İran İslâm Devrimi tüm İslâm
dünyasını etkilediği gibi, Türkiye’de yaşayan müslümanları da az veya çok
etkilemiştir. İtikadi tercihini Anayasa ile garanti altına alan İran İslâm
Cumhuriyeti, diğer mezhepleri ‘ötekileştirmeyi’ esas almıştır. Bu rağmen, İran’da
yaşanan siyasi değişimi eleştirenler, ‘mezhepçilik’ damgasını yemekten
kurtulamamışlardır. İtikadi noktadaki sapmaları ‘Ehl-i Bid’at
Fırkalar’ olarak tanımladığımızı bile unuttuğumuz bir ortamda
Suriye’de yaşanan felâket, Müslümanların kısmen de olsa gözünün açılmasına
vesile olmuştur.
İran İslâm Cumhuriyeti’nin devrim değerlerinden
koptuğu şeklindeki yeni iddia kimi çevrelerce gündemde tutulmaktadır. Meselenin
esasını merak edenlerin Doç. Dr. Serdar Demirel tarafından kaleme alınan ‘Şîa
Rivayet Kültüründeki Derin Paradoks: Takiyye’ isimli eseri
incelemelerinde fayda vardır.
![]() |
Şia Rivayet
Kültüründeki Derin Paradoks: Takiyye
Doç.Dr.Serdar Demirel
Rıhle Kitap
Mîsak Dergisi
Sayı: 317 / Nisan 2017
|
İran İslâm Devrimi tüm İslâm dünyasını etkilediği
gibi, Türkiye’de yaşayan müslümanları da az veya çok etkilemiştir. İtikadi
tercihini Anayasa ile garanti altına alan İran; İslâm Cumhuriyeti olmasına rağmen
İran’a ve İran’a gönül verenlere yapılan hemen her eleştiri mezhepçilik
damgasını yemekten kurtulamamıştır. İtikadî noktadaki sapmaları Ehl-i Bid’at
Fırkalar olarak tanımladığımızı bile unuttuğumuz bir ortamda Suriye’de yaşanan
felâket, Müslümanların kısmen de olsa gözünün açılmasına vesile olmuştur. İran
İslâm Cumhuriyeti’nin devrim değerlerinden koptuğu şeklindeki yeni iddia kimi
çevrelerce gündemde tutulmaya çalışılırken Meselenin esasını merak edenlerin
Doç. Dr. Serdar Demirel tarafından kaleme alınan ‘Şîa Rivayet
Kültüründeki Derin Paradoks: Takiyye’ isimli eseri incelemelerinde
fayda vardır.
Giriş
“Müslümanların tarihinde ortaya çıkmış İslâm içi
birçok fırka mevcuttur. Bunların kimisinin siyâsî, kimisinin kelâmi, kimisinin
de felsefi yönü ağır basmaktadır. Siyasî söylemleri mezhebin iç dinamiğini
oluşturan fırkaların başında ise Şia gelir. Tarihsel süreç içerisinde birçok
Şia fırkası türemiş, bunların bir kısmı müntesiplerinin zamanla yok olması
sebebiyle tarih sahnesinden çekilmiş bir kısmı ise aktif olarak varlığını
sürdürmüştür.
Şia fırkaları arasında bugün en yaygın olan fırka,
İsna Aşeriyye el-İmâmiyye diye bilinen On iki İmamcılar fırkasıdır. Türkiye’de
daha çok Caferiler diye bilinirler. Bu
çalışmada Şia’dan kasıt bu fırkadır. Bu fırka özünde siyasi talepler
mündemiç bir fırka olmakla beraber tarihi süreç içerisinde kendine has inanç,
ibâdet, ahkâm ve ahlâkiyat sistemi de geliştirmiştir. Bu sistem bir yere kadar
ana akım Ehli Sünnet mezhepleriyle uyuşmakta bir yerden sonra da ciddi
farklılıklar göstermektedir.
Şia ile Ehli Sünnet arasında önemli ihtilaf
alanlarından birisini de Takiyye fıkhı oluşturmaktadır. Bu fıkhın çerçevesini
de İmamlar’dan aktarılan rivâyetler çizmektedir. Ancak Şia hadis literatüründe
İmamlar’dan Takiyyenin muhtevasına dair nakledilen rivâyetler sadece bu fırkayı
diğer ekollerden ayrıştırmamakta, aynı zamanda hadis literatürü içerisinde
gâyet sorunlu bir alanı da inşa etmektedir. Zira Şia’ya göre günah işlemesi
mümkün olmayan İmamlar’dan aynı meselelerde birbirine zıt sözler ve ameller
sâdır olmaktadır. Bu hem rivâyetleri nakleden râvîler hakkında hem de hadis
metinlerinin muhtevası itibarıyla böyledir. Bu çelişkiler de hadis literatürü
ve Şia ulemâsı tarafından İmamlar’ın Takiyye yapmasına hamledilmektedir.
Dolayısıyla İmamlar din tebliğinde Takiyye yaparak bu tasarruflarıyla mesajın
bulanıklaşmasını sağlamaktadırlar.
Bu çalışmada Takiyyenin Ehli Sünnet ve Şia’daki
yerini, Takiyyenin Şia ekolleriyle beraber anılmasının sebebini, yine Şia
rivâyet kaynaklarına dayanarak Takiyye rivâyetlerinin meydana getirdiği rivâyet
sorununu ve bu sorunun yol açtığı ayrıştırıcı, ötekileştirici boyutlarını
analiz ettik.
Şia kaynaklarını bilmeyenlerin yahut onlara kolay
ulaşma imkânı olmayanların çalışmada aktardığım rivâyetlerin aslını görebilmeleri
için metinlerini dipnotta verdim. Ancak rivâyetleri İmam’dan nakleden râviyle
haberi aldığı İmam’ın ismini tutup sened kısmını çıkarttım, zira çalışmanın
sened zikriyle uzamasının akıcılığı bozacağını düşündüm.
Konuyla ilgili Şia rivâyetlerini ve onlara nisbet
ettiğim görüşleri muhalifleri olan Sünnî kaynaklardan almamayı ilke edindim.
Çalışmamda delil olarak ileriye sürdüğüm Şia rivâyetlerini objektif olması
açısından aslî kaynaklarından gösterdim.
Arapça, İngilizce ve Türkçe olarak yaptığım araştırmalarda
daha önceden bu muhtevada bir çalışma yapılmadığını tesbit ettim. Dolayısıyla
çalışmanın bir boşluğu doldurmasını ümit ediyorum.”
Luğavî ve Istalahî Açıdan Takiyye
“Vikâye’den veya
korunmak anlamındaki ‘ittekâ’ fiilinden gelen Takiyye
sözlükte ‘bir kimseyi tehlikeden korumak’ ve sakınmak anlamına
gelmektedir. Hz. Peygamber’in (sas); “Yarım hurma parçasıyla dahi
olsa kendinizi ateşten koruyunuz/ ittaku.” nasihatında olduğu gibi
Takiyye korunmak ve sakınmak manasında kullanılmaktadır. ‘İttikâ’dan
isim-i masdar olan Takiyye Kur’ân’da ‘tükât’ olarak
geçmektedir.
‘Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost
edinmesin. Kim bunu yaparsa, artık onun Allah nezdinde hiçbir değeri yoktur.
Ancak kâfirlerden gelebilecek bir tehlikeden sakınmanız (tükât) başkadır.
Allah, kendisine karşı (gelmekten) sizi sakındırıyor. Dönüş yalnız Allah’adır.’ (Al-i İmrân Sûresi:3/ 28)
Bu âyetteki ‘tükât’ kelimesinin Takiyye şeklinde de
okunduğu gerek Ehli Sünnet gerekse Şia tefsir kaynaklarında varittir.
Korunmak, gizlenmek, saklamak, ihtiyat tedbiri almak,
zarar verme ihtimali güçlü kâfirlerin karşısında dini, canı, malı, ırzı tehlike
karşısında olan Müslümanların, söz konusu tehlikeden kendilerini kurtarmak ve
zarara uğramamak kasdıyla imanlarını gizlemeleri, gerekirse imanlarının aksini
söylemeleri ve hatta putları hayırla yadetmek durumunu tecviz eden bir ruhsatı
ifade eder.
Sünni kaynaklarda vârit olan rivâyetlere göre Hz.
Muhammed’e (sav) ilk inanan müslümanlardan Ammar’a, babası Yasir ve annesi
Sümeyye’ye (r.anhum) Mekkeli müşrikler işkence ederler. İşkencenin hedefi
Mekke’de yayılmaya başlayan İslâm Dini’ni engellemektir. Bu sebeple bu dine
intisap edenleri korkutmak, sindirmek, caydırmak ve Hz. Peygamberi
yalnızlaştırmak amacıyla sistematik işkence uygularlar. Bunun için de aile ve
kabileleri güçlü olmayan, korumasız, fakir, köle ve köle azatlısı müslümanları
yakalayıp işkence ederler. Ammar b. Yasir de (ra) işkenceye maruz kalan bu
fakir ve korumasız sahabiler arasındadır.
Önce Ammar’ın (ra) anne ve babasına işkence eder, yeni
dinlerinden eski dinlerine dönmelerini talep ederler. Ancak Mekke’li
putperestlerin talebini reddeden Ammar’ın (ra) anne ve babası büyük işkenceler
karşısında sabreder ve nihayetinde hunharca katledilirler. Bunlar İslâm’ın ilk şehitleridirler.
Ancak Ammar (ra) yapılan işkencelere dayanamaz ve müşriklerin dediklerine
kerhen de olsa teslim olmak zorunda kalır. Hz. Peygamber’e küfreder,
müşriklerin tapmakta olduğu putları hayırla yâd eder. Bunun üzerine müşrikler
bir zafer kazanmış duygusuyla Ammar’ı serbest bırakırlar.
Çok üzgün olan Ammar (ra) Hz. Peygamber’e (sav)
gelerek olanları anlatır. Bu davranışla hâlâ müslüman kalıp kalmadığını
öğrenmek ister. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav), ‘Kalbini nasıl
buluyorsun?’ diye sorar. Ammar (ra) ise; ‘İman üzere
mutmain’ olduğu cevabını verir. Hz. Peygamber (sav) de, ‘Onlar
yine işkence yapacak olurlarsa sen de yine aynı şekilde davran’ diyerek
Ammar’ın (ra) zahiri küfür ve fısk olan bu davranışını tecviz eder. Bunun
üzerine aşağıdaki âyet nazil olur: ‘Kalbi imanla dolu olduğu halde
inkâra zorlananlar müstesna, kim iman ettikten sonra tekrar gönül rızasıyla
küfrü kabul ederse, işte Allah’ın gazabı bunlaradır; onlar için büyük bir azap
vardır.’ (Nahl Sûresi: 16/106) Şia tefsirleri de bu âyetin Ammar
b. Yasir (ra) hakkında, indiğini teyit ederler.” S.11-14
Bir Ruhsat Olarak Takiyye’nin Sınırlarına Dair
“Ehli Sünnet ulemâsı, bir müslümanın ölüm tehdidi
karşısında kasıtlı söylendiğinde dinden çıkartacak küfür bir sözü söylemesi
yahut ameli işlemesinin dinî bir ruhsat olduğu konusunda müttefiktirler. Bu
ittifak Kur’an ve Sünnet’ten nasslara dayanır. Meselâ bir rivâyette
Hz.Peygamber’in (sas); ‘Ümmetimden hata, unutma ve ikrah altında
işlenen fiillerin sorumluluğu kaldırılmıştır’ buyurduğu nakledilmiştir.
Böyle bir durumla karşılaşan bir kişinin azimetle amel
edebileceğini yahut Takiyye ruhsatını tercih edebileceğini ve fakat azimetin
daha efdal olduğunu da Sünni ulemâ delillere dayanarak söylemiştir.” S.16
Şia’da Takiyye
“Şeyh Müfîd, Takiyye kavramını; ‘Din ve dünya
işlerinde bir zarar gelmesi endişesi hâsıl olursa, insanın hakkı gizlemesi,
inancını saklaması ve muhaliflere belli etmeme’ olarak tanımlar.
Burada dikkat edilirse Şeyh Müfîd kendisinden Takiyye
yapılacak kişileri muhalifler diye tanımlamaktadır. Muhaliflerden kasıt ise
gayrimüslimler değildir. Gayrimüslimler muhalifler vurgusu içinde yer almakla
beraber burada asıl kastedilen kesim, tüm muhalifler ve bahusus Ehli
Sünnet’tir, bu da Şia hadis külliyatına ve konuyu ele alan fıkıh ve usûlü fıkıh
kaynaklarına bakıldığında açıkça görülmektedir.
Ayetullah Humeyni ise Takiyyeyi; insanın kanını,
malını ve ırzını yahut başkasının mal ve ırzını koruması için vakanın aksine
bir hüküm vermesi, Şeriat’a muhalif amelde bulunması olarak tanımlar.
Buna da ilginç bir örnek verir. Şia’ya göre abdest
alınırken el dirseklerden aşağıya doğru yıkanır, ayaklara da mesh edilir.
Sünnilerde ise, el parmaklardan dirseklere doğru yıkanır, ayaklar da
yıkanır. Ayetullah Humeyni, eğer kişi Sünnilerin arasında ise, Şia’ya göre
abdest alması onu yahut başka bir müslümanı tehlikeye sokacaksa Takiyye yaparak
Sünnilere göre abdest alır ve kendisini tehlikeden korur, fetvasını
vermektedir.
Şiâ hadis külliyatında Takiyyenin dinin bir rüknü
olduğunu belirten çok sayıda rivâyet mevcuttur. Meselâ, İmâm Sâdık’tan
nakledilen; ‘Eğer Takiyyeyi terkeden kişinin hükmü namazı terkeden
kişinin hükmü gibidir dersem, doğru söylemiş olurum’ hadisi ile İmâm
Sâdık’tan rivâyet edilen; ‘Takiyye yapmayanın dini yoktur’ mealindeki
hadis gibi.
Ayetullah Humeyni bu meyanda şunları söyler: ‘Takiyye korkudan dolayı
olabileceği gibi muhaliflerin sevgi ve sempatisini kazanmak için
de yapılır. Bâtıl devlette (Şiî olmayan) Hak devletin
zuhur etmesine kadar Takiyye yapılır. Takiyyeyi halktan insanlar, mezhep imamları,
masum imamlar ve Hz. Peygamber (sav) de yapar.’
Şia’ya göre Takiyye; ister yöneticiler ister halk
olsun İslâm’a inanmayan kâfirlere karşı yapıldığı gibi Ehli Sünnet’in
sultanlarına, yöneticilerine, fakihlerine, kadılarına, avamına karşı da
yapılır. Meselâ yönetici Ehli Sünnet mezhebine muvafık bir fetva verse, Hanefi
mezhebinin bir görüşünü dayatsa Takiyye yapılır. Takiyye yapılırken dikkat
edilmesi gereken husus, Şia’nın hak gördüğü İslâm yorumuna (İslâm’ın Caferi
yorumuna) zarar vermemesi şartıdır. Ayetullah Humeyni’ye
göre; ‘Hakkı, Batıl devlette gizlemek vaciptir ve bunun faydası ise
siyasi, dini cihete râcidir.’
Ali b. Hüseyin’e (İmam Zeynelabidin, Dördüncü İmam, ö.
95 H. / 713 M.) nisbet edilen bir rivâyette; ‘Allah mü’min kulunun
dünya ve ahirette bütün günahlarını bağışlar ve onu temizler, ancak iki günahı
bundan müstesnadır; Takiyyeyi terketmesi ve ihvanın hukukunu zayi etmesi.’ söylemektedir.
İmam Sâdık’a atfedilen; ‘Dinin onda dokuzu
Takiyyedir, Takiyyesi olmayanın dini de yoktur. Nebiz ve mesler üzerine mesh
hâriç Takiyye her şeyde vardır.’ sözüyle yine ondan nakledilen; ‘Takiyye
benim dinimdendir ve ecdadımın dinindendir, Takiyyesi olmayanın imanı
da yoktur’ vb. sözler Şia da Takiyyenin inanç ve amel olarak
yerini göstermesi bakımından önemlidir. S.19-23
Takiyyenîn İmamiye Fırkasıyla Beraber Anılmasının Sebebi
“Safeviler öncesi tarihte İsmailiyye fırkası diğer Şiî
fırkalar arasından Takiyye pratikleriyle en fazla adından söz ettirmiş
fırkadır. İsmailiyye fırkasının Fatimiye Devleti’ni kurduğu ve iktidarını
sürdürdüğü asırlarda İsna Aşeriyye fırkası yaygın ve güçlü bir fırka değildi.
İsmailiyye, Takiyye sayesinde, teşkilatlarını
fevkalade disiplinli bir şekilde gizlilikle yürütüp Fâtımî Devleti’ni
kurabilmiş ve Batinî Mezhebi’ni bütün müslümanlara yayabilmek ve bütün İslâm
dünyasına hâkim olabilmek için Takiyyeyi vazgeçilmez bir prensip olarak
geliştirmiştir. Tarihin belirli dönemlerinde devlet büyüklerine, ulemâya, önde
gelen askerlere yönelik suikastlerini yine Takiyyenin sunduğu imkânlarla
yapmışlardır.
İsmailiyye fırkasının sınırsız Takiyye pratikleri
fıkhî bir problem olarak dönemin âlimlerini meşgul etmiştir. Meselâ mürtedin
tevbesi kabul edildiği hâlde Takiyyeyi din edinen ve Takiyye konusunda
muhalifleri karşısında sınırsız esnek davranabilen, onları aldatmayı dinî
vecibe olarak gören kişilerin tevbesinin kabul edilip edilmeyeceği ihtilaflara
sebep olmuştur. İmam Gazali bu konudaki görüşleri meşhur kitabı ‘Fedâihu’l
Bâtınıyye’de ele alıp tartışır.
Ayetullah Humeyni de; ‘Eğer Takiyye olmasaydı
Şia mezhebi tarih içerisinde yok olurdu’ diyerek Takiyyeyi övmekte ve
mezhep müntesipleri tarafından yaygın olarak kullanıldığını teyit etmektedir.
Çünkü iktidarı ele geçirmek için örgütlenen bu dini
yapı, güçlü olan iktidar karşısında geniş Takiyye pratikleriyle saklanabilir ve
bunun sağladığı imkânlarla devlet bürokrasisine sızabilirdi.
Mehmet Dalkılıç konuyla ilgili şunları söyler: ‘Bir
şiîyi, kendisiyle aynı inancı paylaşmayan bir toplumda Takiyye yapmak zorunda
bırakan şey, bizzat bu inançtır. O, hâzır veya gâib imama inanmakla bulunduğu
toplumu gayr-i meşru kabul etmekte, en iyimser ifadeyle o idare ve yönetimi
gerçek imama ait bir hakkı gasp eden ve bu nedenle de her hâlükârda zalim ve
günahkâr bir idare olarak tasavvur etmektedir.
Bunun en tipik ifadesi, Şiilerin bizzat Peygamber’in
(sav) sahabesi olan ilk üç halifeyi Hz. Ali’ye (ra) ait olduklarını ileri
sürdükleri bir hakkı ‘gasp eden’ zalimler olarak nitelemiş olmalarıdır.
Bir idare ve yönetim, ‘hak gasp etmiş gayr-i meşru bir idare’ ise,
bu durumda bir Şiînin o idareyle tam bir çatışma ve kavga halinde olması
kaçınılmazdır. İşte mevcut yönetimleri ‘gayr-i meşru’ ve ‘gasp edici’ olarak
görme alışkanlığı, Şiîyi ‘imama inanmak’ şeklinde kalıplaştırılabilecek
inancını Takiyye tavrıyla gizlemek zorunda bırakmıştır.
Ayetullah Humeyni; ‘Hakkı, Batıl devlette gizlemek
vaciptir ve bunun faydası ise siyasi, dini cihete râcidir’ diyerek yukarıdaki ifadeleri teyit etmektedir. Bir
diğer ifade ile Takiyye, Şiîlik için hayati öneme sahip gerçek inancın
gizlenmesi yoluyla devrimin alt yapısının hazırlanmasını, yani adil imam
yönetiminin kurulması idealini gerçekleştirmek için toplumun mücadeleye devam
etme isteğini belirtir.” S.25-30
Sünnet ve Takiyye İlişkisi
Ehli Sünnet’e göre Sünnet’in tanımı; Hz. Muhammed’den
(sav) nakledilen O’nun sözleri, fiilleri, takrirleri ile ahlâkî ve beşeri
vasıflarını ihtiva eden rivâyetlerdir.
Şia’ya göre ise Sünnet; masumlardan sâdır
olmuş sözler, fiiller, takrirler ile onların ahlâkî ve beşerî vasıflarını
ihtiva eden rivâyetlerdir.
Masumlardan kastettikleri ise; ‘Ondört
Ma’sûm-i Pâk’ diye bilinen Hz. Muhammed (sav), kızı Hz. Fâtıma (r.
anha) onun eşi Hz. Ali (ra) ve bunların soyundan gelen on bir imâmın
toplamıdır.
Tanımlardan da anlaşılacağı üzere Ehli Sünnet ile Şia
arasında dinin ikinci kaynağı olan Sünnet’in ne olup olmadığı, konusunda köklü
farklılıklar vardır. Sünnilere göre masum olan sadece Hz. Muhammed (sav) iken,
Şiilere göre masumların sayısı, yani dinî hükümlerin kaynağı on dört kişiye
yükselmektedir. Bu masumların dinî bağlayıcılığıyla Hz. Peygamber’in (sav)
bağlayıcılığı arasında bir fark yoktur.
Bir diğer önemli fark ise, Ehli Sünnet masum olarak
Hz. Muhammed’i (sav) kabul eder ve O’nun da Takiyye yapması mümkün değildir.
Şia’ya göre ise hem masum imamlar hem de Hz. Peygamber (sav) Takiyye yapabilir
ve yapmıştır da.
Şia hadis kaynaklarının yüzde 90’dan daha fazlasını
masum kabul edilen imamlardan nakledilen söz, fiil ve takrirlerin oluşturduğunu
dikkate aldığımızda çok köklü bir ihtilaftan söz ettiğimiz anlaşılacaktır.”
S.39-41
Senetin Güvenilirliliğini Tesbitte Takiyye Sorunu
“Senet; güvenilir kimselerin yine güvenilir
kimselerden Hz. Muhammed (sav)’e nisbet edilen söz, amel ve takrirleri,
hadislerin kayıt altına alındığı dönemlere kadar kesintisiz bir şekilde
naklettiği râvîler zincirine denir. Senet olmadan Hz. Peygamber’den (sav)
hadisin maddi manada sonraki nesillere ulaşmasının imkânı yoktur. Çünkü senet
haberin şâhitlerini ihtiva eder. Bu sebeple senet hadisten bir parça ve hadisin
olmazsa olmaz ilk kısmı olarak kabul edilir. Bir haber anlam itibarıyla ne
kadar doğru olursa olsun, senetsiz ise eğer Hz. Muhammed’e (sav) nisbet
edilemez.” S.48
Şia hadis literatürü ve ricâl ilminde İmamlar’dan
nakledilen haberlerde kendilerinden hadis rivâyet eden aynı râviyi bazen
güvenilir bazen de yalancılıkla itham ettikleri ve bazen de lanetledikleri
görülmektedir. Kaynaklarda aktarıldığı kadarıyla bu türden çelişkiler kendilerine
sorulduğunda takkıyye bağlamında râvînin Şiî kimliğini gizlemek amacıyla böyle
konuştuklarını söylemişlerdir. İmamlar’dan sarih bir izah olmadığında da Şiî
ulemâ aleyhte olan beyanı imamın hakikati ifade eden beyanı olarak değil
takkıyye manasında, gerçeğin aksini ifade eden bir hüküm olarak
değerlendirmişlerdir. İmamlar bazen râvîler hakkında çelişkili beyanlarda
bulunduğundan, hadisin kabulü ve reddinin ana belirleyeni olan râvîlerin
güvenilir olup olmadığı objektif kriterlerle tesbit edilememekte, bu da hadise
dayanan dinî hükmün kendisini direkt sorunlu kılmaktadır.” dedikten sonra
konuyu örnekler üzerinden açıklar. S.54-61
Mut’a Nikâhı (Geçici Nikâh)
Mut’a nikâhı, aralarında dinen evlenme engeli
bulunmayan bir erkekle bir kadının, erkeğin kadına vereceği bir bedel
karşılığında belirli bir süre için karı-koca hayatı yaşamak üzere aralarında
kıydıkları bir çeşit nikâhtır. Bu yüzden geçici nikâh da denir buna. Kadın ve
erkek ne kadar evli kalacaklarını bilirler ve normal nikâhtaki gibi
birbirlerinden faydalanırlar. Burada ifade edilen belirli bir sürenin minimum
bir sınırı yoktur; bir cima miktarı da, bir gün de, bir hafta da, bir yıl da
olabilir. Çok eşlilikte olduğu gibi dört ile de sınırlanmaz, kişi istediği
kadar kadını mut’a nikâhına aynı zaman diliminde alabilir.
Bu tarz nikâh Cahiliye Arap toplumunda da mevcuttu.
Hz. Peygamber (sav) mut’ayı yasaklayana kadar Müslümanlar arasında da
uygulanmaktaydı. Muta nikâhının nesh edildiği hususu Ehli Sünnet ulemâsı
arasında ittifakla sâbittir.
Mut’a nikâhı Ehli Sünnet ve diğer ekoller tarafından
haram kabul edilirken Caferi mezhebine göre ise nesh edilmemiş, kıyamete kadar
bâki olan bir hüküm olarak görülmüştür. Buna da Kur’an’dan âyetleri tevil
ederek delil getirmekteler. Ancak asıl görüşlerini imamlar’dan rivâyet
ettikleri çok sayıda hadislere dayandırırlar. Rivâyetlerin çok olması sebebiyle
mut’anın meşruiyeti Caferi mezhebinin temel hükümleri arasında sayılarak inanç
esaslarıyla irtibatlandırılmıştır.
Bizim burada amacımız bu meselede hakikatin ne
olduğunu delilleri teker teker analiz ederek isbatlamak değildir. Amacımız,
mut’a nikâhının nesh edilip edilmediği meselesinin Şia hadis literatüründe
nasıl problemli bir alanı oluşturduğunu göstermek ve bunun Takiyye yoluyla
nasıl çözüme kavuşturulmaya çalışıldığını izah etmektir. Bunun için de mut’ayla
ilgili birbiriyle zıt rivâyetleri burada ele alacağız.” dedikten sonra konuyu
ele alır. S.76-83
Çelişkili Hadisleri Kur’an’a Ve Ehli Sünnet’e Arz
Kaidesi
“Ehli Sünnet hadis literatüründe dış görünüşü
itibariyle birbirlerine aykırı manalar taşıyan makbul hadislere (sahih ve
hasen) Muhtelefu’l-hadis denir. Masum olan Hz. Resûlullah’tan (sav) aynı
meselede birbiriyle tenaküz hâlinde olacak söz ve amellerin sadır olması mümkün
görülmediğinden bu rivâyetlerin arası eğer mevzu bahis türden rivâyetler
arasında nesh yoksa cerh edilmeye çalışılır. Eğer cem de mümkün değilse
birleşmesi mümkün olmayan iki rivâyetten birisi tercih kurallarına göre
diğerine takdim edilir. Buna muhtelefu’l-hadis dendiği gibi telfiku’l-hadis,
muşkilu’l-hadîs ve ihtilâfu’l-hadis de denmiştir.
Şia hadis külliyatında da aynı meseleyle ilgili masum
İmamlar’dan birbiriyle zıt hükümler, tavsiyeler, haberler ve izahlar içeren
hadislerle ilgili Ehli Sünnet’tekine benzer usûl kuralları mevcuttur. İlk şart
mevzu konusu olan rivâyetlerin mezhep kriterlerine göre makbul hadis
derecesinde olması ve rivâyetler arasında neshin olmaması gerekir. İki ekol de
ilgili rivâyetleri Kur’an’a arz eder, muvafık olan rivâyet, olmayana takdim
edilir. Fakat Şia’nın Kur’an’a arz etme kâidesi de farklıdır.
Birbiriyle zıt rivâyetler Kur’an’a arz edildikten
sonra eğer bu hususta herhangi bir hüküm bulunamıyorsa o zaman Şia nev-i
şahsına münhasır bir usûl kâidesi işletir. O da birbiriyle zıt olan
rivâyetleri Ehli Sünnet’in rivâyetlerine, temel prensiplerine ve onlardan
meşhur olmuş amellere, ulemânın fetvasına, siyasilerin tavrına arz etmektir.
Muvafık olanlar reddedilir, zıt olan hükümler ise alınır.” S.96
“Ehli Sünnet’e muhalefet etmek üzerinde ittifak
edilen bir kâidedir. Çünkü ana akım Müslümanlarla ittifak hâlindeki
hadisler onlara göre takkıye bağlamında söylenmiştir. O hadislerin içerdiği söz
ve ameller gerçeği değil muhalifleri aldatmak üzere söylenmiş yalanları ve bu
meyanda yapılmış amelleri ifade eder.” S.106
“Şia hadis kitaplarının aktardığı Kur’an’a arz etme
kâidesi usûl kitaplarında da mevcuttur. Ancak bu kâide de mezhebin
hassasiyetlerine paralel işletilmektedir. Zira Kur’an âyetlerinin manaları
mezhebin hassasiyetlerine göre tesbit edilir, sonra da arz bu manalara göre yapılır.
Bu kâidenin işletilmesi huşusunda Şia ulemâsı arasında
Kur’an’a yaklaşım sebebiyle tehlikeli bir çatlak da vardır. Zira bu ekol
içerisinde bir damar Kur’an’ın Allah (c.c) tarafından Hz. Muhammed’e (sav)
indirildiği üzere bize ulaşmadığını, tahrif edildiğini iddia etmektedir. Başta
Kuleyni’nin el-Kâfi’si olmak üzere Şia hadis külliyatında bu tahrif iddiasını
ortaya seren İmamlar’dan rivâyetler ne yazık ki mebzul miktarda mevcuttur.”
S.101
Genel Değerlendirme
“Dünya Müslümanlarının kahir ekseriyetini Sünnî
toplumlar teşkil eder. Bu çoğunluğun arasında mukim olan ve mezhebinin
öğretilerini önemseyen azınlık Şiî toplumları Takiyye fıkhının bir gereği
olarak diğerleriyle ilişkilerinde çift dilli, çok anlam katmanlı ilişkiler ve
diyaloglar geliştirmektedir. Bu da zamanla ana akım Müslümanları arasında
onlara karşı güven bunalımı meydana getirmektedir.
İmamlar’dan Takiyyeyi emreden ve Takiyye pratiklerini
meşrulaştıran rivâyetler bağlayıcı hadis metinleri olarak Şia hadis
külliyatında durdukları müddetçe Şiilerin Takiyyesi, Sünnilerin de güven
bunalımı bitmeyecektir. Dün
olduğu gibi çağdaş Şia ulemâsı da bu dinî metinlerin öngördüğü Takiyyenin
çerçevesini kitaplarında onaylamakta ve makul göstermektedir. Bu da karşılıklı
diyaloglarda hangi söz ve amelin samimi ve içten gelinerek yapıldığı ile
hangilerinin Takiyye bağlamında sergilendiği hususunda şüpheleri canlı
tutacaktır. Dolayısıyla Takiyye Şia’daki muhtevasıyla iki ekol arasındaki
ilişkileri zehirleyen bir fıkıh kaidesi olarak dünü meşgul ettiği gibi bugünü ve
geleceği de meşgul edecektir.
Geçen bahislerde de görüldüğü gibi, Şia, inanç ve
pratiklerinde Takiyye meselesinde aşırı abartılı davranmıştır. Ancak mesele
burayla sınırlı kalmamış, kimi Şiî ulemâ meseleyi Allah’ın (c.c) dahi Takiyye
yapacağını iddia edecek kadar aşırı bir noktaya taşımışlardır.” S.114
Yaralı Bilinç, Arızalı Perspektif: ‘Her Gün Aşura, Her Yer Kerbela’
20. Yüzyılın en büyük sloganlarındandı ‘Her
gün Aşure, her yer Kerbela’. İran İslâm Devrimi’nin sürükleyici
sloganıydı ve İran dışındaki coğrafyalarda da epey etki bırakmıştı. Zulme
başkaldırmak, mazlumların yanında yer almak diye yorumlanmıştı. Ancak bu slogan
içinden çıktığı Şiî toplum hafızasındaki çağrışımlardan ve tarihsel bağlamından
bağımsız ele alınamaz. Çünkü bu slogan tarihin belli bir döneminde takılıp
kalmış bir perspektifin ve tasavvurun ürünüdür.
Bu perspektif ve hafıza İslâm tarihinin ilk
dönemlerinde yaşanmış; Cemel, Sıffin, Nehrevan savaşlarının ve Kerbelâ’da Hz.
Hüseyin’in (ra) ailesiyle beraber hunharca şehit edilmesinin yol açtığı
travmatik atmosferin etkisiyle oluşmuştur. Şiî hafıza, erken dönemde yaşanmış
acı olaylara kendine has bir okuma tarzı geliştirmiş ve bunu din tasavvurunun,
inanç sisteminin temeli kılmıştır. Özüne siyasi talepler ve tarihte yaşanan o
kırılma hadiseleri hâkimdir. Bu tasavvur başta da Ehli Sünnet olmak üzere
kendisi gibi olmayan, mezkûr tarihi olayları farklı okuyan tüm ekollere
bakışını ve onlarla olan ilişki tarzını dün etkilediği gibi bugün de
etkilemektedir.
Buna göre olaylar silsilesi; Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz.
Hüseyin’in (r.anhum) halifeliğinin, (onlara göre ilahi imametin siyasi boyutu)
gasbedilmesiyle başlar. Hz. Hüseyin’in (ra) ev halkıyla beraber Kerbela’da
şehit edilmesiyle de zirveye çıkar.
Zaman, tarihin bu aşamasında ve bu fotoğraf karesinde
durmuştur. Asırlardır bu olayın yası tutulur. Her sene Aşura günleri, her
vesileyle tertiplenen mersiyeler, dinî toplantıların özünü hep bu oluşturur.
Şiî toplumlarının dilinde de, zikrinde de, gelecek tasavvurunda da, ana akım
Müslümanlara bakış açısında da bu olaylar belirleyici olmuştur. Öyle ki
muhaliflerini Muaviye (ra) ve Yezid kendilerini de Ali (ra) ve Hüseyin (ra)
taraftarları olarak konuşlandırmaktalar. Ali’nin (ra) karşısına Ebu Bekir,
Ömer, Osman ve Muaviye’yi (r.anhum), Hüseyin’in (ra) karşısına da Yezid’i birer
nefret objesi olarak dikerler.
Tarih, yaşanan hayat, olaylar, insanların duruşu bu
perspektiften siyah ve beyaz olarak resmedilir. Fotoğraf çekilmez resim yapılır
çünkü. Müslüman birey ve toplumlar ya Hüseyin’in (ra) ya da Yezid’in safında
iki katagoriye sıkıştırılır. Her şey değişse de bu değişmez. Hüseyin’e (ra)
ifrat derecesinde hüzünle yakılan ağıtlara sınırsız bir intikam alma duygusu da
eşlik eder. Aşura törenlerinde Hz. Hüseyin (ra) ve ehli beytinin hunharca
katledilmesi, susuz bırakılması abartılı tiyatro gösterileri ve posterlerle,
vaizlerin konuşmalarıyla, mersiyelerle anlatılırken sadece bir mazlumiyet
öyküsü ortaya konmaz, bunun mesullerinden nefret edilmesi de adâletin gereği
olarak insanların duygularına direkt ya da dolaylı mesajlarla işlenir. Nefret
duyguları, intikam hisleri sadece Hz. Hüseyin’in (ra) katline karışan kişilerle
sınırlı tutulmaz ve daire genişletilir, Hz. Ebu Bekir (ra) ve Ömer’in (ra) yanında
Hz. Ali’ye (ra) beyat etmeyen tüm sahabiler de işin içine katılır.
Tarihte yaşanmış gerçek olaylar hurafelerle
karıştırılır ve tarih yapı-bozuma uğratılarak yeniden yazılır ve anlatılır. Bu tasavvurda ana akım Müslümanlar Şia’nın sınırlarını daralttığı
Ehli Beyt mensuplarına ihanet etmişlerdir. Bunlara karşı varlık mücadelesi
verebilmek için de İmamlar ve tabileri kendilerini gizlemek zorunda
kalmışlardır. Bu, Takiyyeyi doğurmuş ve Takiyye de nefret edilen kişilerden ve
onların yolunu takip eden Müslümanlardan hem korunmanın hem de intikam almanın
bir aracına dönüşmüştür.” S.120-122
“Varlık sebebi Ehli Beyt’in velayeti olan İmamiyye
gelecekte kuracağı düzende de şiddeti vadetmektedir. Rahmet dini olan İslâm, bu
tasavvur sebebiyle intikam almanın aracına dönüşmüştür. Şöyle ki, Şia
rivâyetlerinde İmam Mehdi olarak kabul edilen 12. İmam’ın yeryüzüne tekrar
geldiğinde ifa edeceği görev listesinde muhaliflere karşı şiddet uygulamak da
vardır.
Şia inanç sisteminde 12. İmam’ın beklenen Mehdi olduğu
sabittir. Zuhur etmiş, önce küçük gaybete sonra da büyük gaybete çekilmiştir.
Şiîler onun tekrar gelmesini beklerler. Mehdi’nin tekrar geldiğinde yerine
getireceği ilahî görevleri arasında, Şia rivâyet literatüründe geçtiği üzere,
İslâm tarihinin ilk dönemlerinde yaşanan olaylardan sorumlu gördükleri başta da
sahabeler olmak üzere herkesi cezalandıracağı vardır. Öyle bir intikam
misyonuyla gelecek ki, meselâ Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’i (r.anhuma) mezarından
çıkaracak, onlara lanet edecek, onlardan teberri edip ikisini de çarmıha
gerecek, sonra da çarmıhtan indirip yakacak, küllerini de rüzgâra savuracaktır.” S.127
Mehdi geldiğinde Kabeyi ve Mescidi Nebevi’yi yıkacak
ve asli temelleri üzerine yeniden inşa edecektir. Şia rivâyetlerinde Mehdi’nin
daha nice intikam misyonuyla hareket edeceği anlatılır. Eğer masum kabul edilen
İmam intikam almak üzere tekrar yeryüzüne gönderiliyorsa ve bu onun önemli bir
misyonunu teşkil ediyorsa, kendisini ona tabi gören inananların psikolojisinin
ve muhaliflerine karşı algısının bundan etkilenmemesi mümkün müdür?
Bu misyon anlayışının ve psikolojik arkaplanın Takiyye
fıkhının sınırsız bir şekilde sistemleştirilmesinde önemli rolü vardır. Siyasi
sistemi değiştirmek, bâtıl üzere görülen diğer bütün Müslümanları hidayete
erdirmek faaliyetleri ve nihâyetinde intikam alınması gerekenlerden intikam
almak müesses bir nizamda ve toplamda illegal faaliyetler sahasına girecektir.
Bu da saklanmayı, çift manalı bir dil geliştirmeyi ve kullanmayı, bununla amel
etmeyi elzem kılacaktır. Bu yüzden de Şia fırkası ‘Dâr’ul Takiyye’ kavramını
geliştirmiştir.” S.129
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 317 / Nisan 2017
____________________
1-Doç. Dr. Serdar Demirel:1995 yılında Uluslararası
İslâm Üniversitesi İslâmabad/ Pakistan Usûluddîn Fakültesi’nden mezun oldu.
1999 yılında aynı üniversitenin Tefsir ve Hadis bölümünde yüksek lisans yaptı.
2005 yılında Uluslararası İslâm Üniversitesi Malezya’da Kur’an ve Hadis
bölümünde doktorasını tamamladı.
Umran, Özgün İrade ve Rıhle dergilerinde makaleler
yazdı. 2005 yılından beri önce Anadolu’da Vakit sonra da Yeni Akit Gazetesi’nde
köşe yazarlığı yapmaktadır. Uluslararası bilimsel dergilerde birçok makaleleri
yayımlanmaktadır. Yine uluslararası bilimsel toplantılarda sunulmuş yirmiye
yakın bildirisi bulunmaktadır.
2006-20013 yılları arasında Malezya Uluslararası İslâm
Üniversitesi’nde hocalık yaptı. Hâlihazırda Fatih Sultan Mehmet Vakıf
Üniversitesi (FSMVU) İslâmi İlimler Fakültesi’nde Doçent olarak eğitim üyeliği
görevini yürütmektedir. FSMVU bünyesinde kurulmuş Osmanlı Malay Dünyası
Çalışmaları, Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin müdürlüğünü de yürütmektedir.
İngilizce ve Arapça bilmektedir.
Yayımlanmış Kitaplar: Din Algımız: Farklı
Perspektiflerden Düşülmüş Notlar, Pınar yay, 2010; Yerelden Küresele Ahlaki
Duruşumuz, RıhleKitap, 2010; Takiyye: Şîa Rivâyet Kültüründeki Derin Paradoks
(elinizdeki eser), RıhleKitap, 2016; Postmodern Dünyada Müslüman Bilincin
İnşası, I-II, RıhleKitap, 2016.