir. Yaydan fırlayan okun, namludan çıkan kurşunun geri dönmesi mümkün olmadığı gibi ağızdan çıkan sözün de dönüşü yoktur. Eğer insan ahiret hesabına taşıyamayacağı yüklerin, ödeyemeyeceği hesapların altına girmek istemiyorsa öncelikle diline sahip çıkmalı ve Allah(c.c.)’ı anmak için verilen dilini, müminlerin aleyhinde kullanmamak için yemin etmelidir.” (Sh:7-8)

“Ey îmân edenler! Bir topluluk, (başka) bir toplulukla alay etmesin; olur ki (onlar), kendilerinden daha hayırlı olabilirler! Bir takım kadınlar da (başka) kadınlarla (alay etmesinler)! Belki (onlar da) kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendinizi (birbirinizi) de ayıplamayın ve birbirinizi (kötü) lâkablar ile çağırmayın! İmandan sonra fâsıklık ismi (günahla anılmak), ne kötüdür! Artık kim (bu kötü amelinden vazgeçerek) tevbe etmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir!” (Hucurât Sûresi: 49/11)

Elmalılı M. Hamdi Yazır ayet-i kerimenin tefsîrinde şu tesbitlerde bulunur: “Bu yasaklamanın sebebi sorulmak istenilirse her mümin şöyle inanmalıdır: Olabilir ki; eğlenilen, Allah yanında o eğlenenden daha hayırlı olur. Çünkü insanlar yalnız görülebilen halleri bilebilirler, iç yüzünde gizli yönleri bilemezler. Allah (c.c.) yanında tartı tutacak olan ise vicdanların ihlâsı, kalplerin takvasıdır. İnsanın ilmi ise onun Allah (c.c.) yanındaki tartısını tartmağa, iki kalbin gizli meyillerini ölçmeye yeterli değildir. Onun için kimse dış görünüşe bakıp da gözünün kestiğini horlamaya, eğlenmeye cür’et etmesin, eğer Allah (c.c.) yanında vakarlı, saygılı olan bir şahsa, hakaret etmiş olursa nefsine ne büyük zulmetmiş olur.

Lemz, dil ile yaralamak, ayıplamak, kötülemek ve yermektir. Burada iki mânâ vardır ki ikisi de doğrudur: Birincisi, müminlerin hepsi bir nefis gibi olduklarından bir mümini ayıplayan kendi nefsini ayıplamış gibi olur. İkincisi de ayıplanacak şey yapan kimse, kendi nefsini ayıplamış olur. Birinciye göre mânâ: Müminleri ayıplamayın, kötüleme ve yerme yapmayın ki kendi nefsinizi ayıplamış olursunuz. İkinciye göre mânâ: Bir mümini, eğlenmek gibi ayıplanacak, kendinize leke olacak şeyler yapmayın ki kendinizi ayıplamış, lekelemiş olmayasınız demektir. Birinci mânâ kardeşlik noktasından daha samimi, ikinci mânâ izzet-i nefis, şeref açısından daha temiz ve güzeldir.” (M.Hamdi Yazır)

“Ey îmân edenler! Zannın çoğundan sakının! Şüphesiz ki zannın bazısı günahtır,(birbirinizin kusûrunu inceden inceye) araştırmayın; bazınız, bazınızı gıybet etmesin! Sizden bir kimse, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! O hâlde Allah’dan sakının! Şüphe yok ki Allah, Tevvâb(tevbeleri çok kabûl eden)dir, Rahîm (çok merhamet eden)dir.” (Hucurât Sûresi:49/12)

“Bu ayetin nüzul sebebi olarak şu hadise rivayet edilir: Peygamberimiz (s.a.v.) sefere çıktığında muhtaç durumda olan bir sahabiyi durumu iyi olan iki kişinin yanına verir ve bu kişi de diğer iki kişinin hizmetini görürdü. Selman-ı Farisi’yi de bu şekilde sahabeden iki zatın yanına vermişti. Onlara hizmet ediyor ve yemeklerini yapıyordu. Bir gün uyuyakaldığı için herhangi bir şey hazırlayamamıştı. Onlar da kendisini katık istemek için Efendimize gönderdiler. Peygamberimiz (s.a.v.) onu Hz. Üsame’ye (r.a.) gönderdi. Selman (r.a.) gidip Üsame’den katık isteyince olmadığını söyleyerek onu eli boş gönderdi. Hz. Selman geri dönüp durumu haber verince o iki zat Hz. Üsame için ‘Onun yanında bir şeyler vardı fakat cimrilik etti’ dediler. Sonra Hz. Selman’ı yiyecek bir şeyler bulması için başkalarının yanına gönderdiler. Fakat, Hz. Selman bütün gayretine rağmen birşey bulamamış ve eli boş dönmüştü. Bunun üzerine o iki zat Hz. Selman’ı ‘Şayet biz Selman’ı Sumeyha kuyusuna göndersek, onun suyu dahi yerin dibine çekilir’ diyerek çekiştirdiler, Derken bir süre sonra bu iki zat Resûlullah(s.a.v.)’in huzuruna vardılar. İki Cihan Güneşi kendilerine ‘Niçin ben sizin ağızlarınızda et yeşilliği görüyorum?’ buyurunca onlar ‘’Yemin ederiz biz bugün ne et, ne de başka bir şey yedik!” diye cevap verdiler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz(s.a.v.): ‘Siz (her ne kadar farkında olmasanız da)Selman’ın ve Üsame’nin etini yiyip durdunuz’ buyurdu.” (Sh:22-23)

Elmalılı M. Hamdi Yazır ayet-i kerimenin tefsîrinde ise şu tesbitlerde bulunur: “Zan, ihtimal üzere bir hüküm olduğundan bir kısmı hakka hiç isabet etmez, etmeyince de başkasının hakkına ait hususta o şekilde aleyhine hüküm bühtan ve iftirâ ve bundan dolayı bir vebal olur. Özellikle zannın kaynağı yalnız nefsi işler olduğu zaman hata daha büyük olur. Zannın bazısı günah ve vebal olunca da böyle bir vebal ve zarara düşmemek için tedbirli davranmak ve hangi çeşit zandan olduğunu düşünebilmek üzere onun birçoğundan sakınmak gerekir. Yasaklanan çirkinliklerden birçoğu da böyle zanlardan ortaya çıkar. Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki: ‘Allah (c.c.) Teâlâ müslümandan kanını ve ırzını ve kendisine kötü zanda bulunulmasını haram kılmıştır.’ İşte bu âyet de bu mânâda indirilmiştir. Ve hepsinin değil, bazı zannın günah olduğu açıkça ortaya konulmuştur.

Sakınılması vacip olan zannı diğerinden ayıracak olan ayırıcı özelliğe gelince: Açıkta bir sebebi ve doğru bir işareti bulunmayan zan haramdır, kaçınmak gerekir. Bundan dolayı bilinmeyen bir adama iyi zan vacip olmasa bile kötü zan da caiz olmaz. Fakat fısk ve fücur ile tanınan kimselere kötü zan haram olmaz. Bununla beraber: Tecessüs de etmeyin, yani müminlerin eksikliklerini bulacağız, açık delil ve işaretler elde ederek zan ve yakîn meydana getireceğiz diye casus gibi inceden inceye yoklayıp araştırmayın da açık olanı tutun, Allah(c.c.)’ın örttüğünü örtün.

Bir Hadis-i Şerif’te şöyle rivayet edilmiştir: ‘Müslümanların eksiklerini, ayıplarını araştırmayın. Zirâ her kim müslümanların ayıplarını araştırırsa AllahTeâlâ(c.c.) da onun ayıbını takip eder, nihayet onu evinin içinde de olsa rezil ve rüsvay eder.’ Rivayet edilir ki: Hz. Ömer (r.a.) Medine’de geceleyin karakol gezerdi, bir gece bir evde şarkı söyleyen bir adamın sesini işitti, duvardan aştı içeri girdi, baktı ki yanında bir kadın, bir de şarap var, “ey Allah(c.c.)’ın düşmanı” dedi: Sen günah işleyeceksin de Allah(c.c.) seni muhakkak örtecek mi sandın? Adam”, sen de acele etme ey müminlerin emiri!” dedi: Ben bir günah işledim ise sen üç konuda günah işledin: Allah Teâlâ ‘Eksikleri araştırmayın.’ (Hucurât Sûresi:49/12) buyurdu, sen gizliliği araştırdın, AllahTeâlâ(c.c.): ‘Evlere ön kapılarından giriniz.’ (Bakara Sûresi:2/189) buyurdu sen duvardan aştın, Allah Teâlâ ‘Kendi evinizden başka evlere, geldiğinizi fark ettirip ev halkına selam vermedikçe girmeyin.’ (Nûr Sûresi: 24/27) buyurdu. Sen benim üzerime izinsiz girdin. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.), “nasıl şimdi sizi affedersem, sizde hayır var mı? Yani sen de beni affeder, tevbe eder misin?” dedi, o da “evet”, dedi, bu şekilde bıraktı, çıktı.

Gıybet, bir kimsenin arkasından hoşlanmayacağı bir şey söylemektir. Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki: ‘Bilir misiniz gıybet nedir?’ ‘Allah (c.c.) ve Resulü daha iyi bilir’ dediler. ‘Kardeşini, hoşlanmayacağı bir şeyle anmandır’ buyurdu. ‘Ya söylediğim kardeşimde varsa?’ denildi. ‘Eğer söylediğin onda varsa gıybet etmiş olursun ve eğer onda yoksa o vakit ona iftira etmiş olursun’ buyurdu ki bu, Müslim, Ebu Davûd, Tirmizî, Nesaî ve diğerlerinde geçmiştir.” (M.Hamdi Yazır)

Şehid Seyyid Kutup ise, şu tesbitlerde bulunur: “İnsanların haysiyetlerini, haklarını, özgürlüklerini ve şereflerini korumada bu ayetin ulaştığı boyuta hangi sistem ulaşabilir? Acaba demokrasi, özgürlük ve insan haklarını korumada gözleri kamaştıran en güzel ülkenin bu uğurda varmış olduğu son nokta, Kur’an-ı Kerim’in iman edenlere bu çağırısı yanında hangi seviyeye ulaşabilir? Nitekim İslâm toplumu gerçekten bu prensip üzerine kurulmuş ve bu toplum bu prensibi önce vicdanında gerçekleştirmiş sonra da hayata geçirmiştir.

Ebu Davut anlatır: Bize Ebu Şeybe oğlu Ebu Bekir, ona da Muaviye, ona A’meş Vehb’in oğlu Zeyd’den naklederek haber verir: Bir adam İbni Mesud a getirilir. Ona: ‘Şu adam filancadır. Sakalından şarap damlıyor’ derler. İbni Mesud der ki: ‘Bizlere, başkalarının kusurunu araştırmak yasak edildi. Eğer bir kişi suçunu açığa vurursa onu cezalandırabiliriz.’ Mücahid de ‘Birbirinizin gizli şeylerini araştırmayın’ ayetini, ‘sizler için açığa çıkanı alın, Allah(c.c.)’ın örttüklerini bırakın demektir’ diye açıklar.” (Seyyid Kutup)

Tanıtmaya çalışacağımız ‘Dilini Tutan Kurtuldu’ isimli eser Faruk Çetin tarafından kaleme alınmış. Ele aldığı konu itibariyle adeta bir başucu kitabı olarak hazırlanmış olan eser, ‘Cennet Anahtarı veya Cehennem Zakkumu: Dil’ başlığı altında söylediğimiz her sözün hesabını vereceğimizi çeşitli vesilelerle hatırlatır. (9-20) Ardından Gıybetin ne olduğu ve çeşitlerini açıklar. (21-38) ‘Gıybetsiz Hava Sahası’başlığı altında tarihten örnekler verir. (39-52) Birisini ‘kendisinin hoşlanmayacağı bir şey ile anmamızın’ hangi hallerde gıybet olmayacağını izah eder. (53-64) Gıybete sevk eden sebepler ve sakınma yollarını açıklar. (65-96) Gıybetin dünyevî ve uhrevî cezaları üzerinde durur. (97-116) Son olarak tövbe üzerinde durulur. (Sh:117-124)

 

Şimdi sözü Faruk Çetin’e bırakalım:

“Dil, insanın dünyasını anlamlandırdığı gibi uhrevi hayatında kendisine Cennet kapılarını açan, Cehennem kapılarını kapatan bir güçtür. Nitekim Allah Rasûlü(s.a.v.) bu hakikati dile getirirken ‘Kul, Allah(c.c.)’ın hoşnut olduğu bir sözü söyler, fakat onunla Allah(c.c.)’ın rızasını kazanacağı hiç aklına gelmez. Hâlbuki Allah (c.c.), o söz sebebiyle, kendisine kavuştuğu kıyamet gününe kadar o kimseden hoşnut olur.’ Ve ‘Kul, Allah (c.c.)’ın hoşnut olduğu bir sözü önemsemeksizin söyleyiverir de Allah (c.c.) onun derecesini yüceltir’ müjdelerini vermiş; buna mukabil konuştuğu şeylerin ucunun nereye varacağını kestiremeyen veya böyle bir hassasiyet taşımayan kişileri de; ‘Bir kul da Allah (c.c.)’ın gazabını gerektiren bir söz söyler fakat o sözün kendisini Allah (c.c.)’ın gazabına çarptıracağını düşünmez. Oysa Allah (c.c.), o kimseye söylediği kötü söz sebebiyle kendisine kavuşacağı kıyamet gününe kadar gazap eder. Kul, iyice düşünüp taşınmadan bir söz söyleyiverir de bu yüzden Cehennemin, doğu ile batı arasından daha uzak bir yerine düşer gider.’ Ve ‘ ... Bir kul Allah (c.c.)’ın gazabını gerektiren bir sözü hiç önemsemeksizin söyleyiverir de Allah (c.c.) onu bu sözü sebebiyle cehennemin dibine atar’ cümleleriyle ikaz etmiş ve insanın ağzından çıkacak sözleri önce kalp kulağına duyurması gerektiğini hatırlatmıştır.” (Sh:10-11)

‘Allah Rasûlü(s.a.v.)”Kim bana iki çenesi arasındaki (dili) ile iki budu arasındaki (tenasül) uzvunu koruma sözü verirse, ben de ona cennet sözü veririm’ ve ‘Allah (c.c.) kimi, iki çenesi ve iki budu arasındakinin şerrinden korursa, o kişi cennete girer’demiş, müminlerden özellikle bu iki konuda teminat istemiştir. Müminler bu hususlarda Hz. Peygamber’e sadık kalabilirlerse O da mahşer günü onlara yardımcı olacak ve ellerinden tutup Allah(c.c.)’ın izniyle onları Cennet’ e götürecektir. ( Sh:12)

“Eskiler ‘Üslub-u beyan, aynıyla insan’ derlerdi. İnsanın konuşması, onun karakteri ve iç dünyası adına önemli ipuçları verir. Kalpte hikmet varsa üslup hakimane olur, kalpte zulmet varsa üslup çirkin, kırıcı ve itici olur. Kalbini temiz tutamayanların dilleri nezih olmaz. Kalbini zikrullah ile cilalayan kişilerin lisanlarından hikmet damlaları dökülür. Kalbini suizanlar, gıybetler ve daha bilmem ne bela nifak düşünceleri işgal etmiş kişilerin ise dillerinden zehir akar.” (Sh:14)

“Rivayete göre bir zaman Davud (as), Hz. Lokman’dan bir koyun kesip en iyi yerinden iki parça et getirmesini istemiş; Hazreti Lokman da kendisine hayvanın dilini ve yüreğini getirmişti. Bir süre sonra bu defa hayvanın en kötü yerinden iki parça et getirmesini istemiş, o da tekrar dilini ve yüreğini getirmişti. Hazreti Davud niçin diye sorunca, Lokman (as) şöyle bir izah yapmıştı: ‘Bu ikisi iyi olursa, bunlardan daha iyisi, kötü olursa da bunlardan daha kötüsü olmaz.’ (Sh:15)

Efendimiz (s.a.v.) ‘Allah (c.c.)’a ve ahiret gününe inanan, ya hayır söylesin ya da sussun!’ buyurmuşlardır. ( Sh:15)

“İslâmi ölçüler içinde ideal müminin bariz vasıflarından biri etrafına emniyet ve güven telkin etmesi, gerek sözlü ve gerekse fiili hiç kimseye zarar vermeden selamet içinde yaşamasıdır. Bu kıvamda bir müminle oturan insan, arkasını dönüp gidince gözü arkada kalmaz. Sırtını döndüğü bu kâmil müminin kendisini gıybet etmeyeceğinden ve dahi gıybetinin yapılmasına izin vermeyeceğinden emindir. Dilini ve elini meşru dairede kullanan ve başkalarının hukukuna tecavüz etmekten geri duran kişi, kâmil mümindir. Böyle insanlardan gerek vicahi ve gerekse gıyabi herhangi bir zarar gelmez. Bu seviyeyi yakalamış bir mümin kendi haysiyetine ve şerefine düşkün olduğu kadar kardeşlerinin ve dostlarının haysiyetine de bir o kadar düşkündür.” (Sh:18)

“Hz. Aişe annemiz, Efendimiz(s.a.v.)’e bir gün Safiyye annemizin kısalığından bahsedince Allah Rasûlü (s.a.v.) onu ikaz etmiş ve şöyle demiştir: ‘Öyle bir laf ettin ki şayet o söz denize karışsaydı onun suyunu bozardı.” (Sh:30)

“Konuyla ilgili olarak Hz. Aişe (r.anha) başından geçen şu olayı aktarır: ‘Sakın kimseyi gıybet etmeyin! Ben bir defasında Allah Rasûlü(s.a.v.)’in yanında bir kadın için ‘Bu ne uzun etekli bir kadındır!’ deyince Resul-i Ekrem(s.a.v.) bana ‘Tükür!’ dedi. Ben de bir et parçası tükürmüştüm.’ (Sh:30)

Hz. Cabir (r.a.) konumuzla ilgili olarak başından geçen mühim bir hatırayı aktarıyor: ‘Resûlullah(s.a.v.) ile birlikte olduğumuz sırada ortalığı çok ağır bir leş kokusu sardı. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem(s.a.v.): ‘Bu kokunun ne olduğunu biliyor musunuz?’ diye sordu ve ardından kendisi cevapladı: ‘Bu, mü’minleri gıybet edenlerin kokusudur.” (Sh:44)

“Birbirine sahip çıkmayan, yırtıklarını yamamayan bir toplumun şahs-ı manevisini oluşturan bloklar arasında ağır gedikler açılması ve böyle bir bünyenin kısa zamanda eskiyip partallaşması mukadderdir. Müminler birbirine kenetlenmiş tuğlalar gibidir. Şayet bu tuğlalar birbirine destek çıkmaz, omuz omuza vermezse aralarda çatlaklar oluşur, bir zaman sonra da koca İslâm binası ciddi tehlikelerle karşı karşıya gelebilir. Binaenaleyh her bir mümin, kardeşinin hukukunu muhafaza etmeli, onun hakkında ileri geri konuşanlara fırsat vermemeli ve tavrını baştan belli etmelidir.”(Sh:46)

“Unutulmamalıdır ki müminde bulunması gereken temel ahlâki özelliklerden bir tanesi boş sözlere ve boş işlere iltifat etmemek, vaktini Allah(c.c.)’ın istediği çizgide değerlendirmektir.

Tamamen dünyalık mevzuların konuşulduğu, kahkahaların gırla gittiği ve insanların gıybetinin yapıldığı meclisler Allah(c.c.)’ın rahmetinden uzaktır, böyle meclislere ne melaike-i kiram ne de ruhaniler misafir olur. Cenab-ı Hak, müminlerin bu türlü meclislerden uzak durmaları gerektiğini, ‘Boş söz işittikleri zaman ise, ondan yüz çevirirler ve : ‘Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de sizedir; size selâm olsun; (biz) câhilleri (arkadaş edinmek) istemeyiz’ derler.” (Kasas Sûresi: 2/55) ve (Mü’minler), O kimseler ki, onlar boş şeylerden(söz ve işlerden) yüz çeviricidirler.’ (Mü’minûn Sûresi:23/3) gibi tembihlerle dile getirmektedir.” (Sh:50)

“İslâm’ın bize öğrettiği kulluk bilinci böyledir fakat bazı ‘arsız’ insanlar akşam işledikleri günahları gündüz halk ortasında, ekranlarda veya gazete sayfalarında ballandıra ballandıra anlatmakta ve işlemiş oldukları kötülükleri sanki normalmiş gibi topluma sirayet ettirmeye çalışmaktadırlar. Allah Rasûlü(s.a.v.) böyle davranan insanların Cenab-ı Hakk’ın rahmetinden mahrum kalacağını şöyle ifade eder: İşlediği günahları açığa vuranlar hariç ümmetimin tamamı affa mazhardır. Bir adamın gece kötü bir iş yapıp Allah (c.c.) o kötülüğü örttüğü halde sabahleyin kalkıp ‘Ey falan, dün gece ben şöyle şöyle yaptım’ diyerek başkasına ifşa etmesi günahını açığa vurmaktır. Rabbi onun kötülüğünü örttüğü halde geceyi geçirir ama o Allah(c.c.)’ın setrettiğini ilan ederek sabahlar.” (Sh:61)

“Peygamberimiz (s.a.v.)’e atfedilen sözlerin birinde ‘Yüzünden hayâ perdesini sıyıran kişinin gıybeti, gıybet değildir.’ denirken diğerinde de, “Fâcire (açıktan günah işleyen kişiye) saygı ve hürmet göstermeyin! İşlediği kötülükleri dile getirin ki insanlar ondan sakınsınlar’ tavsiyesi yapılmakta ve böyle kişilerin işlemiş oldukları ve başkalarıyla paylaştıkları günahları hakkında konuşmanın gıybet sayılmayacağı ifade edilmiş olmaktadır.” (Sh:62)

“Cenab-ı Hak ‘Ayetlerimiz hakkında alaylı tavırla münasebetsizliğe dalanları gördüğün zaman, -onlar başka bir konuya geçinceye kadar- kendilerinden yüz çevir, Eğer şeytan bunu sana bir an unutturursa, hatırına geldiği gibi hemen kalk, artık o zalimler güruhuyla oturma’(En’âm Sûresi:6/68) diye Efendimizin şahsında bütün müminlere çağrıda bulunuyor ve yanlışta ısrar etmenin bir anlamının bulunmadığını tebliğ ediyor. Yine Sekar denilen Cehennem’e giren mücrimlere: ‘Neydi bu cehenneme sizi sürükleyen?’ diye sorulduğunda onlar: ‘Biz namaz kılanlardan değildik. Fakirleri doyurmaz, onların ihtiyaçlarıyla ilgilenmezdik. Batıl sözlere dalanlarla beraber biz de dalardık. Bu hesap gününü yalan sayardık. Ölüm bizi yakalayıncaya kadar hep böyle idik’ (Müddesir Sûresi:74/40-47) der ve suçlarını itiraf ederler. Evet, onların dünyada iken işledikleri ve Cehennem’e girmelerine sebep olan önemli bir cürümleri de meclislerinde batıl iş ve sözlere dalmaları, sohbetlerini gıybet, iftira, istihza vb. kâfir sıfatlarıyla süslemeleridir.

Allah Rasûlü(s.a.v.): ‘İnsan, arkadaşının dini üzeredir. Öyleyse her biriniz kimlerle arkadaşlık kurduğuna dikkat etsin!’ diyerek bizlere arkadaş ve dost seçiminde son derece dikkatli olmamız gerektiğini hatırlatır. İnsan arkadaşlarını Allah (c.c.)’a yakın olan insanlardan seçmeli ki onlar dünya ve ahirette kendisine sahip çıksınlar.” (Sh:75)

“Allah Rasûlü(s.a.v.): ‘Her duyduğu şeyi (tahkik etmeden) ulu orta konuşup nakletmesi kişiye yalan olarak yeter,’ derken bize çok önemli bir ikazda bulunuyor. Duyduğumuz ve gördüğümüz her şeyi dilimize dolamak ciddi anlamda bir günahtır ve kişinin manevi latifelerini ölüm sürecine sokan tehlikeli bir illettir. Dilimiz yerinde duramıyor ille de konuşmak istiyorsa Allah(c.c.)’ın zikriyle meşgul olsun, Kur’an okusun, kalp ve ruhi hayatımız adına bize yeni ufuklar açan kitapların mütalaasıyla iştigal etsin ki boş işlere, dedikodulara, suizanlara ve gıybetlere vakti kalmasın.” (Sh:85)

“Her ne konuşuyorsak ve her ne yapıyorsak Allah (c.c.)’ın haberdar olduğu gerçeğini de hiçbir zaman hatırdan çıkarmamalı. ‘Görmez misin ki Allah (c.c.) göklerde ne var, yerde ne varsa bilir! Bir araya gelip gizlice fısıldaşan üç kişinin dördüncüleri mutlaka Allah (c.c.)’tır. Beş kişi gizli konuşsa altıncıları mutlaka Allah (c.c.)’tır. Bundan ister daha az, ister daha çok olsunlar, nerede bulunurlarsa bulunsunlar, mutlaka O, kendileriyle beraberdir. O, ileride kıyamet gününde, yapmış oldukları işleri onlara tek tek bildirecek, dilerse karşılığını da verecektir. Şüphesiz ki Allah (c.c.) her şeyi bilir’(Mücâdele Sûresi:58/7) meâl-i şerifinde zikredildiği üzere Cenab-ı Hak hep bizimle beraberdir ve kıyamet günü her şeyin kaydedildiği defterler bizlere arz edilecek, yaptıklarımızla, söylediklerimizle yüzleşerek hesap verme durumunda kalacağız.

Dikkat edilmesi gereken çok önemli bir husus da toplantı ve istişarelerde gıybete asla yer vermemektir. Her ne olursa olsun ve hangi masum kılıf içinde takdim edilirse edilsin gıybet, gıybettir.” (Sh:94)

“Gıybetin ferdi ve ictimai zararlarının yanında, ahirette değişik şekillerde kulun karşısına çıkacak cezaları da vardır. Bu konuda Allah Rasûlü’nden bize intikal eden muhtelif haberler var. Resûlulah Efendimiz Miraç yolculuğunda yüzlerini ve göğüslerini bakır tırnaklarıyla tırmalayan bir takım insanlarla karşılaşmış ve bu kimselerin kim olduğunu Hz. Cebrail’e sormuştur. O da söz konusu kişilerin gıybet ederek insanların etini yiyen ve onların namus ve şerefleri hakkında ileri geri konuşan kişiler olduklarını haber verir.” (Sh:100)

“Yine Hz. Bera’nın haber verdiğine göre Allah Rasûlü (s.a.v.) bir öğle namazı sonrası öylesine celallenmişti ki, sesini evlerinde oturan genç kızlar bile işitmişti. Efendimiz o gün insanlara şöyle seslenmişti: ‘Ey dilleriyle iman edip kalpleri hakikat-i imana erememişler topluluğu! Müslümanları gıybet etmeyin; onların hata ve kusurlarının peşine düşmeyin! Her kim kardeşinin kusurunu (mahremiyetini) araştırmaya kalkarsa Allah (c.c.) da onun kusurunu (mahremiyetini) araştırır. Allah (c.c.)’ın kusur araştırması da o kişiyi kendi evinin ortasında rezil rüsvay etmesidir.” (Sh:101)

“Hz. Cabir (radıyallahu anh) Allah Rasûlü ile olan bir hatırasını şöyle nakleder: ‘Birgün Resûlullah (s.a.v.) ile beraber yürürken iki kabrin başına geldi ve kabirdekilerin azap gördüğünü söyledi. Akabinde, ‘Bunlar büyük bir günah işlediklerinden dolayı azap görmüyorlar. (Ağlayarak) Biri idrarından sakınmıyor diğeri de insanları gıybet ediyordu’ dedi. Sonra bir (veya iki) uzun hurma yaprağı getirtti. Küçük küçük parçalara böldürüp kabirlere diktirdi. Ardından şöyle dedi: ‘Bunlar kurumadıkları müddetçe onların azabını hafifletmeye devam edecek.” (Sh:102)

“Allah Rasûlü(s.a.v.) buyurdu ki: ‘Sana dinin başta gelen esasını, direğini ve en yüksek zirvesini söylememi de ister misin?’ Ben: ‘Memnun olurum ya Resûlallah’ dedim. Buyurdu ki: ‘Dinin başta gelen esası, İslâm (kelime-i şehadet getirmek); direği namaz, zirvesi de cihaddır.’ Sonra da: ‘Sana bütün bunları gerçekleştirmeyi kolayca sağlayacak ve onları ayakta tutacak şeyi de söyleyeyim mi?’ dedi. Ben: ‘Çok iyi olur ya Resûlallah’ dedim. Bunun üzerine eliyle dilini tutup gösterdi ve: ‘Şunu aleyhine olacak şeylerden uzak tut (Gereksiz yere çok konuşma)!’ buyurdu. Ben (şaşkın şaşkın): ‘’Ya Resûlallah, Biz konuştuğumuz şeylerden de mesul olacak mıyız?’ dedim. Buyurdu ki: ‘Anan seni yitirsin ey Muaz! İnsanları yüzüstü cehenneme götüren şey ağzına geleni konuşmaları değil de nedir?’ (Sh:115)

“Gıybeti yapılan kişi gıybet konusu olan hususu haber aldıysa bu durumda yapılacak şey gidip helallik almaktır. Zira Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyururlar: ‘Her kim kardeşinin namus, şeref ve haysiyetine yönelik herhangi bir haksızlık yaptı ise dinar ve dirhemin hükmünün olmayacağı bir günden önce yani bugün helallik almaya baksın. Eğer (bu iş ahirete kalırsa) salih bir ameli varsa yaptığı haksızlık kadar ondan alınır, Şayet hasenatı yoksa arkadaşının kötülüklerinden alınır, ona yükletilir.” (Sh:120)

 

Mehmed Zahid Aydar

Mîsak Dergisi

Sayı:265 / Aralık 2012