Günümüzde dünyayı vahşi bir ormana
çeviren ABD; daha kuruluş yıllarında şiddeti alışkanlık hâline getirmiş, toplu
katliamları ön plâna çıkarmıştır. Bu sayıda tanıtacağımız ‘Kan
Tadı-ABD’nin Kara Kitabı’ isimli eseri, Haluk Gerger kaleme
almıştır. Kitabın girişinde yazar, eseri niçin kaleme aldığını şöyle izâh
etmektedir: “Bu kitap, bugün tanık olduğumuz saldırganlığın
kökenlerinin çok daha eskilerde ve çok daha derinlerde yattığı tezinden
hareketle yazıldı. Saldırganlık dürtüsü, nesnel, yapısal, sistemik kaynaklar
kadar, kültürel-ideolojik köklere de uzanıyor. Şiddetin kaynaklarını,
kökenlerini, nedenlerini saptamaya çalışıyor. Amerika’ya ilişkin, esas olarak
bilip de unuttuğumuz, bu arada da çok fazla bilinmeyen kimi gerçekleri
içeriyor.” (Sh:11)
![]() |
Kan Tadı/
Belgelerle ABD’nin Kara Kitabı
Haluk Gerger
Yordam Kitap
Mîsak Dergisi
Sayı: 304 / Mart 2016
|
Kuruluşunun ilk yıllarında, soykırıma girişen ABD’nin
hâlini şöyle ifade etmektedir: ‘Amerika kıtası, tarihin az gördüğü bir talan ve
şiddet furyasıyla sarsıldı. Aslında yapılanlar gerçek bir soykırımdı. Köleleştirilen
yerli halklar, korunmasız oldukları yeni mikroplardan, salgın hastalıklardan,
açlıktan, aşırı çalıştırılmaktan, dayaktan, vahşetten ve yağmacıların
kurşunlarından kitleler hâlinde ölüyorlardı.’
Terör ve Şiddetin Başlangıcı
“15. yüzyıldaki teknolojik ilerlemeler ve keşiflerle
beraber İngiltere’den başlayarak feodalizmin çözülüşü ve kapitalizmin oluşum
süreci ortaya çıktı.
Rekabet, savaşlar ve sonunda İngiltere’nin hâkimiyeti
altında gelişen bu sürecin başlangıcında Avrupa’nın yükselen sömürgecileri, bir
yandan Afrika ve Amerika kıtalarında köle ticareti yapıyor, deniz ticaretine
korsanlıkla egemen olmaya çabalıyorlar; bir yandan da buralarda yerli halkları
soykırıma uğratarak başta altın olmak üzere değerli madenleri yağmalıyorlar,
baharatlar, şeker, tütün, tropikal ürünler gibi lüks maddelere dayalı ticaret
gerçekleştiriyorlardı.” S.15
“Yeni Dünya’da zorbalık ve şiddet tohumları böyle ekildi.
Avrupa’dan gelen yağmacılar işe katliamlarla başladılar. Amerika kıtası,
tarihin az gördüğü bir talan ve şiddet furyasıyla sarsıldı. Aslında yapılanlar
gerçek bir soykırımdı. Köleleştirilen yerli halklar, korunmasız oldukları yeni
mikroplardan, salgın hastalıklardan, açlıktan, aşırı çalıştırılmaktan,
dayaktan, vahşetten ve yağmacıların kurşunlarından kitleler hâlinde
ölüyorlardı. Yerli halk, pek çok durumda, bu korkunç vahşet ve köleleştirme
saldırısından kurtulmak için toplu intiharı seçiyordu. Bir yüzyıldan
biraz fazla bir süre içinde Meksika’da yerli nüfus 25 milyondan 1,5 milyona
düşmüştü. Peru’da nüfus kırılmış, yüzde 95 oranında azalmıştı.” S.16-17
“Kuzey Amerika’daki yerliler güneydekiler kadar uysal
değildi. Boyun eğmiyorlar, çalışmayı reddediyorlardı. Beyaz efendiler
tarlalarda çalışamayacağına göre başka bir çözüm yolu bulunmalıydı.”
“Kuzey Amerika’ya ilk köleleri getiren Hollanda
gemisi, yükünü 1619’da Virginia’da boşalttı. Bu insanlar, Afrika’da silahlı
köle tüccarlarınca avlanıyor ailelerinden, topraklarından koparılarak zincire
vuruluyor; gemilerin ambarlarına tıkılarak meşum yolculuğa çıkarılıyorlardı.
Ambarlarda zincire vurulmuş olarak aç ve susuz ‘tabutluk’larda kendi
pisliklerinin ve kusmuklarının gölünde seyahat eden kölelerin çok önemli bir
bölümü daha yolculuk sırasında ölüyor, çıldırıyor, telef oluyorlardı.
Kıtaya ulaşanlarsa satılıyor ve çiftliklerde hayvanlar
gibi çalıştırılıyorlardı. Üç yüzyılda kapitalist birikimin en önemli öğesini bu
köle emeği oluşturdu. Batı Avrupa burjuvazisinin, İngiltere’nin ve Amerika’daki
kolonilerin zenginliğinin kaynağında büyük ölçüde işte bu köle emeği, kara
Afrika’nın kanı ve canı vardı. Rakamlar değişiyor. Köle ticaretinde
ölenlerin sayısını 50 milyon olarak veren de var, 100-200
milyon olarak da. Belki yolda ölenler şanslı olanlardı.” S.18
ABD’nin Kuruluşu
“Kolonilerin İngiltere’ye karşı bağımsızlık savaşından
sonra kurulan Amerika Birleşik Devletleri işte böyle bir kara miras üzerinden
yükseldi. Kuruluştan sonra da yerli halka ve Afrikalılara karşı şiddet aynı
acımasızlıkla devam edecekti.” S.19
İlk Göçmenler, ‘Yeni İsrail’
“Kıtanın doğu sahillerine ilk yerleşenler, kendilerini
Tanrının izinde yürüyen ve böylece de vadedilen topraklara yönlendirilen
seçilmiş kullar olarak tanımlıyorlardı. Onlar, bu topraklarda ‘Yeni
İsrail’i kuruyorlardı. Püritenlere göre, Yahudiler, Tanrı’nın ilk ilişki
kurduğu, peygamber gönderdiği ‘seçilmiş halk’ idi. Onlar, ‘süt ve bal’la
zengin, ‘vadedilmiş topraklar’da toplanacaklar, günahtan arındırılmış
insanlık Tanrısına kavuşacaktı. Ne var ki, İsrailoğulları günah işlediler ve
Tanrının yolundan çıktılar. İşte şimdi onlar ‘Yeni İsrail’i kuruyorlar, Yeni
Kenan’da (New Canaan) nihai kurtuluşun yoluna düşüyorlardı.
Bu, İsa Mesih’in yeryüzüne yeniden dönmesi ve Kudüs Tapınağının yeniden
inşasıyla taçlanacaktı. Eski ve Yeni Ahitler böyle bütünleşiyordu.
Amerikalılar seçilmiş halktılar; eski İsrailliler gibi
Tanrının yardımıyla yeni bolluk kıtasına gelmişlerdi ve burada Tanrının
kuşaklar boyu sürecek Yeni Düzenini bütün insanlık için kuracaklardı.
Ülkenin resmî mühründe ve bir dolarlık
kupürlerinde yer alan “Annuit Coeptis; Novus Ordo Seclorum” (Tanrının
Kutsadığı Yüzyılların Yeni Düzeni) ifadesi de işte bunu anlatıyordu.” S.71
“Kızılderililerin imhasında ya da kölelerin ruhlarının
yağmalanmasında da, bu ‘üstün ve seçilmiş insan’ inanışıyla
kolayca ahlaki gerekçeler uydurulabiliyor, daha da önemlisi meşruiyet, giderek
zorunluluk üretilebiliyordu. Öyle ya, ‘şeytani güçler’le savaşmak
Tanrının buyruğuydu. İnsanlık dışı yaratıklardan yararlanmak ise, onun necip
kullarına sunduğu bir haktı. Bu arada, dinsizleri inanca kavuşturmak da,
yerlilerin topraklarına konmak benzeri, Cennet’te de iyi bir yer edinmek için
bulunmaz fırsattı elbette. Üstelik tarihsel köklerine bakıldığında bu iş peşin
para da getiriyordu. Örneğin 1703 yılında bir Kızılderilinin başına ya
da onu kanıtlamak üzere kafa derisine 40 sterlin ödeniyordu. Daha
sonraları bu ödülün 100 sterline yükseltildiği dönemler oldu. Massachusetts
Parlamentosu kadın ya da 12 yaşından küçük Kızılderililerin kafa derisi içinse
20 pound ödenmesini uygun görmüştü.” S.73
“O dönemde bir tür resmî korsanlık revaçtaydı.
Privateering denen bu sistemde, özel kişiler, resmî beratlarla savaş gemilerine
komuta ediyor ve korsanlık yapıyorlar; ticaret gemilerini basarak mallarına,
hatta gemilere el koyuyor, açık denizlerde ganimet topluyor, haraç alıyorlardı.
Bir başka ifadeyle bu, bir tür resmî korsanlıktı. ‘Amerikan Devrimi’, bağımsızlık
mücadelesi ve sonrasında bu korsanlık, önemli bir geçim kaynağıydı. ABD’nin ilk
sermaye birikiminin temel kaynaklarından biri buydu ve pek çok resmî korsan,
ülkenin saygın iş adamları, politikacıları, yöneticileri oldular.” S.26
“Korsanlık ABD’nin en önemli gelir kaynaklarından,
İspanya İmparatorluğunun çöküşüne zemin hazırlayan en önemli etkilerdendi.
Bu büyük soykırım saldırısında her türlü aracı kullanmak
mübahtı. Öyle ki, yerlileri kırıp geçiren ‘ateş suyu’, yani alkol,
Kızılderililer arasında bilinçli olarak yaygınlaştırılmıştı. Benjamin
Franklin’e göre rom, Tanrının ‘vahşilerin yok edilmesi ve yeryüzünü
geliştirecek olanlara yer açılması için verdiği bir araç’tı.” S.32
Monroe Doktrini
“1823 yılında Başkan Monroe ünlü bildirisini
yayınladı. Böylece, Batı yarım küresinin Amerikan emperyalizminin cenderesi
içindeki acılı yaşamının da ilk tohumları atılmış oldu. Bu bildirideki, artık
Monroe Doktrini diye adlandırılacak görüşlere göre, Avrupalıların bölgeye girme
çabaları, ABD’nin ‘barış ve güvenliğine karşı bir tehlike’ olarak
görülecektir. Bu elbette açık bir tehditti ve bütün yarım küreyi Amerikan
hegemonyası altında tutma kararlılığının bir ifadesiydi. Kıtanın kuzeyini
(Kanada hariç) zaten kendisine ayırmış olan ABD, şimdi de, Güney Amerika’yı
kendi arka bahçesine dönüştürmeyi ve oradaki halkları da köleleştirmeyi
hedefliyordu.” S.34
“ABD’nin asıl emperyalist yayılmasının tarihi olarak
gösterilen 1898 İspanya Savaşı’ndan önceki dönemde, 1798-1895 yılları arasında,
Amerikan ordusu, çoğunluğu Güney Amerika’da olmak üzere 103 olaya müdahale
etmişti ve bunlarda çoğunlukla ‘Amerikalıların yaşamını ve malını
korumak’ gerekçesi kullanılmıştı.” S.34
Teksas’ın İlhakı
“Önce hedefte Teksas vardı. Teksas’ın ilhakı ve
sonrasındaki Meksika Savaşı belki de Monroe Doktrininin ilk silahlı uygulaması
olacaktı.
Meksika, İspanyol sömürgeciliğine karşı zorlu bir
kurtuluş mücadelesinden sonra, 1821’de bağımsızlığını ilan etti. Teksas,
Kaliforniya gibi bugünkü ABD’nin en zengin eyaletleri o zaman Meksika
Cumhuriyetine ait topraklardı.” S.39
“Kışkırtılan Teksas’ta ayaklanma başladı. Çeşitli
muharebelerden ve çatışmalardan sonra da 1836 Mart’ında göçmen beyazlar
Meksika’dan ayrıldıklarını ve Teksas’ın bağımsızlığını ilan ettiler. Bu tabii
geçici bir aldatmacaydı ve asıl amaç ABD’ye katılmaktı. Nihayet 1845 yılında
Teksas, birliğe alınarak ilhak edilmiş oldu. Bahane de Monroe Doktrini’nin
yorumlanmasıyla bulundu. ABD, kendi ilan ettiği saldırgan bir politikayı, sanki
bir evrensel hukuk doktrini, hatta Tanrının bir kelamı ve reddedilemez bir
gerçeğin ifadesi, bir ölçüt ve kanıt gibi yine kendisi yorumlamış ve Teksas’ın
ilhakını, ‘bir yabancı gücün etkisine girerek Amerikan güvenliğini
tehdit etmesine karşı bir önlem’ olarak gerekçelendirmişti. Sonuçta da
ABD, Fransa’dan daha büyük (1 milyon 300 bin km2) ve zengin petrol
yataklarını barındıran bir toprak parçasına daha konmuştu.” S.40
“Kıtasal yayılma böylece sona erdi ve yerli halklar,
İspanya, Fransa, İngiltere, Rusya, Meksika, Kuzey Amerika’daki toprak hak ve
iddialarını yitirdiler; bütün kıta ABD’nin oldu.” S.42
“Bu savaş, Meksika kışkırtmasının ardından, artık bir
‘Amerikan klasiği’ sayılabilecek davranış kalıbını da yarattı.” S.
96
Meksika, Küba, Haiti, Dominik, Japonya, Almanya,
Vietnam, Nikaragua, Filipinler ya da dünyanın her hangi bir köşesinde olan hep
aynıydı. Yeter ki Kurt kuzuyu gözüne kestirsin. Suyun alt tarafındaki kuzu bir
şekilde suyu bulandırıyordu.
2. Dünya Savaşından sonra ABD dünyanın yeni
patronuydu. Teksas’ta uyguladıkları senaryo hemen hiç değişmedi. Sömürgeciliğin
keşif kolu oryantalizm sayesinde bizi bizden iyi tanıyorlardı. Zaaflarımızı,
köklü düşmanlıklarımızı kullanmayı bildiler. Doğru yerde doğru zamanda ilk
kurşunu hep onlar sıktı. Dünya ne olduğunu anladığında çoğu zaman iş işten
geçmiş oluyordu.
Önce muhalifler silahlandırıldı, eğitildi ve
kışkırtıldı. Sonuç: İç savaş.”
Lincoln’ün Seçilmesi ve Savaş
“Yeni topraklarda ve birliğe girecek eyaletlerde köleliğin
yasaklanmasıyla dengenin federal yönetimde de ipleri eline geçirmiş Kuzey’in
lehine değişeceğine ve böylece de Güney’in köleliğe dayanan ekonomik
altyapısıyla, çıkarlarının ve düzeninin ortadan kaldırılacağına inananlar artık
daha yüksek sesle Birlik’ten ayrılmayı dillendiriyorlardı. Kuzey ise, her ne
pahasına olursa olsun merkezî otoriteyi, federal birliği korumaya ve sanayi
devrimini her yana yaymaya kararlıydı.” S.53
“İç Savaş, Kuzey’in zaferiyle sona erdi. Konfederasyon
orduları teslim oldu. 200 binden fazla insan savaşta, yarım milyon kadar da
savaşın yoksunluklarından, hastalıklarından, yan etkilerinden öldü. Bu
rakamlar, nüfusun o zaman çok daha az olmasına karşın, İç Savaş kayıplarının,
ABD’nin iki dünya savaşıyla Kore Savaşında verdiği kayıplardan daha fazla
olduğunu gösteriyor.” S.54
Hırsız Baronlar
“İç Savaş’tan sonra başlayan vahşi kapitalist gelişme,
zamanla büyük tekellerin Amerika’ya hâkim olmasıyla sonuçlandı. Petrol
sanayisinde Rockefeller, çelik endüstrisinde Carnegie,
finans sektöründe Morgan ve öteki para simsarları, soyguncu
baronlar, para babaları, hükmettikleri dev tekeller, oluşturdukları anonim
şirketler, karteller, tröstler ortaya çıktı. Bu büyük zenginler, başta rüşvet,
irtikâp, şiddet, hile her türlü kanunsuzlukla her yöntemi kullanarak
egemenliklerini kurdular.” S.85
Linç Kurumu
“Linç sözcüğü, çiftliğinde özel yargılamalar yapmak ve
cezayı; uygulamakla tanınan Albay Charles Lynch isimli
zengin bir toprak ve köle sahibinden türetilmişti. Yaygın linçler, İç Savaş’tan
sonra intikamcılığın, siyahları baskı ve denetim altında tutmanın bir aracı,
onlara korku salmanın, böylece de özgür kimliklerini haklarını kullanmalarını
önlemenin bir yöntemi olarak başvurulan sistematik yaygın bir uygulamaydı ve
özellikle de güvenlik güçleriyle yargının aktif desteğini arkasına almıştı.
Linç eylemleri, 1867’de Tenessee eyaletinin Pulaski kenti
Güney Konfederasyon Ordusundan altı eski asker tarafından Klu Klux
Klan’ın (KKK) kurulmasıyla büyük bir ivme kazandı. Giydikleri
uzun beyaz giysiler, Konfederasyon Ordusunun, İç Savaş’ta ölmüş askerlerinin
ruhlarının intikam için geldiği izlenimi vermek için düşünülmüştü. Üyeleri
arasında polisler, yargıçlar, etkili kişili politikacılar bulunmaktaydı.” S.55
“Seyirlik eğlenceye on binlerce kişinin katıldığı
oluyordu. Bazen kurbanlar canlı canlı yakılmadan, anı ya da satılacak hediyelik
olarak el ve ayak parmakları gibi parçalar vücuttan koparılıyordu.” S.56
“Güney Afrika’daki modern ‘Apartheid’ (Ayrı
Gelişme) sistemi, 1870’li yıllardan başlayarak ilk kez ve bütün acımasızlığıyla
Amerika Birleşik Devletlerinde uygulanıyordu. Orada buna ‘segregation’ (ayrılık-ayırma)
deniyordu. Anayasa Mahkemesi de çeşitli kararlarıyla bütün bu uygulama ve
yasaları onaylıyor, ırkçılığa, ırksal ayrıma ‘Anayasaya uygunluk’ mührünü
vuruyordu. ‘Ayrı ama eşit’ formülasyonu altında, siyah ırkın
bütün insanlık ve yurttaşlık hakları elinden alınıyor, resmi bir ırkçılık bütün
vahşetiyle kurumsallaştırıyordu. Bu durum İkinci Dünya Savaşına kadar bütün
katılığıyla sürdü. Savaşta bile siyahlar ayrı birliklerde tutuluyorlardı.” S.61
Yeni Yüzyıla Girerken Ayırt Edici Özellikler
“Amerikan emperyalizminin kanlı yeni serüvenine
geçmeden önce, ABD kişiliğini belirleyen bazı etmenler üzerinde kısaca durmak
gerekmektedir.
Sömürgecilik Karşısında Irkçılık
Bunlardan birincisi, ABD’nin sömürgecilik olgusuyla
olan ilişkisidir. Dünyanın sömürgeci güçlerce topraksal paylaşımının
tamamlandığı ve yeniden paylaşım mücadelesinin başladığı bir dönemde, güçlenen
taze emperyalist güç olarak ABD, doğrudan akla dayalı bir sömürgecilik modelini
yeğlememiştir. Kuşkusuz ABD, öteki emperyalistler gibi başkalarının
topraklarına, emek kaynaklarına el koymuş, onları sömürmüş ve fiilen
yönetmiştir. Fakat klasik bir sömürge imparatorluğu da kurmamış, Kuzey Amerika
kıtası dışında, işgal ettiği toprakları ilhak etmemiştir.” S.118
Rambo Kültürünün Doğuşu
“ABD’nin modern anlamıyla emperyalizme ilk adımlarını
attığı bu dönemde, saldırganlık ve şiddet kültü de, zamana uyarlanarak ve fakat
özünde aynı kalarak, formlarıyla etkilerini günümüze dek taşıyan yeni
dinamikler ve imgelerle oluşmaya başladı. Burada iki olgu özellikle önem
taşımaktadır. Bunlardan biri, şiddet kültünün simgeleriyle yeni biçimler
kazanması, bugünkü ‘Rambo Kültürü’nün doğuşu; ötekiyse,
emperyalist militarizmin kışkırtılmasında, meşrulaştırılmasında ve
ideolojik/kültürel formlarının belirlenmesiyle sosyalizasyonunda ‘basının
rolü’dür. Bu basın, doğrudan çıkar çevrelerinin, büyük sermayenin bir
provokasyon, şiddet, kamuoyunu zehirleme ve şantaj aracı, sermayenin sözcüsü ve
yığınsal beyin yıkama silahıydı.”
Monreo Doktrini’ne Roosevelt Eki
“Güney Amerika kıtası ve Karayipler’de United
Fruit Company gibi meyve şirketlerinin, büyük toprak çıkarlarının,
madencilik, orman işletmelerinin ve spekülatörlerle bankerlerin egemenliğinde
ve onların istekleri doğrultusunda gerçekleşen silahlı Amerikan müdahalelerinin
şiddet örnekleri ve hazin öyküleriyle doludur. Muz Cumhuriyetleri işte
bu dönemde zor, hile ve desiseyle buraya dayatılmış, şiddet ve sömürü iç içe
milyonların hayatını ve geleceğini karartmıştır. Milyonlar, açlık, baskı
hastalık ve vahşi bir sömürünün pençesinde Amerikan şirketleri için boğaz
tokluğuna çalıştırılmış, bölgenin bütün ülkeleri Amerika’nın gayrı resmî
sömürgelerine dönüştürülmüşler; kargaşa, yoksulluk, yolsuzluk veya doğrudan
Amerikan askerlerinin esaretinde ya da diktatörlerin cenderesinde tutsak
edilmişlerdir.” S.135
Birinci Dünya Savaşı, “Amerikan sermayesi ve emperyalizmi için çok büyük yararlar sağladı. Silah sanayisinin gelişmesiyle metalürji ve kimya işletmeleri birer
dünya devi oldular, Alman rakiplerinin yerini aldılar. Buğday, pamuk gibi zirai
ürünlerin dünya piyasasında fiyatları yüzde 300-400 arttı. Borsadaki
şirketlerin hisseleri büyük oranlarda arttı. Amerikan finans sermayesi, tatlı
kârlarla bütün Avrupa’yı kendisine borçlandırdı. Uluslararası tefecilikte artık
ABD’nin rakibi kalmamıştı. Dünya mali sisteminin tek merkezi olmuştu Amerika.
Savaş öncesinde Amerika Avrupa’ya borçluyken, savaş sonunda Avrupa, üstelik
borçlarını ödeyemeyecek ölçülerde ABD’ye borçlanmıştı.” S.154
“Savaş öncesinin en büyük emperyalist gücü İngiliz
İmparatorluğu, daha savaş sırasında teslim bayrağını çekmişti ABD karşısında.
Rusya, İtalya ve Fransa çok önceden iflas bayrağını çekmiş, İngiltere bunların
Amerika’dan alımlarının faturasını da üstlenmek zorunda kalmıştı. Avrupa’nın
altınları satılıyor ve Amerika’ya akıyordu. Altınlar yetmeyince, İngiliz tahvil
ve hisseleri satılmaya başlandı. Ardından yüksek miktarlarda borçlanma geldi.”
S.155
Savaş Ekonomisi ve Amerikan Kapitalizmi
“1937’de [yeniden] başlayan kötüye gidiş, Avrupa’da
savaş bulutlarının oluşmasıyla birlikte düzelmeye başladı. Savaş bulutları
Polonya, Avusturya ve Çekoslovakya üzerinde karardıkça Amerika’nın kendi
ekonomisi üzerindeki gökyüzü parlaklaşıyordu. 1939 yılı iyiydi, 1940 daha da
iyiydi ve ardından Pearl Harbor [saldırısı] Maine’den Kaliforniya’ya bütün
fabrikaların, depoların, antrepoların ışıklarını yaktı.” S.183
“ABD’de her zaman çok küçük bir azınlık, genellikle
ve neredeyse kalıcı bir biçimde nüfusun yüzde biri, geri kalanın asla
düşleyemeyeceği bir toplam varlığa sahip olagelmiştir. 1930’lu yılların korkunç yoksulluk ummanında da bu böyleydi. Neden
oldukları büyük bunalım bu kırk haramilerin yaşam standartlarında bir
değişiklik yaratmamış, on milyonlar her şeylerini hatta geleceklerini
yitirmişken, bunlar tarihin yazmadığı bir lüks içinde safahatlarını
sürdürmüşlerdir; bu kez sömürdükleri on milyonların alın terine gözyaşlarını da
eklemişlerdir sadece. Bir de üstelik insan aklıyla onurunu rencide eden bir
pişkinlikle, politik, ideolojik, kültürel hegemonyalarını, üniversitelerin,
yargının, devlet organlarının, sanatın, zora ve ideolojik manipülasyonuna
dayalı ücretli katkılarıyla savunabildikleri bir dönemdir bu.” S.183
Savaş ve Toplama Kampları
“20. yüzyılda bir devletin kendi sadık yurttaşlarına
karşı giriştiği en büyük ırkçı şiddet saldırısı 1942’de yaşandı; bütün
Japon asıllı Amerikan yurttaşları, haklarında herhangi bir suç iddiası olmaksızın
özel toplama kamplarına tıkıldılar ve çocuk, yaşlı, kadın, ayrımsız, savaş
boyunca enterne edildiler. Daha sonra da Anayasa Mahkemesi iki kez bu
kararın Anayasaya uygunluğu yönünde karar verdi.” S.194
Savaş Sonrasında Dünya Kapitalizmi ve Abd Emperyalizmi
“Savaş sona ermek üzereyken ortaya çıkarılan bu yeni
olanağın, savaş sonrası kurulacak yenidünya düzeninde Amerikan çıkarları
doğrultusunda kullanılması düşüncesi, her şeyden önce, eldeki yıkım aracının
ölümcül güç ve etkilerinin dosta düşmana kanıtlanmasını gerektirmekteydi.
Oysa o zaman belliydi ki, Japonya artık teslim olmak
üzereydi. Japon hükümeti ve Genelkurmayı açısından tek sorun, ABD’nin koymuş
olduğu ‘koşulsuz teslim’ şartıydı. Japonlar, zamanla,
Japonya’nın direncinin kırıldığı ve teslim olmak istediği, Amerikan
makamlarınca da elbette bilinmekteydi.” S.245
İşin daha da acı tarafı Atom Bombası atılan şehirler
sağlam bırakılmıştı. Bombanın tesirini tesbit etmek gerekiyordu...
“Dönemin Harvard Üniversitesi profesörlerinden ve
yürütme erkinde yer almış, Başkan Kennedy’ye danışmanlık yapmış Arthur M.
Schlesinger şöyle diyor:
“Kabul etmeliyiz ki, içimizde yıkıcı bir güdü var ve
bu, tarihimizdeki ve kurullarımızdaki karanlık bir dayanılmaz gerilimden
kaynaklanıyor. Nihayet, Kızılderilileri öldüren ve siyahları köleleştiren bir
halk olarak başladık. Kuşkusuz bunu çoğu kez İncil ve dua kitabıyla yaptık.”
Bu insanlar Vietnam’da vahşetin aktörleriydiler.
“1965-1971 arasında, Texas’dan biraz büyük olan
Hindiçini bölgesi, ABD’nin İkinci Dünya Savaşının bütün muharebe alanlarında
kullandığı cephane tonajının toplamından iki misli fazlasıyla bombalanmıştır.”
S.314
“Amerikan askerleri üç R (Rape, Revenge,
Racism-tecavüz, intikam, ırkçılık) diye anılan bilinçli edinilmiş dürtüyle,
pek çok köyde pek çok katliam yaptılar, Amerikan ‘demokrasi ve
özgürlük’ ideallerini taşıdılar Asya’ya! Bazıları da geriye,
öldürdükleri Vietnam yurtseverlerinin kulaklarını ve parmaklarını ‘hatıra eşya’
olarak taşıdılar yanlarında.
Vietnam’da çoğu sivil 1 milyon 100 binden fazla insan
öldürüldü. Öldürülenlerin 350 bini çocuktu. 750 bin Vietnamlı ömür boyu sakat
kaldı. Vietnam’ın doğası tahrip edildi. Ormanlar
yakıldı, hayvanlar telef edildi, ziraat çökertildi. ABD de çoğu yoksul
ailelerden gelme 60 bin kadar asker kaybetti.” S.324
“Az gelişmişliğe mahkûm edilmiş ülkelere sızmış
şirketler ve CIA gibi kurumlar, egemen ve yönetici sınıflarla birlikte zaten
iktidarı oluşturmaktaydılar ve bu yardıma bağımlı ülkelerin kıpırdayacak
hâlleri de kalmamıştı. İçeriden çürütme ve halkları ahmaklaştırma imkânlarının
da artmasıyla doğrudan müdahale ihtiyacı azalıyordu. Askerlerin, polislerin,
istihbarat örgütlerinin eğitimi ve askerî yardımlarla devşirilen üniformalı,
apoletli, silahlı milliyetçi unsurlar bastırma görevlerini kendiliklerinden yerine
getiriyor, Amerikan deniz piyadelerini yormuyorlardı. Bütün bu nedenlerden
dolayı, devir artık doğrudan müdahale değil, dolaylı bastırma ve hükümet
darbeleri devriydi.” S.328
Artık ABD’nin ‘Bizim Çocuklar’ı tüm
dünyada işbaşındaydı...
“Küreselleşme, sermayenin, dünyanın dört
bir yanına özgürce girip kârın maksimizasyonu ve kısıtlamasız transferi yolunda
bütün üretici, mali, ticari faaliyetlerini maksimum serbestiyle yapmasıysa;
Yeni Dünya Düzeni de, bunu mümkün kılacak askerî, hukuki, politik, ideolojik
önlemler bütünüdür, küreselleşme altyapısının politik üstyapısıdır. Bu
özelliğiyle de, ABD’nin, müttefiklerini ve tetikçilerini istediğinde
kullanarak, dünyanın her tarafına, gerekirse askerîsi de dâhil olmak üzere,
müdahale edebilme hakkı üzerinde inşa edilen bir düzendir.
- Birleşmiş Milletler Örgütünün 2001 yılı İnsani
Gelişme Raporu verilerine göre 1999 yılında 200 en zengin kişi 1 trilyon dolar
kazandı. Aynı yıl, 43 yoksul ülkede yaşayan 582 milyon insanın toplam geliri
146 milyar dolar, yani bunun sadece 1/7’si oldu;
-Yine BM İnsani Kalkınma verilerine göre, 1998 yılı
itibarıyla, dünyanın en zengin üç kişisinin servetleri, yaklaşık 600 milyon
insanın yaşadığı 48 ülkenin gayrisafi millî hasılasına eşitti.
-Bugün, yeryüzünün sadece yüzde 20’sini oluşturan
gelişmiş ülkeler, dünya nimetlerinin (gelirinin) yüzde 86’sını gasbederken,
nüfusun yüzde 80’ine, gelirin geriye kalan yüzde 14’ü kalmaktadır ve onun da
acısı her gün binbir biçimde çıkarılmaktadır.
-Ve, ne kadar inanılmaz görünse de, dünyadaki en zengin
on kişinin net servetleri, gelişmekte olan ülkelerde yaşayan bütün insanların
yıllık gelirinin toplamından daha fazladır.”S.397
Amerikalı Profesör Parenti tarafından 1996 yılında
yayımlanan bir kitap, 1990’ların ilk yarısına ilişkin verileri içeriyor:
Her yıl [1990’lar],
-27 bin Amerikalı intihar ediyor.
-23 bin kişi öldürülüyor.
-85 bin kişi ateşli silahlarla yaralanıyor.
Bunlardan, 2 bin 600’ü çocuk, 38 bini ölüyor.
-13 milyon kişi, saldırı, ırza tecavüz, silahlı gasp,
hırsızlık, kundakçılık gibi suçların mağduru oluyor.
-135 bin çocuk okula silahla geliyor.
-5 buçuk milyon kişi her türlü suçtan (trafik suçları
hariç) tutuklanıyor.
-125 bin kişi aşırı alkol kullanımı yüzünden genç
yaşta ölüyor.
-473 bin kişi yine erken yaşta tütüne bağlı
hastalıklardan dolayı ölüyor....
-2 milyon 900 bin çocuk ciddi bakımsızlık, psikolojik
işkence ve kasıtlı aç bırakma dâhil kötü muameleye maruz kalıyor.
-5 bin çocuk anne-babaları ya da
büyükanne-büyükbabaları tarafından öldürülüyor.
-30 binden fazla çocuk, fiziki kötü muamele ya da
bakımsızlık yüzünden sakat kalıyor.
-Çoğunlukla, anne-baba ve öteki aile büyüklerinin
cinsel saldırıları dâhil kötü muamele yüzünden 1 milyon çocuk evden kaçıyor.
Cinsel saldırıya uğradığı için evden kaçan çok sayıda çocuktan yüzde 83’ü beyaz!
-2 ila 4 milyon arasında kadın dayak yiyor.
-Her 45 saniyede bir olmak üzere 700 bin kadın
tecavüze uğruyor.
-40 milyon kişinin veya dört kadından ve her 10
erkekten birinin, çocukluğunda, özellikle 9-12 yaşlarında, çoğunlukla yakın
akrabalarının veya aile dostlarının cinsel taciz veya tecavüzüne uğradığı
tahmin ediliyor.
-2 milyon, hatta daha fazla insan evsiz. Sokaklarda
yaşayıp kaldırımlarda ya da geçici barınaklarda uyuyor.” S.418-421
Liste uzayıp gidiyor...
ABD’nin Yeni Düzeni
“Irak Savaşı’yla birlikte Bush ilk kez ‘Yeni
Dünya Düzeni’ kavramını da telaffuz etti. İkinci Dünya Savaşından
sonra gerçekleştirilememiş olan insanlığı ABD’nin imajından yeniden yaratma,
dünyayı Amerikan hayat tarzından yeniden oluşturma saldırısı yeniden başlatıldı
17 Ocak 1991’de ABD, Irak’ı vahşi bir biçimde
bombalamaya başladı. Korkunç bombardıman haftalarca sürdü. Savaşta 100 binden
fazla Iraklı öldü, yüz binden fazlası yaralandı. Katliam, televizyonlardan
canlı olarak yayımlandı. Savaştan sonra Bush, ‘Vietnam sendromunu çöle
gömdüğünü’ söyleyerek asıl zaferi ilan etti.
Yeni Dünya Düzeninin patronu tartışmasız belli
olmuştu. Körfez fiilen işgal edilmişti. 30 milyar dolardan fazla bir
meblağ, ‘savaş masraflarına katkı’ payı olarak Kuveyt ve Suudi
Arabistan’dan hortumlanmıştı. Faturanın yaklaşık 17 milyar doları da Japonya
ile Almanya’ya kesilmişti. Ortadoğu’ya satılan silahlar da göz önüne alınınca,
ABD masraflarını çıkarmış, kâra bile geçmişti.
Irak’ın üzerine 700 binden fazla asker, 1650 savaş
uçağı, 3 bin 800 tank ve seyir füzeleri taşıyan 129 savaş gemisiyle
gidildi. Operasyonun sadece ilk gününde, Hiroşima’ya atılan atom
bombasından bir buçuk kat daha güçlü bir bombardımana hedef olmuştu ülke. 42
gün boyunca günde 2000 sorti yapıldı Irak ordusu ve halkına karşı. Amerikalı
pilotlar, dağılmış ve savunmasız Iraklı askerî birlikleri bombalıyor, teslim
olmaya hazır, silahlarını bırakmış askerlere toplarla, tanklarla ateş
ediliyordu. Korkunç katliama ‘Ördek Avı’ diyordu Amerikalılar.
Kuveyt’ten Irak’a giden karayollarında savaştan kaçan siviller ve silahsız
askerler tam bir katliama tabi tutularak toplu halde öldürülüyorlardı. Daha
sonraki acımasız ambargoyla da, çoğu çocuk yeni yüz binlerin ölümüne neden
olunacaktı. Aynı yılın Aralık ayında da, Sovyetler Birliği resmen ortadan
kalktı.” S.415
W. Bush ve Yeni Saldırganlık
“Bush yönetimi, silahlanma harcamalarını her yıl
arttırmayı planlayan bir projeyi yürürlüğe soktu. Bugün yılda 400 milyar doları
bulan (2003 bütçesi 391 milyar dolar) silahlanma harcamalarıyla ABD, dünya
askerî harcamalarının yüzde 60 kadarını gerçekleştiriyor.
ABD’nin sadece araştırma-geliştirme harcamaları,
Fransa ya da İngiltere gibi ülkelerin bütün askerî harcamalarının toplamından
fazladır. Rusya ve Çin’in toplam savunma bütçeleri, ABD’ninkinin 1/4 ü kadar,
100 milyar dolar civarındadır. Amerikan askerî harcamaları, dünyanın en
fazla silahlanma harcaması yapan ilk yirmi-otuz ülkenin toplam harcamalarından
daha fazladır. ABD’nin resmî kurumlarının verilerinde 2003’te 396,8;
2004’te de (2003 bazında) 405,6 milyar dolar olarak görülen askerî harcamalara,
1. Körfez Savaşı harcamaları ile Irak savaşı ve işgalinin harcamaları dâhil
değildir. CIA’nın 25 milyar dolar civarındaki bütçesi de bu rakamlar
dışındadır.
1,5 milyon civarında askerî personeli ve 140 kadar
ülkedeki bine yakın askerî üssüyle, yeryüzünün bütün kıtalarında askerleri,
bütün denizlerinde savaş gemileri, göklerde jetleri, dinleme istasyonları,
casus uçakları, radarları, uzay ve siber uzaya uzanmış, şu anda yılda 7,5
milyar dolar harcanan programları, kimyasal, biyolojik ve nükleer kitle yıkım
silah sistemleriyle ABD, tarihin görmediği bir militarist gücü ifade
etmektedir.” S.430
“ABD, dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 5’ini oluşturan
nüfusuyla dünya hapishane nüfusunun da yüzde 25’ini barındırıyor
hapishanelerinde. ‘Demokratik ve zengin’ bir ülkenin,
yurttaşlarının çok önemli bir bölümünü, dünyanın hiçbir ülkesinde görülmemiş
bir biçimde, ancak demir parmaklıklar arkasına tıkarak kontrol edebilmesi ciddi
bir zaaf değil midir? Bugün, her gün, 2 milyon insan cezaevlerinde
ABD’de. Aslında suçluluk oranı daha da yüksektir. 2000 yılındaki bütün
şiddet içeren suç ve olayların sadece yarısı polise bildirilmiştir.” S.439
İkiz Kuleler hadisesinden sonra “Yeni düşman’ saptanmış ve terör, ‘Sovyet Şeytanı’yla ‘Komünizm Umacısı’nın
yerini almıştı. İçeride de, bir zamanların ‘iç düşman’ı bir avuç yerel
komünist yerine şimdi yeni baskı mekanizmalarını harekete geçirecek, toplumu
zapturapt altına alacak ‘terör zanlısı’na dönüşmüştü.
Şimdi ihtiyaç, yeni düşmanı bir zihinsel ya da
kavramsal kategoriden çıkartıp somutlaştırmak, bahaneler üretmeye yarayacak
kadar reelleştirmek, Amerikan halkının ‘ödünü koparıp saldırganlığın
sosyal tabanını güçlendirecek’ biçimde hayatın parçası yapmaktı.
İşte 11 Eylül saldırıları, bu ihtiyaçları karşılamada
büyük yarar sağladı. Egemenler, gökte aradıklarını, New York ve Washington
semalarında buldular. Elhak, bundan sonuna kadar da yararlanmasını layıkıyla
becerdiler.” S. 446
“11 Eylül, bir yanıyla, ulaşılamaz, dokunulamaz,
tanrısal güce sahip sanılan ABD’nin bu psikolojik üstünlüğüne, moral gücüne,
özgüvenine, caydırıcı ve dehşet saçıcı imajına vurulan bir darbe oldu. Ulu güce
lanetlilerin ulaşabileceği görüldü. Öte yandan da, 11 Eylül’ün kör şiddeti ona
bahaneler, meşruiyet araçları, argümanlar üretti.”
Kitap boyunca ABD’nin tüm müdahalelerini ‘Komplo
Teorileri’ ile açıklamayı tercih eden Haluk Gerger nedense aynı bakış
açısını İkiz Kuleler hadisesinde terk etmiş gözükmektedir. “İkiz
Kuleler hadisesinden sonra, ‘Yeni düşman’ saptanmış ve terör, ‘Sovyet
Şeytanı’yla ‘Komünizm Umacısı’nın yerini almıştı.” tespitinde bulunur
fakat İslâm’ın ya da Müslümanların adını zikretmeyi tercih etmez. CIA
darbelerine atıfta bulunur fakat 27 Mayıs 1960’ı görmezden gelir.
Bugünlerde Türk Solu kendisinin varlık sebebi olarak
ortaya koyduğu Emperyalizm karşıtlığıyla imtihan olmakta. HDP-PKK-PYD-YPG
çizgisi ya da başka bir ifadeyle laik Kürt Hareketi’nin Batı Uygarlığıyla
ilişkisi bu kitapta onlarca örneği zikredilen işbirlikçi hareketlerden
farksızdır. Bize düşen Batı uygarlığının doğrudan sömürgeciliği terk ettiğini
hatırlamak ve kavgalarımızdan beslendiklerini asla unutmamaktır.
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 304 / Mart 2016