CHP’nin Cumhurbaşkanı Adayı Muharrem İnce,
Cuma namazını Hacı Bayram Camii’nde kıldıktan sonra 24 Haziran seçimlerinin
startını Ankara’da 1. Meclis önünde verdi.
Oysa belli bir yaşın üzerinde olan hemen herkesin
bildiği gibi bu memlekette müslümanların en tabî hak ve istekleri dahi laiklik
bahane edilerek yok sayılmış, siyasiler tarafından milletin değerlerini dikkate
alan açıklama ya da uygulamalar ise "dini siyasete alet etmek"(!)
gerekçesiyle mahkûm edilmişti.
İçinde bulunduğumuz hali
Özyurdunda garipsin.
Öz vatanında parya.
dizeleri özetliyordu.
İçimizde yetişen bu zihniyet, nasıl oldu da
kendi insanına ve değerlerine bu kadar yabancılaşmıştı?
İdris Küçükömer'e kulak
verelim:
"Osmanlı ve Cumhuriyet(te) Batıcı-laik bürokrat
gruba, subayların büyükçe bir kısmını katmak gerekir. Fakat söz konusu
subaylar, aydın denilen bürokratlar olarak, emperyalizmin ekonomideki
etkilerini, hem de bütün sanayinin tasfiyesi ve işsizlik ile sonuçlanan süreci
anlamak olanağını bulamadılar. İşte bundan dolayı, adına kendilerinin
devrim ya da reform dedikleri hareketlerinde halk ile gerçek organik bir
bağlantıyı sağlayamadılar.
Halkının katılabileceği bir biçimde gelişmeyen devrim
ya da reform hareketi, yalnızlığa, soyutlanmaya, hatta bunların sonucu
olarak yapılan bürokratik zorlamalarla, halka karşı düşmeye mahkûm oluyordu.
Tanzimat ve Meşrutiyet bürokratı (subayların büyükçe bir kısmını katmak gerekir), politikadaki
kısmi otonomisine dayanarak emperyalizmin emirleriyle paralel düşen talihsiz
rolü oynamıştı. Böylece imparatorluğun dağılmasına, yerli sanat ve
sanayinin (olan kadarıyla) tasfiyesine (aslında üretim güçleri tasfiyesine)
sebep olmuştu. Bu yoldan kendi kabuğuna çekilmek zorunda kalan halkı karşısında
bulmuştu. Bürokratlar, meşrutiyet hareketleriyle laik devlete gitmek (yani
padişahın teokratik egemenliğini sınırlamak) isteyince, padişahı ve ulemayı
daha fazla karşısında bulmuştu. Ayrıca toprak egemenliği ile politik güce sahip
olmak isteyen âyan ile de zaman zaman karşıt düşmüştü. Bu, sınıfsız,
hatta büyük ölçüde halksız bir yoldan devleti kurtarmak isteyen, ya da 'medeni
toplum' kurma gibi bir iddiayı taşıyan hareketti.
Batıcı bürokratlar, Batı kurumlarını almaya
çalışırken, bir yandan yerli üretim güçlerinin tasfiye edilmesinde talihsiz
tarihî rolünü oynuyordu. Böylece bu güçlerin sahiplerinin karşısına çıkmış
oluyordu. Fakat öte yandan da emperyalizm Osmanlı ülkelerini
boyunduruğu altına alırken, aynı Batıcı bürokratlar, Batı kapitalist sınıfların
en azından paraleline, onların yerli ortakları haline düşmüş bulunuyorlardı.
Osmanlı İmparatorluğu’nun nihai yıkılışında İttihatçı
bürokrat azınlık, tarihî ve büyük ölçüde kaçınılamaz rollerini oynamıştı.
Onların ileri gelenleri dışarı kaçmış, Abdülhamid’in
söylediği sonuca gelinmiş, Anadolu dahi istilaya uğramıştı.
Yabancı istiladan Kurtuluş Savaşı içinde,
bürokratların, büyük toprak sahibi âyan kalıntısının ya da eşrafın bir kısmı
ile geçici, fakat apaçık bir işbirliği vardı.
CHP lideri İsmet İnönü’nün sık sık dergi
ve gazetelerde, gerekli görüldüğünde, tekrar ve tekrar yayımlanan hatıralarında
gördüğümüz bazı kısımlara burada değinmek gerekiyor:
‘İkinci İnönü Savaşları sırasında Bursa’dan geriye
doğru göçen ve içinde subay ve ailelerinin bulunduğu bir kafileye rastlanır.
İsmet İnönü şöyle diyor hatıratında:
'Kafileyi durdurdum. Subayları bir kenara topladım.
İçinde bulunduğumuz vaziyeti bilesiniz. Bundan başka, subay olarak da yerinizi
bilmelisiniz.
Padişah düşmanınızdır. Yedi düvel düşmanınızdır. Bana
bakın, dedim. Kimse işitmesin millet düşmanınızdır." (Ulus, 17 Mayıs 1968)
Cumhuriyet’in ilanı ve halifeliğin kaldırılışı da
küçük bir azınlık kararıyla olmuştu. Nitekim 29 Ekim 1968 tarihli Cumhuriyet
gazetesinde İnönü, Cumhuriyet’in nasıl ilan edildiğini açıklamaktadır.
Bilindiği gibi Anadolu’nun ilk meclisi için yapılan seçimin, 1908 Meşrutiyet
seçimi gibi, baskısız yapıldığı kabul edilmektedir. İşte bu meclisteki
mebuslar, Anadolu’nun temsilcileriydi. Fakat Cumhuriyet’e şiddetle karşıydılar.
Söz konusu hatıralara göre, küçük bir azınlık, aldığı
kararı, ekseriyete rağmen kendine has usullerle kabul ettirmişti." (İdris Küçükömer, Düzenin
Yabancılaşması, Profil Yay, İst 2012, S.96-101)
Tamer Korkmaz 2008 yılında bu hatırayı gündeme
getirdiğinde Muharrem İnce’nin tepkisini çekmişti. Tamer Korkmaz, İsmet
İnönü’nün hatıratının yayın hakkını Bilgi Yayınevi’ne verenin İnönü Vakfı
olduğunu, ilk baskısı 1985’te yapılan hatıratın elinde olan 2009
baskısında ilgili kısmın sansürlendiğini ve ifadelerin kaynağını verdikten
sonra bir başka önemli ayrıntıya dikkat çekiyordu:
"Gençliğinde, İsmet İnönü’nün kadrosunda bir nevi
staj yapmış olan 27 Mayıs Darbesi’nin Sevdalısı Yalçın Küçük…
İsmet Paşasının 'Bu millet düşmanınızdır' sözleri için
2010’da Ulusal Kanal ekranında 'o hatıratın söz konusu kısmını okuduktan hemen
sonra' aynen şöyle demişti: 'İsmet Paşa’nın bu sözleri bizim
amentümüzdü! 60’lı yıllarda biz böyle yetiştik. Halk düşmanınızdır!" (Tamer Korkmaz, Muharrem hiç durma; on yıl sonra da bu yazıya saydır! Yeni
Şafak, 9 Mayıs 2018)
Millet nazarında geçerli bir karşılığının olmadığını,
bilen bu zihniyet, milleti hemen her zaman hor gördü.
Sosyal evrimini tamamlayamayan millet adına düşünüp
karar vermek gerekiyordu.(!)
Kararlar, "halka rağmen halk için"
alındı.
Ancak 1946 yılına gelindiğinde zamanın şartları
gereğince, halkın karşısına çıkmak zorunda kaldılar.
Yöntem evlere şenlikti: Açık oy, gizli
tasnif...
Sonra millet ilk fırsatta "Yeter Söz
Milletin" deyince, "Ordu Millet Elele"
sloganları eşliğinde 27 Mayıs gerçekleşti.
Kimi zaman "bidon kafalı" kimi
zaman "göbeğini kaşıyan adam" diye hakir gördükleri
millet, kimi iktidara getireceğini değil de kimi iktidardan uzak tutacağını
yaşadığı çok acı tecrübeler neticesinde öğreneli uzun zaman olmuştu.
Yaşadığımız totaliter bürokrasiydi:
"1921 ve 1924 Anayasaları gerçek anlamda ‘sivil
anayasa’ değildir. Çünkü olağanüstü şartlarda hazırlanmış ve Büyük Millet
Meclisi’nin belirlediği 'nisab miktarları' dikkate
alınmadan değiştirilmiştir. Diğer yandan bugün devletin kuruluş felsefesini
ifade ettiği söylenen 'Türkiye Cumhuriyeti demokratik, lâik, sosyal,
hukuk devletidir' hükmü, tarihi süreç içinde (askeri darbe dönemlerinde)
adım adım Anayasa’ya yerleştirilmiştir. Kuruluş yıllarında
‘devrimci-otoriter’ keyfiyete göre dizayn edilen devlet, 27 Mayıs 1960
askeri ihtilâlinden sonra ‘bürokratik-totaliter’ bir karektere hâiz
kılınmıştır. Son Anayasa’da (1982) vesâyet rejimini korumak niyetiyle ‘değiştirilemez,
hatta değiştirilmesi dahi teklif edilemez’ bazı maddelere yer verildiğini
gizlemenin bir anlamı yoktur. Son yıllarda ‘kuvvetler ayrılığı’ ilkesine
dayandığı ve ‘özgürlükçü’ olduğu iddia edilen 1961 Anayasası,
‘İkinci Cumhuriyet Teorisini’ ortaya atan darbeciler tarafından yürürlüğe
konulan bir anayasadır. 1982 Anayasa’sı da ‘askeri darbe' döneminde
(12 Eylül) hazırlanmış ve yürürlüğe konulmuştur. Kısacası Türkiye
(...) olağanüstü şartların dayattığı ‘Anayasa Hukuku’ ile
yönetilmektedir." (Yusuf
Kerimoğlu, Devlet ve Siyaset, Ank. 2017, S.183)
27 Mayıs 1960 askeri ihtilâlinden sonra, devleti
‘bürokratik-totaliter’ bir karektere hâiz kılan, "kimse
duymasın millet düşmanımızdır" zihniyetini tanımadan söylenen her
söz eksik kalacaktır.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, 27 Mayıs'ta
kurulan, 12 Eylül'de tahkim edilen bürokratik oligarşinin uykularını
kaçırmaktadır.
Millet ve değerleriyle mücadeleyi varlık sebebi olarak
görenlerin eski söylemleriyle iktidar yüzü göremeyeceklerini en başta kendileri
fark etmiştir.
Bu durumda ya eskiden olduğu gibi, "ordu
millet elele" sloganlarıyla orduyu göreve çağıracaklar ya da
seçim kampanyaları boyunca büyük çoğunluğu müslüman olan halka sempatik
görünmenin yollarını aramak zorunda kalacaklardır.
Şimdi İdris Küçükömer'i yeniden hatırlamanın tam
sırasıdır:
Zira bu zihniyetin en mümeyyiz vasıflarından birisi de
Pragmatist olmasıdır.
O zihniyetin antiemperyalist(!) söylemleri pragmatizm
çerçevesinde değerlendirilmeli ve “Paradigmanın
İflası” dikkatlice tahlil edilmelidir.
Zira tarih aynıyla tekerrür etmektedir.
Dün küresel sermayenin istekleri çerçevesinde dizayn
olanlar, bugün de farklı bir fotoğraf vermekten uzaktırlar.
Büyük fotoğrafı unutup, çoğu bürokrasiden kaynaklanan
ve büyük fotoğrafın yanında küçük kalan ayrıntılara mahkûm olanların,
dedelerinin Sultan Abdülhamid karşısında takındıkları ve sonrasında uzun yıllar
sürecek pişmanlıklarından ders çıkarmalarında zaruret vardır.
Yeni Akit 14 Haziran 2018
Yeni Akit 14 Haziran 2018