“Medine Müdafaası” Hicaz Bizden Nasıl Ayrıldı? - Alparslan Aydar

“Medine Müdafaası” Hicaz Bizden Nasıl Ayrıldı?

            Tarih ilminin konusu, zaman içerisinde meydana gelen hadiselerin sebeblerini, vesilelerini ve sonuçlarını tahlil etmekle sınırlıdır. Tarih kitaplarında yer alan bilgilerin izafi olduğunu unutmamak gerekir.  Hadiselerin içinde yer alan kimselerin kaleme aldıkları hatıratlar,  tarihin malzemelerinden birisidir.

Tanıtmaya çalışacağımız, ‘Medine Müdafaası’ isimli eser, Hicaz’da istihbarat zâbiti olarak görev yapan Nâci Kâşif Kıcıman tarafından kaleme alınan ve ‘Hatırat’ özelliğini taşıyan bir eserdir.

“Medine Müdafaası” Hicaz Bizden Nasıl Ayrıldı?
Nâci Kâşif Kıcıman
Sebil Yayınevi
Mîsak Dergisi
Sayı: 264 / Kasım 2012

Müellif kendilerini ‘seyyid’ ve ‘şerif’ ilân eden kimselerin başlattıkları isyan öncesinde, Medine-i Münevvere Muhafızı Basri Paşa Karargâhı’nda görev yapmıştır. Daha sonra muhafızlığı devralan ve ‘Hicaz Kuvve-i Seferiyesi ‘unvanıyla harekâta katılmış olan Fahreddin Paşa Karargâhı’nda; Zat İşleri Müdürü olarak, isyanı başından sonuna kadar takip etme imkânını bulmuştur.  Medine’de yaşanan hadiseleri üçüncü şahıslardan naklen değil, bizzat yaşayan müellifin şahitliği önemlidir.

Tanıtmaya çalışacağımız ‘Medine Müdafaası’ isimli eser, Hicaz’da istihbarat zâbiti olarak görev yapan Nâci Kâşif Kıcıman tarafından kaleme alınmıştır. Müellif, şeriflerin isyanı öncesinde Medine-i Münevvere Muhafızı Basri Paşa Karargâhı’nda ve daha sonraları muhafızlığı devralmış olan ve Hicaz Kuvve-i Seferiyesi unvanıyla harekâta katılmış bulunan Fahreddin Paşa Karargâhı’nda Zat İşleri Müdürü olarak isyanın başından sonuna kadar hadiselerin içinde yaşamıştır. Bu bakımdan Medine hatıralarını naklen değil, bizzat hadiselerle baş başa geçirilen günleri tatlı ve güzel bir üslûb ile canlandırmış olduğundan o tarihi günleri birlikte geçirmiş bir subaydır.

Önce kısa bir hatıra nakledelim. “Bir diplomatımız eşiyle birlikte Selanik’e gitmek için Yunan sınırına gelirler. Sınır kapısından geçiş uzayınca, bir otelde kalmaya karar verirler ve mecburen yolları bir köye düşer. Köyün meydanındaki kahvehanede otururlarken, yan masada, kendilerinin Türkçe konuştuğunu işiten başında eski bir kalpak bulunan yaşlı bir köylü, titreyen elleriyle nargilesinin marpucunu yerine yerleştirir, sandalyesini yeni gelenlerin masasına çevirir ve kendisini tanıtıp ‘Hoş geldiniz kızanlar’ diye selâm verir. Biraz sohbet ettikten sonra ihtiyar, diplomatımızla eşine köyde geceyi geçirecek yer olmadığını, kusuruna bakmazlarsa, kızı ile birlikte yaşadığı evde kendilerini misafir edebileceğini söyler. Cevaplarını beklemeden de yola düşer. (..) İhtiyarın Rumca bilmeyişi diplomatlarımızın dikkatini çeker ve ‘ Abdo! (Yunanlı Abdullah’ı Abdo yapmıştır) Sen Rumca bilmez misin? Diye sorar. O sertçe ‘Hayır!’ der. Bizimki ‘Ama nasıl olur, seksen yıl…’ diye sürdürürken, ihtiyar hemen sözü keser ve şöyle der:

‘Evlat, işgalin bu kadar uzayacağını nereden bilebilirdim ki? Hep gelip bizi ve topraklarımızı kurtaracaksınız ümidiyle yaşadım!”

Bu topraklarda bırakılanların hikâyesi Bern Büyükelçisi Taner Baytok nakleder. Bir de bırakanların hikâyesini vardır. Büyük müfessirimiz Elmalılı Hamdi, ‘Mektebde coğrafya okuduğum zamanlar Arabistan’ı bizim belledim’ diyordu, ama bizler kendilerinin bu sızlanışını ne yazık ki duymadık yıllarca. Duymadık, çünkü böylesi bir sızlanışa tahammül edemeyenler, 1935’de yayımlanan Tefsir’inin mukaddimesinden bu cümleyi çıkarıp atmışlardı.” (1)

Dücane Cündioğlu: “Ne yazık ki Balkanlarda, Kafkaslarda, Hindistan’da, Hicaz’da, Ortadoğu’da, Kuzey Afrika’da akan kanların bizim vücudumuzdan aktığını aklına bile getirmeyen nice insan var bu topraklarda. Bu topraklarda akan kanın bizim kanımız olduğunu unutmuş nice insan, nice müslüman evlâdı var” (2) dediği ‘Bu Toprakların Hikâyesi’ne Falih Rıfkı Atay’dan alıntı yaparak başlar.
“Bizden Belgrad’ı aldıkları zaman, düşman delegeleri Niş kasabasını da istemişlerdi. Osmanlı delegesi ayağa kalkarak, ‘Ne hâcet’ dedi. ‘Bari İstanbul’u da size verelim.’ Babalarımız için Niş, İstanbul’a o kadar yakındı. Biz eğer Vardar’ı, Trablus’u Girid’i ve Medine’yi bırakırsak, Türk Milleti yaşayamaz sanıyorduk.” (3)

Falih Rıfkı ‘millet yaşadığına göre, yanılmışız’ demeye getirir. Fakat ‘Zeytindağı’nda Enver ve Cemal Paşalarla gerçekleştirilen ‘Muhammed’in Mezarı!’ ziyareti vesilesiyle söyledikleri ibretliktir:

“Medine kasabası birkaç boz renkli hurma gövdesinden belli olur. Çocukluktan beri hazretsiz, aleyhisselâmsız, titremeksizin ve korkmaksızın ismini ağzımıza alamadığımız Peygamber’in şehrindeyiz. Eski müphem ahiret hayaletlerinin içimde kımıldadığını hissetmeli idim. Bu his, Medine’de büsbütün biter. Medine, Peygamber ölüsü ile tüccarlık eden bayağı ahlâksız simsar yuvalarından biridir. Her Medine’li uzaklardan gelen saf halka, bu harap ve pis çöl köyünün taşını, toprağını, kuyu suyunu kırk defa öptüre öptüre satar.” (4)

Falih Rıfkı Atay, 4. Ordu komutanı Cemal Paşa’nın emir subayıdır.
“Osmanlı Devleti’nin son yıllarında, bilhassa Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra gündeme gelen ‘kavmiyetçilik’ fesadı, Ümmet-i Muhammed’in param-parça olmasını sağlamıştır. Meşrutiyet Dönemi’nde yaygın bir hastalık haline gelen ‘kavmiyetçilik’(ırkçılık) fesadı ile aydınlanma felsefesinin etkisinde kalan İttihâd Terakki Fırkası iktidarının uygulamalarını birbirinden ayırmak kolay değildir.” (5)

İttihâd Terakki’nin fikrî yapısını iki safhada değerlendirmek mümkündür. Birinci safha kısaca Namık Kemal’in anladığı manada bir Osmanlıcılık diyebiliriz. 1913 yılından itibaren hâkim olmaya başlayan ikinci safha ise tam manasıyla Tûrancı milliyetçilik felsefesidir ki, Arap ve Kürt isyanlarına sebep olan da bu düşüncedir.” (6)

“Osmanlı Devleti’ni 1. Cihan Harbine sokan Enver, Tal’at ve Cemal Paşa üçlüsünden; Tal’at Bey, Alman hayranı, aşırı Türk milliyetçisi ve masondur. Cemal Paşa ise Fransız hayranı, aşırı Türkçü ve masondur. Enver Bey ile araları açılınca harbiye Nâzırı sıfatı ile Suriye’deki 4. Orduyu Hümâyûn kumandanlığına getirilmiş ve Arap Eyâletleri onun idaresine verilmiştir.” (7)

Gazeteci Falih Rıfkı Atay Suriye günlerini anlattığı Zeytindağı adlı eserinde:

“Acaba insanın öldüreceği kimseleri, önceden sağ olarak, karşısında dizlerine kapatmaktan ve dik boyunlarını eğdirmekten aldığı zevk nedir?” (8) şeklinde bir tesbitte bulunur. “Cemal Paşa için artık herkesin bildiği büyük rütbe ve nüfuzdan başka, masallaşmış hükümler bile vardı. Suriye’de derlerdi ki, Cemal Paşa birisiyle görüştüğü zaman burnunu kaşırsa sürgün düşünüyor, sakalını kaşırsa affedip etmemeyi düşünüyor demektir. Yalnız bıyık burmasından korkunuz o zaman bu görüşmenin ölüme kadar yolu vardır.” (9) şeklindeki tanıklığı da Cemal Paşa ile ilgilidir.

“Medine Muhafız ve Kumandanı Basri Paşa, yakalamış olduğu bir propagandacı casus vasıtasıyla isyan tertibini ve bu tertiple alakadar olanları ve isyanın ne zaman ve ne suretle başlayacağını haber almış ve durumu mufassal bir rapor halinde Dâhiliye Nezareti’ne bildirmişti. Nezaret, meselede bir yanlışlık olmamasını temin için bu işle daha yakından alakadar olan Dördüncü Ordu Kumandanlığı’yla muhabere etmesini Medine Muhafızlığı’na emretmişti. Planlanan isyan günü pek yaklaşmış bulunduğu ve bu sebeple Şerif Hüseyin’in çocukları Ali ve Faysal’ın tevkifleri halinde onun hiçbir harekete teşebbüs edemeyeceği muhakkak olduğu halde bu hususta mezkûr biraderlerin tevkifleri için Cemal Paşa’dan talep edilen müsaadeye önce hiçbir cevap alınamamıştır. Dördüncü Ordu Kumandanı Cemal Paşa, Emir ve oğullarının isyanları, bir şekl-i fiilî olarak ilk kurşun onlar tarafından atılmadıkça hiçbir suretle harekete geçilmemesini, zira böyle yapılmadığı takdirde İslâm Âlemi umumi efkârı üzerinde fena bir tesir husule getirmek ihtimali bulunduğunu, bu yüzden verilen emre aykırı olarak yapılacak yanlış bir hareketin şiddetle cezalandırılmak suretiyle mukabele göreceği tarzındaki emrini Medine’ye tebliğ etmiş bulunuyordu.” (Nâci Kâşif Kıcıman, Sh:32-38)

Aynı “Cemal Paşa, ‘Arap aydınların ihtilal hazırlığı içinde olduklarını ileri sürerek birçok insanı divan-ı harbe verdi. Yargılama 1916 Nisanı’nda sona erdi. Aliye Divan-ı Harb-i Örfi’si yargıladığı 20 kişiden 3-4’ünü idama mahkûm etmiş, diğerlerine farklı cezalar vermişti. Cemal Paşa, kendisine bu kararı tebliğ eden divan-ı harp başkanının elinden karar kâğıdını almış, 20 kişinin isimleri karşısına ‘idam’ diye yazmıştı. Divan-ı harp kararını bu şekilde düzeltti.(!) Ve ikinci gün idamlar infaz edildi. (6 Mayıs 1916) Faysal, o sırada Cemal Paşa’nın yanında idi. Bunların affedilmesi için yaptığı girişimlerin hiç bir faydası olmadı.” (10)

“Hicaz’da isyan patlak verince Medine’nin tahliye kararını veren de Cemal Paşa idi. Fakat Fahreddin Paşa’nın tavrı bilindiğinden M. Kemal Paşa gündeme geldi. Nihayetinde M. Kemal Paşa: ‘Hicaz’ı şimdiye kadar hangi kumandan müdafaa etmiş ise tahliyesini de aynı kumandan yapsın’ deyince Medine’nin muhafazası kararı alındı.” (Nâci Kâşif Kıcıman, Sh:90-91)

Nihayetinde Osmanlı 31 Ekim 1918 Perşembe günü düşmanla ‘mütareke’ imzalamak zorunda kaldı. İstanbul Hükümeti’nin emrine rağmen, Fahreddin Paşa Medine’yi savunma kararından vazgeçmedi. Halife’nin rızasını şart koşuyordu. İstanbul’dan teslim için gönderilen hususi memur kale içinde zehirli bir mikrop etkisi yapmış ve Medine içten içe kaynamaya başlamıştı. “Kale Kumandanı, müdafaa hususundaki fikrine iştirak etmeyen Erkânı Harbiye Reis Vekili Emin Bey’le bademâ müştereken çalışamayacağı için artık kendisinin refakat-i askeriyesine ihtiyacı olmadığını söylemiş ve onu Erkânı Harbiye vazifesinden af eylemişti. Daha sonra Medine’nin düşmesine sebep olan iç isyanı başlatan Emin Bey’in “Cemal Paşa’dan gizli bir mektup aldığı” (Nâci Kâşif Kıcıman, Sh:90-91) iddiası Nâci Kâşif Kıcıman tarafından aktarılmak zorunda kalınıyordu.

Tekrar hatırlatalım: “Cemal Paşa: Fransız hayranı, aşırı Türkçü ve masondu.”

“Cihan Harbi sonrası Ortadoğu sınırlarını tespit eden eller ile ‘İslâm kardeşliğinin bir işe yaramadığı, Araplar’ın en zayıf zamanımızda bizi arkadan vurduğu’ propagandasını yıllardır gündemde tutan elleri birbirinden ayırmak mümkün değildir. İşin garip tarafı bazı kardeşlerimizin bu propagandanın etkisiyle kavmiyetçilik yangınının üzerine körükle gittiklerinin farkında olmamalarıdır. Bu günlerde özellikle de ‘Filistin Meselesi’ üzerinden bazı çevrelerce gündeme getirilen ve ‘yaptıklarını çekiyorlar’ şeklinde özetlenebilecek bu anlayış özellikle de Filistin için söz konusu olamaz.” (11)

Konu hakkında Dr. Ramazan Balcı şu tespitlerde bulunur:

“Osmanlı ya da İslâm tarihinde çölde kendi haline terk edilen birkaç kabile vardı. Osmanlı tarihinde Urban adıyla anılan bu kabileler uzun asırlar boyunca çölde yaşamış, cahiliye toplumunun adetlerini ve yaşama tarzını korumuşlardı. Çölde kendilerine lazım olacak pek basit aletleri devesine yükler koyun keçi cinsinden birkaç hayvanla, su bulabileceği vahalar arasında dolaşırlardı. Sayıları çok fazla olmayan bu kabileler arasında son derece kibar ve dürüst boylar olduğu gibi, hiçbir ahlaki kural tanımayan, öteden beri düşmanlık beslediği kabileye karşı baskın ve soygun dâhil her türlü cinayeti işleyen boylar da vardı. Sina Çölü’nde yaşayan bedevilerin sayısı yirmi ile otuz bin kadardı ve çok sayıda küçük kabilelere ayrılmışlardı.

İngilizler Cihan Harbi öncesinde bir yandan Urban kabileleri ile ilişkilerini geliştirirken diğer yandan siyasi sebeplerle Osmanlı başkentinde zorunlu ikamete tabi tutulan Şerif Hüseyin ile işbirliğinin yollarını aramaktaydılar. İngiliz siyaseti öteden beri Hilafeti, Osmanlı Hanedanı’ndan alıp Arabistan ya da Mısır’da kendi siyasetine alet edebileceği bir ailenin eline vermek için fırsat kolluyordu. Hüseyin’in büyük Arap ülkesine kral olma sevdası, İngiliz siyaseti ve tarihin karanlıklarına terk edilmiş birkaç Urban kabilesi ile bir araya gelince adına bilinçli olarak Arap isyanı denilen proje ortaya çıktı.

Urban sürresi kayıtlarında adına sıkça rastlanan Beni Sakr kabilesi bu sözde Arap İsyanı’nın asker kaynağıydı. Bütün Cihan Harbi boyunca İngilizlerin 40 yıllık çalışması, hadsiz derecede sarf edilen altınları ve İngilizlerce kandırılan Şerif Hüseyin’in ailesine rağmen toplanabilen asi sayısı on altı bin civarındaydı. Oysa sadece Filistin bölgesinde bir milyon insan yaşıyordu.” (12)

Nâci Kâşif Kıcıman ise şöyle der:

“İngiliz’lerden Hüseyin’e gelen altınlar, beşer onar Bedevîlere dağıtılıyor, eteklerine de yüzer kurşun dolduruluyor, onlar da taşın arkasına saklanıp iki bin metreden Osmanlı cephesine kurşun boşaltıyorlardı. Medine etrafındaki kabileler Osmanlılar’a sâdıktılar. Şam, Medine tren yoluna bomba koymak suretiyle sabotaj yapanlar casus Lavrens’in adamları idi. Maan, Amman, Kerek, Salt, Dera’da sükûnet vardı. Şam ‘da bütün isyancıların yekûnu otuz-kırk kişiyi geçmezdi. Ahali iş ve gücüyle meşguldü. Bütün şikâyetleri oğullarının askere alınıp Erzurum’a, Edirne’ye gönderilmeleriydi. İstiklâlci münevverler bile dilediklerini ancak ‘el-lamerkeziye’ yani ancak muhtariyete kadar çıkarabiliyorlardı. Bağdat’tan istiklal sesi hiç çıkmadı. Üst tarafı İngiliz altınının becerdiği işti .. Daha doğrusu elimizi kolumuzu bağlayan ‘Filistin Hezimeti’ idi.”(Nâci Kâşif Kıcıman, Sh:439-440)

Bu noktada şu tespiti hatırlamakta fayda vardır: “Biz Yunanla harb ederken Anadolu’nun göbeğinde Konya’da isyan zuhûr etmiş ve güçlükle bastırılabilmiştir. Yozgat, Bolu, Düzce vs. yerlerde de tekerrür etmiştir. Bugün kimse çıkıp da Konyalılara, Düzcelilere, Yozgatlılara, ‘Siz Türk-Yunan Harbi gibi buhranlı bir zamanda bizi arkadan vurdunuz!’ diyerek bir tarizde bulunmamaktadır.” (13)

Hatta M. Kemal Paşa, Meclisin açılışının ikinci gününde yapılmış olan gizli celsede Suriye halkının bizimle beraber olma isteğinde bulunduğunu anlatır. Daha sonra Irak ve Kafkasya gibi diğer yerlerden bahsetmekte ve oralarda da benzer keyfiyetleri ifade etmiş bulunmaktadır.” (14)

Meselenin özü Kadir Mısıroğlu’nun; “İngilizler, Lozan’da imzalanan muâhedeyi tam yedi buçuk ay tasdik etmeyerek Hilâfet’in ilgâsı keyfiyetinin gerçekleşmesini görene kadar beklemişlerdir. 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan muâhedesinin İngiliz Parlamentosu’ndaki müzâkere ve tasdîki 6 Mart 1924’tür. Zira 3 Mart 1924’te yenilenen meclisle Hilâfet’in ilgâsı temin olunmuş ve bunu gören İngilizler de mezkûr muâhedeyi tasdîkte bir beis görmemişlerdir” (15) şeklindeki tespitinde saklıdır.

Müellif istihbarat zâbiti Nâci Kâşif Kıcıman’ın Terceme-i Hali’ni kısaca nakledelim.

“Medine Müdâfaası, bu müdâfaanın eşsiz kahramanı Fahreddin Paşa’nın hâtırât yazıp bırakmaması yüzünden tarihin karanlıklarına gömülmüştü. Onu günü gününe tuttuğu notları muhafaza etmek suretiyle aydınlığa çıkarıp tarihe mal eden Fahreddin Paşa’nın istihbarat zabiti ve bu eserin müellifi Nâci Kâşif Kıcıman, 27 Aralık 1310’da Kozan’da doğmuştur. Babası Ömer Kâşif Efendi, o tarihte Kozan Kadılığı vazifesinde bulunmakta idi. Milli Mücadele’den sonra sırasıyla Şura-yı Devlet raportörlüğü, Zara, Gebze, Adapazarı, Gönen kaymakamlıkları, Dâhiliye Vekâleti Mahallli idareler Umum Müdürlüğü, Matbuat Umum Müdürlüğü, Birinci Umûmi Müfettişlik Başmüşavirliği, Sinop, Bolu, Trabzon, Sivas, Isparta ve Siirt Valiliklerinde bulunarak bu son vazifeden 1946 yılında emekliye ayrılmıştır. Dedesi Hacı Mehmed Kıcıman, zamanın meşhur müderrislerindendir. Babası Ömer Kaşif Kıcıman ise Kozan, Akkâ, Mersin, Silifke, Burdur, Şam ve İstanbul kadılıkları ile Osmanlı Devleti’nin ilmiye sınıfının en son rütbesi olan Kazaskerlik vazifelerinde bulunmuştur.” (Sh:12-13)


Medine Müdâfii Fahreddin Paşa’nın Hayatı
“Adı ‘Medine Müdafii’ diye tarihe geçen bu kahraman asker 1868’de Tuna boyunda, Ruscuk’da doğmuştur. İstanbul’da girdiği Harbiye’den 1888’de birincilikle Süvari Mülâzimi (Teğmen) ve Erkan-ı Harbiye’den 1891’de çok iyi derece ile çıkmış ve Erkan-ı Harp (Kurmay) Yüzbaşısı olmuştur. 12 Kasım 1914’de Paşa ve 26 Ocak 1915’de Başkumandanlıkça, Suriye’de bulunan Dördüncü Ordu’nun kumandan vekili yapılmıştır.

Dördüncü Türk Ordusu Kanal’a ve Mısır’a taarruz için hazırlıklara başlamıştı. İngilizler, Fransızlar ve Ruslar da çok eski tarihlerden beri alaka tesis edip hazırladıkları Ermeni ve Arapları ayaklandırmağa çalışıyorlardı. Bütün bunlara ait vesikalar ele geçirilmişti. Muhtelif mıntıkalarda çetin ayaklanmalar olmuş ve Fahreddin Paşa tarafından bastırılmıştır.

Fakat ‘Mukaddes Cihad’ davetine ilk koşacaklardan biri sayılan Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in Hicaz’daki ayaklanma hazırlıkları ciddi bir tehlike kaynağı oluyordu. Bu gerçek üzerinde Enver ve Talât Paşa’lar ve daha sonra Alman Generali Von Falkenhayn, Dördüncü Ordu Kumandanı Cemal Paşa’yı ikaz etmeye çalışmışlardı. İngilizler, 1915 yılında Çanakkale Savaşlarına başlamışken, Hicaz’da Şerif Hüseyin tehlikesi, mevcud kuvvet ve imkânlarla kökünden kazınabilirdi. Şammar Aşireti ve bunun reisi Emir İbn-i-El-Reşid, Türkleri seviyor ve tutuyordu. Bunların istekleri silah ve cephane ve altın para yardımı ve askeri birliklerle destek, imkân dâhilindeydi.

İngilizler, Çanakkale’yi boşalttıktan sonra 1916 başlarında, Mısır’da on iki fırka kuvvet toplayınca, Şerif Hüseyin ayaklanmak için elverişli zamanı kazanmış bulunuyordu. Dördüncü Ordu Kumandanı Cemal Paşa, Şerif Hüseyin ve oğullarının sözleri ve yeminlerine inanıp güvenerek 1500 gönüllü hecinsüvarla kanal ve seferine katılmaları için kendilerine 60.000 altın vermişti. Fakat Şerif Ali kumandasındaki bu gönüllüler Mekke’den gelerek Medine’de kalmışlardı. Suriye’de bulunan On ikinci Kolordu Kumandanı Fahreddin Paşa seçeceği zabitlerle birlikte, ziyaret ve murakabe maksadıyla, 23 Mayıs 1916’da Medine’ye hareket emrini aldı. Siyasi işlere karışmayacak, gerekince emir ve kumandayı alacaktı.

Fahreddin Paşa 31 Mayıs 1916’da Medine’ye vardı. Durumu esaslı bir surette inceledikten sonra muhafız Basri Paşa’nın Şerif Hüseyin’in ayaklanacağına dair yazdıklarının doğru olduğunu ve bunlara inanılması gerektiğini bildirmiştir. Şerif Hüseyin’in oğulları Ali ve Faysal’ın gönüllü hecinsüvarlarla gelerek Medine’de kalmalarının maksadlı olduğunu ve civardaki Arap muharipleriyle Medine Garnizonu’na baskın yapabileceklerini ve Yemen’e gidecek müfrezenin Medine’de kalması emrini verdiğini yazmıştı.

Şerif Hüseyin’in ayaklanması Hicaz’da, 5 Haziran 1916 (23 Mayıs 1332) ve çarpışmalar da umûmiyetle 9 Haziran 1916 (27 Mayıs 1332) de başlamıştır. Fahreddin Paşa kuvvetlerinin başında fiilen harbe katılarak asilerin büyük bir sayı üstünlüğü ile yaptıkları baskınları püskürtmüş ve Medine’yi kurtarmıştır. Medine’ye yetiştirilen kuvvetleri aldıktan sonra da; İngilizler’le Fransızlar’ın silah, altın para, yiyecek ve askeri birliklerle destekledikleri Hicaz’da Mekke Emiri Şerif Hüseyin kuvvetlerini mağlûbiyete uğratmış ve Medine’yi 1916 Temmuzundan 1919 Ocak ayına kadar sonsuz güçlük ve imkânsızlıklar içinde müdafaa etmiştir. Bu sırada Çekirge yenilmesine aid tavsiyeleri ihtiva eden günlük emri, ordu edebiyatımızın şaheserlerinden biridir.

Medine, bir hiyânet neticesinde 13 Ocak 1919’da teslim olmuştur. Fahreddin Paşa kılıcını düşmana vermekte direnmiş ve bunu iki yıldan beri müdafaa eylediği Peygamberimizin mezarına takdim etmiştir.

Fahreddin Paşa teslim olduktan sonra 27 Ocak 1919’da Yanbo’da bir İngiliz destroyerine bindirilerek Mısır’a götürülmüştür. 28 Ocak 1919’dan itibaren 6 ay (188 gün) Kahire’de İngilizler’in Kasır-el-Nil kışlasında hapsedilmiştir. 5 Ağustos 1919’da Malta’ya harb suçlusu olarak götürülmüş ve 30 Nisan 1921 tarihine kadar (iki yıl 33 gün) Malta’da (Fort Salvatore) kışlasında hapsedilmiştir.

Fahreddin ‘Paşa 1922-1926 arasında 4 yıl Afganistan’da Kabil Elçisi olarak vazife görmüştür. Bu suretle anavatandan uzaklaştırılan bu şöhretli kahraman, Hindistan Müslümanları’nın 1920’deki Bombay Kongreleri’nden Türkiye’ye karşı yıkıcı siyasetini değiştirmesi için İngiliz Hükümeti’ni daha çok sıkıştırmak kararını alan ve Türk Kurtuluş Savaşı’na yardım olarak 50.000 İngiliz lirası temininde müessir olmuştur.

Fahreddin Paşa’nın askerliği yanında diğer büyük bir hizmeti de vardır. Osmanlı Padişahları’nın Medine’ye gönderdikleri yalnız maddi değil, aynı zamanda dini ve tarihi bakımdan da eşsiz olan ‘Mukaddes Emanetler’i şahsi düşünce ve kararıyla ve bütün mesuliyeti üzerine alarak İstanbul’a göndermek suretiyle Türk Milleti’ne büyük bir hizmet ifa etmiş ve onu cihan çapında bir hazineye kavuşturmuştur. Ayrıca Medine’de Sultan Mahmud ile Arif Hikmet Efendi ve diğer bazı kütüphanelerde bulunan değerli eserler de İstanbul’a gönderilmiştir.” (Sh:20-30)

Kitaptan bazı alıntılarla yazımızı tamamlayalım.

“Mekke-i Mükerreme’de Şerif Hüseyin Paşa’nın yayınladığı ilk beyannâmede şu nokta dikkati çeker: “İttıhat ve Terakki Cemiyeti’nin zuhuruyla devlet işlerini eline alması ve esas itibarıyla kötü idaresi dâhili ve haricî, birçok karışıklıkların ortaya çıkmasına ve herkesin bildiği üzere, birçok muharebelere sebebiyet vermiş, azamet ve şevket-i devleti haleldâr eylemiş, bilhassa son harbe gereksiz atılmakla devleti gayet tehlikeli bir vaziyete sürüklemiştir ki, izahtan müstağnidir.” (Sh:46-50)

“İkinci beyannâmede de benzerlikler vardır. ‘Evet, biz bu İttihad-ü Terakkî reislerine karşı kıyam ettik ve buğz-u adâvet izhar eyledik. Bu düşmanlığımız yalnız Enver, Cemal, Talât ve hempalarına karşıdır. Bizim bu düşmanlığımıza her müslüman iştirak eder...” (Sh:62-65)

“Efrad ve zabitan için manevi kuvveti artırmak ve bilhassa ümidsizlere ümid ve teselli vermek üzere bir kuvvet, ‘lâhutî’ ve ‘rahmani’ bir kudret lâzımdı. Bunun için en kudsi ve ulvî çare muntazam bir surette ‘Kuran-ı Kerim’ okumaktı. Gerçekten ‘Allah Kitabı’nı Rasûlullah’a bekçilik ederken, onun gece gündüz türbedarlığını yaparken okuyanlar ruh ve kalblerinde muazzam ve müstesna bir inşirah duyuyorlardı. ‘Kur’an’ okumağa başlamadan evvel kalbiniz düğüm düğüm kederler, feryad ve figanlarla dolu olsa bile, bir sahifeyi ikmal etmeden, habersizce, ansızın kalbinizin genişlediğini, ruhunuzdaki sıkıntının zail olduğunu duyarsınız. Bu his, bu zevk, bilhassa Ravza-i Mutahhara’da daha ziyade taşar. Esasen ‘Ravza’ya girer girmez, kendinizi ‘Dünya’ ve ‘Masiva’dan tecerrüd etmiş bir uzviyet telakki etmeğe başlarsınız. Gerçekten dindar olanlar için bu manevi zevk ve heyecanın, nihayetini bulmak kabil değildir.” (Sh:216-217)

“Kale, Cebhe ve Hicaz Hattı üzerinde bulunan asker ve zabitler dahi merkeze daimi bağlılıkları dolayısıyla Medine dâhilindeki en küçük bir hadise veya şayiayı derhal işidirler ve bundan kendilerine göre birtakım hükümler çıkarmağa çalışırlardı. Kumandan Paşa bunu nazarı itibare almıştı. Aynı zamanda bu gibi vak’a ve şayiaları düşman cephesi de haber alır ve müdafaanın pek uzun süreceğini anlayarak ye’se düşerdi. Tabii bu bizim için güzel bir vasıta idi. Bu gibi dikkate diğer hadiselerden en mühimmi Medine dâhilindeki İstihkâm Bölüğü’nün şehir içinde caddeler açmak ve yollar tanzim eylemek suretiyle muntazaman faaliyetine devam etmesiydi. Bunu gören zabit, asker ve herkes: ‘Mademki Medine’de bu derece muntazam caddeler açmağa çalışılıyor, demek ki; Medine’den çıkmağa lüzum görülmüyor. Kumandan Paşa, kalenin elimizde kalacağına o kadar emin ki; sulh halindeki icraata benzer bu gibi te’sisata devam ediyor.’ diyordu. Bu mes’ele bilhassa asiler tarafından haber alındığı vakit, kalenin yakında düşeceği hususundaki hayalleri bir kat daha sukut ettiriyordu.” (265)

“Bîr-i Derviş’de bulunan Şerif Ali 29 Ağustos 1918’de Kale Kumandanı’na şiddetli bir nota verdi. Bunda ‘beyhûde sebattan bir şey çıkmayacağı, binaenaleyh açlıktan zayiat verilmek ve kan dökülmemek üzere kalenin bir an evvel teslimi’ talep olunuyordu. Medine yolunun açılması hususunda gerek ‘Yıldırım Orduları Gurubu’nun ve gerek Erkan-ı Harbiye-i Umûmiye’nin göstermekte olduğu lakaydiye karşı acı bir serzeniş olmak üzere Kumandan Paşa, bu notayı aynen İstanbul’a yazdı. Erkan-ı Harbiye-i Umûmiye Riyaseti’nin cevabında:

‘Tek nefer, tek kurşun kalıncaya kadar müdafaayı emretmedim mi?’ denilmişti. Kumandan Paşa, asilere karşı icab eden cevabı yazmış ve cevapla beraber bir bağ da ‘kurşun’ göndermişti. Kale Kumandanı, İstanbul’un emrine karşı da: ‘Evet, tek nefer, tek kurşun demiştiniz, fakat tek hurma dememiştiniz!’ cevabını vermekten nefsini menedemedi.” (Sh:296)

“Sadrı-Azam ve Harbiye Nazırı Ahmed İzzet’in telsizden ulaşan teslim olun emrine mutlak bir sükût ile mukabele etti. Güya bu emir, Medine’ye hiç gelmemiş, bundan kimse haberdar olmamış, Medine afakını dolduran elektrik mevceleri antenlerimize hiçbir tesir yapmamış, mikrofonlarımız ma’kûs bir mucize-i fenniye olmak üzere bu ihtizazları nakil ve ifade etmemişti.” (Sh:331-332)

“Sabah erkenden Paşa’nın odasına giren kumandanlar Paşa’nın ellerine kapandılar. Güya el öpüyorlar, yalvarıyorlar, fakat hakikatte Paşa’nın bileklerinden sımsıkı tutuyorlardı. Paşa, kendisine karşı tertip edilen hileyi anlamış ve bu adiliğe son derece hiddetlenerek gözleri yerinden fırlamış, zincire vurulmuş ihtiyar bir arslan gibi kükremiş ve: ‘Allah belanızı versin! Nihayet kumandanınızı elinizle düşmana teslim edeceksiniz, öyle mi? Allah sizi kahretsin!.. ‘demişti. Fakat bu sözlerden müteessir olabilecek kimseler esasen böyle bir vazife için oraya gelmezlerdi. Gelenlerin kulakları hiçbir şey işitmiyordu, hatta gözleri de görmüyordu. Bunun için ceketsiz, pantalonsuz oda kapısından dışarı çıkardıklarının bile farkına varamadılar.
‘Utanmıyor musunuz? Şu halime bakın! diye haykırdı. Bu heyecan verici sesin etrafındakiler uyandılar. Elbiselerini getirdiler, giydirdiler, koltuğuna girdiler, merdivenlerden indirdiler.

Bab-ür Rahme önüne kadar götürdüler. Kılıç ve tabancasını hatırladı. Efendimizin kızı Hz. Fâtıma’ya emanet etti.”(Sh:389-406)

“Kale sükût etmişti. Fakat kendi kendine büzülüp düşen meyveler, yapraklar gibi sükût etmişti. Hariçten gelenler de o kadar cansız ve cılızdırlar ki, Medine muhitinden toplanmış olan silah ve mühimmatı sayıp teslim alacak, yahud birkaç depoya toplayıp muhafaza edecek kuvvet ve kudretleri yoktu. Güya bunlar sayılmadan teslim edilmez yahud muhakkak surette elden ele teslimi lazımmış gibi silahlar kıt’aların elinde bekleşiyorlardı. Günlerce böyle kalsak belki elimizden süngümüzü kılıcımızı alacak kimse çıkmayacaktı.” (Sh:415)

“Şöyle yapılabilirdi, böyle yapılabilirdi, diye dövünmenin artık hiç bir faydası yok. Netice Arap Yarımadası’nda dokuz ‘Osmanlı Vilayeti’ ile yedi ‘Müstakil Sancak’ kaybolup gitti. Şimdi bu vilayetlerin tamamı Osmanlı Dönemi’nin huzur ve sükûnunu mumla aramaktadırlar.” (Sh:444)


Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 264 / Kasım 2012

____________________
1-        Dücane Cündioğlu, Arasokakların Tarihi, Etkileşim Yay, İst, Nisan 2008, Sh:87-90
2-        Dücane Cündioğlu, A.g.e. Sh:87-90
3-        Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı, Pozitif Yay, İst, Tarihsiz, Sh:10
4-        Falih Rıfkı Atay, A.g.e. Sh:60
5-        Hüsnü Aktaş, Türkiye’nin Siyâsi ve İktisadî Manzarası, Mîsak Yay, Ank 2010, Sh:, Sh:121
6-        Bilinmeyen Osmanlı / Prof. Dr. Ahmet Akgündüz-Doç. Dr. Said Öztürk /Osmanlı Araştırmaları Vakfı / İst:1999 /Sh:284
7-        Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, A.g.e. Sh:293
8-        Falih Rıfkı Atay, A.g.e. Sh:51
9-        Falih Rıfkı Atay, A.g.e. Sh:55
10-      Dr. Ramazan Balcı, Osmanlıyı Yıkan Cephe: Filistin, Nesil Yayınları, İst 2006, Sh:82-87
11-      Geniş bilgi için Bknz: Kadir Mısıroğlu, Filistin Dramının Düşündürdükleri, Sebil Yay. İst 2008, İkinci Bölüm: Arap ihaneti iddiası, Sh:71-136 ayrıca Dr. Ramazan Balcı, Osmanlıyı Yıkan Cephe: Filistin, Nesil Yayınları, İst 2006, Sh:72-95
12-      Dr. Ramazan Balcı, A.g.e. Sh:72-75
13-      Kadir Mısıroğlu, Filistin Dramının Düşündürdükleri, Sebil Yay. İst 2008, Sh:79
14-      Kadir Mısıroğlu, A.g.e. Sh:92
15-      Kadir Mısıroğlu, A.g.e. Sh:69