ABD'nin misyoner okulları 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında Osmanlı coğrafyasında geniş bir eğitim ağı kurmuştur. 1824 ile 1910 arasında 500’den fazla okul açılmış, yaklaşık 30.000 kayıtlı öğrenci bu kurumların çatısı altında eğitim görmüştür. Bu okulların mezun ettiği öğrencilerin sadece sayısı değil, geldikleri makam ve mevkiler önemlidir. Meselâ: Balkanlar ve Ortadoğu’daki yeni ülkelerde önde gelen entelektüeller ve siyasetçilerin birçoğu 1863 yılında eğitime başlayan Robert Kolejin mezunlarıdır. Amerika’nın Osmanlı İmparatorluğundaki ilk girişimleri, Hıristiyanlar arasında Protestanlığı yaymaya yönelik evanjelik bakış açısını yaymalarıdır. Mustafa Kemal 1924’te verdiği bir söyleşide Amerikalıların ideallerini, ‘yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin ideallerinin aynısı’ diyerek, modern Türkiye'nin oluşumundaki harcı ifade etmiştir. Yazar Ali Erken'in kaleme aldığı 'Amerika ve Modern Türkiye’nin Oluşumu' isimli eser, hangi kültürün etkisi altında kaldığımızı ortaya koymaktadır.
Amerika ve Modern
Türkiye’nin Oluşumu
|
Amerika’nın
o zamanlar Yakındoğu diye bilinen Ortadoğu’daki çıkarları bölgenin sadece
zengin enerji kaynaklarına sahip olmasından değil, nüfus itibarıyla dünyanın
ikinci büyük dininin, yani İslâmın merkezi ve Hıristiyanlığın doğduğu yer
olmasından da kaynaklanıyordu. Amerikan misyoner okulları 19. yüzyıl sonu ve
20. yüzyıl başında Osmanlı İmparatorluğunda geniş bir eğitim ağı kurmayı
başarmıştı. 1824 ile 1910 arasında 500’den fazla okul kurulmuş,
yaklaşık 30.000 kayıtlı öğrenci bu kurumların çatısı altında toplanmıştı. Bu
okulların mezun ettiği öğrencilerin sadece sayısı değil, geldikleri mevkiler de
şaşırtıcıydı: Örneğin Balkanlar ve Ortadoğu’daki yeni ülkelerde önde
gelen entelektüeller ve siyasetçilerin birçoğu Osmanlı İmparatorluğunda 1863’te
kurulan ilk Amerikan okulu olan Robert Kolejin mezunuydu. Amerika’nın
Osmanlı İmparatorluğundaki ilk girişimleri, kardeş Hıristiyanlar arasında
Protestanlığı yaymaya yönelik evanjelik bir bakış açısının güdümündeydi. The
American Board of Commissioners for Foreign Missions (Amerika Yabancı
Misyon Komiserleri Kurulu) ülke dışındaki Amerikan misyoner okullarının çoğunu
denetliyor, öğretmenler ve diğer personel, merkezi ABD’de bulunan birkaç misyoner
cemiyetinde hazır bekliyordu. Sundukları bu hizmetler ve eğitim, Amerikalıların
Osmanlı siyasal seçkinleriyle dostane ilişkiler kurmasını sağladı, Türkiye
Cumhuriyeti de bu ilişkileri miras olarak devraldı.
Eğitim ve sosyal hizmetler alanında gösterdiği
faaliyetlerin Protestan bir nitelik taşıması, Amerika'yı halifeliğin
lağvedilmesi sonrasında zorlayıcı bir sınavla karşı karşıya
bıraktı. Bu olay ve Osmanlı İmparatorluğunun çözülmesi, İslâmi ya da
Hıristiyan, dinsel temellere dayalı bir müfredat kullanmanın artık
mümkün olmadığı anlamına geliyordu. Amerikalı misyoner okullar
kendini ikircikli bir durumda, cumhuriyetçi reformların ülkeyi hangi yöne
çekeceğinden kuşkulanır halde bulmuştu.
Cumhuriyet ilan edildikten sonra, Türk
milliyetçiliği hummasının siyasal söyleme hâkim olması ve bir grup cumhuriyetçi
seçkinin yabancı kurumların ülkedeki varlığıyla ilgili derin kaygılara
kapılması sebebiyle mevcut siyasal atmosfer Amerikalı okullar açısından
kasvetli bir hal aldı. Yeni kanunlar ve kuralların kabul edilmesi sonrasında
sadece bir avuç yabancı kolejin açık kalmasına izin verildi. Tarihsel
saygınlığı ve müfredatını gözden geçirip yenilemekte gösterdiği başarı
nedeniyle Robert Kolej de bu okullar arasındaydı. Öyle görünüyor ki ilk başta
yaşanan bu darbelerin ardından her iki taraf bir orta yol bulmaya meyletmeye
başladı. Cumhuriyetçi yönetim, Batılı teknik bilgi ve kültürel normların acilen
alınmaması halinde Batılılaşma misyonlarının başarıya ulaşamayacağını çabucak
anlarken Amerikalılar da cumhuriyetçi yönetimin nihai vizyonu hakkında daha
açık bir görüşe vardı.
Mustafa Kemal 1924’te verdiği bir
söyleşide Amerikalıların ideallerini, ‘yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin
ideallerinin aynısı’ diyerek övüyordu.
Mustafa Kemal’in Amiral Mark Bristol’le
yakın dostluğu sadece kişisel tanışıklığa değil, ideolojik kaygılara da
dayanıyordu. Mustafa Kemal evlat edindiği kızlarını İstanbul’daki Robert Koleje
göndermişti; görünüşe bakılırsa onların Amerikan kültürünü daha yakından
tanımasını istiyordu. 1925 ile 1937 arasında Türkiye Cumhuriyeti başbakanı
olan, daha sonra cumhurbaşkanı olarak Mustafa Kemal’in yerine geçen İsmet İnönü
de aynı şekilde, genellikle Amerikalılar hakkında olumlu görüşler beyan
ediyordu. Rockefeller yetkilileri her ziyaretlerinde kısa da olsa onunla görüşme
fırsatı buluyor, Türkiye’de daha etkin çalışmaya teşvik ediliyordu.
Cumhuriyetçi yönetim ‘geleneksel’, ‘dinsel’ ve ‘muhafazakâr’ zihniyeti
dönüştürme niyetiyle siyaset, hukuk ve eğitim alanında ‘bilimsel’, ‘seküler’ ve
‘liberal’ değerleri aşılamaya yönelik ciddi reformlar başlattı.Türkiye’nin
vasıflı insanlara duyduğu acil ihtiyacı karşılamak konusunda üniversiteler ve
akademisyenlerin performansından memnun olmayan Atatürk, yüksek öğrenim
konusunda uzman olan Alman Albert Malche’yi eğitim üzerine bir rapor
hazırlaması için ülkeye davet etti. ‘Bu raporun tavsiye edilmesinin
ardından Darülfünunu fesheden Atatürk, bilim insanlarının yaklaşık yarısını
kovdu ve İstanbul Üniversitesini kurdu.’ Cumhuriyetçi yönetim işte
böyle reformcu bir atmosferde, Türkiye’deki Amerikalı uzmanlar ve
akademisyenlerin görüşlerine sık sık başvuruyordu.
Bu ideolojik yakınlaşma, II. Dünya
Savaşının sonuna, komünizmin Sovyetler Birliği önderliğindeki yükselişiyle
birlikte Türkiye ve ABD’nin kendilerinin değişen bir siyasal ve ideolojik
atmosferde bulduğu döneme dek gayet iyi işledi. Müttefiklerin Almanlar ve Japon
İmparatorluğu karşısında kazandığı zafer, savaşın dışında kalan Türkiye’den
yana içlerinin rahat olacağı anlamına gelmiyordu, zira Türkiye’nin bu yeni
düzendeki yeri hâlâ belirsizdi. Müttefik devletler nüfuz
alanlarını kararlaştırmak için uzun müzakerelerde bulunuyordu. Stalin,
Temmuz 1945'te Potsdam Konferansında Türkiye'nin doğu sınırlarıyla ilgili
taleplerde bulunarak Boğazlar üzerinde yeni haklara sahip olmak için Montrö Antlaşmasının
gözden geçirilmesini talep etti. Türkiye'nin kendini Sovyetler'den korumak için
yaklaşık 500.000 askeri seferber etmesi gerekiyor, bu da bütçesine muazzam bir
yük bindiriyordu. Bu süreçte ABD genelkurmay başkanı, Sovyetler'in
nüfuz alanını genişletme planlarına karşı Türkiye'yi bölgedeki en
önemli askeri oyuncu olarak tanımlamıştı. Türk siyasal-entelektüel
seçkinleri tehlikeyi savuşturmak için özellikle askeri alanda dış yardım
aramak zorunda kalmıştı. CHP yönetimi Batı blokunda kalmaya çoktan
karar vermiş, tek parti rejiminin 1946'da son bulması da Türkiye'nin
demokrasiye bağlılığını sergileyen akıllıca bir siyasal manevra olmuştu.
1946'da CHP'yle rekabet etmek üzere Demokrat Parti kuruldu ve ilk çokpartili
seçimler aynı yıl yapıldı. 1947’de İnönü, Türkiye’nin Truman Doktrini kapsamında
olduğunu düşündüğünden, Demokrat Partinin ara seçimleri boykot etmesini
engelledi. Aslına bakılırsa Türk siyasal-entelektüel seçkinlerinin kaygılı hali
ABD Başkanı Truman’ın Mart 1947’de ülkesinin bölgede Sovyet yayılmasına karşı
çıkacağını ilan etmesine dek sürdü. Truman, kongre konuşmasında Yunanistan ve
Türkiye’ye yapılacak yardım planını ayrıntılarıyla açıkladı.
Truman Doktrini askeri açıdan Türkiye
yönetiminin yardımına koştu, ertesi yıl açıklanan Marshall Planı da ülkenin
sallantıda olan ekonomisine kısmi bir destekte bulundu. Marshall Planı, Batı
Avrupa’da savaş yorgunu ekonomileri onarmayı amaçlıyordu.
Öyle görünüyor ki Türkiye'nin NATO üyeliği
için yaptığı ikinci başvuru Celal Bayar, Adnan Menderes ve İsmet İnönü'nün ortak
kararıydı. Demokrat Parti hükümeti NATO üyeliğini garanti altına almak
için, Kore Savaşına Amerikalı askerlerle birlikte çarpışmak üzere Türk
askerleri gönderilmesi yönünde hızlı bir karara imza attı. Türkiye'nin
1952'de NATO'ya kabul edilmesi de kısmen bu dayanışma gösterisinin bir
ödülü olmuştu.
Demokrat Parti hükümetinin 1960’ta düşmesi
bu ilişkide bir değişiklik yaratmadı. 27 Mayıs askeri darbesi sonrasında,
askeri kuvvetler Türkiye’nin NATO’ya bağlılığını tekrarladı ve Cemal Gürsel,
Robert Koleji ziyaret eden ilk Türk cumhurbaşkanı oldu.
Devlet dışı etkenler, daha açık bir
deyişle, Amerikan vakıfları ABD’de politika oluşturmanın en önemli
bileşenlerinden biriydi ve bu vakıflar ABD dış politikasının ideolojik
çizgisini tamamlıyordu. Rockefeller ve Ford vakıfları yurtdışındaki
faaliyetlerinde yerel hükümetler, bürokrasi ve devlet kurumlarıyla birlikte
hareket ediyor, önde gelen sivil aktörlerle ilişkiler geliştiriyor, kendilerini
değişen siyasal koşullara uyarlamayı başarıyordu. Bu nitelikler onlara, siyasal
istikrarsızlıklardan bağımsız olarak uzun vadeli projeler üstünde çalışma
avantajı veriyordu.
Bu vakıfların mütevelli heyetlerinde ve
yönetim kurullarındaki birçok isim devlet bürokrasisinde idari görevler
üstlenmişti. 1950 ile 1953 arasında Ford Vakfı başkanı olan Ford Hoffmann,
Ekonomik İşbirliği İdaresi başkanlığını yapmış, Avrupa’da Marshall Yardım
Programını yönetmişti. Onun başkanlığı sırasında vakıf, Hindistan’da ilk
bursluluk programlarını başlatmış ve ilk uluslararası bürosunu açmıştı. 1956
ile 1965 arasında Ford Vakfının başkanlığını üstlenen Henry Heald ise daha önce
New York Üniversitesinin başkanlığını yapmıştı. Onun yönetimi sırasında vakıf,
faaliyetlerini Avrupa, Afrika ve Latin Amerika’ya yaydı. Bir sonraki başkan, Harvard
Üniversitesinde dekanlık yapmış ve ulusal güvenlik danışmanı olarak çalışmış
McGeorge Bundy ise vakıf bursları sayesinde alan araştırmalarının yayılmasında
önemli bir rol üstlendi. 1952 ile 1961 arasında Rockefeller Vakfının
başkanlığını üstlenen Dean Rusk da 1961 ile 1969 arasında ABD Dışişleri Bakanı
olarak görev yaptı.
Soğuk Savaş sırasında Amerikan
hizmetlerinin ‘misyoner’ niteliği neredeyse tamamen ortadan kalkmış,
faaliyetlerin odak noktası değişerek, ülkede sivil aygıtların güçlendirilmesi
sayesinde ‘liberal’ değerlerin teşvikine yönelmişti.
Rockefeller ve Ford vakıfları Türkiye’de
tıp bilimleri, ekonomik kalkınma, iş idaresi, temel bilimler ve beşeri bilimler
alanlarında faaliyet gösterdi. Rockefeller Vakfının 1923’ten sonra Türkiye’deki
varlığı, vakfın stratejik önceliklerine bağlı olarak iki evreye ayrılabilir.
İlk baştaki ilgisi genel politikalarına uygun olarak tıp ve sağlıkla ilgiliydi.
Vakıf, Türkiye’nin derin bir dönüşüm geçirdiği dönemde toplumun daha geniş bir
kesiminde bilimsel akılcılığın kemikleşmesinin itici gücü olma rolünü
oynamıştı. Bu amaçla, benzer değerleri paylaşan yeni bir
‘aydınlanmış’ bürokratlar, akademisyenler ve profesyoneller grubunu
eğitmek için ‘bilimsel ve ilerici’ eğitimin geliştirilmesi yolunda yatırımlar
yapıldı. Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk seçkinleri bu aşamada, kurumsal
angajmanlar ve bireysel burslar sayesinde daha büyük yardımlarda
bulunulmasını rica ederek Rockefeller Vakfının işe dâhil
olmasına şevkle kucak açtı. Vakıf 1950'lerde beşeri bilimler ve
sosyal bilimler çalışmaları için verdiği desteği artırdı, Türkiye'nin
Batılılaşmasının başını çekecek kişileri destekledi.
Ford Vakfı, Türkiye’deki faaliyetlerine
Rockefeller Vakfından yaklaşık 30 yıl sonra başladı. Ne var ki, 1960’ların
sonuna gelindiğinde üstlendiği projelerin büyüklüğü ve yaptığı maddi desteğin
miktarı Rockefeller Vakfınınkileri geride bırakmıştı. Ford Vakfı kurumsal
bağışlarda bulunarak Türk okulları ve üniversitelerinde bir bilimsel öğretim
kültürü aşılamayı amaçlıyordu. Türkiye’deki en başarılı iki eğitim kurumu,
Ankara Fen Lisesi ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Ford Vakfının 1960’larda
yaptığı bağışlar sayesinde kurulmuştu.
Kitabın birinci bölümünde Türkiye'de
tıp bilimi ve sağlık hizmetlerinde bilimsel bir ethosun kemikleşmesi süreci
inceleniyor. İkinci bölümde Amerikan teknik ve sanayi uzmanlarının
Türkiye'nin kalkınmasına katkıları araştırılıyor.
Üçüncü bölüm Amerikalı örgütlerin, idari bilimler ve sosyal
araştırmalar alanlarında bilimsel yaklaşımın güçlendirilmesine
katkısını incelemektedir.Kitabın dördüncü bölümü Amerikan
vakıflarının beşeri bilimlerin gelişmesindeki rolünü incelemektedir.
S.11-38
Rockefeller Vakfı ve
Bilimsel Tıbbın Öncüleri
Rockefeller Vakfı, Türkiye’de sağlık ve
tıp hizmetleri alanındaki faaliyetlerine 1920’lerde başlamıştı. Osmanlı’nın son
dönemlerinde bu alanda yapılan reformlar, modernleşmede öncü bir rol oynamıştı.
19. yüzyıl sonunda Osmanlı
İmparatorluğundaki entelektüel çevreler bilim ile din arasında köprü arayışıyla
meşguldü. Tıbbiye mezunlarından, yüksek eğitim amaçlı Louis Pasteur’le çalışmak
üzere Fransa’ya gönderilen Hüseyin Remzi’nin 1897’de yayınladığı meşhur
İlmihal-i Tıbbi’de İslâmi uygulamaların modern tıp öğretisine uygun olduğu
kuvvetli bir dille savunuluyordu. Din, hâlâ son bilimsel bulgular sayesinde
daha fazla incelenmesi gereken bilgi kaynağıydı. Öte yandan İngiliz seyyah
MacFarlane’nin kayıtlarına göre, 19. yüzyıl ortasında İstanbul’u ziyaret ettiği
sırada Mekteb-i Tıbbiye öğrencilerinin birçoğu, ateizmi savunan Fransız ve
Alman düşünürlerin kitaplarını okuyordu. MacFarlane de Aydınlanma
filozoflarının, tıp öğrenimi gören Türk öğrenciler arasındaki cazibesi
karşısında şaşkınlığını gizleyememişti.
Örneğin o zamanlar Jön Türk
hareketinin önde gelen mensuplarından biri olan Tıbbiye öğrencisi Abdullah Cevdet,
Fransız filozof Le Bon'un eserlerinden derinden
etkilenmişti. Mekteb-i Tıbbiye öğrencileri ve mezunlarının çoğu,
dönemin sosyo-politik gelişmelerine karşı gayet duyarlıydı.
İttihad-ı Osmani Cemiyeti, ki sonradan Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti
olacaktı, İstanbul’da ağırlıklı olarak Tıbbiye Mektebi öğrencileri tarafından
kurulmuştu.
Sultan Abdülhamid’in 1909’da tahttan
indirilmesi ve Balkan Savaşlarının patlak vermesi, ardından 1. Dünya Savaşının
çıkması, siyasal manzarada önemli değişiklikleri beraberinde getirdi. Osmanlı
İmparatorluğunun çözülmesi, reformcu zihniyetteki seçkinlerin yandaşlarının
bilimsel ethosu teşvik edebilmesine uygun bir hava yarattı. Yeni cumhuriyetin
kurucu seçkini arasında Tıbbiye mezunları da vardı ve bunlardan biri de Türkiye
Cumhuriyeti’nin ilk sağlık bakanı olan İbrahim Refik (Saydam) Beydi. Şükrü
Hanioğlu’nun da altını çizdiği gibi, Mustafa Kemal Atatürk kendi devrinin
adamıydı; Batılı pozitivist literatürü yakında takip eder, bilimi ‘yozlaşmış’
sosyal dokunun hastalıklarına ‘ilerici ve akılcı’ çözümler getirecek
yegâne meşru kaynak olarak görürdü. Onun bakış açısına göre, mevcut
biçimiyle din sosyal sorunlara çözüm öneremezdi, sadece cehaleti yaymaya
yarıyordu, bu nedenle de dinde reform yapılması gerekiyordu. S.41-57
Sağlık Hizmetleri
Üzerinden Ulusun İlerleyişi
‘İlk Rockefeller yetkilileri Türkiye'ye
1925'te, cumhuriyetçi yönetimin tıp hizmetleri alanında acil pratik
ihtiyaçlarla cebelleştiği bir dönemde geldi. Çocuklar arasında yüksek
ölüm oranları, sıtmanın yaygın görülmesi, sıhhi açıdan eğitim
eksikliği cumhuriyetçi ilerleme vaatlerini köstekliyordu.
Batılı hayat standartlarını yakalama vaadinde bulunan bir yönetim
için böyle zayıf bir tıbbi hizmet kabul edilemezdi. Mustafa Kemal'e göre, sağlık
ve nüfus bir ulusun gücünün ‘göstergeleri’ydi. Türk halkının sağlığını
korumak cumhuriyetçi devrimi yukarı taşıma yönünde ‘ulusal bir mesele’ydi.
1919 ile 1927 arasında Amerikan yüksek
komiseri olarak hizmet veren Amiral Mark Bristol, Rockefeller Vakfı ile
yönetici Türk seçkinleri arasında arabuluculuk konusunda kilit önemde bir rol
oynamıştı.
Ralph Collins, Rockefeller Vakfının
ilgilendiği başlıca dört alana dair tavsiyede bulunmuştu: Araştırma bursları
verilmesi, Ankara’da Hıfzıssıhha Müessesesinin kurulmasının desteklenmesi,
bölgesel laboratuvarlar oluşturulması ve bir hemşirelik okulu açılması. Bunun
sonucunda Rockefeller Vakfı 1928’de Ankara’daki Merkez Hıfzıssıhha
Müessesesinin desteklenmesi için 280.000 dolarlık ilk ciddi bağışta bulundu.
S.57-71
1945 Sonrasında Burslar
ve Projeler
Rockefeller Vakfı dikkatini nüfus ve bebek
ölümleri konularına çevirirken, 1950’lerde burs verdiği isimler arasında yer
alan İhsan Doğramacı, Türkiye’de temas kurduğu kişi haline geldi. 1915’te
Erbil’de doğan Doğramacı, Beyrut Amerikan Üniversitesine devam etmiş, İstanbul
Üniversitesi Tıp Fakültesinde eğitim görmüş, 1955’te Ankara Üniversitesinde
çocuk sağlığı ve pediatri profesörü olmuştu. Profesörlüğe atanmasından kısa bir
süre sonra Rockefeller Vakfına, ABD ve Meksika’daki pediatri ve çocuk sağlığı
bölümlerinin ‘örgütlenmelerini ve eğitim pratiklerini’ incelemek üzere buraları
ziyaret etme talebinde bulundu. Vakıf, Doğramacı’nın 1956 ile 1967
arasında katıldığı program ve projelere bir milyon dolardan fazla bağışta
bulundu. S.78
Rockefeller Vakfının tıp alanındaki
faaliyetleri Türkiye’de tıp hizmetinin standardını yükseltmekten daha fazlasını
getirmiştir. Tıp Fakültesinden öğrenciler geleneksel değerlere karşı bilimsel
ilericiliğin temsilcileri olarak Osmanlı/Türk Batılılaşmasında önemli bir rol
oynamıştır. Cumhuriyet yönetimi ‘bilimi’, 1923 sonrasında dönüştürmeye
ahdettikleri ‘dini’ kanunlarla birlikte dogmatizm’e karşı bir ideoloji olarak
konumlanmıştı. S.71-84
Azgelişmişliğin Çareleri
Sınai kalkınma meselesi cumhuriyetin ilk
günlerinden beri Türk liderlerin zihnini meşgul ediyordu. Bu sadece sanayi
verimliliğini artırmaya değil, akılcı ilkelere dayalı yeni bir toplum inşa
etmeye yönelik bir misyondu. Türkiye'nin de bu bilimsel bilgiyi pratikte
uygulayabilecek teknisyenlerin yanı sıra etkili bilim insanlarına ihtiyacı
vardı. Ford Vakfıyla birlikte Robert Kolej Mühendislik Fakültesi de
Türkiye’deki teknik ve sınai kalkınmaya önemli bir katkıda bulundu. Robert
Kolej mezunları kültürel Batılılaşmada öncü bir rol oynamıştı, ama kolejin özellikle
cumhuriyetin ilk yıllarında teknik modernleşme ve sınai kalkınmadaki işlevi de
bir o kadar önemliydi. Kolej başkanları 1950’lerde okulu komünizme karşı
ideolojik bir cephe olarak tanımlayarak değişen jeostratejik önceliklerden
yararlandı; böylece Amerikan ve Türk seçkinlerinin güvenini daha da kazandılar.
Bu yaklaşım Mühendislik Fakültesinin resmi statüsünü ileri bir okul seviyesine
taşımalarına da katkıda bulundu. Hemen hemen aynı dönemlerde eğitim dili
İngilizce olan Orta Doğu Teknik Üniversitesi teknik eğitim ve kent planlamaya
yönelik ortak bir Türk-Amerikan projesi olarak kuruldu. Nihayetinde
Amerikalıların uygulama bilgisi ve maddi yardımıyla ODTÜ projesi dönemin
siyasetçileri ve bürokratları arasında itibar görmeyi başardı. 1960’taki askeri
darbe sonrasında da Ford Vakfının sponsor olduğu programlar sayesinde gelişme
kaydeden ODTÜ, Anadolu şehirlerinden en başarılı öğrencileri çeken ileri bir
eğitim merkezi haline geldi.
Robert Kolej Mühendislik Bölümü de
(1.dünya) /savaş yıllarında ayakta kalmayı, kendisini savaş sonrası ekonomiye
uydurmayı başardı. Mühendislik programı inşaat, elektrik ve makine mühendisliği
alanlarında üç yıllık bir programdı, ama Scipio süreyi uzatıp lise mezunları
için dört yıllık hale getirecek bir düzenleme arayışı içindeydi. Kuramsal
bilgiye dayalı Alman modelinin tersine yoğun pratik deneyime dayalı Amerikan
teknik eğitim modelini uygulamaya soktu.
Öyle görünüyor ki, Scipio öğrencilerin
laboratuvarlarda çalışmasında, marangozluk ya da demircilik yapmasında hiçbir
yarar görmeyen diğer kolej öğreticilerinden de destek alamamıştı. Bu
engellere rağmen savaş yıllarında koleje yardımcı olacak
bir şeyler üretip satmaya ve para kazanmaya başladıkları için bu
yaklaşımının meyvelerini çok geçmeden toplamaya başladı.
Robert Kolej mezunları özel girişimlerin
yanı sıra devlet bürokrasisinden de büyük talep görmeye başlamıştı. İlk
yıllarda Cumhuriyet yönetimi serbest piyasa ekonomisini destekledi, yabancı
işadamları da çabuk davranarak ülkedeki elverişli koşullardan yararlanmayı
başardı. Socony-Vacuum, Turkish-American Petroleum, American Express ve
American Export Company gibi şirketler Türkiye’de faaliyet göstermeye başladı.
Cumhuriyet yönetimi, ekonomik bağımsızlığı desteklemelerine rağmen, ülkenin
ekonomik bir temele sahip olmak için yabancı sermayeye ihtiyacı olduğundan
yapılacak yabancı yatırımların önünü kesmedi. Nitekim Cumhuriyet
Türkiye’sinde 1920 ile 1930 arasında yeni kurulmuş şirketlerin neredeyse üçte biri
yabancı sermaye içeriyordu.
Nitelikli eğitimci ve teknisyen eksiğiyle
başa çıkmaya çalışan cumhuriyet seçkinlerinin Robert Kolejdeki insan
potansiyelinden yararlanmak dışında bir seçeneği yoktu. Maarif Vekâleti
1920’lerin sonunda Türk öğrencilerin en az %10’unun Koleje tam burslu olarak
kabul edilmesini talep etti ve bu rakam zaman içinde yavaş yavaş arttı. Ticaret
vekâleti ve Savunma Bakanlığı gibi diğer bakanlıklar da koleje öğrenci
göndermeye başladı.
Demokrat Parti hükümetinin zaten kurulu
ağlardan yararlandığı söylenebilir. Ne var ki, Cumhuriyet Halk Partisinin
tersine Demokratlar, özel girişimlerin sanayi üretiminde inisiyatifi
üstlenmesini teşvik ediyordu. Özel şirketlerde çalışan eğitimli üniversite
mezunlarıyla birlikte yeni bir Türk işadamları sınıfı doğuyordu. Özel
girişimlere sanayi kredileri dağıtılmasını amaçlayan Türkiye Sanayi ve Kalkınma
Bankası 1950’de kuruldu. 1930’lardaki sanayi sıçramasına benzer şekilde
mühendislere ve teknik bilgiye büyük bir talep vardı. Robert Kolej mezunları çeşitli
sanayilerde öncü roller oynuyordu. Örneğin 1950 ile 1956 arasında
traktör sayısı 14.000’den 44.000’e çıkmış, ekili topraklar ile köylülerin
sürebileceği alanlar genişlemişti. Traktör üretimine yönelik girişimlerin
başını Türkiye’de ilk traktör üretim fabrikasını kuran Melih Özakat ve Vecdi
Diker gibi Robert Kolej mezunları çekiyordu. Aslına bakılırsa, Amerikalı
siyasal seçkinler, aynı zamanda ABD’nin Ortadoğu’daki genişleme manevraları
açısından Türkiye’nin stratejik önemi arttığı için ülkenin askeri ve sınai
kalkınmasını daha yakından izliyordu. Doğal olarak Robert Kolej de iki ülke
arasındaki bu yakınlaşmadan yararlanmaya başlamıştı.
Eylül 1958’de de inşaat ve makine
mühendisliği alanında lisansüstü dersleri başladı.1959 senesinde Mühendislik
Fakültesine kayıt yaptıran öğrencilerin sayısı 400’ü bulmuş, öğretim üyesi
sayısı da 20’ye varmıştı.
Ballantine’ın Mühendislik Fakültesinin
geliştirilmesi için Ford Vakfına sunduğu raporda Türkiye’deki Amerikan
okulları ‘meblağı ne kadar büyük olursa olsun paranın satın
alamayacağı, hiçbir hızlı program’ın güvence altına alamayacağı bir etki
yaratan... en önemli girişim’ olarak betimleniyordu. Ona göre, bu
kolejler ‘nitelikli bir iş’ görecek ve Amerikan fikirlerini Türkiye'ye
getirecekti; ‘Türkiye Batıyı, özellikle de ABD’yi teknolojik kalkınma
modeli olarak’ almıştı. Kolej yönetiminin Olin Vakfı için hazırladığı
başka bir raporda, Mühendislik Fakültesi mezunlarının neredeyse üçte ikisinin
yüksek lisans öğrenimi için düzenli olarak ABD’ye gittiği, döndüklerinde Türkiye’nin
sınai kalkınması ve ekonomik ilerlemesinde hayati önemde bir güç haline geldiği
belirtiliyordu. Ülkenin komünizme karşı duruşunda güçlü kalması için bu nokta
önemliydi.
Türkiye’deki en ciddi Yurtdışı Operasyon
İdaresi (FOA) projesi 1955’te Nebraska Üniversitesi ile Erzurum Atatürk
Üniversitesi arasında tarım üretiminin geliştirilmesi konusunda başladı. Doğu
Anadolu’da yeni bir üniversite kurmak uzun zamandır Türk siyasetçilerin hayali
olmuştu, Nebraska Üniversitesi uzmanları da pratikte yaşanan engeller ve Türk
hükümetiyle anlaşmazlıklara rağmen Atatürk Üniversitesinin kurulması için büyük
bir yardım sunmuştu. Bu üniversitenin birçok mezunu eğitim için ABD’yi ziyaret
etti, Nebraska’dan da akademisyenler sahada çalışan öğrencilere yardımcı olmak
için Türkiye’ye geldi. Öyle anlaşılıyor ki, Harold Stassen eski
üniversitesinden akademisyenleri, Türkiye’deki başka bazı projelere katılmaya
teşvik etmişti, zira Pennsylvania Üniversitesinden birkaç profesör 1956 ile
1960 arasında Orta Doğu Teknik Üniversitesinin kuruluş sürecine katkıda
bulunmuştu. Türkiye’nin Amerikalı uzmanların sık sık ziyaret ettiği bir bölge
haline gelmesi, teknik gelişim açısından meyvelerini verdi. Orta Doğu
Teknik Üniversitesinin kurulması, Amerikan teknik yardım misyonlarının verdiği bir
dizi uzman raporu sayesinde mümkün oldu.
Yeni bir üniversite kurma fikri
siyasetçiler ve bürokratlara da cazip gelmişti. Demokrat Parti Antalya
Milletvekili Ahmet Tokuş ile KGM’nin ilk başkanı olarak atanan Vecdi Diker,
Demokrat Parti yönetimini ODTÜ’nün kurulmasında bir rol oynamaya ikna etmek
için ciddi çaba sarf ettiği anlaşılıyordu. Abrams, Türkiye ziyareti sırasında
Vecdi Diker’le bir araya geldiğinde Diker ona planlamacılar ve teknisyenler
için bir eğitim enstitüsü kurmayı önermişti. Abrams'la birlikte, önde
gelen kabine üyeleri Fatin Rüştü Zorlu ve Celal Yardımcı arasında
yapılan bir toplantı neticesinde, Türkiye'de yeni bir kurum açma
imkânını araştırmak üzere yukarıda bahsi geçen komisyonu kurma
kararı verildi. Sonuç olarak Orta Doğu Yüksek Teknoloji
Enstitüsü 1956'da eğitim vermeye başladı. ODTÜ diğer
üniversitelerin tersine, özel bir kanun çerçevesinde yönetilecekti. Sonraki
iki yıl içinde Harold Stassen ile ODTÜ’nün kurucu başkanı, önceden Teksas
Üniversitesinde Mühendislik Koleji Dekanı olan Profesör Raymond Woolrich çok
sıkı bir şekilde çalışarak Amerikan eyalet üniversitelerinin tüzüklerinden
esinle yeni bir taslak hazırladı. ODTÜ’nün kurulmasını öneren bu yeni
kanun, bu kurumu özgürlük ideallerine bağlı, Türkiye için önemli ekonomik,
teknik ve başka alanlarda araştırmalar gerçekleştirmeyi amaçlayan uluslararası
bir üniversite olarak tanımlıyordu. Yasanın 1959’da kabul edilmesi sonrasında
bir mütevelli heyeti kuruldu ve Ahmet Tokuş, Adnan Menderes’i ODTÜ Mütevelli
Heyeti başkanlığını üstlenmeye ikna etti. Amerika’dan bir isim aranırken ABD
Başkanı Eisenhower’ın oğlu John Eisenhower’a rektörlük önerildi ve Eisenhower
üniversite yönetimiyle bu meseleyi görüşmek için Ankara’ya geldi, ancak kendisi
rektörlük teklifini geri çevirdi. Ne var ki, FOA’nın ilk başta verdiği
sözler tutulmadı, zira Harold Stassen’dan boşalan koltuğa Türkiye’de yeni bir
üniversite kurma fikrine sıcak bakmayan ‘General’ William Riley geçti. 1956 ile
1958 arasında bir sponsor kriziyle uğraşan üniversite, Türk hükümeti ve BM’nin
desteği sayesinde en azından bir süre rahat bir nefes aldı. 1959 sonrasında BM
Özel Fon Programının teçhizat ve burslar için 1,5 milyon dolar ayırması üzerine
mali durum tekrar düzeldi. Bunu Birleşik Krallık, Hollanda ve CENTO’nun yaptığı
bağışlar izledi. BM’nin desteği, üniversiteye yabancı akademisyenler atanmasını
da içeriyordu. Bir başka Robert Kolej mezunu, ODTÜ’nün ilk Türk dekan
yardımcısı Uğur Ersoy’a göre,’ her fakülte için diğer üç mühendislik
fakültesinin müfredatını ve Türkiye’deki mühendislerin niteliğini yakından
gözlemleyen, UNESCO temsilcileri dâhil yabancı ve Türk uzmanlardan oluşan bir
danışmanlık komisyonu bulunmaktaydı. Bütün bu çabalar sonunda ODTÜ aynı zamanda
İstanbul dışındaki yegâne mühendislik okulu olarak hızla itibar kazandı. ODTÜ
bir üniversite yapısı içinde uygulanması gayet zor olacak özel araştırmalar
için yeterli zaman ve imkân da sunacaktı. Örneğin Pennsylvania Üniversitesinden
Profesör Thomas Godfrey yönetimindeki Mimarlık Fakültesi yurtdışından önde
gelen akademisyenlerin konferanslar vermeye başladığı itibarlı bir eğitim
merkezi haline geldi. Aynı şekilde Elektrik ve Makine Mühendisliği
Fakültelerinde önde gelen yabancı uzmanlar ile ümit vaat eden Türk
akademisyenler istihdam ediliyordu.
Mimarlık Fakültesi ve diğer mühendislik
fakülteleri dikkat çekici başarılar kazanmasına rağmen, Ziraat Mühendisliği
Fakültesi nispeten başarısız olmuş gibi görünüyordu. Halbuki resmi raporlarda
Türkiye’de ve Ortadoğu’da tarımda teknik uzmanlık eksikliğine işaret edilmiş,
Türkiye’de başka yerlerde bulunmayan bir Ziraat Mühendisliği Fakültesi
kurulması önerilmişti. Bu fakültenin toprak biliminde, tarım ekonomisinde ve
çiftlik yönetiminde uzmanlaşması beklenmekteydi, çünkü tarım makinelerinin
gelişmekte olduğu Türkiye’de eğitimli insanlara büyük bir talep vardı. Ne var
ki, yoğun çabalara rağmen üniversite bir bu fakülteyi açmayı başaramadı.
1959'da Profesör William Woolrich'in yerine New York'ta Cooper Union
Kolejinin Rektörü olan Profesör Edwin Burdell üniversitenin başına geçirildi.
Bu arada Türkiye'de siyasal durum 27 Mayıs darbesi sonrasında ciddi bir şekilde
değişmiş, farklı rütbelere sahip 38 askerden oluşan Milli Birlik Komitesi
hükümeti yönetimi ele geçirmişti. Orgeneral Cemal Gürsel artık
cumhurbaşkanıydı. Başlangıcından itibaren Demokrat Partinin bir projesi olarak
görülen ODTÜ’nün faaliyetleri incelenmeye başlanmış, bazı kurul üyeleri
tutuklanmıştı.
Bu siyasal çalkantıya rağmen ODTÜ,
Türkiye’deki Ford Vakfı yetkililerinin dikkatini çekmeye başladı. Bu arada
ABD’de başkanlık seçimleri yapılmıştı ve John F. Kennedy başkan seçilmişti. Bu
idari değişiklik ABD’nin deniz aşırı faaliyetlerini de etkiledi. Kennedy daha
etkili bir dış politika için insan kaynaklarının iyileştirilmesine öncelik
vermekteydi ve ona sunulan bir raporda, ABD’nin yurtdışı operasyonlarını
sürdürmesi ve süper güç konumunu koruması için hemen hemen 100.000 eğitimli
personele ihtiyaç duyduğu ileri sürülmekteydi. Kennedy 1961 de, genç
Amerikalıların temel hizmetler vermesi ve teknik beceri deneyimi kazanması için
yabancı ülkelere gönderilmesini öngören Barış Gönüllüleri Programını
açıkladı. Türk hükümetiyle varılan karşılıklı anlaşma sonucu,
Türkiye’ye yaklaşık bin Barış Gönüllüsü geldi ve içlerinden birçoğu Ford
Vakfının dil öğretimi için ciddi bağışlarda bulunduğu ODTÜ’de İngilizce
dersleri verdi. Ford Vakfı aynı zamanda araştırmaların kalitesini
artırmak için seçkin kurumlarla uzun vadeli ortaklıklar kurmayı tercih
ediyordu. ODTÜ de yurtdışında eğitim görmüş genç öğretim üyeleriyle bilim ve
teknoloji alanında ümit vaat eden bir eğitim merkezi gibi duruyordu. Vakfın
Ankara’da bir yürütme bürosu açması ODTÜ ile kurumsal bir ortaklık kurmak
konusunda yapılmış stratejik bir tercihti. S.87-117
Bilim Eğitimi
Ford Vakfı, Chicago Üniversitesinde
matematik profesörü olan Eugene Northrop’u 1960’ta Türkiye’ye yetkili müdür
olarak atadı. Bu Northrop’un Türkiye’deki ikinci göreviydi, zira amcası Robert
Kolejde ders verdiğinden kendisi de okulunu bitirdikten sonra Robert Koleje
devam edip burada matematik eğitimi görmeye karar vermişti.
Northrop görevine Ford Vakfının Türkiye’ye
yaptığı bağışların sınırlarını tanımlayarak başlamaya karar verdi. Vakfın
Türkiye’ye yaptığı yardımlar toplam dış yardımın küçük bir bölümünü
oluşturuyordu. Northrop 1961’e gelindiğinde yaklaşık bir milyar dolar ABD
yardımı almış olan Türkiye’nin harcanacak bütçeyle hiçbir sorunu
olmadığını düşünmüştü. Ona göre, bugünkü sorunlu durum daha ziyade ülkenin özel
ihtiyaçlarını tanımlayamamanın bir sonucuydu.
Bilimsel eğitimin niteliğini artırmaya
yönelik kararlı bir tavır alan Northrop ilk olarak biraz beklenmedik bir proje
ortaya attı. Yetenekli öğrenciler için ülkenin en iyi bilim öğretmenlerinin
yeni bir temel bilimler müfredatı takip edeceği bir fen lisesi kurulmasını
önerdi. Bu fikri bakanlarla, sonra da ODTÜ Rektörü Kemal Kurdaş’la paylaştı ve
okulun ODTÜ kampüsünde bulunmasını kabul etti. Milli Birlik Komitesi tarafından
milli eğitim bakanı olarak atanan Profesör Turhan Feyzioğlu yeni bir lise
kurulması fikrini benimsedi ve Orgeneral Cemal Gürsel de bu projeyi kuvvetle
destekledi. Milli Eğitim Bakanlığı 1962’de fizibilite raporu hazırlamak üzere
bir komisyon kurdu ve onların tavsiyeleri ışığında, 300 yatılı öğrenci için bir
okul binasının inşasına başlandı. Her yıl, ülke çapında bir sınavla
girilecek lise seviyesinde en başarılı 100 öğrencinin seçilmesi
planlandı. Bakanların değişmesi nedeniyle kısa bir erteleme dönemi
yaşandı, ama 1962’de Cumhuriyet Halk Partisi ile Adalet Partisi yeni bir
hükümet kurdu ve yeni Milli Eğitim Bakanı Hilmi İncesulu 1962’de lisenin kurulmasını
onayladı.
Fen Lisesi Ekim 1964’ te ilk öğrencilerini
kabul ederek derslerine başladı. İlk yıllarda müfredatın geliştirilmesi,
öğretmenlerin performansı, idari iktidar mücadeleleri ve bürokratik güçlükler
konusunda sorunlar yaşandıysa da Türk hükümeti ile Ford Vakfı projeye desteğine
devam etti ve Vakıf 1964 te okul için ek bir bağışta daha bulundu. Buna
ilaveten Türk yöneticiler okulun seçkinci niteliğiyle ilgili eleştirilere
rağmen projenin operasyon maliyetlerini finanse etmeyi sürdürdü.
Eugene Northrop’un gerçekleştirilmesi için
istekli olduğu bir diğer proje, bir yüksek bilimsel araştırma konseyinin
kurulmasıydı. Northrop, Türkiye’ye yaptığı ilk ziyaretler ve buradaki
görüşmeleri sırasında akademisyenleri bilimsel araştırmalar gerçekleştirmekten caydıran
pratik engeller olduğunu gözlemlemişti: rehberlik eksikliği, beyin göçü,
üniversitelerde bürokrasinin işleri geciktirmesi ve maaşların azlığı. Northrop,
Fen Lisesiyle ilgili tutumuna benzer şekilde, bilimsel araştırmaların
niteliğinin iyileştirilmesiyle de ilgileniyordu. 1960’ların başında Türkiye’de
bilimsel araştırmaları destekleyen üç komisyon vardı: Savunma Bakanlığında
Araştırma ve Geliştirme Danışmanlık Komisyonu, Atom Enerjisi Komisyonu ve NATO
Bilim Komitesi. Northrop’a göre, bu örgütlerin hiçbiri Türkiye için iyi
tanımlanmış bir bilimsel araştırma politikası belirleme yetisine sahip değildi.
Onun ilk düşüncesi ABD’de 1950’lerde danışman olarak çalıştığı Ulusal Bilim
Vakfına benzer uzmanlaşmış bir Bilimsel Araştırma Konseyi kurmak olmuştu. Bu
meseleyi Türk hükümetine sunmuş, onları bilim araştırmacılarının, özellikle de
temel bilimler alanında yurtdışına eğitime gitmesine yardımcı olacak bağımsız
bir eğitim kurumunun gerekli olduğuna ikna etmişti. Batı ülkelerindeki
benzer örgütler hakkında mevcut bilgileri sunmuş, Kemal Kurdaş’ın böyle
bir araştırma kurumu için yasal bir çerçeve hazırlama işine dâhil olmasını
sağlamıştı.
Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma
Kurumunu (TÜBİTAK) kuran kanun 1963’te
parlamentoda kabul edildi ve Konsey 1964’te çalışmaya başladı. Vakıf
1964 te 50 Türk öğrencinin yurtdışında öğrenim görmesi için
beş yıllık bir süre boyunca 250.000 dolarlık bir bağışta bulundu. Bu
burslar sonraki yıllarda da devam etti ve TÜBİTAK yaklaşık 200 doktora-sonrası
araştırmacıyı destekledi. Üniversiteler yeni öğretim üyesi almak istediğinde,
burslu eğitim görmüş bu öğrencilerden yararlanıyordu, çünkü özellikle eğitim
dilinin İngilizce olduğu Boğaziçi Üniversitesi ve ODTÜ, yurtdışında eğitim
görmüş, İngilizce eğitim verecek akademisyenler bulmakta zorlanıyordu. Yıllar
içerisinde TÜBİTAK bağımsız statüsünü korudu, ama büyük ölçüde Milli Eğitim
Bakanlığının genel politikalarına uygun olarak hareket etti ve devam etmekte
olan projelere insan kaynağı sağladı.
Eugene Northrop’un Türkiye’de görev yaptığı
dönemde bilimsel ve teknolojik eğitim alanında dikkat çeken bir diğer proje
ODTÜ’nün geliştirilmesiydi. 1950’lerin
sonu ve 1960’larda vakfın Uluslararası Eğitim ve Araştırma Bölümünün müdürü
olarak görev yapan John Howard, kurumun odak noktasını değiştirmiş, kısa vadeli
bireysel projeler yerine seçkin üniversiteler için uzun - vadeli projelere
yönelmişti. Howard, Ford Vakfına katılmadan önce ABD Dışişleri Bakanlığında üst
düzey danışman, Yakındoğu, Güney Asya ve Afrika Bürosunda bölgesel danışman olarak
görev yapmıştı. Böyle bir geçmişinin olması yurtiçi ve uluslararası programlar
için yeni bir strateji geliştirmesini sağlamış, Ford Vakfı alan
araştırmalarının geliştirilmesi konusunda belli üniversitelere ‘kurumsal
blok bağışlar’ çıkarmaya başlamıştı. ABD'de Ford bağışlarından en
fazla yararlanan üniversiteler arasında Columbia, Harvard ve California
üniversiteleri bulunuyordu. Vakıf, Türkiye’de kaynaklarının çok büyük
bir bölümünü ODTÜ’nün farklı projeler sayesinde geliştirilmesine tahsis
etmişti. Daha önce tartıştığımız üzere, Northrop’un gelişi öncesinde
ODTÜ’de yerleşik bir öğretim üyesi personeli ve ders müfredatı bulunuyordu, ama
27 Mayıs darbesi sonrasındaki siyasi çalkantılar üniversite yönetimini sarsmış
ve projeye dâhil olmuş Amerikalı akademisyenleri kaygılandırmıştı. Sistemin
onarılması ve dönemin siyasal yönetiminin güveninin kazanılması biraz zaman
almıştı ama Northrop, bu yeni kurumun geleceği hakkında çok olumlu
düşünmekteydi. ODTÜ’yle birlikte bir ortak proje planı hazırlandı. Bu planda şu
ifadelere yer veriliyordu: ‘ODTÜ bu ülkenin başka yerlerinde hâkim olan
alışıldık üniversite ikliminde bir atılım gerçekleştirmek konusunda büyük bir
şansa sahiptir.’ Northrop ODTÜ’nün ümit vaat eden genç akademisyenler ve
yabancı profesörlerden oluşan mevcut öğretim üyesi kadrosuyla programlarının
çapını genişletebileceği, lisansüstü eğitimi verebileceği kanısındaydı. Bu
konuyu 17 Ağustos 1960 ile 8 Şubat 1961 arasında ODTÜ rektörlüğü yapmış olan
Milli Eğitim Bakanı Turhan Feyzioğlu ile görüştü ve bu iki isim lisansüstü
programlarının kurulması konusunda anlaşmaya vardı. Ford Vakfı okulda
matematik, kimya, kuramsal ve deneysel fizik alanlarında yeni dersler
koyulmasını destekledi ve 1961 senesinde 282.500 dolarlık bir ilk bağışta
bulundu.
Ford Vakfının ODTÜ’ye yardımları Northrop
Türkiye’de bulunduğu sırada devam etti. Üniversitenin temel bilim programlarını
desteklemek üzere 1963’te 280.000 dolarlık bir ek yardımda, 1965’te de
1.003.000 dolarlık bir ek bağışta bulunuldu.
Adalet Partisinin 1965 seçimlerinde kazandığı zafer, parti lideri Süleyman
Demirel’i iktidara taşımıştı. Kemal Kurdaş, Eisenhower bursundan
faydalanmış Süleyman Demirel’le ODTÜ’nün bir projesinde çalışmıştı. İlişkileri
iyiydi. Demirel liderliğinde Adalet Partisinin ilk yılları Ford Vakfına daha
istikrarlı bir ortam sundu. 1967’de biyoloji alanında eğitim ve araştırmanın
geliştirilmesi için 300.000 dolarlık bir bağış daha yapıldı, zira
biyoloji eğitimi eksikliğinin de fizik ve kimya alanındaki eğitimin gelişimi
açısından bir eksiklik olduğu düşünülüyordu.’ Bu finansman, ODTÜ’nün
yurtdışında eğitim görmüş başarılı akademisyenler çekmesini,
programı üç yıl içinde
başlatmasını sağlamayı amaçlıyordu. Kurdaş diğer yabancı
kurumlarla da verimli temaslar kurdu; örneğin Amerikan Yardım Ajansının başkanı
James Grant’le iyi bir dostluğu vardı. Grant, Kurdaş’tan ajansa yüksek miktarda
yardım için başvuruda bulunmasını istemişti, ancak Kurdaş buna cevaben AID’e
15.000.000 dolarlık beş yıllık bir bağış için başvuruda bulundu. Bunun
üzerine AID uzmanı Caroll Newson ODTÜ’de incelemeler yapmak üzere Türkiye’ye
geldi. Northrop’un düşüncelerine benzer şekilde Newson’ın raporunda da ODTÜ’de
öğretim üyelerinin seçilmesi konusunda bir esneklik bulunması ve İngilizce
eğitim vermenin yararları vurgulanıyordu. ODTÜ’nün diğer üniversitelerden
farklı olması takdir ediliyor, üniversitenin bölgesel kalkınmaya katkıda
bulunma potansiyeli vurgulanarak, yeni gelen öğrencileri çekecek bir araştırma
merkezinin kurulması öneriliyordu.’ Bir başka tavsiye de Türk ve Ortadoğu
medeniyetlerini konu alacak ders malzemelerinin hazırlanmasıydı, zira Newson
ODTÜ müfredatını Batıya fazla meyilli bulmuştu. Sonuçta Newson beş yıllık
plandan tatmin olmuş görünüyordu ve AlD bağışı için olumlu bir tavsiye mektubu
kaleme aldı.’
Vakıf 1969’da yabancı profesörlerin davet
edilmesine, Türk personelin eğitilmesine ve temel bilimler alanında kütüphane
malzemelerinin sağlanmasına yardımcı olmak için 590.000 dolarlık bir bağışta
daha bulundu.’ Bu süre zarfında,
Türk personelin sayısı ve yayınlanan makalelerin sayısı ciddi bir artış
göstermiş, ODTÜ öğretim üyeleri sekiz yıl içinde TÜBİTAK özel ödüllerinin
yarısını kazanmıştı. On yılda 1000’i aşkın tez üretilmiş, 1965 ile 1968
arasında lisansüstü öğrencilerinin sayısı 40’tan 75’in üstüne çıkmış, bu da
sonraki yıllarda mevcut öğretim üyesi konumlarının doldurulmasına ciddi bir
katkıda bulunmuştu. Birçok işadamı, daha iyi uzmanlaşmış olduğu ve daha iyi
İngilizce konuştuğu için ODTÜ mezunlarına öncelik veriyordu. BM’nin hazırladığı
bir başka raporda ODTÜ şöyle betimlenmişti: Öğrenciler temelde, mevcut sanayi
ve ekonomi yerine gelecek için eğitiliyor; şimdilik mezunların istihdamıyla
ilgili bir sorun yokmuş gibi görünüyor.’
Eugene Northrop, Türkiye’de görev yaptığı
altı yıl boyunca temel bilim çalışmalarını güçlendirecek yeni programlar
başlatmayı ve üç büyük proje üstlenmeyi başarmıştı. Bu süre zarfında üç farklı
hükümetle yedi farklı milli eğitim bakanıyla çalışmış, parlamenter siyaset ve
bürokrasi üzerinde ürkütücü bir askeri baskının yanı sıra boşa çıkan iki darbe
girişimine tanık olmuştu. ABD Başkanı Johnson 1964’te Başbakan İsmet İnönü’yü,
Kıbrıs’a asker gönderme kararı nedeniyle tehdit eden, aşağılayıcı bir mektup
göndermişti; daha sonraları ‘mektup krizi’ diye anılan bu
gerilim Türk-Amerikan ilişkilerinde 1923’ten beri neredeyse en ciddi krize
neden olmuştu. Bu siyasal çalkantıya rağmen Northrop kendisine, bürokrasi ve
üniversite yönetiminde, bilim ve eğitim alanında projeler gerçekleştirmesini
sağlayacak ortaklar buldu. Siyasal bağlılıklardan bağımsız olarak, bu sınıflar
arasında Türkiye’de bilimsel eğitimin gelişimine duyulan kuvvetli inançtan
istifade edebilmişti. Tabii ki Amerikalılarla birlikte çalışmaya genel bir
sempati duyulması da başka bir avantajdı. Northrop kimi zaman projelerin kontrolü
konusunda sıkıntı yaşamıştı, ama ekip arkadaşı olarak Amerikalılarla çalışmayı
hiçbir zaman tercih etmedi ve kendisi kafa dengi bulduğu Türk ortaklara
güvendi. Kemal Kurdaş da Amerikalı uzmanların yanı sıra siyasal-askeri
seçkinlerin güvenini kazanmış bir isimdi. 1956 ile 1959 arasında IMF’de
çalışmış, entelektüel, siyasal ve askeri seçkinler arasında itibar kazanmış,
Milli Birlik Komitesi tarafından Hazine Bakanı olarak çalışmak üzere Türkiye’ye
çağrılmıştı. Bakanlıkta kısa süre görev yaptıktan sonra da Turhan
Feyzioğlu yerine ODTÜ rektörü olarak görevlendirildi. Kurdaş,
yurtdışından yardım arayışında, yabancı uzmanlık bilgisi ile maddi yardımın
modern bir üniversite kurmak açısından temel önemde olduğu sonucuna varmıştı.
Bu nedenle de ODTÜ projesine Amerikalıların güvenini yeniden sağlamak için
büyük bir çaba sarf etmiş ve Northrop’a, üniversite projesini desteklemeye
devam edeceği güvencesini vermeyi başarmıştı. S.123-139
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 371 / Ekim 2021