İslâm Toplumunda ve Çağımızda Kadın - Alparslan Aydar

İslâm Toplumunda ve Çağımızda Kadın

Allahû Teâlâ (cc)’nın indirdiği hükümlere mukabil olmak ve onların yerine geçmek üzere kanunlar koyan tağuti iktidarlar, hevâlarını ilâh edinen insanların ihtiraslarına dayanırlar. Fesadın kaynağı, insanoğlunun hevâsını ilâh edinmesidir. Hevâlarını ilâh edinenler; ‘Kadın Hakları’nı bahane ederek feminizm ideolojisini geliştirmişler ve ‘Kadının en büyük düşmanı erkektir’ sloganı ile aile sistemini tahrip etmenin yollarını aramışlardır. Bilhassa son yıllarda; başta Simone de Beauvoir olmak üzere, birçok Feminist yazarın eserleri Türkçeye çevrilmiştir. Batıcı-Lâik aydınların; çağdaş (sosyalist veya kapitalist) toplumlardaki ‘Kadın Haklarını’ savunma bahanesiyle, İslâm’a saldırdıkları görülmektedir.Tanıtımını yaptığımız bu eser; 1973 yılında kaleme alınan 'Kur'an-ı Kerim'de Kadın' isimli bir lisans tezidir. A.Ü. İlâhiyat Fakültesi Tefsir Kürsüsü’ne mezûniyet tezi olarak verilen bu çalışma, haftalık ‘Şura Gazetesi’nde tefrika edilmiştir. Daha sonra (1979 yılında) ‘Düşünce Yayınevi’ tarafından; kitap olarak, insanların istifadesine sunulmuştur.

İslâm Toplumunda ve Çağımızda Kadın
Melâhat Aktaş
Mîsak Yayınları
Mîsak Dergisi
Sayı:344 / Temmuz 2019

    Tarih boyunca küfrün önderleri ve sözcüleri, daima tezviratla meşgulmuşlardır, Kureyş müşriklerinin propagandası ile ilgili olarak Kur’ân-ı Kerim’de: “Onlardan evvelkilere de herhangi bir peygamber gönderilince, mutlaka ‘Sihirbazdır veya delidir’ derlerdi. Hepsi de bunu (öncekiler, sonrakilere) tavsiye mi ettiler? Hayır!.. Bunlar azgınlar gürûhunun ta kendileridirler” (Ez-Zariyat Sûresi: 52-53) hükmü beyan buyurulmuştur. Peygamberlerin ‘Sihirbazlıklarla veya delilikle’ suçlanması; karşılıklı tavsiye veya nesilden nesile geçen vasiyet sonucunda gündeme girmiş değildir. Gerçek sebep, müşriklerin zalim ve azgın olmalarıdır. Sebep noktasındaki benzerlik, aynı sonuçların ortaya çıkmasına vesile olmaktadır.

Tarih boyunca; Allahû Teâlâ(cc)’nın indirdiği hükümlere mukabil olmak ve onların yerine geçmek üzere kanun koyan tağuti güçler ‘Kadın Hakları’ meselesini daima istismar etmişlerdir. Hukuku hafife alan ve nefs-i emmârelerinin şehvetlerine tabi olan müşriklerin, mü’min kadınların kıyafetlerine bile tahammül edemedikleri sabittir.

Elinizde bulunan bu eser; 1973 yılında kaleme alınan, ‘Kur’ân’da Kadın’ isimli bir lisans tezidir. A.Ü. İlâhiyat Fakültesi Tefsir Kürsüsü’ne mezûniyet tezi olarak verilen bu çalışma, haftalık ‘Şura Gazetesi’nde ‘Savaş Çağrısı’ manşeti ile tefrika edilmiştir. Daha sonra (1979 yılında) ‘Düşünce Yayınevi’ tarafından; kitap olarak, insanların istifadesine sunulmuştur. O tarihten itibaren; defalarca basılan bu eser, Allahû Teâlâ (cc)’nın rızası için mücadele veren ve hesap gününe hazırlanan mü’min kadınlara rehberlik etmiştir.” S.8

 

Önsöz

“Allahû Teâlâ(cc)’nın indirdiği hükümlere mukabil olmak ve onların yerine geçmek üzere kanunlar koyan tağuti iktidarlar, hevâlarını ilâh edinen insanların ihtiraslarına dayanırlar. Fesadın kaynağı, insanoğlunun hevâsını ilâh edinmesidir. Hevâlarını ilâh edinenler; ‘Kadın Hakları’nı bahane ederek feminizm ideolojisini geliştirmişler ve ‘Kadının en büyük düşmanı erkektir’ sloganı ile aile sistemini tahrip etmenin yollarını aramışlardır. Bilhassa son yıllarda; başta Simone de Beauvoir olmak üzere, birçok Feminist yazarın eserleri Türkçeye çevrilmiştir. Batıcı-Lâik aydınların; çağdaş (sosyalist veya kapitalist) toplumlardaki ‘Kadın Haklarını’ savunma bahanesiyle, İslâm’a saldırdıkları görülmektedir. Bu arada Orta Asya Medeniyeti adı altında ‘Eski Türklerde Kadın’ konulu çalışmalara da ağırlık verilmiştir. Bütün bu gayretlerin temelinde; burjuva kültürünün etkisi vardır. İslâm fıkhını hafife alan veya reddeden modernistler; sihirli bir hurafe olan ‘çağdaş uygarlık’ masalını esas alarak, İslâm’ın kadınları ezdiği yalanını yaymaya gayret etmektedirler.

Hesap gününe hazırlanan Müslümanlar; velâyet hukukuna ve edebine riâyet ederek, İslâmî mücadelelerini sürdürmek zorundadırlar. Zira Kur’ân-ı Kerim’de “Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin dostları ve yardımcılarıdırlar. Onlar insanlara iyiliği emrederler ve kötülükten (küfürden ve masiyetten) nehyederler. Namazlarını dosdoğru kılarlar, zekâtlarını verirler. Allahû Teâlâ (cc)’ya (farzlarına ve hükümlerine) ve Rasûlü’ne (sünnetine) itaat ederler” (Tevbe Sûresi: 71) hükmü beyan buyurulmuştur. Velâyet hukuku, imana dayanan sevgiyi, dostluğu ve yardımlaşmayı beraberinde getiren bir hukuktur.

Allahû Teâlâ (cc)’nın dinine hizmet etmek isteyen mü’min kadınların vazifeleri, farz-ı ayn olan ilimleri öğrenmeleri ve salih amellerde bulunmalarıdır. Rasûl-i Ekrem (sav)’in “İlim talep edilip öğrenilmesi, her mü’min erkek ve kadına farzdır” emrine ittiba edilmediği müddetçe, felâha ermek mümkün değildir. Yahudi ve Hıristiyan kültüründe önemli yeri olan kadınların; insanoğlunun cennetten kovulmasına sebep olduğu inancı, Müslümanları da etkisi altına almıştır. Rasûl-i Ekrem (sav)’in gayr-i meşrû isteklerde bulunan ve şeriata ittiba etmeyen kadınların fitnesine karşı, Müslümanları uyardığı sabittir: “Benden sonra erkeklere, kadınlardan daha zararlı bir fitne bırakmadım.” Bu hadisin sebeb-i vürûdunu dikkate almayan ve ‘kadın fitnedir’ sloganını dillerinden düşürmeyen cahiller; ‘Cennet, annelerin ayakları altındadır’ Hadis-i Şerifini unutmuş görünmektedirler.

Bugün Türkiye’de; umumhanelerde (bir eşya gibi) alınıp - satılabilen kadınların varlığını, hiç kimse inkâr edemez. Hatta Yargıtay, bu işin bir kazanç vasıtası olduğunu kabul etmiştir. Bu Yargıtay kararını; Müslüman olduğunu ikrar eden her insanın, çok iyi düşünmesi gerekir. Bu noktaya nasıl gelinmiştir? Meşrûtiyet döneminde; ‘hürriyet, adalet ve müsavat’ kavramlarını dillerinden düşürmeyen İttihad ve Terakki Fırkası’nın eşkiyaları; muasır medeniyet adına, kadın hakları konusunu istismar etmişlerdir. Aydınlanma Felsefesi’ni benimseyen zihniyetin iddiası şudur: ‘İslâm dini, erkekleri kadınlardan daha üstün tutmuştur. Cumhuriyet rejimi ile birlikte kadınlar; başta seçme ve seçilme hakkı olmak üzere, diğer haklarına kavuşmuşlardır. Artık vatandaşlar (kadın ve erkek) birbirlerine eşittirler.’ Bu iddia ve güzel olduğu belirtilen çağdaş paradigma, binlerce yalanla birlikte insanlara kabul ettirilmiştir. Hâlbuki İslâm dini; kadın ile erkek arasında, sırf cinsiyete dayanan bir üstünlük tasnifini gündeme getirmemiştir.

Farklı cinsiyetlere sahip olan insanlar (kadınlar ve erkekler) arasındaki üstünlük, sadece takva ile sınırlıdır. Cinslerin vazifeleri, farklı olabilir. Ancak kadınlar veya erkekler, birbirlerinin haklarını tayin ve tespit etmeye mezûn değildirler. Allahû Teâlâ (cc) kadınların ve erkeklerin fıtri yapılarına uygun olan vazifelerini taksim etmiş, hak ve yetkilerini belirlemiştir. Bu sebeple ne erkeğin kadına zulmetmesi, ne de kadının erkeğe karşı mücadele vermesi mümkün değildir. Zira, teşrii hakkı ne erkeklere aittir, ne de kadınlara!..

Tarih boyunca İslâm toplumunda; kadın ve erkek arasında siyasi bir mücadelenin söz konusu olmaması, teşrii (hüküm koyma) hukuku ile ilgilidir. Bugün Türkiye’de; kadın ve erkek arasında bir mücadele söz konusu ise (ki söz konusudur) bunun temel sebebi, insanların birbiri üzerine hüküm koymada kendilerini yetkili saymalarıdır. Bunun tabii sonucu şudur: Gayr-i meşrû servet veya güç sahipleri (müstekbirler) siyasi iktidarı ele geçirirler ve diğer zümrelerin üzerine kanunlarını koyarlar!... Tağuti iktidarların hâkim olduğu ülkelerde; kadınların erkeklere oranla (fıtri olarak) daha zayıf olmaları ezilmelerine vesile olmaktadır. ‘İslâm Toplumunda ve Çağımızda Kadın’ isimli bu eser, bir ihtiyaç sebebiyle kaleme alınmıştır. Hevâlarını ilâh edinen insanlar ile hidâyete tabi olan Müslümanlar arasındaki mücadele, kıyamete kadar sürecektir. Bunu durdurmanın imkânı yoktur. Tarih Boyunca Kadın bölümünde; hevâlarını ilâh edinen insanların, kadınlara nasıl zulmettiklerini ortaya koymaya gayret ettim. Bu eseri kaleme almam için beni teşvik eden bütün mü’minlere teşekkür ederim. Ortaya koyabildiğim bütün doğrular İslâm’a aittir, hatalarımdan ve yanlışlarımdan dolayı esirgemesi ve bağışlaması bol olan Rabbime sığınırım. Gayret bizden, tevfik ve hidâyet Allahû Teâlâ (cc)’dandır.” S.18

 

Tarih Boyunca Kadın

Tarih ilminin konusu, zaman içerisinde meydana gelen hadiselerdir. İbn-i Haldun, ‘Mukaddime’ isimli eserinde: ‘Tarih yaşanan zamanın ve halin aynasıdır. Tarihi hadiselere hâkim olan kanunlar hiçbir zaman değişmez. İçinde yaşadığımız hal, maziyi aksettirir. Yaşanan hayatın geçmişe intikal eden kısmına tarih denilmektedir. Onun için günlük hayatımızı, geçmişten tecrid edemeyiz. Tarihi ve geçmişi iyi öğrenmek, hal ve istikbal hakkında sağlam tesbitler ve doğru teşhisler yapılmasına imkân verir’ diyerek, üzerinde iyi düşünülmesi gereken noktalara işaret etmiştir. Allahû Teâlâ (cc)’nın indirdiği hükümleri hafife alan veya reddeden insanlar, aklı esas almaya mecburdurlar.

Büyük Fransız Devrimi’nden sonra Avrupa’da; aklı esas alan ve ruhban sınıfının (kilisenin) siyasi tezlerini reddeden filozoflar, ‘İnsanlık Dini’ni kurmaya gayret etmişlerdir. Devrimi gerçekleştiren burjuva sınıfının liderleri; ruhban sınıfı (Kilise) ile hesaplaşabilmek için, lâikliği ön plâna çıkarmışlardır. Devlet adamlarına ve politikacılara; ‘insanlar arasındaki ilişkileri düzenlerken aklı ve bilimi esas almalarını’ tavsiye eden düşünürlere aydın ve bu harekete de ‘aydınlanma felsefesi’ adı verilmiştir. Ruhban sınıfı ile hür düşünceyi savunan aydınların mücadelesi, bütün dünyada değişik tartışmalara vesile olmuştur. İslâm toplumunda ruhban sınıfı bulunmadığı için bu tartışma ‘din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması’ şeklinde gündeme girmiştir.

Totaliter rejimlerin zulmünden bunalan insanoğlu; devletin gücünü anayasa ve örf ile sınırlayarak, kanun hâkimiyetine dayanan bir siyasi rejimin kurulabileceğini zannetmiştir. Seçimle iktidara gelen hükümetlerin; hukuku hafife almaları ve çoğunluğun adına herşeyi yapmaya başlamaları, değişik bir oligarşiyi beraberinde getirmiştir. Siyasi ihtiraslılarını bir silah gibi kullanan ve kitleleri peşinden sürükleyen Adolf Hitler, seçim ile iktidara gelmiş bir liderdir. Propaganda ile manipüle edilen kitlelerin; kanun devleti adına, hukuku nasıl ortadan kaldırabileceklerini göstermiştir. Hukukun üstünlüğü esas alınmadığı müddetçe, genel seçimlerin de bir önemi yoktur.

Tarih boyunca kadın konusunu işlerken, Hz. Âdem’den (as) itibaren Tevhîd inancına sahip olan Mü’minlerle, Allah’ın indirdiği hükümleri reddeden müşriklerin kadına bakışlarını esas alacağız. Bu arada Türkiye coğrafyası üzerinde yaşayan insanların, eğitim kurumlarında aldıkları tarih kültürlerini de dikkate alarak, onların hangi noktalarda yanıldıklarını gündeme getirmeye gayret edeceğiz.

 

Kabil’den, Hz. İsa’nın (as) Doğumuna Kadar Olan Dönem (İlkçağ)

Kabil’in, kardeşi Habil’le nikâhlanması gereken İklima’ya göz koyması ve bu sebeple Habil’i öldürmesi, kadın düşmanlığının da başlangıcını teşkil eder. Cennet’te Memnû meyvanın Hz. Havva’nın teşviki ile yendiğini esas kabul eden bu zihniyet, kadınlar yüzünden cennetten kovuldukları iddiasındadırlar. Dolayısıyla ‘kadın lanetlenmiştir’ itikadı esas kabul edilmiştir.

Nitekim muharref Tevrat ve İncil’de de (muharref olanların da, aslını bilmiyoruz) kadının lânetlendiğini bildiren cümleler geniş yer tutar. Her Yahudi’nin sabah duasında ‘Ezeli ilâhımız, kâinatın kralı beni kadın yaratmadığın için sana hamdolsun’ diye dua etmesi, bu temel akideden kaynaklanır. İlkçağı konu olan tarihlerde, mitoloji ve efsânelerde müşriklerin kadın anlayışları daha net ve açık olarak görülür. Ünlü Yunan hikâyecisi ‘Hesıod’a göre ilk kadının adı ‘Pandora’dır. Topraktan ve sudan yaratılmıştır. Kötülüklerin kapalı olduğu şişenin kapağını açmış ve bütün kötülüklerin dünyaya yayılmasına sebep olmuştur.

Aynı dönemde Mezopotamya’da durum kadının lehine gibi görülmektedir. Daha doğru bir ifade ile Feministler bu kanaattedirler. Sümer’lerden kalan belgelerde, kadın ile erkeğin eşit olduğu, hukuk önünde her iki cinsin aynı haklara sahip bulunduğu belirtilmektedir. Ancak boşanma hâlinde kadınların, kocaları tarafından nehre atılmak suretiyle öldürülmesi vâkıası gizlenememiştir. Ünlü Yunan tarihçisi Herodot ise ‘Mezopotamya’da her kadının evlenmeden önce bir kere tapınağın birinde kendini bir yabancıya teslim etmek zorunda olduğunu’ yazmaktadır. Bu arada, o devrin ünlü putu ‘Endiku’ ağzından kadının mâhiyetini açıklayan cümleler ilginçtir. ‘Endiku’nun ilkelerine göre kadının hayvânî bir ruha sahip olduğuna herkes inanmak zorundadır.’

Hz. İbrahim (as)’in tebliğ görevi sırasında, Filistin bölgesinde de Hz. Lût (as)’ın peygamberlikle görevlendirildiğine şahit oluyoruz. Lût Kavmi’nin azgınlıkları ve ahlâki yapıları da Kur’ân-ı Kerim’de izah edilmiştir. Bilindiği gibi kadın; Lût Kavmi içerisinde salt bir cinsel oyuncağa dönüşmüştür. Tıpkı günümüzdeki gibi ‘cinsel özgürlük’ adı altında müşriklerin sürdürdüğü propaganda o gün de mevcuttur. Nitekim belirli bir süre sonra Lût Kavmi içerisinde erkekler birbirleriyle cinsel ilişkiler kurmaya başlamışlar, Hz. Lût Peygamberin (as) evine gelen iki meleği erkek zannederek zorla elinden alabilmek için harekete geçmişlerdir.

Bugün modern putperestliğin yaygın olduğu birçok kapitalist ve sosyalist ülkelerde ‘homoseksüelliğin serbest’ bırakılması için mitingler düzenlendiği hatırlanırsa, meseleler çok dahi iyi kavranır.

Anadolu’da kadının, Filistin ve Mezopotamya’ya oranla daha iyi şartlara haiz olduğu, bilhassa cumhuriyetin ilk yıllarında ısrarla savunulmuştur. Zira ‘Anadoluculuk’ sevdası başlamış, Hititliler’den, Medler’e, Yunanlar’dan, İskitler'e kadar birçok kavmin medeniyetlerine övgüler düzülmüştür. Hâlbuki Karadeniz kıyılarında ‘erkeklere ölüm’ sloganı ile ayaklanan ve devlet haline gelen Amazonlar mevcuttur. Amazonlar, sadece kadın neslinin çoğalması için erkeklere ihtiyaç duymuşlar, erkek çocuk dünyaya geldiği zaman öldürmüşlerdir. Sadece kadınlara hayat hakkı tanıyan bu devlet, feminizmin ideal devletidir.

Bugün Kate Millett ve Simone de Beauvoir’in öncülüğünü sürdürdüğü ve ‘en büyük düşmanın erkektir’ sloganını benimseyen ‘Feminizm’ ideolojisi, Amazonlar’ın devletini öz-lemektedir. Feministler, erkeklerin yönetime hâkim oldukları her sistemi ‘Fallokrasi’ olarak ilân ederken, amozonlaşmanın örneklerini sunmaktadırlar. Anadolu’da kadın üzerinde tartışmalar sürerken, Ziya Gökalp’in ‘Orta Asya Medeniyeti’ iddiaları gündeme girmiş ve eski Türkler’de ‘Kadın-Erkek Eşitliği’ teorileri zihinleri kaplamıştır. Hâlbuki eski Türk destanları, kurtlarla cinsi temas kuran kadınlarla doludur. ‘Bozkurt’ efsânesi, Türklerin menşeini böyle bir sapıklığa bağlar. Kabil’den Hz. İsa (as)’ya kadar olan İlkçağ’da vahye inanan insanların birbiri ile olan ilişkilerinin Allah’ın tayin ettiği hududlar içerisinde cereyan ettiğini biliyoruz. Allah’ın indirdiği hükümleri reddeden toplumlarda ise, yukarıda izaha gayret ettiğimiz çok sefil bir hayat yaşanmıştır.

 

İstanbul’un Fethinden, Fransız İhtilâli’ne (Yeni Çağ) Kadar Olan Dönem

“Reform ve Rönesans hareketleri, insanî özelliklerini kaybeden batı toplumunu derinden etkiledi. İncil’in tahrif olduğu hususu kavranmıştı. Martin Luter’in öncülüğünde katolik kilisesine karşı bir ayaklanma başladı. Bu ayaklanma diğer birçok mezhebin de ortaya çıkmasına vesile oldu. Ancak her mezhepte kadın meselesi, papaz olan ve hareketi yöneten kişilerin şahsi görüşlerine göre yeni hükümlere bağlanıyordu. Bir noktada, Allah adına papazlar kadına bir mevki biçiyorlardı. Protestan Mezhebi’nin ‘boşanma’ hususunda geniş bir yol tutması, aile hayatında belirli bir canlılığı getirmişti. Ancak Martin Luter’in iddiaları, yüzyıllarca ezilen, horlanan ve şerefleri ile oynanan kadınlara herhangi bir şey getirmedi. Zira Protestanlık ‘beşeri bir ideoloji’ hüviyetine bürünmüştü. Erkekler, kadınlar üzerindeki ‘ilâhlık’ haklarından (!) vazgeçmiyorlardı.” S.48

 

Çağımızda Kadının Durumu

“1789 Fransız İhtilâli, sadece batı feodalizmini ve kilisesini yıkmakla kalmadı, ‘hürriyet, adalet, müsavat’ çığlıklarıyla Osmanlı toplumunu da derinden sarstı.

Sanayi Devrimi’ni tamamlayan batılı müşrik devletler, hammadde kaynaklarına el koymak ve pazar bulmak gayesiyle bütün İslâm topraklarını işgal ettiler. Bu Emperyalizm’i sadece ekonomik bir olay olarak değerlendirmek, bu açıdan bakmak mümkün değildir. Zira Emperyalizm beraberinde şirk ve tuğyanı da getiriyordu. Bu yeryüzünü saran şirk tufanı, temelde eski Yunan Felsefesi, Roma Hukuku ve muharref Tevrat ve İncil’in sentezine dayanıyor, yepyeni bir anlayış olarak ortaya çıkıyordu. Bilhassa, Avrupa medeniyetini derinden etkileyen filozof ve yazarların kadına bakışları çok ilginçtir...”

 “Çağımıza hâkim olan Batı Medeniyeti’nin temel kaynakları kadını peşinen mahkûm etmiştir. Hatta kadının her kötülüğün kaynağı telâkkisi ve kadının şeytanın uşağı anlayışı, bu medeniyetin temelinde mevcuttur. 1789 Fransız İhtilâli, kadın açısından belirli hakların elde edilmesi yönünden önemlidir.

1848 yılında, Karl Marx’ın kadın işçilerle erkek işçilerin aynı haklardan faydalanmamasının insanlık dışı olduğunu iddia etmesi üzerine, kadın işçiler direnme örgütleri kurmaya başladılar. Nitekim Karl Marx ‘Das Capital’ isimli eserinde ‘Mr. E. adındaki iş sahibinin; işçi kadınlardan, bilhassa evli olanlardan fazlasıyla randıman aldığını, üstelik de az para ödemek suretiyle maliyeti düşürdüğünü çekinmeden ifade etmektedir. Zavallı evli kadın, ailesini geçindirmek için her türlü riske girmeyi göze almıştır. İş sahibi ise kadınları esir gibi kullanmaktadır’ demek suretiyle, Kapitalizm’in insana bakışını ortaya koymuştur.” S.58

“Çalışmak... İşte çağımız kadınını en çok sömüren mefhum. Emperyalistler’in ve onların yerli jandarmalarının asla terk etmedikleri sihirli formül. ‘Kadınlar mutlaka çalışmalıdır’ sloganı ile yola çıkan şeytanın askerleri, sanki ‘Kadın sırtüstü yatsın, hiç kıpırdamasın’ diyenler varmışcasına hareket etmektedirler. İnsanlığın gözünden gizledikleri bir gerçek vardır. Ev işleri çalışmayı gerektirmez mi ki, kadını mutlaka bir fabrika köşesinde işçi veya bir devlet dairesinde memure olarak görmek istiyorlar. Hele hele, çağımız işsizliklerin en büyük problem ilân edildiği bir çağ olduğu halde, bu gayretkeşlik niye...

Batı medeniyeti dayandığı temellerden gelen bir düşmanlık içerisindedir. Bu düşmanlık kadını lâyık olduğu mevkiye getirmez, getirmemiştir de. Bilhassa burada üzerinde durmamız gereken bir husus vardır. Bağlı oldukları batılı efendileri kadını kurtaramadığına göre, bizim içimizdeki onların kopyaları kadına nasıl bir dünya hazırlayacaklar? Kadın haklarının kazanılmasının bilmem kaçıncı yılını kutlayan ve her kutlama töreninde İslâm’a ve Osmanlı’ya küfredenler, kimden, ne bekliyorlar? Ankara ve İstanbul’da bulabildikleri ve Yakup Kadri’nin Sodom ve Gomore’de çizdiği kadın tipleri, ülkemiz insanını temsil etmekten uzaktır.” S.60

 

Osmanlı Döneminde Kadın

Osmanlı’da kadın haklarının engellendiğini ve onun cemiyet dışına itildiğini iddia eden aydınlarımızın en çok sarıldıkları kaynaklardan birisi, eski Türklerde kadının durumudur. Bilhassa Cumhuriyet’in ilk yıllarında resmi kanaldan yürütülen Türkçülük cereyanı, o noktaya çıkarılmıştır ki, âdeta İslâm dininin, Türk’ü yok etmeye yöneldiği iddiaları ortaya atılmıştır. Bu akım kadın sahasında da kendisini hissettirmiş, eski Türk’lerde kadının muhterem bir mevkiinin bulunduğunu, İslâmiyet’in kadını dört duvar arasında hapsederek bu mevkii elinden aldığı iddiası açıkça savunulmuştur.

Türk kadınının İslâmiyet’e girmekle çok şeyini kaybettiğini iddia eden aydınlarımızın, başlığın insanî olmadığını söylerken bu inancın Türklerin eski dini Şamanizm’den geldiğini gizlemişlerdir. Evet, gerçek budur ve Eski Türklerde ‘Kalıng’ adı verilen bu başlık sistemi, kadını satılır bir mal durumunda tutmuştur. Ayrıca, Eski Türk destanlarına bir göz atılacak olursa, karşılaşacağımız gerçekler, içler acısıdır. Genellikle, kurtla temas kuran kadınlardan bahseder destanlar. Ayrıca, Ayberk’in torunu Ebubekir’in anlattığı bir efsanede kadın arslanla birleşir. Evet, gerçek budur. Destanlarda anlatılmaya çalışılan kadın, ancak hayvanlarla denk olmaya lâyık görülmüştür.

Gerçi, erkekler de dişi kurtlarla düşüp-kalkarlar ama böyle bir sistemin kadınlığı yücelttiğini iddia eden insanların kafa yapılarına acımak mecburiyeti vardır. Allah’ın nizamından kaçabilmek için, bahane arayan bu tipler buldukları her şeye sıkı sıkı sarılmak ve onu hakikat kabul etmek mecburiyetinde hissetmektedirler kendilerini. Ve işte bu psikoloji içerisinde, İslâm’a ‘Türklük’ adına saldırmışlardır. Bu saldırılar bazen o kadar ileriye götürülmüştür ki, Kur’ân’ın, Hz. Muhammed (sav) tarafından uydurulmuş bir talimat olduğu bile iddia edilmiştir.

Osmanlı Devleti altı milyon kilometre karelik bir alana hükmediyordu. Bu alan içerisinde, değişik ırklar ve değişik kültürler mevcuttu. Önce kadın üzerinde bu değişik örf ve âdetlerin büyük etkisi görülmüştür. Elbette buna, aynı devlet içerisinde tek bir hükmü ortaya koymak imkânsızlaşmaktadır. Biz genel olarak Osmanlı Devleti’ne hâkim olan kanunların, kadına tanıdığı haklar üzerinde duracağız. Bunu, teorik bir açıklama şeklinde tarif edebilirler, fakat bugün kadınların haklarını elde ettiklerini iddia edenler aynı metodu uygulamıyorlar mı? Bu suale hayır diyebilmek mümkün değildir. Aksi takdirde, kadınların kurtuluşu gibi lâflar etmeleri imkânsızdır.” S.88

“Osmanlı Devleti’nde kadın, son devrin feministlerinin iddia ettiği gibi, seçme iradesinden mahrum değildir. Bilâkis, İslâm hukuku bu hususta açıklık getirmiştir. Bugün bile, eşini seçme imkânına sahip olamayan kızların varlığı bir realitedir. Demek ki, eşini seçebilme hürriyeti İslâm hukuku ile alâkalı bir mesele değildir.”

“Osmanlı Devleti’nde kadın, fâhişe olmaya zorlanmamış, resmi genelevlerinde süründürülmemiştir. Kadın haklarını savunduğunu zanneden devrimbazlara bu gerçeği açıkça belirtelim. Cinsi ahlâka riâyet yalnız kadının uyması mecburi bir kaide olarak tutulmamış, zina halinde her iki cins, aynı ceza ile cezalandırılmıştır. Eğer günümüzde kadının haklarına kavuştuğu iddialarında samimi iseler, şöyle gözlerini cemiyete bir çevirsinler. Kadın, sadece işçi olarak değil, aynı zamanda büyük bir reklâm aracı olarak sömürülmektedir. İşte Osmanlı’da böyle bir sömürüye rastlamak mümkün değildir. Tanzimat Fermanı’na kadar Osmanlı kadınının mal ve mülk sahibi olmadığını iddia eden insanlara acımamak elde değildir. Çünkü daha ilk kuruluş yıllarında bile, kadın ekonomik yönden hürdür. Kendisine nikâh sırasında verilmesi mecburi olan Mehri, istediği gibi değerlendirme hürriyetine sahiptir. Ayrıca miras yoluyla da, mal-mülk sahibi olma hürriyeti mevcuttur. Tanzimat sonrası çıkarılan, kadının mal varlığına kavuşacağı iddiası, batılı anlamda kanun yapma tutkusuna kapılmış, birkaç kukla aydının gayretkeşliğinden başka bir şey değildir. Zira Osmanlı’nın ilk kuruluş yıllarında bile, kendi mal varlığından okullar, hastahaneler, köprüler ve aş evleri yaptıran kadınlara rastlıyoruz.

Kadının mal ve mülk sahibi olması, daha değişik bir ifade ile ekonomik özgürlüğü Cumhuriyet döneminde sağlanmış değildir. Hatta Cumhuriyet döneminde, kadın ekonomik yönden daha bağımlı hâle düşmüştür. İleride bunun sebepleri üzerinde duracağız.

Osmanlı dönemine yapılan iftiraların en büyüklerinden birisi de, kadınları cahil bıraktığı iddiasıdır. Bu iddia o kadar ileriye götürülmüştür ki, Osmanlı Dönemi’nde bulunan, on üç adet sadece kadınlara mahsus olan İstanbul Medreseleri bile gizlenmeye çalışılmıştır. Bugün İstanbul’da kadınlara yükseköğrenim veren, on üç adet fakülte mevcut mudur? Devrimbazlar bu gerçeği kimin hatırına gizliyorlar? S.91

“Osmanlı döneminde kadının bütün hakları erkeğin iki dudağı arasındadır diyen Cumhuriyet dönemi kadın yazarları ve araştırmacıları, farkında olmadan bir gerçeği gizlemektedirler. Hiçbir zaman İslâm’da boşanma onların zannettikleri veya birbirini kaynak göstererek yaydıkları yalanlar gibi değildir.

Nitekim İslâm’da boşanma bahsinde ilmî delillerle bu gerçeği açıkça ortaya koyduk. Osmanlı Dönemi’nde kadın, İslâm’ın kendisine verdiği haklardan faydalanmıştır. Ancak, değişik ırk ve inançların tek bayrak altında toplandığı böyle bir Devlet’te, elbette örf ve an’anelerin tesiri ile ezilmiş kadınlar bulunabilir. Nitekim bugün ülkemizde de hâlâ bazı yanlış itikadlar, kadını mahkûm etmektedir.” S.92

 

Tanzimat Fermanının Kadın Üzerindeki Etkisi

“1789 Fransız İhtilâli, sadece Avrupa’yı değil, Osmanlı’yı da büyük çapta etkilemiştir. Burjuvazinin devlet yönetimini ele geçirmiş olması, daha önce feodal beylerin safında yer almış olan Kilise’yi mahkûm etmiştir. Bu sebeple, lâiklik adı verilen ve Allah’ın bütün tasarruflarını inkâr eden ve inancı vicdana hapseden yeni şekil devlete hâkim olmuştur. Milliyetçilik diye adlandırılan bu değişik devlet anlayışı, Osmanlı içerisinde ilk devirlerden beri var olan, azınlıklar üzerinde etkili olmuştur. Bilhassa Sanayi Devrimi’ni tamamlayan Batılı Devletler, Osmanlı’yı bir hammadde kaynağı olarak görmeye başlamışlardır. Bunun tabii neticesi olarak, Osmanlı üzerindeki dış baskılar alabildiğine artmıştır. Yüzyıllarca tek devlet olarak, bütün Müslüman nüfusa hâkim olan Osmanlı içerisinde mevcut olan ırklar arası savaşı kızıştırmak mecburiyeti vardır. Bunu kavrayan batı, önce hristiyan azınlıkları hürriyet mücadelesine çağırmış; uzun yıllar Balkanlarda çete savaşı sürmüştür.

Bu sırada, Osmanlı sınırları içerisinde yaşayan Hıristiyanlar’ın savunuculuğunu üzerine alan İngiltere ve Fransa, onlar adına Osmanlı ile pazarlığa oturabilecek noktaya yükselmiştir. İşte Tanzimat Fermanı, böylece hazırlanmış ve Osmanlı Devleti içerisinde yaşayan, Müslümanlarla - Müslüman olmayanların eşitliğini sağlamıştır. Halk tarafından ‘Gâvura gâvur demek suçtur’ şeklinde karikatürize edilen bu ferman, Osmanlı’yı kurtarmak bir tarafa, düşüşü hızlandırmıştır.” S.94

“Avrupalılaşmak, Saray eliyle, hatta sadrazamlar kanalı ile teşvik görürken, kadının bu sahada etkilenmemesini beklemek hayâl olur. Nitekim Avrupa edebiyatı ile ilgilenen ve bu sahada eser veren ilk kadın şair Osman Paşa’nın kızı Nigâh Hanım (1856-1918)’dır. Şiir ve hikâyeleri ile şöhret yapan bu kadın yazarın yabancı dilden tercümeleri de mevcuttur. Bundan sonra, Fatma Makbule Hanım, Mihrünnisa Hanım, Fatma Aliye Hanım, Emine Semiye Hanım gibi kadın yazarlar, Batının tesiri altında eserler vermeye başlamışlardır.

Osmanlı içerisindeki bu değişiklikler kısa dönemde, kadını sokak hayatına çekmeye ve ahlâkın düşmesine sebep olmuştur. Bilhassa Tanzimat Fermanı’nın gayr-i müslimlere tanıdığı haklar, kısa dönemde etkisini göstermiştir. Osmanlı sosyal hayatının sarsıldığını görünce, kanun kuvvetiyle bunu önlemek gayretine düşmüştür. Fakat artık, önüne geçilmez bir kuvvet vardır: Batı ve Batının yerli ajanları. Kısa bir dönem içerisinde, Batı etkisindeki kadın yazarlar yayın organı çıkarmaya başlamışlardır. ‘Hanımlara Mahsus Gazete’ adı altında Selânik’te başlayan ve ilk sayısını 19 Ağustos 1893 yılında halka sunan, kadın yazarlar, toplumda kadının ezildiği ve kurtuluşun batılılaşmakta olduğunu savunmaya başlamışlardır. Gazete’de makale yazan kadınların çoğu Saray ve çevresinin kızlarıdır. Yani toplumun idari mekanizmasına hâkim olanlar. Bu insanlar kadınların ezildiğini iddia ederken, Batı’yı kendilerine örnek alıyorlardı. Fakat birşeyin farkında değildiler, batı hiçbir zaman Osmanlı’nın hayrını düşünmüyordu.” S.96

 

II. Meşrûtiyet Döneminde Kadın

“Evet, II. Meşrûtiyet, onların beklediği hürriyeti getirmemiştir. O dönemde ‘Hürriyet’ kelimesi, korkunç iyilikleri üzerinde toplayan bir efsundu. Kadınlar da aynı tutkuyla bağlanmışlardı bu kelimeye. Fakat hürriyetin ne olduğunu tarif bile etmekten uzaktılar. İstedikleri kadına politik ve ekonomik özgürlük de değildi.

Nitekim o dönemde kadın haklarının en hızlı savunucuları, Ağaoğlu Ahmet, Halide Edip, Celâl Nuri İleri, Selâhaddin Asım, Abdullah Cevdet gibi yazarlar da bu konu üzerinde hiç durmuyorlardı. Bütün iddiaları, ‘Kadın-Erkek eşittir’ sloganı ile bitiyordu. Bu eşitliği sağlayacak sosyo-politik nizam hangisidir veya nasıl gerçekleşir, kimsenin kendini yorduğu yoktu. Hattâ ‘kadın mı üstün yoksa erkek mi?’ konuları ile uğraşan bu insanların en garip yanı, batıdaki hareketlerin kötü bir kopyacılığını yapmaktan ibarettir.” S.97

 

Cumhuriyet Döneminde Kadın

“Osmanlı’nın çöküş dönemi içerisinde, Batı Emperyalistleri anonim şirketler vasıtasıyla ekonomiye el koymuş vaziyettelerdi. İttihad ve Terakki’nin kurmayları, 1907 yılında, vurgunculuğu, sahtekârlığı, dolandırıcılığı önleyememenin ve bir avuç çıkarcıya mağlûp olmanın sonucu, İstanbul ahalisini besleyemez duruma düşmüşlerdi. Men-i İhtikâr Kanunu kısa devrede işe yaramaz duruma gelmiş ve halk bu işle uğraşan komisyona ‘memba-ı ihtikâr’ adını takmıştır. Anadolu insanı, tarihi direnişini sürdürürken, anonim şirket sayısı bir anda 88’e fırlamıştır. Batı Medeniyeti’nden yana olan ve genellikle şehirlerde oturan, yazar-çizer ve aydın takımı, ‘tamamen Avrupa’ya mı bağlı olalım’, yoksa ‘sadece bir devletin mandalığını mı kabul edelim?’ fikrini tartışıyorlardı. Evet, bu korkunç bir ihanetti. Uzun yıllar kadın haklarını savunan ve güya Osmanlı kadınına eşitlik ve hürriyet isteyen aydınlar da, aynı tartışmalarda taraf olma durumundaydılar. Bunların başında, kolej hayatı sırasında Budizm’den etkilenen ve tam bir Amerikan hayranı olan (aynı zamanda Turancı) Halide Edip tek kurtuluşu Amerikalıların mandalığını kabul etmekte görüyordu. Halide Edib’e göre, ‘gerçek ekonomi ve düşünce bağımsızlığımızı’ ancak Amerika mandası olduğumuz an gerçekleştirebilirdik. Aynı kanaatleri paylaşan bir kişi daha mevcuttu. O da, Ahmet Emin Yalman’dı. Bu düşüncenin karşısında ise, İngiliz Mandası olmamız gerektiğini savunanlar mevcuttu. Bilhassa Refik Halit Karay bu düşünceyi bizzat gazetelere yazdığı makalelerle ortaya koyuyordu.” S.105

“Türkiye’yi yabancı bir devletin sömürgesi yapmakta anlaşan fakat hangi devletin bu işi yapması gerektiğinde anlaşamayan aydınların, Bremen Mızıkacıları gibi söyledikleri tek söz vardı. Kadın Hakları...! Hepsi bu konuda kesinlikle anlaşıyordu.

Kadın mutlaka çalıştırılmalıdır, gelişmekte olan sanayimize dişi emek ihtiyacı vardır. Fakat hiçbirisinin bu konuda ciddi bir araştırması yoktu. Birçoğu gönülden iman ettiği emperyalist batının gönüllü mikrofanlarıydı.” S.106

 

Çok Partili Dönemde Kadın

“Bu dönemde, sinemanın hızla yaygınlaşması, kitleler üzerinde resmî ideolojinin çizdiği sınırlar içerisinde mesajın hızla yaygınlaşmasını sağlamıştır. Genellikle ‘Batı tipi aşk sahneleri’, Anadolu insanını derinden etkilemiş, ‘Zinâ’ kitlelere maledilmek istenmiştir. Bunda önemli ölçüde muvaffak oldukları da gizlenemez. Kur’ân-ı Kerim’in okunmasının bile yasaklanması, ezanın ırkçı bir tavırla Türkçeleştirilmesi, tesettürün devlet kuvvetiyle önlenmesi, Anadolu insanını isyan noktasına getirmişti. Müslümanların, korkunç bir isyanla, resmi ideolojinin bütün dayanaklarını darmadağın etmesinden korkan siyasi çevreler, bu birikimi zararsız bir hâle getirmenin yollarını bulmuşlardır. Demokrat Parti, bu kini söndüren ve Müslümanları kendi düşüncesine göre kanalize eden bir güç olmuştur. Ezanın asli şekline çevrilmesi, İmam - Hatip Okulları’nın açılması, Kur’ân Kursları’na müsaade edilmesi, İslâmî bayramların tatil günü şeklinde değerlendirilmesi hep bu döneme rastlar. ‘Türkiye Müslümandır, Müslüman kalacaktır’ diyen zamanın başbakanı Menderes, kitlelerin sevgilisi hâline gelmiştir. Bu dönem, (hızla gelişen Komünist düşünce) o zamana kadar ‘üfürükçü, muskacı, yobaz ve mürteci’ gibi aşağılayıcı sıfatlarla anılan Müslümanlara yeni bir isim bulunmasını zaruri kılmıştır. Komünizm’e karşı mücadele verecek bu yeni gücün ismi, ‘Milliyetçi, mukaddesatçı, vatansever, sağcı ve muhafazakâr’dır.” S.111

 

Günümüzdeki Manzara

“Silâhlı kuvvetlerin vesâyetini ve gizli iktidarını kabul eden siyasi rejimin adı Cumhuriyet değil, Prononciemento’dur. Bu mahiyetteki siyasi rejimler; bazı Afrika, Güney Amerika ve Ortadoğu ülkelerinde görülmektedir. Siyaset uzmanlarından Duverger’in ‘Prononciemento’ olarak vasıflandırdığı bu rejimde; silâhlı kuvvetler, sivil politikacıları hem yönlendirir, hem perde arkasından devleti yönetirler. Türkiye’de 27 Mayıs 1960 ihtilâli; sadece Demokrat Parti’nin iktidarına son vermekle kalmamış, Prononciemento rejiminin bazı unsurlarını da cumhuriyet sistemine taşımıştır. Mevcut rejimi koruma ve kollama vazifesi; millete değil, TSK iç hizmet yönetmeliği ile orduya tevdi edilmiştir. Türkiye’nin siyasi, iktisadi, sosyal, kültürel ve teknolojik durumunu tesbit (ve gelişmeleri takip) görevi, kanunla Milli Güvenlik Kurulu’na devredilmiştir. Seçimle iktidara gelen hükümetlerin; hukuku hafife almaları ve çoğunluğun adına her şeyi yapmaya başlamaları, değişik bir oligarşiyi beraberinde getirmiştir.

Türkiye’deki demokrasi ve cumhuriyet kültürü, masallardaki zümrüd-ü anka kuşuna benzemektedir. Varlığı sabit değildir, fakat herkes ondan söz etmektedir. Resmi ideolojinin bir din gibi benimsenmesi ve devlet imkânları ile pazarlanması, cahili bir sistemi gündeme getirmiştir. Hak ile batılı birbirine karıştıran ve hevalarının ihtiraslarını kanun haline getiren politikacılar, Türkiye’yi bir terör bataklığına sürüklemişlerdir.” S.114

 

Sonuç

“Türkiye’deki aydınlar; batılı filozofların ideolojik hurafelerine iman etmekle kalmamış, kendileri gibi düşünmeyen insanları düşman ilân ederek, fitne ve fesadın kaynağı haline gelmişlerdir. Ateist ve jekoben Fransız laiklerinin; kiliseye yaptığı itirazları ezberleyen ve aynı itirazları İslâm dinine yapan bu aydınların, demokrat olabilmeleri dahi mümkün değildir. Eğer demokrasiye inanmış olsalardı, farklı düşüncelere ve ideallere saygı göstermeleri gerekirdi. Türkiye’de hevâlarını ilâh edinen lâikperest (sivil ve asker) bürokratların; batıl bir şeriatı ayakta tutabilmek için, her şeye müdahale ettikleri sabittir. Vatandaşların nasıl giyineceklerini ve nasıl düşüneceklerini dahi, tesbit etme hakkını kendilerinde görebilmektedirler. İnsanların en tabii hakları dahi tehdit altındadır.”

 

Mehmed Zahid Aydar

Mîsak Dergisi

Sayı:344 / Temmuz 2019