İlim Yolunda - Alparslan Aydar

İlim Yolunda

Son devrin âlimlerinden merhum Abdulfettah Ebû Gudde’nin kaleme aldığı “Safahât Min Sabri’l ‘Alâ Şedâ’idi’l-‘İlmi Ve’t-Tahsîl” isimli eser, Erkam yayınları tarafından Türkçe’ye kazandırılmıştır. İslâm milletinin ‘Selef’ ve ‘Halef’ vasfına haiz olan âlimlerinin, peygamberlerin bıraktığı miras olan ilmin yayılması için gösterdikleri gayreti ifade eden güzel bir eserdir. Cahiliyye Dönemi’nde yaşayan, daha sonra İslâm ile şereflenen Ashab-ı Kiram; “De ki: Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” (Ez Zümer Sûresi:9) sualinin keyfiyetini dikkate almış, “Bilmediğin şeyin ardına düşme. (Peşinden gitme.) Doğrusu duyman, görmen ve muhakemen ondan sorumludur” (el-İsra Sûresi:36) nassının hikmetini idrak etmiş ve ilmin yayılması için bütün imkânlarını seferber etmişlerdir.

İlim Yolunda
Abdulfettah Ebû Gudde
Erkam Yayınları
Mîsak Dergisi
Sayı: 262 / Eylül 2012

“Kur’ân-ı Kerim’de cahil, cahiliye ve cehûl kelimeleri; farklı ayetlerde birbirinin müradifi olan keyfiyetleri ifade için kullanılmıştır. Cehaletin sadece bilgisizlik olmadığını, ‘düşüncesizce hareket etmek, ilme değil zanna ve hayallere dayanmak’ olduğunu söylemek mümkündür. Cahiliyye, cehâlet üzerine kurulu bütün tutum ve davranışların, adaleti hafife alan bütün siyasi rejimlerin ve hevâya dayanan hükümlerin genel adıdır. Cahiliye kelimesinin türediği ‘cehl’ fiili sözlükte bilmemek, tanımamak, ahlâka mugayir davranışlarda bulunmak, gücendirmek fıkır fıkır kaynamak gibi anlamlara gelir.

Rağıp el-İsfehanî; ‘cehl’ fiilinin, birbiriyle münasebeti bulunan üç keyfiyeti ifade için kullanıldığını izah etmiştir. Birincisi: Nefsin bilgiden mahrum olması, İkincisi: Hakikatin zıddı olan bir şeye inanmak, Üçüncüsü: Bir konuda yapılması gerekenin aksini yapmak veya hakkı inkâr etmektir. Cahil; İlimden mahrum olan, davranışları olgun olmayan ve kendini bilmeyen demektir ki ‘cehl’ fiilinin fail (özne) ismidir. Cehlin sülâsi terkibi olan câhiliyye, İslâm’ın tebliğinden önceki dönemi ifade eden bir ıstılâhtır.” (1) Cahiliyye Dönemi’nde yaşayan, daha sonra İslâm ile şereflenen Ashab-ı Kiram; “De ki: Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” (Ez Zümer Sûresi:9) sualinin keyfiyetini dikkate almış, “Bilmediğin şeyin ardına düşme. (Peşinden gitme.) Doğrusu duyman, görmen ve muhakemen (kalbin) ondan sorumludur.” (el-İsra Sûresi:36) nassının hikmetini idrak etmiş ve ilmin yayılması için bütün imkânlarını seferber etmişlerdir. Tarihçi Belazurî, Efendimiz (s.a.v.)’in insanlığı İslâm ile müjdelediği dönemde okuma yazma bilenlerin sayısının Mekke’de on yedi, Medine’de ise on üç kişi olduğunu ifade etmiştir. (2) Sayı üzerinde farklı rivayetler olsa da netice şudur: Mekke ve Medine’nin nüfusları dikkate alındığı zaman, okuma-yazma bilenlerin sayısının gayet azdır.

Peygamberimiz Efendimiz’in (s.a.v.): ‘İlim öğrenmek, her Müslüman erkek ve kadın üzerine farzdır’ (3) buyurduğu malûmdur. Tarih boyunca bütün Peygamberler, ilmin yayılması için gayret sarfetmişlerdir. Hz. Musa (a.s.)’ın, kendisini irşad etmesi için gönderildiği ifade edilen salih kula ( Hızır’a) hitaben ‘Öğretildiğin şeylerden bana bir hakikat öğretmen şartıyla sana tabi olabilir miyim?’ (Kehf Sûresi:66) teklifinde bulunmuştur.

Hâfız el-Hatib el-Bağdadî ‘Rıhle fi Talebi’l-Hadis’ adlı eserinde şöyle demektedir: “Allah (c.c.) katındaki konumuna, yüksek makamına ve nübüvvetinin şerefine rağmen amacı için sarfettiği çabalardan sonra Musa’nın zorluklara katlanıp sefere çıkması ve Hızır’la buluşmak için tevazu ve itaat içinde tüm bunlara sabretmesi ilmin kıymetinin büyüklüğünü, ilim ehlinin mertebesinin yüceliğini ve ilim öğrenilen kişiye karşı tevâzuda bulunmanın güzelliğini göstermektedir. Bir kimse herhangi bir mahlûk için gösterdiği tevazudan ötürü yüksek derece ve makama yükselse Mûsa (a.s.) bunun en başında gelirdi. İnsanın kendisinde olmayan ilme ulaşma ihtiyacını kabul ederek, ciddiyet ve çalışma ortaya koyması, oturduğu yerde rahatını bozması ve ilimden istifade için iştiyak duyması mahlûkat içinde bu şekilde yücelen ve büyüyen başka bir kimsenin olmadığını göstermektedir.” (Sh:15)

Hz. Peygamber (s.a.v.): ‘Bu ilmi talep edip onu ancak dünya için isteyene Allah kıyamet günü cennetin kokusunu haram kılar’ (4) buyurmuşlardır. İmam Burhaneddin ez-Zernûcî: “Öğrencinin ilim öğrenmekten maksadı Allah’ın rızasını kazanmak, âhiret yurdunu elde etmek, önce kendisinden cahilliği gidermek, sonra diğer cahillerin bilgisizliğini gidererek bilgi ve kültür sahibi olmalarını sağlamak, İslâm dinini yaşatmak ve ilelebet devamını sağlamak olmalıdır. Zira İslâm’ın sürekliliği ancak ilim ile mümkün olur” (5) tesbitinde bulunur. Fakih Ebü’l-Hasen Ali b. İsâ el-Velvâliciyyü naklettiği hadise mü’minlerin ilim tahsilini ibadet telakki ettiklerinin en güzel örneklerindendir: “Ebü’r-Reyhân’ın yanına girdiğimde ruhunu teslim etmek üzereydi ve nefesi hırıltılıydı, canı boğazındaydı! Bu halde bana dedi ki: ‘Anne tarafından kalan miras hakkında bana bugün ne söylersin?’ Acıyarak ona: ‘Bu halde de mi?’ deyince: ‘Bu nasıl söz, bu meselenin âlimi olarak dünyaya veda ediyorum. Bunu bilmeyen biri olarak çözüme kavuştursam daha iyi olmaz mı?’ dedi. Bunu ona hazırladım. O da ezberledi ve bana söz verdiği şeyi öğretti. Yanından çıktığımda yoldayken evden çığlık sesi duydum.” (Sh:104)

“Bizim çocukların üzerinde hakkımız olduğu gibi, onların da bizim üzerimizde hakları var mıdır?’ diye soran sahabeye Resûlullah (s.a.v.)’in ‘Evet, çocuğun anne ve babası üzerinde hakkı, ona okuyup yazma (kitabet), yüzme ve atıcılığı öğretmesidir’ buyurmuşlardır. “Bedir Savaşı’ndaki esirlerin okuma ve yazma öğretmeleri sebebiyle Medine’de çok kısa bir sürede okuma ve yazma oranı süratle artmış ve Resûlullah (s.a.v.)’e kâtiplik yapanların sayısı kırk iki kişiyi bulmuştur.” (6) Dergimizin 257. sayısında tanıttığımız ‘Hz. Muhammed (s.a.v.) Devrinde Mescid ve Fonksiyonları’ adlı eserde Mustafa Ağırman’ın: “Fethedilen yerlerde hemen bir mescid yapmak Resûlullah (s.a.v)’den kalan bir adet ve sünnet olarak devam etmiştir. Yapılan bu mescidlerde eğitim-öğretim faaliyetleri başlatılıp o yerlerin İslâmlaştırılması temin ediliyor, bu mescidler de bu işin merkezi oluyorlardı” (7) şeklindeki tesbiti, müslümanların mescide dolayısıyla eğitim-öğretime verdikleri önemin göstergelerindendir. Hatta “Zamanın ilerlemesiyle mescidlerin sayısı da (bilhassa hükümet merkezinde) büyük bir artış kaydetmiş, hicrî III. asra gelince Bağdat ‘ta bu sayı otuz bine ulaşmıştır.” (8)

Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: “Âlimler, peygamberlerin varisleridir. Peygamberler ne dinar, ne de dirhem yalnızca ilim miras bırakırlar.” (9) Bu mirasa sahip çıkan ilim yolcuları ömürlerini ilmin yolunda değerlendirmişlerdir.

“İlim öğrenmek için yolculuğa çıkmak, Hz. Muhammed (s.a.v) ümmetinin farik bir vasfıdır. İslâm’dan evvel böyle bir şey vaki değildi. İslâm’ın ilk günlerinde, Malik b. Huveyris, akranı olan bir genç topluluğuyla Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in yanında İslâm’ı öğrenmek için yirmi gece kalmıştır.” (Sh:319)

“Başlangıçta hadîs işitmek veya hadis toplamak için Medine’ye gelen hadis talebesi, sahabîlerin fethedilen İslâm ülkelerine dağılmaları neticesinde, onların yaşadıkları yerlere yolculuk etmeye başlamışlardır. Böylece Medine, Mekke, Kûfe, Basra, Şam ve Mısır ilim merkezlerinin teşekkül ettiği başlıca şehirler olmuştur. İşte zamanın şartları gereği bir hayli meşakkatli olduğuna şüphe bulunmayan ve hadis tarihinde er-rihle fî talebi’l-hadîs adıyla şöhret kazanan bu yolculuklar sayesindedir ki birçok hadis imamı yetiştiği gibi, bu imamların topladıkları hadislerle de, irili ufaklı birçok hadis kitabı telif ve tasnif edilmiştir.” (10)

Rıhlenin önceki âlimlerin gönlünde ilmi birikimi artırmak, bilgiye giden yolu açmak, genişletmek ve ilimde derinleşmek için temel bir amaç olduğunu bilmen güzel olacaktır. Ya bedenen zayıf olanlar ya çok çocuğu olanlar yahut meteliği bile olmayanlar veya da ana babasının hakkına riayet edenler ancak rıhleden geri kalmışlardır. İşte onlar rıhleyi âlimin güvenilirliğinin bir delili saydıkları için şu meşhur sözü söylediler: ‘Rıhle yapmayanın ilmine güvenilmez.’ Geçmişte Yahya b. Main şöyle demiştir: ‘Dört kimse var ki, onlardan bir hayır ve fayda göremezsin, üçünü saydı ve dördüncü olarak şunu dedi: Hadis öğrenmek için rıhle yapmayıp da beldesinde kalarak okuyup yazan kimse.’ (Sh:77)

Tanıtmaya çalıştığımız ‘İlim Yolunda’ isimli eser, merhum Abdulfettah Ebû Gudde’ye ait “Safahât Min Sabri’l ‘Alâ Şedâ’idi’l-‘İlmi Ve’t-Tahsîl” adlı eserin Türkçe çevirisi olup, ilim yolcusu âlimlerin hayatlarından kesitler sunmakta ve aşağıdaki bölümlerden oluşmaktadır.

İlim Uğrunda Zorluklara Katlanmaları ve Uzun Yollar Kat etmeleri,
Dünya Zevklerinden Uzak Kalmaları,
Fakirliğe Karşı Tahammülleri,
Günlerce Aç ve Susuz Kalmaları,
Mallarını ve Geçim Kaynaklarını Kaybetmeleri,
Kitaplarını Kaybetmeleri veya Çeşitli İhtiyaçlarından Kitaplarını Satmaları,
İlme Hizmet Yolunda İffetli Olmaları,
Evlenmemeleri,
Mal ve Mülklerini; İlim Tahsili, Yolculuk, Şeyhlerle Görüşme ve Kitap Satın Alma Uğruna Harcamaları ve Netice.

Kitabın mütercimleri önsözde şu tespitlerde bulunurlar: “Elinizdeki kitap, okuyucusuna, İslâm ilim geleneği içinde hoş bir sadâ bırakmış âlimlerin ilmi hayatlarından çok çeşitli ve de renkli kesitler sunmaktadır. Tam anlamıyla ilim uğruna adanmış bu kutlu hayatlar, birçok yönden okunup değerlendirilmeye müsaittir. İlmin, âlimin ve öğrenciliğin fazileti, öğrenme metotları, öğretmen-öğrenci ilişkileri, âlime saygı, öğrenciye yaklaşım tarzı, vakit disiplini bunlardan sadece bir kaçıdır.

Burada önemli bir noktaya daha işaret etmekte fayda görüyoruz. Geçen yüzyılda İslâm coğrafyasında etkisini iyiden iyiye gösteren Modernizm, sosyo-kültürel açıdan Müslümanların gelenekle olan ilişkilerinde ciddi kırılmalar yaşanmasına yol açtı. Bu bağlamda ilim çevrelerinde, Müslümanların nesilden nesile aktardığı ilim mirasını küçümseyen ve değersiz addeden bir söylem ortaya çıktı. Öyle zannediyoruz ki, bu kitapta yer alan ilme adanmış hayatlar, çağımızın ilim taliplilerine, üzerinde yüzdükleri ilim denizinin, geçmiş âlimlerin kalemlerinden damlayan mürekkep damlalarından oluştuğunu hatırlatacak, onları ‘vefa’ ve ‘tevazu’ hasletleriyle müzeyyen kılacaktır. Onlara kendi dinamikleriyle ayağa kalkmanın, özgün duruşun yolunu açacaktır.” (Sh:5-6)

Abdulfettah Ebû Gudde kitabın netice kısmında şu değerlendirmelerde bulunur:

“Onlar, başlarına gelen fakirlik, açlık, sıkıntı ve pecmurdelik gibi durumları, kendilerine verilen bir dünya nimeti olarak görmüşlerdir. Şayet bu nimeti melikler fark edebilse bu nimete sahip olabilmek için âlimlerle savaşırlardı. Onlar bu nimetle gönüllerini hoş tuttular. Bu yolda eriyip gitmeyi, Allah’ın rızasına ulaşma vesilesi bildiler. Başarı ancak Allah’tandır. Bu dünyada da ahirette de nimet veren ancak O (c.c.)’dur.

İlim tahsilinde katedilen merhaleler, gerçekten zor ve meşakkatlidir. Bu zorluklar karşısında nicelerinin azmi kırılmış, niceleri ilme ulaşamadan yarı yolda kalmıştır. Bu meşakkatli yolları ancak, eşsiz, asil, ilmin lezzetini tatmış, hiçbir engel tanımayan erler aşabilir.

Tembel ve gevşek olanlar, elbette ki başarısız olur. Hz. Ali (r.a.) şöyle der: ‘Kim gevşekliğe boyun eğerse hakikati kaybeder.’
Öyle âlimler vardır ki ilim öğrenme uğruna açlığını bile unutmayı, ilmin tadına varmanın şartı olarak kabul ederler. Lügat âlimi, muhaddis, şiir ve edebiyatta otorite olan Ebul Hasen el Mazini şöyle der: ‘İnsan açlığını ilim yolunda unutmadıkça ilmin lezzetini gerçekten tattım diyemez.’

İslâmî ilimler candan ve maldan feragatle, susuzlukla, geceleri uykusuzlukla, kendini bile aydınlatmaya gücü yetmeyen kandil ışığı altında, açlık ve çıplaklığın gölgesinde, elbise satarak, gurbette harçlıksız kalarak, kesintisiz yolculuklarla, ardı arkası gelmeyen meşakkatlerle, tehlikelere göğüs gererek, çöllerde kaybolup denizlerde boğularak, kitaplarını ve defterlerini yitirerek, hastalıklarla boğuşarak, eşten, dosttan ve akrabadan uzak kalarak yazılmıştır.

Kim bu âlimlerin seviyesine ulaşmak isterse, onların gittiği yoldan gidip daldıkları tufanın içine dalmalıdır. İlmin başında zorluk, meşakkat ve eziyet vardır. Fakat talebe, ne zaman nefsini, istese de istemese de bu yola sevkeder, sıkıntılarına sabrederse, bu yolda, çiçekli bahçelerin, parlak ve yüce makamların ve kalıcı nimetlerin tadına ilmin en başında ulaşır. Tıpkı bir çocuğun, kuşla oynamaktan aldığı zevk veya bir hükümdarın, köşklerinden aldığı haz gibi tad alır.

Ne kadar şiddetli olursa olsun musibetlerin de bir sonu vardır. Hiçbir musibet hayat boyu sürmez. Sıkıntılar ne kadar artarsa ve şiddetlenirse, ferahlık, kolaylık ve huzur da o kadar çabuk gelir. Allah’ın yardımı ve ihsanı sıkıntının zirvesinde ulaşır.

Devlet büyüklerine el açmaktan uzak durmak, insanın basiretini kuvvetlendirir. Emr-i bil ma’ruf nehy-i anil münker yapanın diline, akıcılık getirir. Böyle iffetli insanlar, halk tarafından kabul görür, itibar kazanır. Az olan helal gıda, Allah’ın rızasını mucibtir. Allah, helal rızkı bereketlendirir. Az ama helal rızık, kişiyi doğru yola sevk eder. Çok ama haramla karışık rızık ise bunun tam aksidir. Kim aşırı yokluğa ve ihtiyaca rağmen, haramlardan ve şüphelilerden uzak durursa, Allah Teâlâ, karşılık olarak temiz ve helal rızık nasip eder. Kişi böylece hoş şeyler yerse ağzından da hoş, insanlara faydalı, kabul gören ve tesirli sözler dökülür. Bu sözler kalplere şifa, ruhlara da gıda olur.

Bazı âlimler, ilim tahsili için, kitap defter vs. satın alırken, yolculuk yaparken birçok paralar sarfetmişlerdir. Bu paralar ne kadar çok olursa olsun, onların gözünde hiçbir değeri yoktur. Bir şeyler öğrenmek için hocalarla görüşmek, onlardan ilim almak, dünyalara bedeldir. Zengin ama cahil olmaktansa fakir fakat âlim olmayı tercih ederler.

Bazı âlimler, helal ve mübah olan zevklerden de uzak durmuşlar ve kendilerini tamamen ilim tahsiline vermişlerdir. İlmi her zaman bütün dünya lezzetlerine, sevdiklerine, bedenlerinin rahatına ve yatağında gerine gerine yatmaya tercih etmişlerdir. Geceleri uyanık, gündüzleri gayretli olmuşlar ve gönülleri ilme asla doymamıştır. İlimle meşgul olmaktan, araştırmaktan, mütalaadan asla bıkmamışlardır. Adeta ilimle yatıp ilimle kalkmışlardır. İlim, gönüllerinin arkadaşı, beyinlerinin de devamlı bir ihtiyacı olmuştur. Uyandıklarında akıllarına ilk geliveren ve uyuduklarında da akıllarından en son çıkan şey, ilim olmuştur.

Bu âlimlerden bir kısmı da evlilikten kaçınmışlardır. Çünkü evliliğin kendilerini, ilim tahsilinden alıkoyacağını düşünmüşler, ilme verdikleri vakitlerini, başka hiçbir şeye vermek istememişlerdir. Bu yüzden, gençlik çağlarından, yaşlanıp vefat edinceye kadar, bekârlığın zorluğuna katlandılar. Bu sabırlarıyla aslında isarda da bulunmuş oluyorlardı. Çünkü kendi ihtiyaçları olan evliliği terk edip ilim öğrenme ve öğretme ile uğraşıyorlardı. (Allah kendilerinden razı olsun.)

Ayrıca âlimlerin, vakte ne kadar, önem verdiklerine de şahit olduk. Dünya işlerini, meşgalelerini terk edip, farzları ve nafileleri edaya, geceleri ihyaya, ilim öğrenmeye ve kitap yazmaya çok dikkatli bir şekilde vakitlerini taksim ediyorlardı. Başta da söylediğimiz gibi bunu yaparken dünyalıktan feragat ediyorlar, yemekten, içmekten, giyinmekten vs. geri kalabiliyorlardı. Bütün bunları bütün vakitlerini ilme ayırabilmek hırsından yapıyorlardı. Çünkü onlara göre ilim, en kıymetli ve en yüce matlup idi. Bu sebeple de dünyanın en güzel nimetlerini bile gözleri görmedi.

İnsanlar, gerçek ilmi, ehlinden alıyorlarBu ister bir efendi olsun, isterse de bir efendinin kölesi hiç fark etmez. İlmin kendisi başlı başına bir efendilik ve bir şereftir. İlim aldığın kişinin rengi, ırkı, efendiliği, köleliği, fakirliği veya zenginliği önemli değildir. İlim yüksek bir divandır. Önünde başlar eğilir ve adil bir hâkimdir.

Elhamdülillah bugün ilim öğrenmek kolaylaştı. Vasıtalar çoğaldı. Uzak yakın bir oldu. Zaman da, mekân da adeta dürüldü. Fakat bunca kolaylığa rağmen gayret ve azim kalmadı. İlim isteği, aşkı, şevki eskisi gibi değil. Şu an ki İslâm âleminin, içinde bulunduğu durumu hepimiz açık ve seçik bir biçimde müşahede ediyoruz. Bununla birlikte âlimlik iddiasında bulunan, âlimlik taslayan ve geçmişlerimizi cehaletle itham eden bir grup insan türedi. Boş boğazlıkla, sapıklıkla ve haddi aşarak müçtehitlik iddiasında bulunuyorlar. Boş boğazlığı ve kara çalmayı, geçmiş âlimlerimize karşı bir üstünlük zannediyorlar.

Hafız İbni Recep El Hambeli, ‘Fadlü İlmis Selef Ala İlmil Halef’ adlı kitabında şöyle diyor: ‘Yeni yetme âlimler çok konuşmakla hataya düşüyorlar. Din konularında çok konuşmayı, tartışmayı, husumeti bir üstünlük olarak görüyorlar. Bu hâlbuki sırf cehaletten kaynaklanıyor. Sahabenin büyüklerine Hz. Ebubekir, Ömer, Osman, Ali, İbni Mesut, Zeyd b.Sabit (r.a.) gibilerine bir bakıver. Onların konuşmaları, daha âlim olmalarına rağmen İbni Abbas’ın konuşmalarından daha azdır. Tebeu’t Tabiinin konuşması Tabiinin konuşmalarından daha fazla. Hâlbuki tabiun daha âlimdir. İlim çok rivayet etmek veya çok konuşmak değildir. İlim kalpte nurdur ki kul onunla hakkı görür. Doğruyu eğriden ayırır. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) ‘cevamiu’l kelim’ idi. Az konuşur, çok şey ifade ederdi. Bu yüzden çok kıylü kal men edilmiştir.’

İbni Mesut şöyle der: ‘Siz öyle bir zamanda yaşıyorsunuz ki ulemanız çok fakat hatibiniz az. Öyle bir zaman gelecek ki ulema az fakat ortalık hatip kaynayacak.’ Çok ilim az kelam övülmüştür. Fakat az ilim çok kelam yerilmiştir. Peygamber Efendimiz de Yemenlilerin imanına ve fakihliğine dikkat çekiyor. Yemenlilerin farik vasfı da az konuşmalarıdır.

Tabiinin büyüklerinden, devrinin tefsirde ve kıraatte en büyük âlimi olan Mücahit Bin Cebr El Mekki, zühd ve takva sahibi, fakih ve muhaddis bir âlimdir. Hz. Ömer’in hilafeti esnasında dünyaya gelmiştir. (d.21-v.104.) Kendisi şöyle der: ‘Âlimler gitti, sadece âlimlik taslayanlar kaldı. Bugünün müçtehit geçinenleri, geçmişin başıboşlarına denk.’ (Ebu Hayseme Tarih-i Kebir)

Tabiinin büyüklerinden Ubeyd Bin Umeyr El Mekki’ye (v. 68) öğrencilerinden Hammad Bin Zeyd: ‘Geçmişe nazaran bugün ilim daha mı çok daha mı az?’ diye sorar. O da cevaben: ‘Bugün söz çok. Bundan önce ilim çoktu’ demiştir.’

Şimdi, yaklaşık bin üç yüz sene önce bu sözleri söyleyen, ilimde otorite sahibi büyük âlimlerin kendileri hakkındaki sözlerine bakalım ve kendimiz hakkında biz ne söylemeliyiz diye bir düşünelim. Allah, ayıplarımızı, kusurlarımızı örtsün, affına mahzar etsin. Bazılarının tutulduğu gibi âlimlik iddiasında bulunma hastalığına düçar etmesin. (amin.)

‘Kim yolculuk yapmazsa, ilimde güvenilirliği yoktur’ denilirdi. Medreseler, camiler, hanlar ve vakıflar bu ilim yolcularına kucak açmış ve İslâm beldeleri bu erlerin önünde saygıyla eğilmiştir. Böylece yüzlerce hatta binlerce âlimle görüşüp bilgilerini ve eserlerini artırmaları mümkün olmuştur.

Yine bu sayfalarda, hocanın hocayla, hocanın talebeyle, talebenin hocayla ve talebenin talebeyle olan münasebetlerindeki edebi ve nezaketi gördük. Yemede, içmede, giyinişte her haddü hareketlerinde âleme model olacak davranışlarını gördük. Onlar birer çiçek bahçesi ve şakıyan bülbül idiler. Onları dinlemekten kulaklarımız, onlara bakmaktan gözlerimiz asla yorulmadı.

Bu örneklerde vatanlarından, evlerinden ve çoluk çocuklarından ayrı, seneler boyunca ilim peşinde koşan, diyar diyar dolaşan insanları görüyoruz. Tek kaygıları, ilmi ehlinden öğrenmek ve de doğru öğretebilmek. Bu yolda ömürlerini tüketmişler ve arkalarından gelenlere rahat bir yaşam miras bırakmışlar. Hiçbir zorluk, hiçbir felaket onları yollarından, ilim ehliyle görüşmekten, ilimlerine ilim katmaktan alıkoyamamıştır.

Bunları yaparken asla kendilerinde bir üstünlük görmediler. Kendilerinden sonra gelenleri minnet altında bırakmadılar. Dinleri ve ümmetleri için yaptıklarını, azımsayarak vefat ettiler.
Günlerce süren açlık ve susuzluklarını, gecelerce süren uykusuzluklarını, hep görmezden geldiler. Bu yaptıklarını, boyunlarının bir borcu olarak bildiler.

Bu hayat hikâyelerinde bir kelime öğrenebilmek, bir lafzı tashih etmek, bir hadisi tamamlamak, bir sözü doğrudan asıl söyleyeninden alabilmek, bir sözün doğruluğunu kesinleştirmek için kilometrelerce yürüyen, âlimlerimizi gördük. Bu yolculukları da fakirlik ve yokluklarının yanında vasıtaların yetersiz olduğu bir dönemde yaptıklarına şahit olduk. Onların bu yaptıkları bu gün sanki bize bir hayal bir masal gibi geliyor fakat bunlar birer hakikat. Bazı insanlar bu hadiselere efsane, mitolojik hikâye gibi baksa da gerçek şu ki onlar azimleri sayesinde bu hayalleri, sabırla, geceleri uyumayarak gerçekleştirmiştir. Allah Teâlâ bu temiz bedenlere merhameti ile muamele etsin.

Okuduğumuz tefsir, hadis, fıkıh, nahiv vs. gibi derslerdeki güvenilirliği sağlamanın ne kadar sorumluluk istediğini ve ne kadar zor olduğunu biliyoruz. Tarih boyunca her kelimenin lafzının, manasının, söyleniş amacının üzerinde dikkatle durulmuş, defalarca didik didik edilmiş ve ayıklanmış, doğruluğu ve kat’iliği kesinleşmiş ve en sonunda bu derece güvenilir hale getirilmiştir. Bu titizliği sadece İslâm âlimlerinde görüyoruz. Bunun için okuduğumuz ilimlerin kıymetini iyi bilmemiz lazım. Bir kitabı okurken kaç asır öncesinden, ne çilelerle, ne kadar vakit harcanarak bizim önümüze geldiğini ve bunun da sırf Allah rızası için yapıldığını unutmamamız gerekir. Bu işin sorumluluğu, inci, elmas gibi mücevherleri işlemekten daha büyüktür. Maalesef çoğu insan bunun farkında değildir.

Geçmiş âlimlerimizden görüyoruz ki, onlar ilmin zirve noktasına gelirken asla, ödül, makam, mevki, devlet vazifesi gibi hiçbir taltif beklememişlerdir. Bu gayret ve çalışmalarındaki maksatları, Allah’ın rızasını kazanmak, dine hizmet etmek, Rasulullah (s.a.v.)’in sünnetini yaygınlaştırmak ve İslâm ilmine, bir nebze olsun katkıda bulunmaktan başka bir şey olmamıştır. Bunun sonucunda bu yaptıklarının karşılığını daha dünyadayken görmeye başladılar. Hükümdar çocukları, kendilerine hizmette bulunabilmek için yarışa girdiler. Ahirette ise bu yaptıklarının karşılığını, gözlerin görmediği, kulakların duymadığı ve insanın aklına gelmeyecek lütuflara mazhar olacaklardır inşallah.

Bu hatıralardan, İslâm kütüphanelerinin ağzına kadar dolu olmasının sırrını öğreniyoruz. Bu sır, elbette ki iman azmi, kalp temizliği ve nefis tezkiyesidir. Bütün yokluk ve imkânsızlıklara rağmen, ne kadar acayiptir ki bu denli eserler verebilmişlerdir. Bunu, bırakın dostlarını, düşmanları bile takdir etmişler ve önlerinde saygıyla eğilmişlerdir. Çoğunun gayreti ve taşıdığı yük bedenlerinden çok daha büyüktü. Azimetleri, kalemlerinden daha keskin idi. Elbette ki böyle olan birinin amacına ulaşması zor değildir. Geçmişte, ecdadımızın çektiği zahmetler, şimdiki neslin rahat ve huzurlu bir şekilde ilim hayatı geçirmesine vesile olmuştur. Şimdiki ilim ehli, klimalı, aydınlık, sıcak günlerde serin, soğuk günlerde sıcak, matbu kitaplar önlerinde hatta bazı okullarda kitaplar bedava veriliyor.

Bu gün artık vasıtaların modernliği sebebiyle, uzak yakın demeden yolculuk yapmak çok kolay ve rahat. Önceden bir iki ayda alınan mesafelere artık bir günden daha kısa bir sürede gidiliyor. Bir haftalık mesafeler artık bir saat sürüyor. Eskiler sadece bir hadis, bir mesele, bir kitap istinsahı veya bir âlimle görüşebilmek için ne kadar çilelere katlanmışlardır.

Şimdi artık televizyon, bilgisayar vs. gibi vasıtalarla, bir âlimin konuşması, evde otururken dinlenebiliyor. Matbu bir kitabı satın almak çok kolay. Geçmiştekilerin, aylarca vakit harcayıp ancak elde edebildikleri kitabın, yarım saat içinde, eksiksiz ve kusursuz bir şekilde fotokopisini çekiveriyorlar.

Allah-u Teâlâ, bunca sabır gösterip bizlere bu eserleri bırakan, geçmişteki âlimlerimize, rahmetiyle muamele etsin.” (Sh:316-340)
Yazının sonunda İmam Burhaneddin ez-Zernûcî’nin “İslâm’ın sürekliliği ancak ilim ile mümkün olur tespitini tekrar hatırlatmakta fayda vardır. Şüphesiz Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ve ashabı bizler için en güzel örnektir. Bu ümmet ilmi ibadet telakki etmiş ve şartlar çok zor olsa da gereğini yerine getirmiştir. İslâm dünyasının son bir asırdır içinde bulunduğu hal herkesin malumu ve Efendimizin (s.a.v.) sünneti de ortadadır. Tanıtmaya çalıştığımız eser, aslında neyi kaybettiğimizi hatırlatması açısından dikkate değerdir.

Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 262 / Eylül 2012

-------------------------------------- 

1 - Yusuf Kerimoğlu, İslâmi Hareketin Mahiyeti, Sh:21, Ank, 2001
2 - Yrd. Doç. Dr. Şakir Gözütok, İlk Dönem İslâm Eğitim Tarihi, Sh:32,42, Fecr Yay Ank, 2002
3 - İbn-i Mace, 1/81, H. No:225 –İmam Burhaneddin ez-Zernûcî, Tâlimü’l Müteallim, Sh:69, Feyiz Yay, İst 2010
4 - Ebu Davud: 3664, ed-Darimi es-Sünen: 1/852, Nakleden: İmam Acurri, Âlimlerin Ahlâkı, Sh:15, Sor Yay, Ank 1993
5 - İmam Burhaneddin ez-Zernûcî, Tâlimü’l Müteallim, Sh:71, Feyiz Yay, İst 2010
6 - Kettanî, Nizamu’l Hukumati’n-Nebevîyye et-Teratibu’l-İdariyye C.1, Sh:49, Nakleden: Yrd. Doç. Dr. Şakir Gözütok, İlk Dönem İslâm Eğitim Tarihi, Sh:103, Fecr Yay Ank, 2002
7 - Mustafa Ağırman, Hz. Muhammed (s.a.v.) Devrinde Mescid ve Fonksiyonları, Sh:184-185, Ravza Yay, İst 2010
8 - Dr. Ahmed Çelebi, İslâm’da Eğitim Öğretim Tarihi, Sh:73, Damla Yay, İst 1998
9 - Ebu Davud, İlim:1, Tirmizî, İlim:19, İbn-i Mace, Mukaddime:17, Nakleden: Yrd. Doç. Dr. Şakir Gözütok, İlk Dönem İslâm Eğitim Tarihi, Sh:82, Fecr Yay Ank, 2002
10 - Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Terimleri Sözlüğü, Rıhle Mad. Rehber Yay, Ank 1992