Son devrin âlimlerinden merhum
Abdulfettah Ebû Gudde’nin kaleme aldığı “Safahât Min Sabri’l ‘Alâ
Şedâ’idi’l-‘İlmi Ve’t-Tahsîl” isimli eser, Erkam yayınları tarafından Türkçe’ye
kazandırılmıştır. İslâm milletinin ‘Selef’ ve ‘Halef’ vasfına haiz olan
âlimlerinin, peygamberlerin bıraktığı miras olan ilmin yayılması için
gösterdikleri gayreti ifade eden güzel bir eserdir. Cahiliyye Dönemi’nde
yaşayan, daha sonra İslâm ile şereflenen Ashab-ı Kiram; “De ki: Hiç
bilenle bilmeyen bir olur mu?” (Ez Zümer Sûresi:9) sualinin
keyfiyetini dikkate almış, “Bilmediğin şeyin ardına düşme. (Peşinden
gitme.) Doğrusu duyman, görmen ve muhakemen ondan sorumludur” (el-İsra
Sûresi:36) nassının hikmetini idrak etmiş ve ilmin yayılması için bütün
imkânlarını seferber etmişlerdir.
![]() |
İlim Yolunda
Abdulfettah Ebû Gudde
Erkam Yayınları
Mîsak Dergisi
Sayı: 262 / Eylül 2012
|
“Kur’ân-ı Kerim’de cahil, cahiliye ve cehûl
kelimeleri; farklı ayetlerde birbirinin müradifi olan keyfiyetleri ifade için
kullanılmıştır. Cehaletin sadece bilgisizlik olmadığını, ‘düşüncesizce
hareket etmek, ilme değil zanna ve hayallere dayanmak’ olduğunu
söylemek mümkündür. Cahiliyye, cehâlet üzerine kurulu bütün tutum ve
davranışların, adaleti hafife alan bütün siyasi rejimlerin ve hevâya dayanan
hükümlerin genel adıdır. Cahiliye kelimesinin türediği ‘cehl’ fiili sözlükte
bilmemek, tanımamak, ahlâka mugayir davranışlarda bulunmak, gücendirmek fıkır
fıkır kaynamak gibi anlamlara gelir.
Rağıp el-İsfehanî; ‘cehl’ fiilinin, birbiriyle
münasebeti bulunan üç keyfiyeti ifade için kullanıldığını izah etmiştir. Birincisi: Nefsin
bilgiden mahrum olması, İkincisi: Hakikatin
zıddı olan bir şeye inanmak, Üçüncüsü: Bir konuda yapılması gerekenin
aksini yapmak veya hakkı inkâr etmektir. Cahil; İlimden mahrum olan,
davranışları olgun olmayan ve kendini bilmeyen demektir ki ‘cehl’ fiilinin fail
(özne) ismidir. Cehlin sülâsi terkibi olan câhiliyye, İslâm’ın tebliğinden
önceki dönemi ifade eden bir ıstılâhtır.” (1) Cahiliyye
Dönemi’nde yaşayan, daha sonra İslâm ile şereflenen Ashab-ı Kiram; “De
ki: Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” (Ez Zümer Sûresi:9)
sualinin keyfiyetini dikkate almış, “Bilmediğin şeyin ardına düşme. (Peşinden
gitme.) Doğrusu duyman, görmen ve muhakemen (kalbin) ondan
sorumludur.” (el-İsra Sûresi:36) nassının hikmetini idrak etmiş ve
ilmin yayılması için bütün imkânlarını seferber etmişlerdir. Tarihçi Belazurî,
Efendimiz (s.a.v.)’in insanlığı İslâm ile müjdelediği dönemde okuma yazma
bilenlerin sayısının Mekke’de on yedi, Medine’de ise on üç kişi
olduğunu ifade etmiştir. (2) Sayı üzerinde farklı
rivayetler olsa da netice şudur: Mekke ve Medine’nin nüfusları dikkate alındığı
zaman, okuma-yazma bilenlerin sayısının gayet azdır.
Peygamberimiz Efendimiz’in (s.a.v.): ‘İlim
öğrenmek, her Müslüman erkek ve kadın üzerine farzdır’ (3) buyurduğu
malûmdur. Tarih boyunca bütün Peygamberler, ilmin yayılması için gayret
sarfetmişlerdir. Hz. Musa (a.s.)’ın, kendisini irşad etmesi için gönderildiği
ifade edilen salih kula ( Hızır’a) hitaben ‘Öğretildiğin şeylerden
bana bir hakikat öğretmen şartıyla sana tabi olabilir miyim?’ (Kehf
Sûresi:66) teklifinde bulunmuştur.
Hâfız el-Hatib el-Bağdadî ‘Rıhle fi
Talebi’l-Hadis’ adlı eserinde şöyle demektedir: “Allah (c.c.)
katındaki konumuna, yüksek makamına ve nübüvvetinin şerefine rağmen amacı için
sarfettiği çabalardan sonra Musa’nın zorluklara katlanıp sefere çıkması ve
Hızır’la buluşmak için tevazu ve itaat içinde tüm bunlara sabretmesi ilmin
kıymetinin büyüklüğünü, ilim ehlinin mertebesinin yüceliğini ve ilim öğrenilen
kişiye karşı tevâzuda bulunmanın güzelliğini göstermektedir. Bir kimse herhangi
bir mahlûk için gösterdiği tevazudan ötürü yüksek derece ve makama yükselse
Mûsa (a.s.) bunun en başında gelirdi. İnsanın kendisinde olmayan ilme ulaşma
ihtiyacını kabul ederek, ciddiyet ve çalışma ortaya koyması, oturduğu yerde
rahatını bozması ve ilimden istifade için iştiyak duyması mahlûkat içinde bu şekilde
yücelen ve büyüyen başka bir kimsenin olmadığını göstermektedir.” (Sh:15)
Hz. Peygamber (s.a.v.): ‘Bu ilmi talep edip
onu ancak dünya için isteyene Allah kıyamet günü cennetin kokusunu haram kılar’ (4) buyurmuşlardır.
İmam Burhaneddin ez-Zernûcî: “Öğrencinin ilim öğrenmekten maksadı
Allah’ın rızasını kazanmak, âhiret yurdunu elde etmek, önce kendisinden
cahilliği gidermek, sonra diğer cahillerin bilgisizliğini gidererek bilgi ve
kültür sahibi olmalarını sağlamak, İslâm dinini yaşatmak ve ilelebet devamını
sağlamak olmalıdır. Zira İslâm’ın sürekliliği ancak ilim ile mümkün olur” (5) tesbitinde
bulunur. Fakih Ebü’l-Hasen Ali b. İsâ el-Velvâliciyyü naklettiği hadise
mü’minlerin ilim tahsilini ibadet telakki ettiklerinin en güzel
örneklerindendir: “Ebü’r-Reyhân’ın yanına girdiğimde ruhunu teslim
etmek üzereydi ve nefesi hırıltılıydı, canı boğazındaydı! Bu halde bana dedi
ki: ‘Anne tarafından kalan miras hakkında bana bugün ne söylersin?’ Acıyarak
ona: ‘Bu halde de mi?’ deyince: ‘Bu nasıl söz, bu meselenin âlimi olarak
dünyaya veda ediyorum. Bunu bilmeyen biri olarak çözüme kavuştursam daha iyi
olmaz mı?’ dedi. Bunu ona hazırladım. O da ezberledi ve bana söz verdiği şeyi
öğretti. Yanından çıktığımda yoldayken evden çığlık sesi duydum.” (Sh:104)
“Bizim çocukların üzerinde hakkımız olduğu gibi,
onların da bizim üzerimizde hakları var mıdır?’ diye soran sahabeye Resûlullah
(s.a.v.)’in ‘Evet, çocuğun anne ve babası üzerinde hakkı, ona okuyup
yazma (kitabet), yüzme ve atıcılığı öğretmesidir’ buyurmuşlardır.
“Bedir Savaşı’ndaki esirlerin okuma ve yazma öğretmeleri sebebiyle Medine’de
çok kısa bir sürede okuma ve yazma oranı süratle artmış ve Resûlullah
(s.a.v.)’e kâtiplik yapanların sayısı kırk iki kişiyi bulmuştur.” (6) Dergimizin
257. sayısında tanıttığımız ‘Hz. Muhammed (s.a.v.) Devrinde Mescid ve
Fonksiyonları’ adlı eserde Mustafa Ağırman’ın: “Fethedilen
yerlerde hemen bir mescid yapmak Resûlullah (s.a.v)’den kalan bir adet ve
sünnet olarak devam etmiştir. Yapılan bu mescidlerde eğitim-öğretim
faaliyetleri başlatılıp o yerlerin İslâmlaştırılması temin ediliyor, bu
mescidler de bu işin merkezi oluyorlardı” (7) şeklindeki
tesbiti, müslümanların mescide dolayısıyla eğitim-öğretime verdikleri önemin
göstergelerindendir. Hatta “Zamanın ilerlemesiyle mescidlerin sayısı da
(bilhassa hükümet merkezinde) büyük bir artış kaydetmiş, hicrî III. asra
gelince Bağdat ‘ta bu sayı otuz bine ulaşmıştır.” (8)
Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: “Âlimler,
peygamberlerin varisleridir. Peygamberler ne dinar, ne de dirhem yalnızca ilim
miras bırakırlar.” (9) Bu mirasa
sahip çıkan ilim yolcuları ömürlerini ilmin yolunda değerlendirmişlerdir.
“İlim öğrenmek için yolculuğa çıkmak, Hz. Muhammed
(s.a.v) ümmetinin farik bir vasfıdır. İslâm’dan evvel böyle bir şey vaki
değildi. İslâm’ın ilk günlerinde, Malik b. Huveyris, akranı olan bir genç
topluluğuyla Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in yanında İslâm’ı öğrenmek için
yirmi gece kalmıştır.” (Sh:319)
“Başlangıçta hadîs işitmek veya hadis toplamak için
Medine’ye gelen hadis talebesi, sahabîlerin fethedilen İslâm ülkelerine
dağılmaları neticesinde, onların yaşadıkları yerlere yolculuk etmeye
başlamışlardır. Böylece Medine, Mekke, Kûfe, Basra, Şam ve Mısır ilim
merkezlerinin teşekkül ettiği başlıca şehirler olmuştur. İşte zamanın şartları gereği
bir hayli meşakkatli olduğuna şüphe bulunmayan ve hadis tarihinde er-rihle
fî talebi’l-hadîs adıyla şöhret kazanan bu yolculuklar
sayesindedir ki birçok hadis imamı yetiştiği gibi, bu imamların topladıkları
hadislerle de, irili ufaklı birçok hadis kitabı telif ve tasnif edilmiştir.” (10)
Rıhlenin önceki âlimlerin gönlünde ilmi birikimi
artırmak, bilgiye giden yolu açmak, genişletmek ve ilimde derinleşmek için
temel bir amaç olduğunu bilmen güzel olacaktır. Ya bedenen zayıf olanlar ya çok
çocuğu olanlar yahut meteliği bile olmayanlar veya da ana babasının hakkına
riayet edenler ancak rıhleden geri kalmışlardır. İşte onlar rıhleyi âlimin
güvenilirliğinin bir delili saydıkları için şu meşhur sözü söylediler: ‘Rıhle
yapmayanın ilmine güvenilmez.’ Geçmişte Yahya b. Main şöyle
demiştir: ‘Dört kimse var ki, onlardan bir hayır ve fayda göremezsin,
üçünü saydı ve dördüncü olarak şunu dedi: Hadis öğrenmek için rıhle yapmayıp da
beldesinde kalarak okuyup yazan kimse.’ (Sh:77)
Tanıtmaya çalıştığımız ‘İlim Yolunda’ isimli eser,
merhum Abdulfettah Ebû Gudde’ye ait “Safahât Min Sabri’l ‘Alâ
Şedâ’idi’l-‘İlmi Ve’t-Tahsîl” adlı eserin Türkçe çevirisi olup, ilim
yolcusu âlimlerin hayatlarından kesitler sunmakta ve aşağıdaki bölümlerden
oluşmaktadır.
İlim Uğrunda Zorluklara Katlanmaları ve Uzun Yollar
Kat etmeleri,
Dünya Zevklerinden Uzak Kalmaları,
Fakirliğe Karşı Tahammülleri,
Günlerce Aç ve Susuz Kalmaları,
Mallarını ve Geçim Kaynaklarını Kaybetmeleri,
Kitaplarını Kaybetmeleri veya Çeşitli İhtiyaçlarından
Kitaplarını Satmaları,
İlme Hizmet Yolunda İffetli Olmaları,
Evlenmemeleri,
Mal ve Mülklerini; İlim Tahsili, Yolculuk, Şeyhlerle
Görüşme ve Kitap Satın Alma Uğruna Harcamaları ve Netice.
Kitabın mütercimleri önsözde şu tespitlerde
bulunurlar: “Elinizdeki kitap, okuyucusuna, İslâm ilim geleneği içinde hoş bir
sadâ bırakmış âlimlerin ilmi hayatlarından çok çeşitli ve de renkli kesitler
sunmaktadır. Tam anlamıyla ilim uğruna adanmış bu kutlu hayatlar, birçok yönden
okunup değerlendirilmeye müsaittir. İlmin, âlimin ve öğrenciliğin fazileti,
öğrenme metotları, öğretmen-öğrenci ilişkileri, âlime saygı, öğrenciye yaklaşım
tarzı, vakit disiplini bunlardan sadece bir kaçıdır.
Burada önemli bir noktaya daha işaret etmekte fayda
görüyoruz. Geçen yüzyılda İslâm coğrafyasında etkisini iyiden iyiye gösteren
Modernizm, sosyo-kültürel açıdan Müslümanların gelenekle olan ilişkilerinde
ciddi kırılmalar yaşanmasına yol açtı. Bu bağlamda ilim çevrelerinde,
Müslümanların nesilden nesile aktardığı ilim mirasını küçümseyen ve değersiz
addeden bir söylem ortaya çıktı. Öyle zannediyoruz ki, bu kitapta yer alan ilme
adanmış hayatlar, çağımızın ilim taliplilerine, üzerinde yüzdükleri ilim
denizinin, geçmiş âlimlerin kalemlerinden damlayan mürekkep damlalarından
oluştuğunu hatırlatacak, onları ‘vefa’ ve ‘tevazu’ hasletleriyle müzeyyen
kılacaktır. Onlara kendi dinamikleriyle ayağa kalkmanın, özgün duruşun yolunu
açacaktır.” (Sh:5-6)
Abdulfettah Ebû Gudde kitabın netice kısmında şu
değerlendirmelerde bulunur:
“Onlar, başlarına gelen fakirlik, açlık, sıkıntı ve
pecmurdelik gibi durumları, kendilerine verilen bir dünya nimeti olarak
görmüşlerdir. Şayet bu nimeti melikler fark edebilse bu nimete sahip olabilmek
için âlimlerle savaşırlardı. Onlar bu nimetle gönüllerini hoş tuttular. Bu
yolda eriyip gitmeyi, Allah’ın rızasına ulaşma vesilesi bildiler. Başarı ancak
Allah’tandır. Bu dünyada da ahirette de nimet veren ancak O (c.c.)’dur.
İlim tahsilinde katedilen merhaleler, gerçekten zor ve
meşakkatlidir. Bu zorluklar karşısında nicelerinin azmi kırılmış, niceleri ilme
ulaşamadan yarı yolda kalmıştır. Bu meşakkatli yolları ancak, eşsiz, asil,
ilmin lezzetini tatmış, hiçbir engel tanımayan erler aşabilir.
Tembel ve gevşek olanlar, elbette ki başarısız olur.
Hz. Ali (r.a.) şöyle der: ‘Kim gevşekliğe boyun eğerse hakikati
kaybeder.’
Öyle âlimler vardır ki ilim öğrenme uğruna açlığını
bile unutmayı, ilmin tadına varmanın şartı olarak kabul ederler. Lügat âlimi,
muhaddis, şiir ve edebiyatta otorite olan Ebul Hasen el Mazini şöyle der: ‘İnsan
açlığını ilim yolunda unutmadıkça ilmin lezzetini gerçekten tattım diyemez.’
İslâmî ilimler candan ve maldan feragatle, susuzlukla,
geceleri uykusuzlukla, kendini bile aydınlatmaya gücü yetmeyen kandil ışığı
altında, açlık ve çıplaklığın gölgesinde, elbise satarak, gurbette harçlıksız
kalarak, kesintisiz yolculuklarla, ardı arkası gelmeyen meşakkatlerle,
tehlikelere göğüs gererek, çöllerde kaybolup denizlerde boğularak, kitaplarını
ve defterlerini yitirerek, hastalıklarla boğuşarak, eşten, dosttan ve akrabadan
uzak kalarak yazılmıştır.
Kim bu âlimlerin seviyesine ulaşmak isterse, onların
gittiği yoldan gidip daldıkları tufanın içine dalmalıdır. İlmin başında zorluk,
meşakkat ve eziyet vardır. Fakat talebe, ne zaman nefsini, istese de istemese
de bu yola sevkeder, sıkıntılarına sabrederse, bu yolda, çiçekli bahçelerin,
parlak ve yüce makamların ve kalıcı nimetlerin tadına ilmin en başında ulaşır.
Tıpkı bir çocuğun, kuşla oynamaktan aldığı zevk veya bir hükümdarın,
köşklerinden aldığı haz gibi tad alır.
Ne kadar şiddetli olursa olsun musibetlerin de bir
sonu vardır. Hiçbir musibet hayat boyu sürmez. Sıkıntılar ne kadar artarsa ve
şiddetlenirse, ferahlık, kolaylık ve huzur da o kadar çabuk gelir. Allah’ın
yardımı ve ihsanı sıkıntının zirvesinde ulaşır.
Devlet büyüklerine el açmaktan uzak durmak, insanın
basiretini kuvvetlendirir. Emr-i bil ma’ruf nehy-i anil münker yapanın diline,
akıcılık getirir. Böyle iffetli insanlar, halk tarafından kabul görür, itibar
kazanır. Az olan helal gıda, Allah’ın rızasını mucibtir. Allah, helal rızkı
bereketlendirir. Az ama helal rızık, kişiyi doğru yola sevk eder. Çok ama
haramla karışık rızık ise bunun tam aksidir. Kim aşırı yokluğa ve ihtiyaca
rağmen, haramlardan ve şüphelilerden uzak durursa, Allah Teâlâ, karşılık olarak
temiz ve helal rızık nasip eder. Kişi böylece hoş şeyler yerse ağzından da hoş,
insanlara faydalı, kabul gören ve tesirli sözler dökülür. Bu sözler kalplere
şifa, ruhlara da gıda olur.
Bazı âlimler, ilim tahsili için, kitap defter vs.
satın alırken, yolculuk yaparken birçok paralar sarfetmişlerdir. Bu paralar ne
kadar çok olursa olsun, onların gözünde hiçbir değeri yoktur. Bir şeyler
öğrenmek için hocalarla görüşmek, onlardan ilim almak, dünyalara bedeldir.
Zengin ama cahil olmaktansa fakir fakat âlim olmayı tercih ederler.
Bazı âlimler, helal ve mübah olan zevklerden de uzak
durmuşlar ve kendilerini tamamen ilim tahsiline vermişlerdir. İlmi her zaman
bütün dünya lezzetlerine, sevdiklerine, bedenlerinin rahatına ve yatağında
gerine gerine yatmaya tercih etmişlerdir. Geceleri uyanık, gündüzleri gayretli
olmuşlar ve gönülleri ilme asla doymamıştır. İlimle meşgul olmaktan,
araştırmaktan, mütalaadan asla bıkmamışlardır. Adeta ilimle yatıp ilimle
kalkmışlardır. İlim, gönüllerinin arkadaşı, beyinlerinin de devamlı bir
ihtiyacı olmuştur. Uyandıklarında akıllarına ilk geliveren ve uyuduklarında da akıllarından
en son çıkan şey, ilim olmuştur.
Bu âlimlerden bir kısmı da evlilikten kaçınmışlardır.
Çünkü evliliğin kendilerini, ilim tahsilinden alıkoyacağını düşünmüşler, ilme
verdikleri vakitlerini, başka hiçbir şeye vermek istememişlerdir. Bu yüzden,
gençlik çağlarından, yaşlanıp vefat edinceye kadar, bekârlığın zorluğuna
katlandılar. Bu sabırlarıyla aslında isarda da bulunmuş oluyorlardı. Çünkü
kendi ihtiyaçları olan evliliği terk edip ilim öğrenme ve öğretme ile
uğraşıyorlardı. (Allah kendilerinden razı olsun.)
Ayrıca âlimlerin, vakte ne kadar, önem verdiklerine de
şahit olduk. Dünya işlerini, meşgalelerini terk edip, farzları ve nafileleri
edaya, geceleri ihyaya, ilim öğrenmeye ve kitap yazmaya çok dikkatli bir
şekilde vakitlerini taksim ediyorlardı. Başta da söylediğimiz gibi bunu
yaparken dünyalıktan feragat ediyorlar, yemekten, içmekten, giyinmekten vs.
geri kalabiliyorlardı. Bütün bunları bütün vakitlerini ilme ayırabilmek
hırsından yapıyorlardı. Çünkü onlara göre ilim, en kıymetli ve en yüce matlup idi.
Bu sebeple de dünyanın en güzel nimetlerini bile gözleri görmedi.
İnsanlar, gerçek ilmi, ehlinden alıyorlar. Bu
ister bir efendi olsun, isterse de bir efendinin kölesi hiç fark etmez. İlmin
kendisi başlı başına bir efendilik ve bir şereftir. İlim aldığın kişinin rengi,
ırkı, efendiliği, köleliği, fakirliği veya zenginliği önemli değildir. İlim
yüksek bir divandır. Önünde başlar eğilir ve adil bir hâkimdir.
Elhamdülillah bugün ilim öğrenmek kolaylaştı.
Vasıtalar çoğaldı. Uzak yakın bir oldu. Zaman da, mekân da adeta dürüldü. Fakat
bunca kolaylığa rağmen gayret ve azim kalmadı. İlim isteği, aşkı, şevki eskisi
gibi değil. Şu an ki İslâm âleminin, içinde bulunduğu durumu hepimiz açık ve
seçik bir biçimde müşahede ediyoruz. Bununla birlikte âlimlik iddiasında
bulunan, âlimlik taslayan ve geçmişlerimizi cehaletle itham eden bir grup insan
türedi. Boş boğazlıkla, sapıklıkla ve haddi aşarak müçtehitlik iddiasında
bulunuyorlar. Boş boğazlığı ve kara çalmayı, geçmiş âlimlerimize karşı bir
üstünlük zannediyorlar.
Hafız İbni Recep El Hambeli, ‘Fadlü İlmis
Selef Ala İlmil Halef’ adlı kitabında şöyle diyor: ‘Yeni yetme
âlimler çok konuşmakla hataya düşüyorlar. Din konularında çok konuşmayı,
tartışmayı, husumeti bir üstünlük olarak görüyorlar. Bu hâlbuki sırf cehaletten
kaynaklanıyor. Sahabenin büyüklerine Hz. Ebubekir, Ömer, Osman, Ali, İbni
Mesut, Zeyd b.Sabit (r.a.) gibilerine bir bakıver. Onların konuşmaları, daha
âlim olmalarına rağmen İbni Abbas’ın konuşmalarından daha azdır. Tebeu’t
Tabiinin konuşması Tabiinin konuşmalarından daha fazla. Hâlbuki tabiun daha
âlimdir. İlim çok rivayet etmek veya çok konuşmak değildir. İlim kalpte nurdur
ki kul onunla hakkı görür. Doğruyu eğriden ayırır. Rasûlullah Efendimiz
(s.a.v.) ‘cevamiu’l kelim’ idi. Az konuşur, çok şey ifade ederdi. Bu
yüzden çok kıylü kal men edilmiştir.’
İbni Mesut şöyle der: ‘Siz öyle bir zamanda
yaşıyorsunuz ki ulemanız çok fakat hatibiniz az. Öyle bir zaman gelecek ki
ulema az fakat ortalık hatip kaynayacak.’ Çok ilim az kelam
övülmüştür. Fakat az ilim çok kelam yerilmiştir. Peygamber Efendimiz de
Yemenlilerin imanına ve fakihliğine dikkat çekiyor. Yemenlilerin farik vasfı da
az konuşmalarıdır.
Tabiinin büyüklerinden, devrinin tefsirde ve kıraatte
en büyük âlimi olan Mücahit Bin Cebr El Mekki, zühd ve takva sahibi, fakih ve
muhaddis bir âlimdir. Hz. Ömer’in hilafeti esnasında dünyaya gelmiştir.
(d.21-v.104.) Kendisi şöyle der: ‘Âlimler gitti, sadece âlimlik
taslayanlar kaldı. Bugünün müçtehit geçinenleri, geçmişin başıboşlarına denk.’
(Ebu Hayseme Tarih-i Kebir)
Tabiinin büyüklerinden Ubeyd Bin Umeyr El Mekki’ye (v.
68) öğrencilerinden Hammad Bin Zeyd: ‘Geçmişe nazaran bugün ilim daha mı çok
daha mı az?’ diye sorar. O da cevaben: ‘Bugün söz çok. Bundan önce ilim
çoktu’ demiştir.’
Şimdi, yaklaşık bin üç yüz sene önce bu sözleri
söyleyen, ilimde otorite sahibi büyük âlimlerin kendileri hakkındaki sözlerine
bakalım ve kendimiz hakkında biz ne söylemeliyiz diye bir düşünelim. Allah,
ayıplarımızı, kusurlarımızı örtsün, affına mahzar etsin. Bazılarının tutulduğu
gibi âlimlik iddiasında bulunma hastalığına düçar etmesin. (amin.)
‘Kim yolculuk yapmazsa, ilimde güvenilirliği yoktur’
denilirdi. Medreseler, camiler, hanlar ve vakıflar bu ilim yolcularına kucak
açmış ve İslâm beldeleri bu erlerin önünde saygıyla eğilmiştir. Böylece
yüzlerce hatta binlerce âlimle görüşüp bilgilerini ve eserlerini artırmaları
mümkün olmuştur.
Yine bu sayfalarda, hocanın hocayla, hocanın
talebeyle, talebenin hocayla ve talebenin talebeyle olan münasebetlerindeki
edebi ve nezaketi gördük. Yemede, içmede, giyinişte her haddü hareketlerinde
âleme model olacak davranışlarını gördük. Onlar birer çiçek bahçesi ve şakıyan
bülbül idiler. Onları dinlemekten kulaklarımız, onlara bakmaktan gözlerimiz
asla yorulmadı.
Bu örneklerde vatanlarından, evlerinden ve çoluk
çocuklarından ayrı, seneler boyunca ilim peşinde koşan, diyar diyar dolaşan
insanları görüyoruz. Tek kaygıları, ilmi ehlinden öğrenmek ve de doğru
öğretebilmek. Bu yolda ömürlerini tüketmişler ve arkalarından gelenlere rahat
bir yaşam miras bırakmışlar. Hiçbir zorluk, hiçbir felaket onları yollarından,
ilim ehliyle görüşmekten, ilimlerine ilim katmaktan alıkoyamamıştır.
Bunları yaparken asla kendilerinde bir üstünlük
görmediler. Kendilerinden sonra gelenleri minnet altında bırakmadılar. Dinleri
ve ümmetleri için yaptıklarını, azımsayarak vefat ettiler.
Günlerce süren açlık ve susuzluklarını, gecelerce
süren uykusuzluklarını, hep görmezden geldiler. Bu yaptıklarını, boyunlarının
bir borcu olarak bildiler.
Bu hayat hikâyelerinde bir kelime öğrenebilmek, bir
lafzı tashih etmek, bir hadisi tamamlamak, bir sözü doğrudan asıl söyleyeninden
alabilmek, bir sözün doğruluğunu kesinleştirmek için kilometrelerce yürüyen,
âlimlerimizi gördük. Bu yolculukları da fakirlik ve yokluklarının yanında
vasıtaların yetersiz olduğu bir dönemde yaptıklarına şahit olduk. Onların bu
yaptıkları bu gün sanki bize bir hayal bir masal gibi geliyor fakat bunlar
birer hakikat. Bazı insanlar bu hadiselere efsane, mitolojik hikâye gibi baksa
da gerçek şu ki onlar azimleri sayesinde bu hayalleri, sabırla, geceleri
uyumayarak gerçekleştirmiştir. Allah Teâlâ bu temiz bedenlere merhameti ile
muamele etsin.
Okuduğumuz tefsir, hadis, fıkıh, nahiv vs. gibi
derslerdeki güvenilirliği sağlamanın ne kadar sorumluluk istediğini ve ne kadar
zor olduğunu biliyoruz. Tarih boyunca her kelimenin lafzının, manasının,
söyleniş amacının üzerinde dikkatle durulmuş, defalarca didik didik edilmiş ve
ayıklanmış, doğruluğu ve kat’iliği kesinleşmiş ve en sonunda bu derece
güvenilir hale getirilmiştir. Bu titizliği sadece İslâm âlimlerinde görüyoruz.
Bunun için okuduğumuz ilimlerin kıymetini iyi bilmemiz lazım. Bir kitabı
okurken kaç asır öncesinden, ne çilelerle, ne kadar vakit harcanarak bizim
önümüze geldiğini ve bunun da sırf Allah rızası için yapıldığını unutmamamız
gerekir. Bu işin sorumluluğu, inci, elmas gibi mücevherleri işlemekten daha
büyüktür. Maalesef çoğu insan bunun farkında değildir.
Geçmiş âlimlerimizden görüyoruz ki, onlar ilmin zirve
noktasına gelirken asla, ödül, makam, mevki, devlet vazifesi gibi hiçbir taltif
beklememişlerdir. Bu gayret ve çalışmalarındaki maksatları, Allah’ın rızasını
kazanmak, dine hizmet etmek, Rasulullah (s.a.v.)’in sünnetini yaygınlaştırmak
ve İslâm ilmine, bir nebze olsun katkıda bulunmaktan başka bir şey olmamıştır.
Bunun sonucunda bu yaptıklarının karşılığını daha dünyadayken görmeye
başladılar. Hükümdar çocukları, kendilerine hizmette bulunabilmek için yarışa
girdiler. Ahirette ise bu yaptıklarının karşılığını, gözlerin görmediği,
kulakların duymadığı ve insanın aklına gelmeyecek lütuflara mazhar olacaklardır
inşallah.
Bu hatıralardan, İslâm kütüphanelerinin ağzına kadar
dolu olmasının sırrını öğreniyoruz. Bu sır, elbette ki iman azmi, kalp
temizliği ve nefis tezkiyesidir. Bütün yokluk ve imkânsızlıklara rağmen, ne
kadar acayiptir ki bu denli eserler verebilmişlerdir. Bunu, bırakın dostlarını,
düşmanları bile takdir etmişler ve önlerinde saygıyla eğilmişlerdir. Çoğunun
gayreti ve taşıdığı yük bedenlerinden çok daha büyüktü. Azimetleri,
kalemlerinden daha keskin idi. Elbette ki böyle olan birinin amacına ulaşması
zor değildir. Geçmişte, ecdadımızın çektiği zahmetler, şimdiki neslin rahat ve
huzurlu bir şekilde ilim hayatı geçirmesine vesile olmuştur. Şimdiki ilim ehli,
klimalı, aydınlık, sıcak günlerde serin, soğuk günlerde sıcak, matbu kitaplar
önlerinde hatta bazı okullarda kitaplar bedava veriliyor.
Bu gün artık vasıtaların modernliği sebebiyle, uzak
yakın demeden yolculuk yapmak çok kolay ve rahat. Önceden bir iki ayda alınan
mesafelere artık bir günden daha kısa bir sürede gidiliyor. Bir haftalık
mesafeler artık bir saat sürüyor. Eskiler sadece bir hadis, bir mesele, bir
kitap istinsahı veya bir âlimle görüşebilmek için ne kadar çilelere
katlanmışlardır.
Şimdi artık televizyon, bilgisayar vs. gibi
vasıtalarla, bir âlimin konuşması, evde otururken dinlenebiliyor. Matbu bir
kitabı satın almak çok kolay. Geçmiştekilerin, aylarca vakit harcayıp ancak
elde edebildikleri kitabın, yarım saat içinde, eksiksiz ve kusursuz bir şekilde
fotokopisini çekiveriyorlar.
Allah-u Teâlâ, bunca sabır gösterip bizlere bu
eserleri bırakan, geçmişteki âlimlerimize, rahmetiyle muamele etsin.”
(Sh:316-340)
Yazının sonunda İmam Burhaneddin ez-Zernûcî’nin “İslâm’ın
sürekliliği ancak ilim ile mümkün olur” tespitini tekrar
hatırlatmakta fayda vardır. Şüphesiz Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ve ashabı
bizler için en güzel örnektir. Bu ümmet ilmi ibadet telakki etmiş ve şartlar
çok zor olsa da gereğini yerine getirmiştir. İslâm dünyasının son bir asırdır
içinde bulunduğu hal herkesin malumu ve Efendimizin (s.a.v.) sünneti de
ortadadır. Tanıtmaya çalıştığımız eser, aslında neyi kaybettiğimizi
hatırlatması açısından dikkate değerdir.
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 262 / Eylül 2012
--------------------------------------
1 - Yusuf Kerimoğlu, İslâmi Hareketin Mahiyeti, Sh:21,
Ank, 2001
2 - Yrd. Doç. Dr. Şakir Gözütok, İlk Dönem İslâm
Eğitim Tarihi, Sh:32,42, Fecr Yay Ank, 2002
3 - İbn-i Mace, 1/81, H. No:225 –İmam Burhaneddin
ez-Zernûcî, Tâlimü’l Müteallim, Sh:69, Feyiz Yay, İst 2010
4 - Ebu Davud: 3664, ed-Darimi es-Sünen: 1/852,
Nakleden: İmam Acurri, Âlimlerin Ahlâkı, Sh:15, Sor Yay, Ank 1993
5 - İmam Burhaneddin ez-Zernûcî, Tâlimü’l Müteallim,
Sh:71, Feyiz Yay, İst 2010
6 - Kettanî, Nizamu’l Hukumati’n-Nebevîyye et-Teratibu’l-İdariyye
C.1, Sh:49, Nakleden: Yrd. Doç. Dr. Şakir Gözütok, İlk Dönem İslâm Eğitim
Tarihi, Sh:103, Fecr Yay Ank, 2002
7 - Mustafa Ağırman, Hz. Muhammed (s.a.v.) Devrinde
Mescid ve Fonksiyonları, Sh:184-185, Ravza Yay, İst 2010
8 - Dr. Ahmed Çelebi, İslâm’da Eğitim Öğretim Tarihi,
Sh:73, Damla Yay, İst 1998
9 - Ebu Davud, İlim:1, Tirmizî, İlim:19, İbn-i Mace,
Mukaddime:17, Nakleden: Yrd. Doç. Dr. Şakir Gözütok, İlk Dönem İslâm Eğitim
Tarihi, Sh:82, Fecr Yay Ank, 2002
10 - Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Terimleri
Sözlüğü, Rıhle Mad. Rehber Yay, Ank 1992