Üstad Ali Ulvi Kurucu’nun Hatıraları - Alparslan Aydar

Üstad Ali Ulvi Kurucu’nun Hatıraları

Bu sayımızda, muhterem M. Ertuğrul Düzdağ tarafından kaleme alınan ‘Ali Ulvi Kurucu’nun Hatıraları’nı tanıtmaya gayret edeceğiz. Cumhuriyet sonrasında, İslamiyet’i yaşayan, öğretmek ve yaşatmak için çalışan ve Konya’daki İslamî uyanışın öncüsü olan bir mücâhid âlimler ailesine mensup olan Şair Ali Ulvi Kurucu, Hacı Veyis Efendi’nin torunu ve İbrahim Efendi’nin oğludur. Üstad’ın hayatı, İslâm dünyasının, o zamana kadar görülmemiş devrimlerle sarsıldığı bir zamana rastlamıştır. İslâm dünyasının bütün meseleleriyle derinden ilgilenen, sahip olduğu ilim ve irfanla beraber hassas bir şairin gönlünü ve muzdarip bir mü’minin hassasiyetini de taşıyan Üstad Ali Ulvi Kurucu Bey, kendi ülkelerinde parya haline getirilen ilim, irfan ve siyaset adamlarının birçoğu ile çok yakın ve samimi dostluklar kurmuştu.

Üstad Ali Ulvi Kurucu’nun Hatıraları
M.Ertuğrul Düzdağ
Kaynak Yayınları
Mîsak Dergisi
Sayı: 258 / Mayıs 2012

Bu sayımızda M. Ertuğrul Düzdağ tarafından kaleme alınan Ali Ulvi Kurucu’nun Hatıraları’nı tanıtmaya gayret edeceğiz. Bu sebeple ‘hatıralar ve hatıratlar’ üzerine bir eser kaleme almış olan Dücane Cündioğlu’nun bu konudaki tesbitlerine kulak verelim:

“Hatırat kitaplarının tarihçiler nezdinde taşıdığı değerle genel okur nezdinde taşıdığı değer birbirinden çok farklıdır. Tarihçi, hatıratı delil olarak değil, karine olarak kullanır; ona çoğunlukla ikinci dereceden bir vesika olarak bakar; hatıratta yer alan bilgilerden bazı ayrıntıları kesinleştirmek, hiç değilse eldeki bilgileri teyid etmek amacıyla istifade etmeye çalışır. Bütün subjektif karakterine rağmen hatıratlar, yaygın kanıları gözden geçirmenin, muhalif yargıları hesaba katmanın, ana caddelerde dolaşmaktan bıkmış kimi zekâları tatmin etmenin zengin ve cazip kaynakları arasında sayılırlar.

Hatıratlara, günlüklere ve seyahatnamelere önem atfedilmesinin başlıca nedenlerinden biri de bu tür metinlerin, yazarları kadar, yazarlarının etrafındaki şahıslara dair malumatlar da içermeleridir. Çünkü ciddi tedkiklerde rastlanılmayan birçok kıymetli ayrıntıyı, bağlantıyı hatıralarda bulmak mümkündür.

Devletlerin, hanedanların, kurumların, örgütlerin, fikirlerin tarihini önemseyenler için özel ayrıntılar değil, tasnife elverişli genellikler kıymet taşırken; gerçek tarihin, insan teklerinin kişisel, özel ve o denli de mahrem dünyalarında saklı olduğuna inananlar nezdinde hatıralar/günlükler elbette resmi arşiv belgelerinden daha ehemmiyetli olacaktır.” (1)

Üstad Ali Ulvi Kurucu Bey’in hatıraları; M. Ertuğrul Düzdağ tarafından 1992 yılında, Medine-i Münevvere’de merhum Üstad Ali Ulvi Kurucu Bey’in evinde iki ay kadar süren görüşmeler neticesinde ortaya çıkan yetmiş beş saatlik kaydın düzenlenmiş halidir.

M. Ertuğrul Düzdağ, hazırladığı eserin önsözünde şu tesbitlerde bulunur:

“Aziz okuyucuya, bu kitapla, okunduğu zaman insanın hayata bakışını değiştirecek olan bir eser sunulduğunu, ilk söz olarak arz etmek isterim. Önümüze açılmış olan sayfalarda, yokluğuna yandığımız ve son kırıntıları da kaybolurken üzülerek uzanmaya, tutup saklamaya davrandığımız güzelliklerden derlenmiş bir hazine bulunuyor. İlim, edep ve irfanın yanında bu sayfalarda, tarihimiz, dilimiz ve edebiyatımız da var. Gelecek nesillerimizi güzel geçmişi ile tanıştırıp kaynaştıracak olan bu çok değerli hatıraların sahibi Üstad Ali Ulvi Kurucu Bey, 1922 yılında doğmuş, seksen yıllık hayatının ilk on sekiz senesini bir Konya çocuğu olarak geçirdikten sonra altı yıl tahsil için Kahire’de bulunmuş ve ömrünün kalan elli altı senesini Medine-i Münevvere’de yaşayarak, 3 Şubat 2002 tarihinde orada vefat etmiştir.

Cumhuriyet sonrasında, İslamiyet’i yaşayan, öğretmek ve yaşatmak için çalışan ve Konya’daki İslamî uyanışın öncüsü olan bir mücâhid âlimler ailesine mensuptur. Hacı Veyis Efendi’nin torunu ve İbrahim Efendi’nin oğludur. Bugün Konya’da adına bir külliye tesis edilmiş bulunan Hacıveyis-zade Mustafa Efendi, kendisinin amcasıdır.

Ali Ulvi Bey’in babası, üç oğluna dini tahsil yaptırmak arzusu ile 1939 yılında Medine’ye göç ederek yerleşmişti. Kahire’de El-Ezher’de tahsilini tamamlayan Ali Ulvi Bey, 1946 yılında Medine’ye dönerek, burada bazı memuriyetlerde bulunduktan sonra, Ravza-i Nebevî’nin duvarına bitişik ‘Mahmudiye’ ve hemen karşısında bulunan ‘Şeyhülislâm Arif Hikmet Bey’ kütüphanelerine müdür olmuş ve 1985 yılında buradan emekliye ayrılmıştır.

Üstad’ın hayatı, İslâm dünyasının, o zamana kadar görülmemiş bin bir inkılâp ile sarsıldığı bir zamana rastlamıştı. Böyle bir devirde, o dünyanın siyasi ve manevi iki büyük merkezinde bulunmuş olan Ali Ulvi Bey, bu değişmeleri çok yakından takip etmiştir. O günlerde, yurtlarından uzaklaşmak zorunda kalan Osmanlı ilim ve devlet adamları gibi, için için kaynayan ve istiklâlin yollarını arayan Müslüman milletlerin fikir ve siyaset önderleri de bu iki şehirde bulunmakta veya buralara sık sık uğramakta idiler.

İslâm dünyasının bütün meseleleriyle derinden ilgilenen, sahip olduğu ilim ve irfanla beraber hassas bir şairin gönlünü ve muzdarip bir mü’minin hassasiyetini de taşıyan Üstad Ali Ulvi Kurucu Bey, bahsi geçen bu ilim, irfan ve siyaset adamlarının birçoğu ile çok yakın ve samimi dostluklar kurmuştu.

Üstad’ın, Konya’da geçen ilk gençlik zamanına dair hatıraları, hem o günlerin Türkiye’sine bir ayna tutan, hem iman ağacımızın ne fedakârlıklar pahasına yaşatıldığını ve hem de o devrin mağdur ve mazlum, ancak bir o kadar samimi mü’minlerini gösteren, hüzün dolu sayfalar olarak okunmaya değer bulunacaktır.

Merhum Üstad, Kahire’deki talebelik yıllarında Şeyhülislam Mustafa Sabri, Zahid Kevseri ve İhsan Efendiler ile Ali Yakup, Mustafa Runyun ve Miralay Sadık Beyler gibi Türkiye’den gelmiş veya Filistin Müftüsü Şerif el-Hüseyni ve Arap dünyasında ‘İhvanül Müslimin’ hareketini başlatmış olan Hasanül Benna gibi birçok mühim zevatla birlikte yaşamış, çevrelerine katılmış ve onlarla yakın münasebetler kurmuştur.

Medine’de bulunduğu elli altı sene zarfında ise, gerek Anadolu’dan ve gerek İslam dünyasının her tarafından göç edip buraya yerleşmiş olan veya Hac ve Umre için burayı ziyarete gelen, ilim, irfan ve mâneviyat sahasının tanınmış şahsiyetleriyle beraber bulunmuştur. Aralarında Şeyh Sâmi, Şeyh Mehmed Zâhid, Şeyh Abdülgafûr Abbasi, Ebul Hasen Nedvî, Saatçi Osman, Eğinli Hâfız Hasan, Hâfız Zekai, Mustafa Necati, Said Şamil, Lâdikli Ahmed gibi efendi ve beylerin bulunduğu bu muhterem insanların birçoğunu evinde misafir etmiş, birlikte umre ve hac yapıp onların yakınlık ve dostluklarını kazanmıştır.

Ali Ulvi Bey, isimleri bilinen bu önemli şahsiyetlerin yanında, adı duyulmamış ve onun tarafından bu hatıratta zikredilmemiş olsaydı, hiç duyulamayacak olan ilim ve irfan ehli pek çok önemli şahsiyetle de tanışmış ve onları da hatıralarında yaşatmıştır ki, anlattıklarının bu bölümünün ne kadar kıymetli olduğunu söylemek bile fazladır...

Bu eser, hem bir bilgi, ilim, irfan ve maneviyat kaynağı hem de yakın tarihimizi anlamada bir şifre çözücü olduğu gibi, okuyucuyu kendilerinden örnek alacağı yüzlerce ahlâk ve gönül insanı şahsiyetle tanıştırarak, aynı zamanda, pratik fayda sağlayan bir düşünce ve davranış rehberi, bir yol gösterici de olacaktır.” (2)

Yazarın üslubunu tanımamıza yardımcı olması için kitaptan bazı bölümler aktaralım:


Babam, Hacı Veyis-Zade İbrahim Efendi

“Yıl 1933-1934 Halk Fırkası iktidarının vurduğu vurduk, kırdığı kırdık, çok azgın zamanları ... Ne Meclis var, ne matbuat var. Vurulan vurulduğuyla, kırılan kırıldığıyla kalıyor.

Babamın imamlık ettiği camiin mütevellisi, Tekke mahallesinden Hacı Hamza’nın Hakkı Efendi bize geldi. Ben kahve getirdim. Ağlayarak şöyle diyordu:‘Hocam, belediye vakıf dükkânlarımıza el koydu… Maaşınız kesiliyor.’ Peder merhum ‘Ehh!’ dedi. Bu ‘eh’ de öyle bir mana vardı ki... Babam: ‘Eh, Hakkı Bey’ diye devam etti: ‘Allah feyzini kesmesin... Babam elli senedir, namazı maaşsız kıldırıyor. Yeter ki, Rabbim bize el açtırmasın ...’ ‘Hocam işte üzüntüm budur. Zengin bir insan olsam da, o maaşı size ben verebilsem. Ne büyük kazancım olur ...’

Hakkı Efendi buğday ticareti yapardı. Şöyle böyle bir kazancı vardı. Allah rahmet eylesin. ‘Keşki zengin olsaydım da bu on beş lirayı, ayda ben verseydim.’ dedi. ‘Hakkı Efendi, madem gönlünüzden bu geçti; Peygamber Efendimiz: Kişinin kalbinde yaşattığı niyeti, insanlara gösterdiği amelinden daha kıymetlidir, daha hayırlıdır’ buyuruyor. Maaş bağlasanız, milletten alkış görürsünüz; Hacı Hamza’nın Hakkı Efendi, hocanın maaşını veriyormuş,’ derler. Kalbinizdeki niyeti Allah bilsin... Rezzak-ı Âlem olan Allah, aç bırakmaz bizi ...’ Hakkı Efendi: ‘Peki hocam, cami ne olacak?’ diye sorunca, babam: ‘Hakkı Efendi, maaşım kesildi diye camiin anahtarını size iade edeceğimi mi zannediyorsun? Camiin hizmetini, Ali de birlikte müezzin olarak, fakir imam ve vâiz olarak devam ettireceğiz vazifeyi inşaallah.’ cevabını verdi.” (C-1,Sh:75-76)

“Babamın mescidinde çocuklara yaptığı Kuran dersleri, yasağın şiddeti arttıkça, arada bir kesiliyor, sonra tekrar başlıyordu. Polislerin gelip gitmesi 1934-35 yıllarında sıklaştı. Baskı arttı. Derslere sık sık ara vermek zorunda kalındı. Bunlardan, bana çok acı gelen bir hadiseyi halen unutamam: Bir gün, daha gün doğmadan, mahallenin sığırları, inekleri ahırlarından çıkıp yayılmaya gitmeden, ağnam yani hayvan vergisi memuru, tahsildar, hayvanları saymak için yanında bir polisle gelmiş. Ona göre vergi yazacak. Bu sırada babamdan ders okuyup evlerine dönen birkaç çocuğa rastlamışlar. Çocukların ellerinde Kur’an cüzleri var. ‘’Nereden geliyorsunuz?’ ‘Camiden’ ‘‘Nerede cami? Kim okutuyor? Hocanız kim?’ Doğru camiye gelmişler. Peder onların dış kapıdan girdiklerini görmüş... Babamın birdenbire bir atlayışı, bir telaşı, bir koşması var... O halin, bizde uyandırdığı ürküntüyü, korkuyu ve dehşeti, kat’iyyen unutamam... Oturduğu minderinden, aniden kalktı; ders okuttuğu müezzin mahfilinden fırladı, indi... Mescidin kapısına koştu... Ders verirken görülmeyecek, cürm-i meşhud halinde yakalanmayacaktı!

Tahsildarla polis ayakkabılarıyla camiye girdiler. Tahsildar: ‘Demek şehrin merkezinde Arap harfleri okutuluyor? İrticai hareket, öyle mi! Polis efendi, zaptını tut!’

Merhum babamın, o gün, o zalime bir yalvarması var... O günden kalan yara, hala içimde kanar. ‘Lütuf buyurun beyefendi, lütuf buyurun!..’ diyor, adamı insafa getirmeye çalışıyordu. Polis, bir ara bırakıp gitmek istedi. Ama tahsildar onu da tehdit etti. Hatta polis dışarı çıkmıştı. Fakat o zalim, polisi de tehdit ederek içeri çekti: ‘Polis efendi, zabıt tutacaksın! Yoksa seni de şikâyet ederim.’ dedi.

Babacığım, binbir zahmetle kurduğu ders düzeninin bozulacağına, çocukların Kur’an’sız kalacaklarına üzülüyor; yuvası üzerine titreyen bir kuş gibi çırpınıyordu: ‘Beyefendi, istirham ederim. Bakınız daha sabah ezanı okunmamışken, ben rahat evimi bırakıp gelmişim. Bu yavrular ilim için, sıcak yataklarından kalkıp, karanlıkta buraya geliyorlar. Bunları kaldıran, giydiren, gönderen anaları düşünün, onların Kur’an’a olan aşklarını düşünün... Beyefendi, ben de evimde oturur rahat ederim. Daha evimde bir kahvaltı etmiş adam değilim. Sadece ismini duyarım, kahvaltı nedir bilmem ...” (C-1,Sh:77-78)

Babamın son demleri hakkında Saatçi Osman Efendi şunları söyledi: “Arkadaşlarla birlikte yatsıdan sonra ziyaretine gittik. Ateşi fazla idi, rahatsızdı. Buna rağmen tebessümü vardı, neşeli idi. ‘Efendim, sizi daha iyi görüyorum.’ deyince, şöyle cevap vermişti: ‘Elhamdulillah, Peygamber-i Zişan efendimiz, sahabe-i kiramla beraber teşrif ettiler. Onların huzuru beni bahtiyar etti. Acılarım kalmadı. Artık bir şey duymuyorum...

‘Babamın vefatını, bana Kahire’ye mektup yazarak bildiren de Saatçi Osman Efendi olmuştu. Kardeşlerim küçüktü, tahsilleri yarıda kalacaktı. Birkaç sene daha tahsile devam edip ‘âlimiye’ şehadetini almama imkân kalmamıştı. Bu sebeple, hemen Medine-i Münevvere’ye dönüp geldim. Harem-i Şerif’e yakın, küçücük bir dükkân tuttum. Orada, 1946’dan 1952’ye kadar hacılara mendil sattım.” ( C-2,Sh:335-336)


Dedem, Hacı Veyis Efendi,

“Dedem Hacı Veyis Efendi şekli gibi ahlâkı ile de sünnet-i seniyyeye tam riayet ederdi. Bizzat şahidi olduğum bir hadise ahlakına ve tevazuuna büyük bir misal teşkil eder. 1932 senesindeydi. On yaşımda idim. Konya âlimlerinin bulunduğu bir davete gidilmişti. Yemekte eski âlimlerden Konya’nın vaktiyle en meşhur vaizi olan Aksekili Mehmed Efendi de vardı. Sert bir zat idi. Dedem, her zamanki âdeti üzere, sofrada dökülüp kalmış ekmek kırıntılarını topladı. Bunun üzerine Hocaefendi, sert ve yüksek bir sesle: ‘Hacı Veyis Efendi! Bırakın canım, herkes döktüğü ekmeği kendi toplasın... Sofranın huzurunu kaçırıyorsun ...’ gibi birkaç söz söyledi.

Sofradakiler ve bilhassa amcamla babam buna üzüldüler. Ama bir şey söylemediler... Kahveler içildi. Herkes camiine gitti. Çünkü hepsi imamdı. O günlerde, komşularımızdan ineği olan bir hanım, bir tas yoğurt getirmiş, üzerine çörek otu koymuş... Dedem o yoğurdu gördü, nineme sordu: ‘Kimden geldi bu yoğurt?’ ‘Komşumuzun ineği yavrulamış da bize yoğurt getirmişler.’ ‘Yahu bir çıkıya bağlasan da, Aksekili Hoca’yı gücendirdik, götürsem de barışsam hocayla ...’ Aksekili Hoca’nın evi, bize yakın Cevizleraltı’ndaydı. Kapıyı çalarız, açan olmaz. Hoca yaşlanmış, gözleri zayıf görürdü. Evde kimse yokmuş. Avlusu var, onu geçip kapıya gelecek... Neyse: ‘geliyorum, geliyorum sabret’ diye içerden sesi duyuldu.

Kapıyı açtı, elini gözüne tuttu. Önce tanıyamadı. ‘Böyle buyurun efendim.’ dedi. Dedem selam verdi. ‘Efendim, komşulardan yoğurt gelmiş. Boğazımdan geçmedi. Size getirdim onu ...’ Dedem bunları der demez, Aksekili Hoca coştu; gözyaşlarıyla: ‘Hacı Veyis Efendi, sen beni her şeyde geçtin; nedir bu kemâlât yâhu! Nedir bu ahlâk-ı Peygamberî... Hacı Veyis Efendi, bu şeker hastalığı beni insanlıktan çıkardı. Üç gündür ben uykuyu kaybettim. Hacı Veyis Efendi, ben huysuz bir insan oldum... ‘O, onun elini öpmek ister; o, onun elini öpmek ister... Sarıldılar, bir ağlaştılar... Hala o tablo gözümün önündedir.” (C-1, Sh:109-111)

Caminin önünde, dedemin takkeyle dolaştığını gören bir kurmay albay; ‘Sen niçin şapka giymiyorsun?’ diye dedeme musallat olmuş. Dedemin camiinin yakınında Aslanlı Kışla vardı. Subaylara o zaman ‘zabit’ denirdi. Zabitler evlerine atla gidip gelirler, arkalarında da yine atlı bir ‘emir eri’ bulunurdu. Zabitlerin atları çok iri ‘katana’ denilen cinstendi. Dedem, koynundan çıkarıp kasketi gösterince: ‘Hoca bunun adı nedir, şapkadır; yani serpuştur, başa giyilir. Cebe konulmak için mi, başa giyilmek için mi yapıldı?’ diye bağırmış. Bu zalim, dedeme musallat olmuş, ne zaman görse sataşırmış. Bir gün dedem eve çok üzgün geldi. ‘O zabit bugün beni tehdit etti... Caminin önünde abdest alıyordum ...’ diye ağır ağır anlatmaya başladı. Dedem, caminin yanındaki çeşmeden ibriğini doldurup, ön tarafta abdest alırdı. Böyle yaparak çeşmeden su içmeye veya kabını doldurmaya gelenlere yer açardı. Kendisi çok yavaş abdest aldığından, su almaya gelecek olanların o müddet zarfında kendisini beklemelerini istemez; onlara mani olmamak için abdest ibriğini doldurup, caminin önüne çekilirdi. 

Dedem anlatmaya devam etti: Oturduğum yerde, ibrikle abdest alıyordum. Adam yoldan geçerken beni gördü. Atını çevirdi, geldi. ‘Hoca, nedir benim senden çektiğim? Sana kaç defa söyledim, şapka giy diye! Niçin giymiyorsun da hala takke giyiyorsun?’ ‘Efendim bundan önce de size arz ettim. Şapkam var...’ ‘Ayağa kalk!..’ ‘Efendim, abdest alıyorum ...’ ‘Seni bir daha bu takkeyle görürsem. Seni bu atla çiğnerim… ‘O atın üzerinde; ben oturmuş, abdeste devam ediyorum. Katanayı üzerime doğru şaha kaldırdı. Atın ayağındaki nallar, kaldırımdan kıvılcımlar çıkarıyordu... Allah cesaret verdi, sükûnetimi muhafaza ettim... Zabit söylene söylene gitti... Mahzun oldum, gönlüm kırıldı: ‘Allah’ım, dedim; Allah’ım, Nemrud’un köşkü bu attan büyük idi. Fakat kahr-u celâlin önünde eridi gitti. Celâline sığınırım Allah’ım, cemâline değil, celâline sığınırım!’ O gün hepimiz çok üzüldük. Üç gün sonra duyduk ki, o zabite bir buğday kamyonu çarpmış; yere serilip ölmüş gitmiş...” (C-1,Sh:134-135)


Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi

“Sabri Efendi Hocamız bize hep bu ruhu, azmi, gayreti telkin ederdi. Bizler orada, memleketimizdeki din aleyhindeki hareketlerin artıp durduğu bir zamanda, dini tahsil yapan, garip, kimsesiz gençlerdik. Hayatında pek çok sıkıntılar çekmiş, davasının ne hallere düştüğünü görmüş, yurdunu terk etmiş olan bu muhterem zat, bizlere ümid ve mücadele azmi aşılar, o haliyle en güzel bir numune-i imtisal olurdu. Bize daima bu ruhu telkin eder, teşvik eder, gönüllerimizi alır, bizi sever, bizlere de kendisini sevdirirdi. Mustafa Sabri Efendi’nin ziyaretine ilk gittiğim gün, oturdukları odaya girer girmez, merhum damadı hattat Mehmed Ali Bey’in yazmış olduğu ta’lik yazı gözüme çarpmıştı. Beş altı sene, kaldığım müddetçe, o levhaya hayran idim. Ta’lik yazısı ile Yesari üslübu... Mehmed Ali Bey, Yesari tarzının son mümessili olan, hattat Hulusi Bey’den icazet almıştı. Ta’lik yazan bir hattat idi. “Elâ bi-zikrillâhi tatmainnü’l-kulûb” Sabri Efendi deyince, ilk o oda hatırıma gelir; o oda deyince de, bu ayet-i kerime: ‘’Hiç bir şeyle değil, ancak Allah’ı zikirle kalpler tatmin olu ... “ Zaten o odaya girer girmez, Allah’ın zikri gönlümüzü aydınlatırdı.” (C-2, Sh:48)


Mehmed Akif Ersoy

“Mustafa Sabri Efendi’nin oğlu İbrahim Sabri Bey de Akif Bey’i çok sever ve hürmet ederdi. ‘Şair-i Azamımız’ derdi. Bir şekilde, Akif Bey’e o da, Türkiye’de yapılanları, kalemiyle neden tenkit etmediğine dair merakını ihsas edince, Akif Bey’in şöyle dediğini nakletmişti: .

‘’İbrahim Bey, ben yalan söylemem; Allah’ım şahiddir, yemin de etmem... Yeminim olsun ki, mecalim kalmadı; kendimi toparlayamıyorum. Bu yapılanlar bana çok ağır geldi. Perişanlığımın derecesini size şöyle anlatayım: Secde-i sehivsiz namaz kılamaz oldum. Yahu namazda dalıp gidiyorum. Zihnim öyle perişan...” (C-2,Sh:114)


Zahidül Kevserî

“Zahidül Kevserî Hoca Efendi, Düzceliydi. Bilindiği gibi, Şeyhülislâm vekilliği makamında bulunmuştu. Kendisi son Osmanlı Şeyhülislâmı, Mustafa Sabri Efendi’nin vekili idi. Bu makamın sahibine ‘ders vekili’ denirdi.

Mustafa Sabri Efendiler, Türkiye’den ayrıldıktan ve ‘tevhid-i tedrisât’ kanunu ile medreseler kapatıldıktan sonra, Zahidül Kevserî Hoca Efendi de, kendisi için, burada çalışacak bir vazife, hatta sohbet edebilecek ve yazı yazabilecek bir muhit ve imkân kalmadığını görerek terk-i diyar etmişti. Önce Şam’a gitmiş ancak orada fazla kalmayarak, Kahire’ye gelip yerleşmişti. Kendisine, ‘Niçin Şam’da kalmadığı’ sorulduğunda, şu cevabı vermişti: ‘Şam ulemasında, amel, ibadet, salâh ve takva gördüm. Mısır âlimlerinin ise ilim tarafı daha ağır basıyordu. İlimde derinleşmeyi burada buldum...’ Zahidül Kevserî Hocamız, Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi’ye benzemezdi. Sabri Efendi sohbetlerimizde lâtif, hoşsohbet idi. Onunla her şey konuşulabilirdi... Zahid Efendi ise gayet ciddi, son derece heybetli tavırlı bir zattı. Onun yanında, meclisinde çok konuşamaz, fikir beyan edemezdiniz. Ancak sual sorar, cevabını almakla iktifa ederdik. Vücutça da birbirinin zıddı idiler. Sabri Efendi zayıf naif, Zahid Efendi cüsseli idi.” (C-2,Sh:160-161)


Hasanül Benna

“Mustafa Sabri Efendi, Müftü’ye sordu: ‘Hasanül Benna ile görüşür müsünüz?’ Onun cevabı şöyle oldu: ‘Efendim, Müslüman dünyasında bugün görüşülecek birisi varsa, odur. Yılmadı, korkmadı. Kendisi bir iptidai, ilk mektep hocasıdır. Darülulfun’dan mezun olmasına rağmen, bilhassa bu mesleği tercih etmiştir... Kendisine pek çok cazip teklifler geldi. Fakat ihlaslı ve zeki arkadaş... Bunların kendisinin önünü kesmek, faaliyetlerine mani olmak için birer tuzak olduğunu biliyordu. Kabul etmedi. Kahire Üniversitesi’nde İslam Tarihi kürsüsünde profesörlük teklif ettiler. Yetmiş lira maaş ile... O sırada kendisi yirmi lira maaşlı bir ilk mektep muallimi. Teklifi reddetti ve onlara şöyle dedi: ‘Alâkanıza teşekkür ederim. Fakat ben tarih mütehassısı değilim. Benim için yeni bir saha. Sabaha kadar hazırlayacağım dersleri, ertesi gün çocuklara vermeye çalışacağım. Maksat Mısır gençliğine faydalı olmaksa, ben size, bu işi çok daha iyi yapabilecek, tarih mütehassısları bulabilirim...’ Hasanül Benna’yı yolundan döndürmek için böyle çok tuzaklar kurdular, ağlar attılar. Ama o, bu oyunlara aldanmadı.” (C-2,Sh:233)


Seyyid Kutup

Seyyid Kutup, Hasanül Benna’nın şehadetinden sonra, onun damadı Said Ramazan tarafından 1952’de çıkarılan el-Müslimûn dergisindeki yazıları ile ortaya çıktı ve tanındı. Daha sonraları çıkan aynı isimdeki dergi farklıdır. Cemal Abdunnasır, bu Said Ramazan’a da rahat vermemiştir. O da İsviçre’ye giderek, faaliyet ve neşriyata orada devam etmiş, çok zahmetler çekmiştir. Said Ramazan, dergi için Seyyid Kutup’tan yazı isteyince, burada devamlı yazılar olarak, Kur’an-ı Kerim tefsirine başladı. Adına ‘Fi Zilâlil Kur’an’, Kur’an’ın Gölgesinde, dediler. Seyyid Kutup: ‘Kur’an’ı Kerim’in Gölgesinde diye bir diziye başlayayım. Tefsir olsun. Kur’an’dan anladıklarımı yazayım. Eğer okuyan olursa, onları kazanmış olurum. Olmazsa, Kur’an-ı Kerim’in gölgesinde yaşamanın feyzi bana yeter.’ diyerek yazılarına başlamış. Bu şekilde on ikinci cüze kadar gelmişken, hükümet kendisini hapsetmiş. Kendisi şöyle diyor: ‘On ikinci cüze kadar evde yazmıştım. Gelen giden ziyaretçilerden, sohbet ve konferanslardan, makale isteklerinden, vesairden dolayı, yazımı her ay dergiye zor yetiştiriyordum. On üçüncü cüze gelince Cemal Abdünnasır, beni hapse attırdı. Hakikaten Kur’an-ı Kerim’in gölgesinde yaşamanın saadetini, ben, hapiste buldum. Çünkü bütün kâinatla alâkam kesilmişti. Allah’ımın bana hadsiz nimetleri vardır, sayamam. Kur’an’ın gölgesinde yaşamak için, hapiste inziva hayatına çekilmemi de o nimetlerinden, rahmetinden bilirim. Başka bir şey değil… Orada artık bana yardım edecek, elini uzatacak bir dost bir yardımcı kalmamıştı, Allah’ımdan başka...” ( C-2,Sh:301-302)


Mahmud Cevdet Sezer Bey

“Medine-i Münevvere’de tanıştığım ve fikri hayatımda çok mühim tesiri bulunan zatlardan birisi de Muallim Mahmud Cevdet Sezer Bey’dir. Kendisi 1949’da Türkiye’den Medine’ye, başından çok üzücü hadiseler geçtikten sonra, firar ederek gelmişti. O sırada 55 yaşında bulunuyordu.

Cevdet Bey, Bağdat’ta doğmuş, 17 yaşına kadar orada kalmış ve tahsil etmişti. Arapçası ve Fransızcası çok kuvvetliydi. İstanbul Darülfünunu Edebiyat Fakültesi’nde okumuş, Felsefe ve Psikoloji muallimi idi.
Memleketin dini hayatındaki baskı ve zulümleri ortaya dökmek onlara karşı durmak için 1947 yılında ‘Doğan Güneş’ adlı dergisini çıkarmıştı. Üstad bu dergide yazılar yazıyor, Arapça ve Fransızca’dan tercümeler yapıyor, nazmettiği dava şiirlerini yayınlıyordu. Şiirler dergide çıkınca, aleyhine dava açılmış. Davanın görüleceği günlerde Merhum Bediüzzaman da İstanbul’da imiş. Kendisinin hapiste veya sürgünde olmadığı nadir vakitlerden birisiymiş ki, Üstad, ‘Yahu memlekette böyle bir kahraman varmış da niye ben görmemişim şimdiye kadar! Beni mahkemeye götürün, şu aslanı bir göreyim.’ demiş. Talebelerinin koltuğunda mahkemeye gelmiş. Cevdet Bey, ‘Üstad’ın geldiğini işittim, heyecanlandım. Çok yakında oturuyordu.

Kendisini görüyordum. Bakışından kıvılcımlar, şimşekler çakan yaşlı bir zat ..’
Hâkim sormuş: ‘Bu şiir sizin mi?’ ‘Hangi şiir?’
‘Ey bütün milletin iğrendiği tiksindiği yüz, diye başlayan ...’
Hâkimin sorduğu, derginin ikinci sayısında çıkan ‘Ebulhevl’ başlıklı şiirdir. Kelime manası ‘korku babası, korkunç’ demek olan bu kelime, Kahire’deki insan başlı ‘sfenks’in adıdır.

Cevdet Bey, hâkimin okuyuş şekline sinirlenmiş, ‘Hâkim bey sus, demiş, şiir öyle okunmaz. Özene bezene yazdığım şiiri berbat ettin. Ben okuyayım da sen dinle ...’ Başlamış mahkemede suç sayılan şiirini yüksek sesle inşad etmeye:

Ey bütün milletin iğrendiği tiksindiği yüz
Gecelerden daha korkunç olacaktır gündüz
Bastığın yer çökecek saltanatın sallanıyor
Eski kurbanlar içinden alev almış yanıyor

Hâkim, Cevdet Bey’i akli muvazenesinin muayene ve tespiti için adli tıbba sevk etmiş. Tabii muayene, tespit filan yok. Maksat Cevdet Bey’i ağır şekilde cezalandırıp bir şekilde susturmak... Cevdet Bey, bir yolunu bulup firar edinceye kadar dokuz ay tımarhanede kalmış.
Cevdet Bey’in Türkiye hududu dışına çıkıncaya kadar takip edeceği hatt-ı hareketi ve yolunu, Allah rahmetler etsin, Hasan Basri Çantay ile Ahmed Vehbi Çıkrıkçıoğlu merhumlar çizip temin etmişler.

Hoca o günlerde vecd içindeydi. Oda komşuları derlerdi ki: ‘Ali Ulvi Bey, bu hoca geceleri uyumuyor yahu! Sabaha kadar ibadet ediyor. Namaz namaz namaz... Geliriz gideriz, secdede rüküda...’ Kamil Tok adında Tarsuslu bir zat vardı. Oda komşusuydu. Bir gün geldi dedi ki:
‘Bu hoca, acayip bir hoca, para verdim, almadı. Gece sahura kalkıyor, akşamdan kalan salatayla yoğurt yiyerek oruç tutuyor. Para verdim, almadı...’

Kendisini Harem-i Şerifte görüyorum. Kur’an-ı Kerim okuyor. Tefekkür halinde, Medresesinden Harem’e gelip giderken, peşinden gidiyorum, vecd içinde, konuşmaya hali yok. Huzur içinde. Çok zamanlar ağlayarak dua ederken görüyorum. Devamlı dua ediyor, ağlıyor.

Cevdet Bey, 1980 sonrasında Türkiye’ye bir gittiğinde, Doktor Ali Kemal Bey’le Konya’da görüşürken, ‘Yarım asra yakın bir ömrü nafile ibadetle geçirdim. Belki eser vermek daha iyi idi. Fakat ‘Doğan Güneş’i o kötü günlerde ve ihtiyacın en çok olduğu bir zamanda çıkardığımda bile fazla bir alâka görmemişti. Bizim millet ne hikmetse okumuyor…’ diye bir şikâyette bulunmuş.” (C -3, Sh:221-231)

Kısa zamanda onuncu baskıya ulaşan bu eserin zaman ilerledikçe kıymetinin daha da iyi anlaşılacağı ve değerinin artacağı kanaatindeyiz. Son dönemde benzerlerini görmeye başladığımız hatırat kitapları, özellikle de genç nesillerin ihtiyacı olan örnek şahsiyetleri bizlere tanıtıyor olması bakımından da dikkate değerdirler.

Okumakta gecikenlerin nihayetinde gecikmişliğin pişmanlığını duyacakları bir eser…

Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı:258 / Mayıs 2012
-------------------------------- 
1-Dücane Cündioğlu, Arasokakların Tarihi-Hatıralar ve Hatıratlar, Etkileşim Yay. İst: 2008, Sh: 37 ve 23
2-M. Ertuğrul Düzdağ, Ümraniye, Haziran 2006, C-1, S:19-23