Şia Rivayet Kültüründeki Derin Paradoks: Takiyye - Alparslan Aydar

Şia Rivayet Kültüründeki Derin Paradoks: Takiyye

İran İslâm Devrimi tüm İslâm dünyasını etkilediği gibi, Türkiye’de yaşayan müslümanları da az veya çok etkilemiştir. İtikadi tercihini Anayasa ile garanti altına alan İran İslâm Cumhuriyeti, diğer mezhepleri ‘ötekileştirmeyi’ esas almıştır. Bu rağmen, İran’da yaşanan siyasi değişimi eleştirenler, ‘mezhepçilik’ damgasını yemekten kurtulamamışlardır. İtikadi noktadaki sapmaları ‘Ehl-i Bid’at Fırkalar’ olarak tanımladığımızı bile unuttuğumuz bir ortamda Suriye’de yaşanan felâket, Müslümanların kısmen de olsa gözünün açılmasına vesile olmuştur.

İran İslâm Cumhuriyeti’nin devrim değerlerinden koptuğu şeklindeki yeni iddia kimi çevrelerce gündemde tutulmaktadır. Meselenin esasını merak edenlerin Doç. Dr. Serdar Demirel tarafından kaleme alınan Şîa Rivayet Kültüründeki Derin Paradoks: Takiyye’ isimli eseri incelemelerinde fayda vardır.

Şia Rivayet Kültüründeki Derin Paradoks: Takiyye
Doç.Dr.Serdar Demirel
Rıhle Kitap
Mîsak Dergisi
Sayı: 317 / Nisan 2017

İran İslâm Devrimi tüm İslâm dünyasını etkilediği gibi, Türkiye’de yaşayan müslümanları da az veya çok etkilemiştir. İtikadi tercihini Anayasa ile garanti altına alan İran; İslâm Cumhuriyeti olmasına rağmen İran’a ve İran’a gönül verenlere yapılan hemen her eleştiri mezhepçilik damgasını yemekten kurtulamamıştır. İtikadî noktadaki sapmaları Ehl-i Bid’at Fırkalar olarak tanımladığımızı bile unuttuğumuz bir ortamda Suriye’de yaşanan felâket, Müslümanların kısmen de olsa gözünün açılmasına vesile olmuştur. İran İslâm Cumhuriyeti’nin devrim değerlerinden koptuğu şeklindeki yeni iddia kimi çevrelerce gündemde tutulmaya çalışılırken Meselenin esasını merak edenlerin Doç. Dr. Serdar Demirel tarafından kaleme alınan Şîa Rivayet Kültüründeki Derin Paradoks: Takiyye’ isimli eseri incelemelerinde fayda vardır.


Giriş
“Müslümanların tarihinde ortaya çıkmış İslâm içi birçok fırka mevcuttur. Bunların kimisinin siyâsî, kimisinin kelâmi, kimisinin de felsefi yönü ağır basmaktadır. Siyasî söylemleri mezhebin iç dinamiğini oluşturan fırkaların başında ise Şia gelir. Tarihsel süreç içerisinde birçok Şia fırkası türemiş, bunların bir kısmı müntesiplerinin zamanla yok olması sebebiyle tarih sahnesinden çekilmiş bir kısmı ise aktif olarak varlığını sürdürmüştür.

Şia fırkaları arasında bugün en yaygın olan fırka, İsna Aşeriyye el-İmâmiyye diye bilinen On iki İmamcılar fırkasıdır. Türkiye’de daha çok Caferiler diye bilinirler. Bu çalışmada Şia’dan kasıt bu fırkadır. Bu fırka özünde siyasi talepler mündemiç bir fırka olmakla beraber tarihi süreç içerisinde kendine has inanç, ibâdet, ahkâm ve ahlâkiyat sistemi de geliştirmiştir. Bu sistem bir yere kadar ana akım Ehli Sünnet mezhepleriyle uyuşmakta bir yerden sonra da ciddi farklılıklar göstermektedir.

Şia ile Ehli Sünnet arasında önemli ihtilaf alanlarından birisini de Takiyye fıkhı oluşturmaktadır. Bu fıkhın çerçevesini de İmamlar’dan aktarılan rivâyetler çizmektedir. Ancak Şia hadis literatüründe İmamlar’dan Takiyyenin muhtevasına dair nakledilen rivâyetler sadece bu fırkayı diğer ekollerden ayrıştırmamakta, aynı zamanda hadis literatürü içerisinde gâyet sorunlu bir alanı da inşa etmektedir. Zira Şia’ya göre günah işlemesi mümkün olmayan İmamlar’dan aynı meselelerde birbirine zıt sözler ve ameller sâdır olmaktadır. Bu hem rivâyetleri nakleden râvîler hakkında hem de hadis metinlerinin muhtevası itibarıyla böyledir. Bu çelişkiler de hadis literatürü ve Şia ulemâsı tarafından İmamlar’ın Takiyye yapmasına hamledilmektedir. Dolayısıyla İmamlar din tebliğinde Takiyye yaparak bu tasarruflarıyla mesajın bulanıklaşmasını sağlamaktadırlar.

Bu çalışmada Takiyyenin Ehli Sünnet ve Şia’daki yerini, Takiyyenin Şia ekolleriyle beraber anılmasının sebebini, yine Şia rivâyet kaynaklarına dayanarak Takiyye rivâyetlerinin meydana getirdiği rivâyet sorununu ve bu sorunun yol açtığı ayrıştırıcı, ötekileştirici boyutlarını analiz ettik.

Şia kaynaklarını bilmeyenlerin yahut onlara kolay ulaşma imkânı olmayanların çalışmada aktardığım rivâyetlerin aslını görebilmeleri için metinlerini dipnotta verdim. Ancak rivâyetleri İmam’dan nakleden râviyle haberi aldığı İmam’ın ismini tutup sened kısmını çıkarttım, zira çalışmanın sened zikriyle uzamasının akıcılığı bozacağını düşündüm.

Konuyla ilgili Şia rivâyetlerini ve onlara nisbet ettiğim görüşleri muhalifleri olan Sünnî kaynaklardan almamayı ilke edindim. Çalışmamda delil olarak ileriye sürdüğüm Şia rivâyetlerini objektif olması açısından aslî kaynaklarından gösterdim.

Arapça, İngilizce ve Türkçe olarak yaptığım araştırmalarda daha önceden bu muhtevada bir çalışma yapılmadığını tesbit ettim. Dolayısıyla çalışmanın bir boşluğu doldurmasını ümit ediyorum.”


Luğavî ve Istalahî Açıdan Takiyye
“Vikâye’den veya korunmak anlamındaki ‘ittekâ’ fiilinden gelen Takiyye sözlükte ‘bir kimseyi tehlikeden korumak’ ve sakınmak anlamına gelmektedir. Hz. Peygamber’in (sas); “Yarım hurma parçasıyla dahi olsa kendinizi ateşten koruyunuz/ ittaku.” nasihatında olduğu gibi Takiyye korunmak ve sakınmak manasında kullanılmaktadır. ‘İttikâ’dan isim-i masdar olan Takiyye Kur’ân’da ‘tükât’ olarak geçmektedir.

‘Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa, artık onun Allah nezdinde hiçbir değeri yoktur. Ancak kâfirlerden gelebilecek bir tehlikeden sakınmanız (tükât) başkadır. Allah, kendisine karşı (gelmekten) sizi sakındırıyor. Dönüş yalnız Allah’adır.’ (Al-i İmrân Sûresi:3/ 28)

Bu âyetteki ‘tükât’ kelimesinin Takiyye şeklinde de okunduğu gerek Ehli Sünnet gerekse Şia tefsir kaynaklarında varittir.

Korunmak, gizlenmek, saklamak, ihtiyat tedbiri almak, zarar verme ihtimali güçlü kâfirlerin karşısında dini, canı, malı, ırzı tehlike karşısında olan Müslümanların, söz konusu tehlikeden kendilerini kurtarmak ve zarara uğramamak kasdıyla imanlarını gizlemeleri, gerekirse imanlarının aksini söylemeleri ve hatta putları hayırla yadetmek durumunu tecviz eden bir ruhsatı ifade eder.

Sünni kaynaklarda vârit olan rivâyetlere göre Hz. Muhammed’e (sav) ilk inanan müslümanlardan Ammar’a, babası Yasir ve annesi Sümeyye’ye (r.anhum) Mekkeli müşrikler işkence ederler. İşkencenin hedefi Mekke’de yayılmaya başlayan İslâm Dini’ni engellemektir. Bu sebeple bu dine intisap edenleri korkutmak, sindirmek, caydırmak ve Hz. Peygamberi yalnızlaştırmak amacıyla sistematik işkence uygularlar. Bunun için de aile ve kabileleri güçlü olmayan, korumasız, fakir, köle ve köle azatlısı müslümanları yakalayıp işkence ederler. Ammar b. Yasir de (ra) işkenceye maruz kalan bu fakir ve korumasız sahabiler arasındadır.

Önce Ammar’ın (ra) anne ve babasına işkence eder, yeni dinlerinden eski dinlerine dönmelerini talep ederler. Ancak Mekke’li putperestlerin talebini reddeden Ammar’ın (ra) anne ve babası büyük işkenceler karşısında sabreder ve nihayetinde hunharca katledilirler. Bunlar İslâm’ın ilk şehitleridirler. Ancak Ammar (ra) yapılan işkencelere dayanamaz ve müşriklerin dediklerine kerhen de olsa teslim olmak zorunda kalır. Hz. Peygamber’e küfreder, müşriklerin tapmakta olduğu putları hayırla yâd eder. Bunun üzerine müşrikler bir zafer kazanmış duygusuyla Ammar’ı serbest bırakırlar.

Çok üzgün olan Ammar (ra) Hz. Peygamber’e (sav) gelerek olanları anlatır. Bu davranışla hâlâ müslüman kalıp kalmadığını öğrenmek ister. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav), ‘Kalbini nasıl buluyorsun?’ diye sorar. Ammar (ra) ise; ‘İman üzere mutmain’ olduğu cevabını verir. Hz. Peygamber (sav) de, ‘Onlar yine işkence yapacak olurlarsa sen de yine aynı şekilde davran’ diyerek Ammar’ın (ra) zahiri küfür ve fısk olan bu davranışını tecviz eder. Bunun üzerine aşağıdaki âyet nazil olur: ‘Kalbi imanla dolu olduğu halde inkâra zorlananlar müstesna, kim iman ettikten sonra tekrar gönül rızasıyla küfrü kabul ederse, işte Allah’ın gazabı bunlaradır; onlar için büyük bir azap vardır.’ (Nahl Sûresi: 16/106) Şia tefsirleri de bu âyetin Ammar b. Yasir (ra) hakkında, indiğini teyit ederler.” S.11-14


Bir Ruhsat Olarak Takiyye’nin Sınırlarına Dair
“Ehli Sünnet ulemâsı, bir müslümanın ölüm tehdidi karşısında kasıtlı söylendiğinde dinden çıkartacak küfür bir sözü söylemesi yahut ameli işlemesinin dinî bir ruhsat olduğu konusunda müttefiktirler. Bu ittifak Kur’an ve Sünnet’ten nasslara dayanır. Meselâ bir rivâyette Hz.Peygamber’in (sas); ‘Ümmetimden hata, unutma ve ikrah altında işlenen fiillerin sorumluluğu kaldırılmıştır’ buyurduğu nakledilmiştir.

Böyle bir durumla karşılaşan bir kişinin azimetle amel edebileceğini yahut Takiyye ruhsatını tercih edebileceğini ve fakat azimetin daha efdal olduğunu da Sünni ulemâ delillere dayanarak söylemiştir.” S.16


Şia’da Takiyye
“Şeyh Müfîd, Takiyye kavramını; ‘Din ve dünya işlerinde bir zarar gelmesi endişesi hâsıl olursa, insanın hakkı gizlemesi, inancını saklaması ve muhaliflere belli etmeme’ olarak tanımlar.

Burada dikkat edilirse Şeyh Müfîd kendisinden Takiyye yapılacak kişileri muhalifler diye tanımlamaktadır. Muhaliflerden kasıt ise gayrimüslimler değildir. Gayrimüslimler muhalifler vurgusu içinde yer almakla beraber burada asıl kastedilen kesim, tüm muhalifler ve bahusus Ehli Sünnet’tir, bu da Şia hadis külliyatına ve konuyu ele alan fıkıh ve usûlü fıkıh kaynaklarına bakıldığında açıkça görülmektedir.

Ayetullah Humeyni ise Takiyyeyi; insanın kanını, malını ve ırzını yahut başkasının mal ve ırzını koruması için vakanın aksine bir hüküm vermesi, Şeriat’a muhalif amelde bulunması olarak tanımlar.

Buna da ilginç bir örnek verir. Şia’ya göre abdest alınırken el dirseklerden aşağıya doğru yıkanır, ayaklara da mesh edilir. Sünnilerde ise, el parmaklardan dirseklere doğru yıkanır, ayaklar da yıkanır. Ayetullah Humeyni, eğer kişi Sünnilerin arasında ise, Şia’ya göre abdest alması onu yahut başka bir müslümanı tehlikeye sokacaksa Takiyye yaparak Sünnilere göre abdest alır ve kendisini tehlikeden korur, fetvasını vermektedir.

Şiâ hadis külliyatında Takiyyenin dinin bir rüknü olduğunu belirten çok sayıda rivâyet mevcuttur. Meselâ, İmâm Sâdık’tan nakledilen; ‘Eğer Takiyyeyi terkeden kişinin hükmü namazı terkeden kişinin hükmü gibidir dersem, doğru söylemiş olurum’ hadisi ile İmâm Sâdık’tan rivâyet edilen; ‘Takiyye yapmayanın dini yoktur’ mealindeki hadis gibi.

Ayetullah Humeyni bu meyanda şunları söyler: ‘Takiyye korkudan dolayı olabileceği gibi muhaliflerin sevgi ve sempatisini kazanmak için de yapılır. Bâtıl devlette (Şiî olmayan) Hak devletin zuhur etmesine kadar Takiyye yapılır. Takiyyeyi halktan insanlar, mezhep imamları, masum imamlar ve Hz. Peygamber (sav) de yapar.’

Şia’ya göre Takiyye; ister yöneticiler ister halk olsun İslâm’a inanmayan kâfirlere karşı yapıldığı gibi Ehli Sünnet’in sultanlarına, yöneticilerine, fakihlerine, kadılarına, avamına karşı da yapılır. Meselâ yönetici Ehli Sünnet mezhebine muvafık bir fetva verse, Hanefi mezhebinin bir görüşünü dayatsa Takiyye yapılır. Takiyye yapılırken dikkat edilmesi gereken husus, Şia’nın hak gördüğü İslâm yorumuna (İslâm’ın Caferi yorumuna) zarar vermemesi şartıdır. Ayetullah Humeyni’ye göre; ‘Hakkı, Batıl devlette gizlemek vaciptir ve bunun faydası ise siyasi, dini cihete râcidir.’

Ali b. Hüseyin’e (İmam Zeynelabidin, Dördüncü İmam, ö. 95 H. / 713 M.) nisbet edilen bir rivâyette; ‘Allah mü’min kulunun dünya ve ahirette bütün günahlarını bağışlar ve onu temizler, ancak iki günahı bundan müstesnadır; Takiyyeyi terketmesi ve ihvanın hukukunu zayi etmesi.’ söylemektedir.

İmam Sâdık’a atfedilen; ‘Dinin onda dokuzu Takiyyedir, Takiyyesi olmayanın dini de yoktur. Nebiz ve mesler üzerine mesh hâriç Takiyye her şeyde vardır.’ sözüyle yine ondan nakledilen; ‘Takiyye benim dinimdendir ve ecdadımın dinindendir, Takiyyesi olmayanın imanı da yoktur vb. sözler Şia da Takiyyenin inanç ve amel olarak yerini göstermesi bakımından önemlidir. S.19-23


Takiyyenîn İmamiye Fırkasıyla Beraber Anılmasının Sebebi
“Safeviler öncesi tarihte İsmailiyye fırkası diğer Şiî fırkalar arasından Takiyye pratikleriyle en fazla adından söz ettirmiş fırkadır. İsmailiyye fırkasının Fatimiye Devleti’ni kurduğu ve iktidarını sürdürdüğü asırlarda İsna Aşeriyye fırkası yaygın ve güçlü bir fırka değildi.

İsmailiyye, Takiyye sayesinde, teşkilatlarını fevkalade disiplinli bir şekilde gizlilikle yürütüp Fâtımî Devleti’ni kurabilmiş ve Batinî Mezhebi’ni bütün müslümanlara yayabilmek ve bütün İslâm dünyasına hâkim olabilmek için Takiyyeyi vazgeçilmez bir prensip olarak geliştirmiştir. Tarihin belirli dönemlerinde devlet büyüklerine, ulemâya, önde gelen askerlere yönelik suikastlerini yine Takiyyenin sunduğu imkânlarla yapmışlardır.

İsmailiyye fırkasının sınırsız Takiyye pratikleri fıkhî bir problem olarak dönemin âlimlerini meşgul etmiştir. Meselâ mürtedin tevbesi kabul edildiği hâlde Takiyyeyi din edinen ve Takiyye konusunda muhalifleri karşısında sınırsız esnek davranabilen, onları aldatmayı dinî vecibe olarak gören kişilerin tevbesinin kabul edilip edilmeyeceği ihtilaflara sebep olmuştur. İmam Gazali bu konudaki görüşleri meşhur kitabı ‘Fedâihu’l Bâtınıyye’de ele alıp tartışır.

Ayetullah Humeyni de; ‘Eğer Takiyye olmasaydı Şia mezhebi tarih içerisinde yok olurdu’ diyerek Takiyyeyi övmekte ve mezhep müntesipleri tarafından yaygın olarak kullanıldığını teyit etmektedir.

Çünkü iktidarı ele geçirmek için örgütlenen bu dini yapı, güçlü olan iktidar karşısında geniş Takiyye pratikleriyle saklanabilir ve bunun sağladığı imkânlarla devlet bürokrasisine sızabilirdi.

Mehmet Dalkılıç konuyla ilgili şunları söyler: ‘Bir şiîyi, kendisiyle aynı inancı paylaşmayan bir toplumda Takiyye yapmak zorunda bırakan şey, bizzat bu inançtır. O, hâzır veya gâib imama inanmakla bulunduğu toplumu gayr-i meşru kabul etmekte, en iyimser ifadeyle o idare ve yönetimi gerçek imama ait bir hakkı gasp eden ve bu nedenle de her hâlükârda zalim ve günahkâr bir idare olarak tasavvur etmektedir.

Bunun en tipik ifadesi, Şiilerin bizzat Peygamber’in (sav) sahabesi olan ilk üç halifeyi Hz. Ali’ye (ra) ait olduklarını ileri sürdükleri bir hakkı ‘gasp eden’ zalimler olarak nitelemiş olmalarıdır. Bir idare ve yönetim, ‘hak gasp etmiş gayr-i meşru bir idare’ ise, bu durumda bir Şiînin o idareyle tam bir çatışma ve kavga halinde olması kaçınılmazdır. İşte mevcut yönetimleri ‘gayr-i meşru’ ve ‘gasp edici’ olarak görme alışkanlığı, Şiîyi ‘imama inanmak’ şeklinde kalıplaştırılabilecek inancını Takiyye tavrıyla gizlemek zorunda bırakmıştır.

Ayetullah Humeyni; ‘Hakkı, Batıl devlette gizlemek vaciptir ve bunun faydası ise siyasi, dini cihete râcidir’ diyerek yukarıdaki ifadeleri teyit etmektedir. Bir diğer ifade ile Takiyye, Şiîlik için hayati öneme sahip gerçek inancın gizlenmesi yoluyla devrimin alt yapısının hazırlanmasını, yani adil imam yönetiminin kurulması idealini gerçekleştirmek için toplumun mücadeleye devam etme isteğini belirtir.” S.25-30


Sünnet ve Takiyye İlişkisi
Ehli Sünnet’e göre Sünnet’in tanımı; Hz. Muhammed’den (sav) nakledilen O’nun sözleri, fiilleri, takrirleri ile ahlâkî ve beşeri vasıflarını ihtiva eden rivâyetlerdir.

Şia’ya göre ise Sünnet; masumlardan sâdır olmuş sözler, fiiller, takrirler ile onların ahlâkî ve beşerî vasıflarını ihtiva eden rivâyetlerdir.

Masumlardan kastettikleri ise; ‘Ondört Ma’sûm-i Pâk’ diye bilinen Hz. Muhammed (sav), kızı Hz. Fâtıma (r. anha) onun eşi Hz. Ali (ra) ve bunların soyundan gelen on bir imâmın toplamıdır.

Tanımlardan da anlaşılacağı üzere Ehli Sünnet ile Şia arasında dinin ikinci kaynağı olan Sünnet’in ne olup olmadığı, konusunda köklü farklılıklar vardır. Sünnilere göre masum olan sadece Hz. Muhammed (sav) iken, Şiilere göre masumların sayısı, yani dinî hükümlerin kaynağı on dört kişiye yükselmektedir. Bu masumların dinî bağlayıcılığıyla Hz. Peygamber’in (sav) bağlayıcılığı arasında bir fark yoktur.

Bir diğer önemli fark ise, Ehli Sünnet masum olarak Hz. Muhammed’i (sav) kabul eder ve O’nun da Takiyye yapması mümkün değildir. Şia’ya göre ise hem masum imamlar hem de Hz. Peygamber (sav) Takiyye yapabilir ve yapmıştır da.

Şia hadis kaynaklarının yüzde 90’dan daha fazlasını masum kabul edilen imamlardan nakledilen söz, fiil ve takrirlerin oluşturduğunu dikkate aldığımızda çok köklü bir ihtilaftan söz ettiğimiz anlaşılacaktır.” S.39-41


Senetin Güvenilirliliğini Tesbitte Takiyye Sorunu
“Senet; güvenilir kimselerin yine güvenilir kimselerden Hz. Muhammed (sav)’e nisbet edilen söz, amel ve takrirleri, hadislerin kayıt altına alındığı dönemlere kadar kesintisiz bir şekilde naklettiği râvîler zincirine denir. Senet olmadan Hz. Peygamber’den (sav) hadisin maddi manada sonraki nesillere ulaşmasının imkânı yoktur. Çünkü senet haberin şâhitlerini ihtiva eder. Bu sebeple senet hadisten bir parça ve hadisin olmazsa olmaz ilk kısmı olarak kabul edilir. Bir haber anlam itibarıyla ne kadar doğru olursa olsun, senetsiz ise eğer Hz. Muhammed’e (sav) nisbet edilemez.” S.48

Şia hadis literatürü ve ricâl ilminde İmamlar’dan nakledilen haberlerde kendilerinden hadis rivâyet eden aynı râviyi bazen güvenilir bazen de yalancılıkla itham ettikleri ve bazen de lanetledikleri görülmektedir. Kaynaklarda aktarıldığı kadarıyla bu türden çelişkiler kendilerine sorulduğunda takkıyye bağlamında râvînin Şiî kimliğini gizlemek amacıyla böyle konuştuklarını söylemişlerdir. İmamlar’dan sarih bir izah olmadığında da Şiî ulemâ aleyhte olan beyanı imamın hakikati ifade eden beyanı olarak değil takkıyye manasında, gerçeğin aksini ifade eden bir hüküm olarak değerlendirmişlerdir. İmamlar bazen râvîler hakkında çelişkili beyanlarda bulunduğundan, hadisin kabulü ve reddinin ana belirleyeni olan râvîlerin güvenilir olup olmadığı objektif kriterlerle tesbit edilememekte, bu da hadise dayanan dinî hükmün kendisini direkt sorunlu kılmaktadır.” dedikten sonra konuyu örnekler üzerinden açıklar. S.54-61


Mut’a Nikâhı (Geçici Nikâh)
Mut’a nikâhı, aralarında dinen evlenme engeli bulunmayan bir erkekle bir kadının, erkeğin kadına vereceği bir bedel karşılığında belirli bir süre için karı-koca hayatı yaşamak üzere aralarında kıydıkları bir çeşit nikâhtır. Bu yüzden geçici nikâh da denir buna. Kadın ve erkek ne kadar evli kalacaklarını bilirler ve normal nikâhtaki gibi birbirlerinden faydalanırlar. Burada ifade edilen belirli bir sürenin minimum bir sınırı yoktur; bir cima miktarı da, bir gün de, bir hafta da, bir yıl da olabilir. Çok eşlilikte olduğu gibi dört ile de sınırlanmaz, kişi istediği kadar kadını mut’a nikâhına aynı zaman diliminde alabilir.

Bu tarz nikâh Cahiliye Arap toplumunda da mevcuttu. Hz. Peygamber (sav) mut’ayı yasaklayana kadar Müslümanlar arasında da uygulanmaktaydı. Muta nikâhının nesh edildiği hususu Ehli Sünnet ulemâsı arasında ittifakla sâbittir.

Mut’a nikâhı Ehli Sünnet ve diğer ekoller tarafından haram kabul edilirken Caferi mezhebine göre ise nesh edilmemiş, kıyamete kadar bâki olan bir hüküm olarak görülmüştür. Buna da Kur’an’dan âyetleri tevil ederek delil getirmekteler. Ancak asıl görüşlerini imamlar’dan rivâyet ettikleri çok sayıda hadislere dayandırırlar. Rivâyetlerin çok olması sebebiyle mut’anın meşruiyeti Caferi mezhebinin temel hükümleri arasında sayılarak inanç esaslarıyla irtibatlandırılmıştır.

Bizim burada amacımız bu meselede hakikatin ne olduğunu delilleri teker teker analiz ederek isbatlamak değildir. Amacımız, mut’a nikâhının nesh edilip edilmediği meselesinin Şia hadis literatüründe nasıl problemli bir alanı oluşturduğunu göstermek ve bunun Takiyye yoluyla nasıl çözüme kavuşturulmaya çalışıldığını izah etmektir. Bunun için de mut’ayla ilgili birbiriyle zıt rivâyetleri burada ele alacağız.” dedikten sonra konuyu ele alır. S.76-83


Çelişkili Hadisleri Kur’an’a Ve Ehli Sünnet’e Arz Kaidesi
“Ehli Sünnet hadis literatüründe dış görünüşü itibariyle birbirlerine aykırı manalar taşıyan makbul hadislere (sahih ve hasen) Muhtelefu’l-hadis denir. Masum olan Hz. Resûlullah’tan (sav) aynı meselede birbiriyle tenaküz hâlinde olacak söz ve amellerin sadır olması mümkün görülmediğinden bu rivâyetlerin arası eğer mevzu bahis türden rivâyetler arasında nesh yoksa cerh edilmeye çalışılır. Eğer cem de mümkün değilse birleşmesi mümkün olmayan iki rivâyetten birisi tercih kurallarına göre diğerine takdim edilir. Buna muhtelefu’l-hadis dendiği gibi telfiku’l-hadis, muşkilu’l-hadîs ve ihtilâfu’l-hadis de denmiştir.

Şia hadis külliyatında da aynı meseleyle ilgili masum İmamlar’dan birbiriyle zıt hükümler, tavsiyeler, haberler ve izahlar içeren hadislerle ilgili Ehli Sünnet’tekine benzer usûl kuralları mevcuttur. İlk şart mevzu konusu olan rivâyetlerin mezhep kriterlerine göre makbul hadis derecesinde olması ve rivâyetler arasında neshin olmaması gerekir. İki ekol de ilgili rivâyetleri Kur’an’a arz eder, muvafık olan rivâyet, olmayana takdim edilir. Fakat Şia’nın Kur’an’a arz etme kâidesi de farklıdır.

Birbiriyle zıt rivâyetler Kur’an’a arz edildikten sonra eğer bu hususta herhangi bir hüküm bulunamıyorsa o zaman Şia nev-i şahsına münhasır bir usûl kâidesi işletir. O da birbiriyle zıt olan rivâyetleri Ehli Sünnet’in rivâyetlerine, temel prensiplerine ve onlardan meşhur olmuş amellere, ulemânın fetvasına, siyasilerin tavrına arz etmektir. Muvafık olanlar reddedilir, zıt olan hükümler ise alınır.” S.96

Ehli Sünnet’e muhalefet etmek üzerinde ittifak edilen bir kâidedir. Çünkü ana akım Müslümanlarla ittifak hâlindeki hadisler onlara göre takkıye bağlamında söylenmiştir. O hadislerin içerdiği söz ve ameller gerçeği değil muhalifleri aldatmak üzere söylenmiş yalanları ve bu meyanda yapılmış amelleri ifade eder.” S.106

“Şia hadis kitaplarının aktardığı Kur’an’a arz etme kâidesi usûl kitaplarında da mevcuttur. Ancak bu kâide de mezhebin hassasiyetlerine paralel işletilmektedir. Zira Kur’an âyetlerinin manaları mezhebin hassasiyetlerine göre tesbit edilir, sonra da arz bu manalara göre yapılır.

Bu kâidenin işletilmesi huşusunda Şia ulemâsı arasında Kur’an’a yaklaşım sebebiyle tehlikeli bir çatlak da vardır. Zira bu ekol içerisinde bir damar Kur’an’ın Allah (c.c) tarafından Hz. Muhammed’e (sav) indirildiği üzere bize ulaşmadığını, tahrif edildiğini iddia etmektedir. Başta Kuleyni’nin el-Kâfi’si olmak üzere Şia hadis külliyatında bu tahrif iddiasını ortaya seren İmamlar’dan rivâyetler ne yazık ki mebzul miktarda mevcuttur.” S.101


Genel Değerlendirme
“Dünya Müslümanlarının kahir ekseriyetini Sünnî toplumlar teşkil eder. Bu çoğunluğun arasında mukim olan ve mezhebinin öğretilerini önemseyen azınlık Şiî toplumları Takiyye fıkhının bir gereği olarak diğerleriyle ilişkilerinde çift dilli, çok anlam katmanlı ilişkiler ve diyaloglar geliştirmektedir. Bu da zamanla ana akım Müslümanları arasında onlara karşı güven bunalımı meydana getirmektedir.

İmamlar’dan Takiyyeyi emreden ve Takiyye pratiklerini meşrulaştıran rivâyetler bağlayıcı hadis metinleri olarak Şia hadis külliyatında durdukları müddetçe Şiilerin Takiyyesi, Sünnilerin de güven bunalımı bitmeyecektir. Dün olduğu gibi çağdaş Şia ulemâsı da bu dinî metinlerin öngördüğü Takiyyenin çerçevesini kitaplarında onaylamakta ve makul göstermektedir. Bu da karşılıklı diyaloglarda hangi söz ve amelin samimi ve içten gelinerek yapıldığı ile hangilerinin Takiyye bağlamında sergilendiği hususunda şüpheleri canlı tutacaktır. Dolayısıyla Takiyye Şia’daki muhtevasıyla iki ekol arasındaki ilişkileri zehirleyen bir fıkıh kaidesi olarak dünü meşgul ettiği gibi bugünü ve geleceği de meşgul edecektir.

Geçen bahislerde de görüldüğü gibi, Şia, inanç ve pratiklerinde Takiyye meselesinde aşırı abartılı davranmıştır. Ancak mesele burayla sınırlı kalmamış, kimi Şiî ulemâ meseleyi Allah’ın (c.c) dahi Takiyye yapacağını iddia edecek kadar aşırı bir noktaya taşımışlardır.” S.114


Yaralı Bilinç, Arızalı Perspektif: ‘Her Gün Aşura, Her Yer Kerbela’
20. Yüzyılın en büyük sloganlarındandı ‘Her gün Aşure, her yer Kerbela’. İran İslâm Devrimi’nin sürükleyici sloganıydı ve İran dışındaki coğrafyalarda da epey etki bırakmıştı. Zulme başkaldırmak, mazlumların yanında yer almak diye yorumlanmıştı. Ancak bu slogan içinden çıktığı Şiî toplum hafızasındaki çağrışımlardan ve tarihsel bağlamından bağımsız ele alınamaz. Çünkü bu slogan tarihin belli bir döneminde takılıp kalmış bir perspektifin ve tasavvurun ürünüdür.

Bu perspektif ve hafıza İslâm tarihinin ilk dönemlerinde yaşanmış; Cemel, Sıffin, Nehrevan savaşlarının ve Kerbelâ’da Hz. Hüseyin’in (ra) ailesiyle beraber hunharca şehit edilmesinin yol açtığı travmatik atmosferin etkisiyle oluşmuştur. Şiî hafıza, erken dönemde yaşanmış acı olaylara kendine has bir okuma tarzı geliştirmiş ve bunu din tasavvurunun, inanç sisteminin temeli kılmıştır. Özüne siyasi talepler ve tarihte yaşanan o kırılma hadiseleri hâkimdir. Bu tasavvur başta da Ehli Sünnet olmak üzere kendisi gibi olmayan, mezkûr tarihi olayları farklı okuyan tüm ekollere bakışını ve onlarla olan ilişki tarzını dün etkilediği gibi bugün de etkilemektedir.

Buna göre olaylar silsilesi; Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in (r.anhum) halifeliğinin, (onlara göre ilahi imametin siyasi boyutu) gasbedilmesiyle başlar. Hz. Hüseyin’in (ra) ev halkıyla beraber Kerbela’da şehit edilmesiyle de zirveye çıkar.

Zaman, tarihin bu aşamasında ve bu fotoğraf karesinde durmuştur. Asırlardır bu olayın yası tutulur. Her sene Aşura günleri, her vesileyle tertiplenen mersiyeler, dinî toplantıların özünü hep bu oluşturur. Şiî toplumlarının dilinde de, zikrinde de, gelecek tasavvurunda da, ana akım Müslümanlara bakış açısında da bu olaylar belirleyici olmuştur. Öyle ki muhaliflerini Muaviye (ra) ve Yezid kendilerini de Ali (ra) ve Hüseyin (ra) taraftarları olarak konuşlandırmaktalar. Ali’nin (ra) karşısına Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Muaviye’yi (r.anhum), Hüseyin’in (ra) karşısına da Yezid’i birer nefret objesi olarak dikerler.

Tarih, yaşanan hayat, olaylar, insanların duruşu bu perspektiften siyah ve beyaz olarak resmedilir. Fotoğraf çekilmez resim yapılır çünkü. Müslüman birey ve toplumlar ya Hüseyin’in (ra) ya da Yezid’in safında iki katagoriye sıkıştırılır. Her şey değişse de bu değişmez. Hüseyin’e (ra) ifrat derecesinde hüzünle yakılan ağıtlara sınırsız bir intikam alma duygusu da eşlik eder. Aşura törenlerinde Hz. Hüseyin (ra) ve ehli beytinin hunharca katledilmesi, susuz bırakılması abartılı tiyatro gösterileri ve posterlerle, vaizlerin konuşmalarıyla, mersiyelerle anlatılırken sadece bir mazlumiyet öyküsü ortaya konmaz, bunun mesullerinden nefret edilmesi de adâletin gereği olarak insanların duygularına direkt ya da dolaylı mesajlarla işlenir. Nefret duyguları, intikam hisleri sadece Hz. Hüseyin’in (ra) katline karışan kişilerle sınırlı tutulmaz ve daire genişletilir, Hz. Ebu Bekir (ra) ve Ömer’in (ra) yanında Hz. Ali’ye (ra) beyat etmeyen tüm sahabiler de işin içine katılır.

Tarihte yaşanmış gerçek olaylar hurafelerle karıştırılır ve tarih yapı-bozuma uğratılarak yeniden yazılır ve anlatılır. Bu tasavvurda ana akım Müslümanlar Şia’nın sınırlarını daralttığı Ehli Beyt mensuplarına ihanet etmişlerdir. Bunlara karşı varlık mücadelesi verebilmek için de İmamlar ve tabileri kendilerini gizlemek zorunda kalmışlardır. Bu, Takiyyeyi doğurmuş ve Takiyye de nefret edilen kişilerden ve onların yolunu takip eden Müslümanlardan hem korunmanın hem de intikam almanın bir aracına dönüşmüştür.” S.120-122

“Varlık sebebi Ehli Beyt’in velayeti olan İmamiyye gelecekte kuracağı düzende de şiddeti vadetmektedir. Rahmet dini olan İslâm, bu tasavvur sebebiyle intikam almanın aracına dönüşmüştür. Şöyle ki, Şia rivâyetlerinde İmam Mehdi olarak kabul edilen 12. İmam’ın yeryüzüne tekrar geldiğinde ifa edeceği görev listesinde muhaliflere karşı şiddet uygulamak da vardır.

Şia inanç sisteminde 12. İmam’ın beklenen Mehdi olduğu sabittir. Zuhur etmiş, önce küçük gaybete sonra da büyük gaybete çekilmiştir. Şiîler onun tekrar gelmesini beklerler. Mehdi’nin tekrar geldiğinde yerine getireceği ilahî görevleri arasında, Şia rivâyet literatüründe geçtiği üzere, İslâm tarihinin ilk dönemlerinde yaşanan olaylardan sorumlu gördükleri başta da sahabeler olmak üzere herkesi cezalandıracağı vardır. Öyle bir intikam misyonuyla gelecek ki, meselâ Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’i (r.anhuma) mezarından çıkaracak, onlara lanet edecek, onlardan teberri edip ikisini de çarmıha gerecek, sonra da çarmıhtan indirip yakacak, küllerini de rüzgâra savuracaktır. S.127

Mehdi geldiğinde Kabeyi ve Mescidi Nebevi’yi yıkacak ve asli temelleri üzerine yeniden inşa edecektir. Şia rivâyetlerinde Mehdi’nin daha nice intikam misyonuyla hareket edeceği anlatılır. Eğer masum kabul edilen İmam intikam almak üzere tekrar yeryüzüne gönderiliyorsa ve bu onun önemli bir misyonunu teşkil ediyorsa, kendisini ona tabi gören inananların psikolojisinin ve muhaliflerine karşı algısının bundan etkilenmemesi mümkün müdür?

Bu misyon anlayışının ve psikolojik arkaplanın Takiyye fıkhının sınırsız bir şekilde sistemleştirilmesinde önemli rolü vardır. Siyasi sistemi değiştirmek, bâtıl üzere görülen diğer bütün Müslümanları hidayete erdirmek faaliyetleri ve nihâyetinde intikam alınması gerekenlerden intikam almak müesses bir nizamda ve toplamda illegal faaliyetler sahasına girecektir. Bu da saklanmayı, çift manalı bir dil geliştirmeyi ve kullanmayı, bununla amel etmeyi elzem kılacaktır. Bu yüzden de Şia fırkası ‘Dâr’ul Takiyye’ kavramını geliştirmiştir.” S.129


Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 317 / Nisan 2017

____________________

1-Doç. Dr. Serdar Demirel:1995 yılında Uluslararası İslâm Üniversitesi İslâmabad/ Pakistan Usûluddîn Fakültesi’nden mezun oldu. 1999 yılında aynı üniversitenin Tefsir ve Hadis bölümünde yüksek lisans yaptı. 2005 yılında Uluslararası İslâm Üniversitesi Malezya’da Kur’an ve Hadis bölümünde doktorasını tamamladı.

Umran, Özgün İrade ve Rıhle dergilerinde makaleler yazdı. 2005 yılından beri önce Anadolu’da Vakit sonra da Yeni Akit Gazetesi’nde köşe yazarlığı yapmaktadır. Uluslararası bilimsel dergilerde birçok makaleleri yayımlanmaktadır. Yine uluslararası bilimsel toplantılarda sunulmuş yirmiye yakın bildirisi bulunmaktadır.

2006-20013 yılları arasında Malezya Uluslararası İslâm Üniversitesi’nde hocalık yaptı. Hâlihazırda Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi (FSMVU) İslâmi İlimler Fakültesi’nde Doçent olarak eğitim üyeliği görevini yürütmektedir. FSMVU bünyesinde kurulmuş Osmanlı Malay Dünyası Çalışmaları, Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin müdürlüğünü de yürütmektedir. İngilizce ve Arapça bilmektedir.

Yayımlanmış Kitaplar: Din Algımız: Farklı Perspektiflerden Düşülmüş Notlar, Pınar yay, 2010; Yerelden Küresele Ahlaki Duruşumuz, RıhleKitap, 2010; Takiyye: Şîa Rivâyet Kültüründeki Derin Paradoks (elinizdeki eser), RıhleKitap, 2016; Postmodern Dünyada Müslüman Bilincin İnşası, I-II, RıhleKitap, 2016.