Batı düşüncesi Antik Yunan (Hellenist) felsefesinin, yani; Sokrat (Sokrates), Eflâtun (Platon) ve Aristo (Aristoteles) gibi Yunanlı filozofların felsefeleriyle başlayan düşünce tarzının zaman içinde evrim geçirmiş halidir. Yunan’la başlayan Batı düşüncesi, Roma İmparatorluğu ve kaynaklarını Doğu’dan alan Hıristiyanlığın kendisine eklemlenmesiyle devam etmiş, Rönesans, modern bilim ve felsefenin doğuşuyla çağdaş dünyadaki anlam içeriğine kavuşmuştur. Her ne kadar Batı düşüncesi kavramı, felsefî, dinî ve bilimsel olmak üzere üç temel unsuru muhtevasında barındırsa da söz konusu düşüncede belirleyici olan ve tarihsel seyir içerisinde çeşitli biçimlerde varlığını hissettiren hususun, Antik Yunan’a ait felsefî ve bilimsel miras olduğunu söylemek mümkündür. Bu ortak özellikler dışında, klasik Batı düşüncesini modern Batı düşüncesinden ayıran özellikleri dikkate almamız gerekir. Son tahlilde 'insanın dışında, insanı aşan bir hakikat yoktur' ilkesini merkeze alan düşünce sistemini, değişik açılardan tahlil etmek gerekir.
![]() |
Batı
Düşüncesi Kasım
Küçükalp – Ahmet Cevizci İSAM
Yayınları Mîsak
Dergisi
Sayı: 342 / Mayıs 2019 |
"Batı Düşüncesi" Kavramının Mahiyeti ve Sınırları
“Her şeyden önce ‘Batı’ ve ‘düşünce’
kelimelerinden oluşan bu terim, Batı’ya has olmak hasebiyle, diğer düşünce
tarzlarından ayrılma imasını ortaya koyar. İşte tam da bu iması sebebiyle, Batı
düşüncesi olarak adlandırılması mümkün olan bir düşünce tarzından bahsetmek
mümkün görünmektedir. Dolayısıyla burada söz konusu edilen ‘düşünce’ terimi,
genel olarak düşünmenin ne demek olduğundan ziyade, çoğunlukla ‘felsefe’ ile
özdeş hale gelmiş olan bir düşünce tarzına, Batılı anlamda felsefe yapma veya
düşünme tarzına yapar.” S.15
“Bu anlamda Batı düşüncesi Antik Yunan'da
doğada hüküm süren sebeplerin ve var olanların temel ilke ve zemininin
araştırılmasına tekabül eden bilimsel düşünme mantığının ve Sokrat (Sokrates),
Eflâtun (Platon) ve Aristo (Aristoteles) gibi Yunanlı filozofların
felsefeleriyle başlayan düşünce tarzının zaman içinde geçirmiş olduğu evrimi dile
getirir. Yunan’la başlayan Batı düşüncesi, Roma İmparatorluğu ve kaynaklarını
Doğu’dan alan Hıristiyanlığın kendisine eklemlenmesiyle devam etmiş, Rönesans,
modern bilim ve felsefenin doğuşuyla çağdaş dünyadaki anlam içeriğine kavuşmuş
ve nihayet Aydınlanma ile bir yandan kemale ererken, diğer yandan kendisine
karşı radikal düzeyde tartışmaları da muhtevasına almak suretiyle günümüze
intikal etmiş bir düşünce geleneğini ifade eder. Her ne kadar Batı düşüncesi
kavramı, felsefî, dinî ve bilimsel olmak üzere üç temel unsuru muhtevasında
barındırsa da söz konusu düşüncede belirleyici olan ve tarihsel seyir
içerisinde çeşitli biçimlerde varlığını hissettiren hususun, Antik Yunan'a ait
felsefî ve bilimsel miras olduğunu söylemek mümkündür.” S.16
Klasik (Antik Yunan ve
Hıristiyan) Batı Düşüncesinin Temel Özellikleri
“Klasik Batı düşüncesini modern Batı
düşüncesinden ayıran özellikler ise şu hususlar ekseninde sunulabilir: İlk ve
en temel husus aşkın hakikat düşüncesinde karşılığını bulmakta olup, insana ve
insanî olana referans olma vasfıyla, hakikatin insanı aşan bir karakter
arzettiğini dile getirir. Zira her ne kadar insan hakikatle temas kurabilen bir
varlık olarak görülse de, klasik Batı düşüncesi, hakikatin insanı aşkın bir
karakter arz ettiğini ileri sürmesi bakımından, insan merkezli olmayan bir
yapıya sahiptir. Modern düşüncede insanın merkezî ve belirleyici rolünden
farklı olarak, klasik Batı düşüncesinin insan merkezli olmaması, elbette ki
klasik düşünürlerin felsefeyi akılcı bir etkinlik olarak görmedikleri veya
hakikatin akla referans olmaksızın verilen bir şey olduğunu kabul ettikleri
anlamına gelmez. Zira klasik Batı düşüncesinde, gerek aklın gerekse hakikatin
insanı aşan bir yapı arz ettiği, insan aklının ise söz konusu aşkın aklın bir
parçası olduğu kabul edilir ve insanın hakikate ulaşması, sahip olduğu söz
konusu akıl yoluyla, kendisini aşan akıl ve hakikatle ilişkiye girmesi olarak
görülür.
Klasik Batı düşüncesinde evren, öğeleri
birbirleriyle ve bütünle bağlantılı organik bir yapı olarak tasavvur edildiği
için, farklı bilgi alanları birbirlerinden yalıtılmamıştır ve felsefe bütünün
bilgisi olarak anlaşılmıştır. Bu açıdan bakıldığında, felsefenin içerisinde
bütün bilimlerin toplandığı, bilimlerin anası olan büyük ve kuşatıcı bir
etkinlik olarak kabul edildiği söylenebilir. Öyle ki, daha felsefenin
başlangıcından itibaren felsefeyi gerek bilimden gerekse diğer bilimsel
disiplinlerden ayırmak neredeyse imkânsız olmuştur. Bundan dolayı klasik Batı
düşüncesinde, felsefeyi doğa ve insan bilimlerinden ayrı konumlandırmak mümkün
olmadığı gibi, bütün bilimler felsefenin bir parçası olarak kabul edilmiştir.”
S.23
Modern Batı Düşüncesinin
Temel Özellikleri
“Genel bir değerlendirme içerisinde ele
alındığında, modern Batı düşüncesinin şu özellikleri sebebiyle klasik Batı
düşüncesinden ayrıldığını söylemek mümkündür:
Modern Batı düşüncesinde insanı aşkın bir
hakikat anlayışı yerini, insan merkezli bir hakikat anlayışına bırakmıştır.
Modern Batı düşüncesinin ilk ve en temel özelliği hümanizmdir. Gerçekten de o,
insan aklını öne çıkarıp aşkınlaştırması ve hakikatin bilgisinin kaynağı olarak
insanı (insan aklı) merkeze alması sebebiyle hümanist bir karakter arzeder.
Onda hümanizm, şu halde ‘aklı insan varlığının tek
ve en yüksek değer kaynağı olarak gören, bireyin yaratıcı ve ahlâkî gelişiminin
rasyonel ve anlamlı bir biçimde, doğaüstü alana hiç başvurmadan, doğal yönden
gerçekleştirilebileceğini belirten ve bu çerçeve içinde insanın doğallığını,
özgürlüğünü ve etkinliğini ön plana çıkartan’ felsefî bir tutumu dile
getirir.
Modern Batı düşüncesinin diğer bir ayırıcı
özelliği de, mekanik bir evren tasavvuruna sahip
olmasıdır. Dünya da dâhil olmak üzere evreni koca bir makine olarak gören
modern Batı düşüncesi, evrenin bilgisine, onun gözlem ve deney yoluyla ne tür
bir mekanizmaya sahip olduğunun kavranılması halinde ulaşılabileceğini
varsaymıştır. Modern Batı düşüncesinin mekanik evren anlayışına bağlı, gözlem
ve deney vurgusu, bu düşünceyi evrenin bilgisi için müracaat edilmesi gereken
yöntem olarak analitik yöntemi benimsemeye sevketmiştir.
Zira modern Batı düşüncesi açısından, mekanik bütünün bilgisinin elde
edilebilmesi, onun parçalara ayrılması, her bir parçanın bilgisine ulaşılması
ve bu parçaların birleştirilmesi suretiyle yalnızca analitik yöntem sayesinde
mümkün olabilir. Böyle bir yaklaşımın en açık sonucu ise modern Batı
düşüncesiyle birlikte felsefe, bilim ve etiğin kompartımanlaşmak suretiyle
birbirinden ayrılması olmuştur.
Mekanik evren anlayışının açık bir sonucu
da, modern Batı düşüncesiyle birlikte ‘teleolojik’ evren görüşünün
terkedilmesinde yansımasını bulur. Buna paralel olarak, sebep-sonuç ilişkisinin
ön plana çıktığı modern Batı düşüncesinde, ‘niçin’ sorusu yerini
‘nasıl’ sorusuna bırakır. Bu husus özellikle modern düşüncenin,
Ortaçağ düşüncesine damgasını vuran dinî düşünceden ayrılmasını anlamak
açısından büyük bir önem taşır. Dinî düşüncede her varlığın Tanrı'nın
belirlemiş olduğu amaca göre hareket ettiği varsayılırken, seküler karakterli
modern düşünce, yeryüzüne müdahil bir Tanrı anlayışının yerine kendisini
sebep-sonuç ilişkilerinde gösteren doğa yasaları düşüncesini yerleştirmiştir.
Bilim ve astronomideki çeşitli modern
gelişmelerin sonucunda, klasik Batı düşüncesinde varlığını yüzyıllar boyu
sürdüren ve dünya merkezli evren telakkisinde karşılığını bulan klasik
kozmoloji anlayışının yerini güneş merkezli bir evren anlayışına karşılık gelen
modern kozmoloji almıştır. Özellikle matematiksel fiziğin bilim adamları için
olmazsa olmaz bir hareket noktası haline gelmesiyle birlikte, yalnızca göksel
varlıklar için mümkün görülen mükemmellik fikri, aslında bütün evrende aynı
matematiksel fizik yasalılığının (yasalarının) hüküm sürdüğü inancına bağlı
olarak yıkılmıştır. Böylelikle modern Batı düşüncesinde matematik yeryüzüne
indirilmiş ve yeryüzü, bir kesinlik alanı olarak düşünülmeye başlanmıştır. Her
ne kadar dünya klasik Batı düşüncesindeki merkezî önemini ve Hristiyan
düşüncesinde vurgulanan kutsanmışlığını yitirse de, evreni algılamadaki bütün
bu değişmeler, nihayetinde modern Batı düşüncesini, ideal olanın bu dünyada
inşa edilebileceği inancına taşımıştır.
Kozmolojik ve teleolojik evren anlayışının
terkedilmesiyle beraber, pratik felsefede özgürlük ve eşitlik ideallerinin ön
plana çıkması da, modern Batı düşüncesinin önemli bir karakteristiği olarak
karşımıza gelir. Gerçekten de insanın kendisini aşan bir amaç tarafından
belirlenmiş olduğu fikrinin terkedilmesi, kendi kaderini kendi tayin eden bir
insan anlayışına vücut vermek suretiyle modern özgürlük düşüncesini
doğurmuştur. Öte yandan nitelik bakımından birbirinden farklı varlıklardan
oluşan bir evren anlayışının, Yeniçağ’da bütün varlıkların aynı hareket
yasalarına tâbi olduğu bir evren anlayışı lehine ortadan kalkması da eşitlik
düşüncesini ön plana çıkarmıştır.
Modern evren anlayışının bir uzantısı olarak
bilgi alanlarının ayrışmasının önemli bir sonucu ise etik ve siyaset
felsefesinin birbirinden ayrılmasıdır. Klasik felsefede bireysel iyi ile toplum
için iyi olan arasında kurulan paralellik, modern düşüncede artık söz konusu
olmaz. Sosyolojik açıdan düşünüldüğünde, modern dönemde, cemaatlerin çözülmesi
ve atomistik bireyin ön plana çıkmasıyla birlikte, yalnızca bir topluluk
içerisinde anlamlı olan birey anlayışı, yerini yalıtık
bireye bırakır. Özellikle pratik felsefe söz konusu olduğunda, modern Batı
düşüncesinde, bireyin merkezî bir konuma sahip olduğu söylenebilir.” S.28
Modern Batı Düşüncesi
“Tarihî seyri dikkate alındığında modern
dönem, Batı’da skolastik dönemden sonra, Rönesans ve reform hareketlerinin yanı
sıra coğrafî keşiflerle birlikte gelişen siyasal, sosyal, ekonomik ve bilimsel
değişmelerin sonucunda ortaya çıkan ve XX. yüzyılın ikinci yarısına kadar devam
eden zaman dilimine karşılık gelir. Söz konusu dönemde hâkim olan düşünme tarzı
da modern düşünce olarak ele alınır. Ana hatlarıyla değerlendirildiğinde modern
düşünce her şeyden önce öğretici olan ve tanrı tarafından yaratılan evrendeki
olguları nitelikleri ekseninde ereksel bir açıklamaya tâbi tutan Ortaçağ
düşüncesinden farklı bir biçimde, evreni, hâricî referanslara başvurmadan, zaman
ve mekânla sınırlı olan varlık alanına müracaat etmek suretiyle açıklamaya
çalışan bir karaktere sahiptir. Bilimsel açıklama olarak bilinen bu
yaklaşımın merkezinde deney ve gözleme dayalı nesnel bir bilgi arayışı yer
alır. Yine modern düşünce, hakikati düşünen öznenin aklına indirgeyen
karakteri sebebiyle rasyonalist ve tam anlamıyla hümanist bir düşünme tarzı
görünümündedir. Hümanist karakterine bağlı olarak kendisini, insanın düşünen
özü ile dış dünya arasında bir ayırıma gitmek suretiyle tesis etmiş olduğu
için düalist niteliktedir. Aynı şekilde, özellikle
bilimde olgusal olanı merkeze alan bir bilim anlayışını ve bu anlayışı temsil
eden bilim adamlarının yanı sıra filozofları da muhtevasında barındırması
sebebiyle modern düşüncenin pozitivist bir karaktere
sahip olduğu da söylenebilir.” S.118
Modern Batı Düşüncesinin
Doğuşu ve Gelişimi
“Hiç kuşku yok ki, modern düşüncenin
teşekkülünde öncelikli hususların başında ‘yeniden doğuş’ anlamını
taşıyan Rönesans düşüncesi gelmektedir. Her ne kadar geçmişten tam
anlamıyla bir kopuştan çok, din, felsefe ve mitolojinin iç içe geçtiği bir
görünümde karşımıza çıksa da, Rönesans düşüncesinin, bir yandan Ortaçağ’dan
kopuşa işaret etmesi, diğer yandan da modern dönemde ön plana çıkacak olan
tartışmaları başlatması bakımından modern düşünceyi hazırladığı söylenebilir.”
Rönesans ve Reformasyon
“Rönesans düşüncesinin en temel özelliği,
insanın, her türlü bağlılıktan sıyrılmak suretiyle, kendisine dayanıp,
kendisini arayıp bulmasıdır. Söz konusu kaygısı sebebiyle Rönesans düşüncesinde
antik örneklere müracaatla işlenen ilk sorun insan sorunu olmuştur. Bu sorunun
felsefî dildeki karşılığı ise hümanizmdir. İlk ve dar anlamıyla, klasik Yunan
ve Roma literatürü üzerinde daha ziyade filolojik nitelikli çalışmaları ifade
eden hümanizm kavramı, geniş anlamda kendisini bulma amacındaki modern insanın
yeni hayat anlayışını ve duygusunu dile getiren akıma gönderme yapar.” S.120
“Hümanizmden beklenen öncelikle klasik
metinlerin rehberliğinde gerek bireysel gerekse sosyal ilişkilerde karşılaşılan
etik ve ahlâkî meseleler üzerine sağlıklı bir biçimde düşünmeye muktedir daha
iyi bir insana vücut verme olmuştur. Bunun yanı sıra XV. yüzyılda ortaya
çıkmaya başlayan bürokratik yapılanmanın ihtiyaç duyduğu meslekî
becerilerin kazanılması amacı da, klasik metinlere yönelişin sebepleri
arasındadır.
En belirleyici özelliği dinden bağımsız
bir kültür inşa etmek ve insanın merkeze alındığı bir paradigma ekseninde insan
ve dünya ile ilişkili bir felsefe kurmak olan Rönesans hümanizmi, bilime ve
insan aklına atfettiği değere bağlı olarak, daha sonra zuhur edecek olan bilimsel
paradigmaya olan katkısı sebebiyle, aynı zamanda seküler yani dünyevî bir
kültürün doğuşunun da habercisi olarak görülebilir. Başlangıçta mitolojik ve
akla dayalı unsurların iç içe geçtiği Rönesans düşüncesi, zamanla özellikle
eğitim ve bilim alanında geçmişte otorite kabul edilen düşünürlere her türlü
başvuruyu ortadan kaldırma tutumuna paralel biçimde, yalnızca deney ve aklın
sağladığı doğrulara yönelik arayışı hareket noktası sayan bir görünüme sahip
olmuştur.” S.121
“Aynı şekilde insan doğasının her zaman ve
her yerde aynı olduğunu, insanın tutku ve eğilimlerinin hesabının
yapılabileceğini, buna bağlı olarak, olguları gözlemleyip hesabını yapabilen
insan zekâsının devlet yönetiminin merkezine oturtulabileceğini ileri süren
Niccolò Machiavelli’nin (1469-1527) siyaset felsefesi de modern siyaset
felsefesinin anlaşılmasında ayrıcalıklı bir öneme sahiptir. Zira Machiavelli
yeni yeni teşekkül etmekte olan modern ulus devlet anlayışını haklı kılacak ve
devletin gücünü tahkim edecek bir siyaset anlayışı ortaya koyar. Ona göre,
doğal gereksinimlerin sonucunda zuhur eden devlet, ulusa dayandığı takdirde
yeterli bir güce ulaşmış demektir. Hukuku kiliseden ve devleti dinî dogmalardan
arındırmaya çalışan bir yaklaşım ekseninde Machiavelli, devleti yaşatma ve
gücünü arttırmayı yegâne amaç sayarak, hukuk ve dini söz konusu amaca bağımlı
kılar. Bu yaklaşıma göre, devletin gücünü arttırmak amacına götüren her
yol meşrudur ve bu yolun ahlâk, din ve hukuka uygun olup olmadığının hiçbir
önemi yoktur. Hükümdar adlı eserinde ortaya koyduğu üzere, ulusa
dayalı bir monarşiyi savunan Machiavelli, devlet adamının güç ve mutluluğunu
devletin güç ve mutluluğu ile ilişkilendirmiştir.” S.123
“Rönesans’ta felsefe, ahlâk ve siyaset
alanlarında ortaya çıkan paradigma değişikliği, din alanında da yansımasını
bulmuş ve XV. ve XVI. yüzyıllarda reformasyon hareketine vücut vermiştir.
Aslına bakılırsa dinde gerçekleştirilmek istenen reform sürecinin tarihsel arka
planında, gittikçe bireyciliğe kayan felsefe anlayışına paralel olarak, Ortaçağ
mistisizminin zemin teşkil ettiği bireysel dindarlık düşüncesi bulunmaktadır.
Zira Ortaçağ boyunca hâkim bir güç olarak varlığını sürdüren kilise, kutsal
kitabın inananlar tarafından okunup yorumlanması bir yana, farklı dillere
tercüme edilmesine dahi izin vermemekteydi.” S.124
“Reformistlerin en temel iddiaları, dinin
anlaşılıp yorumlanması ve yaşama geçirilmesinde kilisenin mutlak otoritesinin
reddedilmesi gerektiği düşüncesinde somutlaşır. Şüphesiz bu reddiyede Katolik
kilisesinin zamanla yozlaşması ve hatta günah çıkarma belgelerini para
karşılığında satmasının da küçümsenmeyecek bir etkisi olmuştur. Reformistler
için asıl olan bireysel dindarlıktır; tanrı ile insan arasına herhangi bir
kurumsal otorite girmemelidir. İnanan insan, inanmış olduğu kutsal metni kendi
dilinde okuyup anlamaya ve bireysel olarak tanrı ile mânevî bir ilişki
geliştirmeye muktedirdir.” S.125
“Din alanında vuku bulan bu tartışmaların
sonucunda XVI. yüzyılda, ilki Alman teolog Martin Luther (1483-1546), ikincisi
de Fransız asıllı John Calvin (1509-1564) eliyle iki büyük Protestan kilisesi
kurulmuştur. Reformasyon Martin Luther’in Wittenberg Kilisesi’nin kapısına,
Katolik kilisesi papalık ve yerleşik Hıristiyanlık anlayışını eleştiren doksan
beş tezini asmasıyla başlamış, gerek o dönemde gerekse daha sonraki Avrupa
sosyal ve siyasal hayatında çalkantılara yol açan büyük din savaşlarının
yaşanmasına sebebiyet vermiştir. Daha çok İskandinavya ve Almanya’da yaygınlık
kazanan Luthercilik, meslek yaşamına önem veren ve her insanın devlet içerisinde
gerçekleştirebileceği mesleğini seçmek için yaratıldığını ileri süren
yaklaşımıyla, memur tipi bir insan modeline vücut vermiştir. Calvinizm ise daha
ziyade Batı Avrupa, İngiltere ve Amerika’da yaygınlık kazanmış olup, sanayi
yatırımlarını önemseyen tâcir tipi bir insan modelini öngörmüştür.
Protestanlık’la birlikte ortaya çıkan en önemli değişiklik, karşılığını
kuşkusuz din ile devlet arasındaki muhkem ilişkinin tartışmaya açılmasında
bulmuştur. Bu tartışmada kilisenin yetkilerinin sınırlandırılması ve bireysel
dindarlık fikrinin teşvik edilmesinin modern laiklik anlayışına vücut verdiği
söylenebilir. Gerçekten de Protestanlık, özellikle Calvinizm
dolayımıyla, modern kapitalist ekonomik sistemin ihtiyaç duyduğu birey anlayışı
için önemli ve teşvik edici bir arka plan oluşturmuştur.” S.126
Modern Bilimin Doğuşu ve
Bilimsel Dünya Görüşünün Tesisi
“Modern bilim düşüncesinin doğuşunu
sağlayacak olan tarihsel süreç izlendiğinde karşımıza çıkan ilk şahıs Copemicus’tur
(1473-1543). Bilindiği üzere, Copernicus’e kadarki Batı düşüncesinde dünya merkezli bir evren
tasavvuru hüküm sürmekteydi; bu tasavvurda, Aristo’nun ay altı âlem-ay üstü
âlem dünya ayırımına bağlı olarak, teleolojik bir mahiyete sahip olan evren,
mükemmelliğin yukarıdan aşağıya doğru hiyerarşik bir biçimde belirlendiği bir
görünüm arzetmekteydi. Aristo’nun hiyerarşik bir karakter arzeden ‘kozmos’unun
yerine, Copernicus’in ‘evrenin birleştirilmesi’ anlamında,
aynı yasalarla yönetilen evren anlayışının ikame edilmesidir.
Kepler’in (1571-1630) modern bilimin başlangıcına
yerleştirilmesinin sebebi, doğanın tekdüzeliğine inanan bir bilim adamı olarak,
evreni yer mekaniğinde kullanılan ilkeler ekseninde açıklama cihetine
gitmesidir. Başka bir ifadeyle, onun dünya anlayışında bütünüyle yeni olan
husus, evrenin her yerinde aynı matematiksel yasaların egemen olduğuna
inanmasıdır. Dolayısıyla Kepler için, tanrının dünyayı yaratırken
uyduğu ilkeler, sıkı matematiksel ve geometrik irdelemeler yoluyla belirlenmiş
olup, dünyanın yapısındaki düzenlilik tam anlamıyla geometrik bir karakter arz
eder.
Galileo (1564-1642)’nin, modern bilim anlayışı
bakımından en önemli başarısının, matematiksel akılcılığı ve niceliksel
yaklaşımı merkeze alması olduğu söylenebilir. Zira Galileo, deneysel yöntemi
kurmanın yanı sıra, deneyle matematiksel analizi birleştirmiş olmasıyla,
deneysel fizik ve modern mekaniğin de kurucusu kabul edilir.” S.127-129
“Newton’un (1642-1727),
kendisinden önceki birikimi daha ileri boyutlara taşımak suretiyle, bilimsel
dünya görüşünü tam anlamıyla tesis ettiği söylenebilir. Zira Newton’un
yaklaşımı, bir yandan bilimsel araştırmaya konu olacak olan her şeyi, bireysel
parçacıklar ve mekaniğin temel yasa ve terimlerinden müteşekkil bir ontolojiye
indirgerken, diğer yandan insan ve toplumun da aynı anlayış ve ilkeler
doğrultusunda incelenmesini önerir. Bütün varlık alanı için
geçerli olma iddiasındaki bu yaklaşım, mekanik evren anlayışının yanı sıra,
olgulara odaklı bir bilim ve bilgi anlayışının tam anlamıyla tesisine vücut
vermiştir. Tanrı tarafından, matematiksel akıl ve düzenin taleplerine uygun bir
biçimde yaratılan evrensel bir sistem fikrini benimseyen bu yaklaşımın açık
sonucu, evrenin devasa bir makine olarak algılanması ve rasyonel bir din
anlayışının tesisi olmuştur.
Evren anlayışındaki köklü değişimin bir
sonucu olarak gerçekliğe ilişkin bilimsel bilginin gün geçtikçe artıyor
olmasının ve bunun, insanın hayatını kolaylaştıran teknolojik birtakım pratik
sonuçlar sunmasının da etkisiyle, modern düşüncede, gerçekliği kontrol
edebilmenin yegâne aracı olarak görülen bilgi, güç ile ilişkilendirilmeye
başlanmıştır. Dolayısıyla modern dünyada bilgi, Ortaçağ’da olduğu
şekliyle tanrının dünyaya amaçlılık ve düzen sağlayan planını keşfetmekten
ziyade, sağladığı güç ve fayda için istenir olmuştur. Böylelikle modern
düşüncede insanın evrendeki yeri de büsbütün değişmiş, evren yumuşak başlı bir
tefekkürün konusu olmaktan çıkarken üzerindeki ilâhî ihtişamı kaybetmiş ve
nihayetinde kendisini, yönetilip işlenmek üzere insanın egemenliğine
bırakmıştır.” S.132
Modern Batı Düşüncesinin
Felsefî İnşası
“Varlık anlayışı bakımından materyalist
yaklaşıma sahip olan Bacon için, görünen ve
yasalılığın hüküm sürdüğü dünyadaki şeyler ve onları oldukları şekliyle
yansıtmaya muktedir insan aklının dışında herhangi bir varlık alanı söz konusu
değildir. Bundan dolayı, bilginin elde edilmesinde öncelikli olan
deneyim ve bu deneyim sonucundaki verilerin akıl yoluyla işlenmesidir.
Gerçekliğin deneyim yoluyla edinilen bilgilerden hareketle olduğu gibi
yansıtılabilmesi için zihnin, insanın bireysel varlığı, toplum, dil, kültür ve
gelenek gibi, insanı birtakım zihinsel ön yargılara sevkeden hususlardan
arındırılması gerekir. Bu gerekliliğe binaen Bacon, ‘zihnin putlardan veya
önyargılardan arındırılması’ olarak adlandırılabilecek olan teorisini
hayata geçirir. Çünkü olgusal olanın bilgisine ulaşmak için öncelikli olan
husus, insanın kendisini zihinsel olarak söz konusu bilgiye hazırlıklı hale
getirmesidir. Bundan sonraki aşama ise duyularla elde edilen verilerin,
tümevarım ve sıkı bir bilimsel eleme yöntemiyle elenmek suretiyle kesinliğe
taşınmasıdır.
Söz konusu bilgiyi egemen
olmayla özdeşleştiren Bacon’a göre, fizik dünya insandan bağımsız ve insan
tarafından dönüştürülebilecek bir varlık alanını oluşturur. Bunun için
yapılması gereken şey, öncelikli olarak fizik dünyaya hâkim olan mekanik ve
matematiksel yasallığı keşfetmek, daha sonra da elde edilen bilgi dolayımıyla
doğayı insanın hizmet ve kontrolüne sunmaktır. Tam da bu tutumu sebebiyle,
Baconcı felsefenin, bir yandan insanı merkeze alan yaklaşımı tahkim ettiğini,
diğer yandan da modern düşüncenin, çağdaş felsefeler tarafından çokça
eleştirilecek olan antiekolojik karakterini açığa çıkardığını söylemek
mümkündür. Hatta Bacon’ın, bir bütün olarak doğayı, saklamış olduğu
sırları ele geçirmek için eski zamanlarda zindanlarda zorla konuşturulan kadına
benzettiği ve doğaya İngilizce’de bayanları nitelemek için kullanılan
işaret zamiriyle (she) göndermede bulunduğu düşünüldüğünde, böyle bir bilgi ve
varlık anlayışının, doğaya karşı insanî bir şiddet öngördüğünü dahi
söyleyebiliriz.” S.135
“Modern öncesi dönemde, evrenin
bütünü içerisinde, evrenin bir parçası olan ve insanın bütüne uyum sağlama
aracı olarak görülen akıl, modern dönemle birlikte evreni dönüştürmenin, yeni
modlar ve dünyalar icat etmenin biricik referans noktası olur.
Kendisini bütünün bir parçası olarak gören
modern öncesi insan da, yerini hakikati kendisinden hareketle inşa etmeye
muktedir görülen modern özneye bırakır.
İşte tam da bu noktada Descartes’ın modern
Batı düşüncesi bakımından ayrıcalıklı konumu açığa çıkar. Çünkü bilimsel dünya
görüşünün bir sonucu olan mekanik doğa anlayışını ve modern düşüncenin özne
merkezli karakterini temellendirip, meşrulaştıran metafizik bir sistem kuran
Descartes, kendisinden sonraki felsefeleri kayda değer ölçüde etkilemiştir. Ona
göre insanlığın karşı karşıya kaldığı temel problemlere yönelik çözümler, yeni
politik bir programdan ziyade, yeni bir bilimi gerektirir. Bu doğrultuda olmak
üzere Descartes, söz konusu yeni bilimi oluşturmak için, duyuların ve
geleneksel aklın her şeklini soruşturup, duyular için gerçek kanıtlar bulmaya
çalışmıştır. Metodolojik şüphesinin bir sonucu olarak duyularımızla elde
ettiğimiz bilgilerin kesinsizliğinden hareketle, doğa ve toplumsal hayatla baş
edebilmemizi sağlayacak kesin bilginin temellerini aramaya koyulan Descartes
için önemli olan husus, hem kendisini hiçbir surette aldatmayacak hem de her
türlü bilgimizin metafizik temellerini oluştura bilecek olan açık ve seçik
ilkeler bulmaktır.” S.138
Aydınlanma Düşüncesi
“Aydınlanma hareketinin en belirgin
karakteristiklerinin başında, insan aklına duyulan katıksız güven ve desteğini
büyük ölçüde bilimden alan ilerleme düşüncesi gelir.
XVIII. yüzyılda İngiltere’de başlayan, daha sonra Fransa ve Almanya başta olmak
üzere modern dünyanın hemen her yerinde yansımasını bulmuş olan Aydınlanma
düşüncesi; insanı köleleştirip, tahakküm altına aldığı düşünülen hurafe,
gelenek, mit gibi hususlara karşı aklî bir aydınlanma iddiasını ifade
eder. İnsanlığı eski düzenden kurtarıp, daha iyi ve özgürleştirici olan aklın
düzenine sokmak şeklinde tanımlanan Aydınlanma, her türlü felsefî ve toplumsal
düzeni, akla ya da akılda somutlaşan ilkelere yaslama eğilimi olarak ele
alınabilir. Aydınlanma çağı, akıl ve düşüncenin dünya ve topluma dair
geleneksel anlayışların yıkılmasında bireyin en güçlü yetileri olarak görülüp
devreye sokuldukları bir döneme işaret eder. Bu açıdan bakıldığında Aydınlanma,
dinî ve mitolojik anlayışlara meydan okuyan bir karaktere sahiptir. Bu meydan
okuyuşta akıl Aydınlanma için en önemli araç olmak durumundadır. Bu yüzden
başta Fransa’dakiler olmak üzere, Aydınlanma düşünürlerinin tamamı insanın
bütün problemlere sahip olduğu akıl sayesinde çözüm getirebileceği kanaatini
sergilerler. Zira Aydınlanma düşüncesi açısından akıl, ahlâkî, dinî ve
politik sorunlarda en yüksek başvuru kaynağı olduğundan, bütün inançları,
kanunları, sanat eserlerini ve kutsal metinleri yargılama kriteri hükmünde
olup, kendisinin herhangi bir kriter tarafından yargılanması söz konusu
değildir. Kant da ‘Aydınlanma Nedir?’ adlı çalışmasında
Aydınlanma’nın, akılla elde edilen olgunlaşmaya paralel olarak insanlığın
içinde bulunduğu çocukluk durumundan kurtulmasına işaret ettiğini söyler:
Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş
olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise insanın kendi aklını
bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin
olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun sebebini de aklın kendisinde
değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak
kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır.” S.146
“Aydınlanma düşüncesinin bu gelenek içinde
yer alan azımsanmayacak sayıda düşünürün benimsemiş olduğu doğalcı ve
materyalist yaklaşım tarzının bir sonucu olarak, tanrının varlığını büsbütün
yok sayan ateist bir paradigmayı da ihtiva ettiği söylenebilir. Gerçekten de
Hıristiyanlık’la açık bir çatışma içerisinde olan Aydınlanmacı düşünürler,
bilimsel dünya görüşünün gerektirdiği, kendi içinde kapalı, düzenli ve sistemli
bir evren anlayışını benimsemiş oldukları için, kimi metafiziksel ilkelerle
tanrı fikrini, bilimsel ve doğalcı bir yaklaşımla temellendirilmeleri mümkün
olmadıkları gerekçesiyle inkâr etme cihetine gitmişlerdir.
Zira doğalcılık veya materyalizm açısından
bakıldığında, doğal dünya içerisinde olup bitenleri doğal yollarla izah eden
açıklama dışında hiçbir açıklama tarzının benimsenmesi mümkün değildir.” S.149
Modern Batı Düşüncesinin
Temel Karakteristikleri
“Her ne kadar modern Batı düşüncesinin
temel karakteristiklerinin neler olduğuna ilişkin farklı yaklaşımlar söz konusu
olsa da, modern düşünceyi klasik Batı düşüncesinden ayıran
birtakım özelliklerin olduğu söylenebilir. Her şeyden önce modern düşünce,
rasyonalist ve öznenin merkeze alındığı bir düşünce tarzı olarak karşımıza
çıkar. Onun rasyonalist boyutu, rasyonel düzenliliğe sahip bir dünya tasarımı
üzerinde temellenir. Buna göre insan zihni, söz konusu düzenliliği keşfetmeye
muktedirdir ve insan özünde rasyonel bir varlık olduğunu için, akıl insanî
güçler düzeyinde ayrıcalıklı bir yere sahiptir.” S.151
“Klasik düşünceden doğa anlayışı
bakımından da ayrılan modern düşünce, üzerinde tefekkür edilecek bir
tabiat anlayışından ziyade, insan tarafından yönetilecek bir doğa düşüncesine
sahip olagelmiştir. Bu yüzden modern düşüncede, doğa konusunda
materyalist ve matematikselleştirilebilir bir yaklaşım hâkim olur; evrenle
ilgili açıklamalarda nihaî sebep ve ereksellik fikri reddedilirken, son derece
realist ve olgucu bir yaklaşım tarzı benimsenir. Yine modern düşünce, bilimsel
bilgi ve teknolojik birikimin bir sonucu olarak karşımıza çıkan, ilerlemeci bir
tarih anlayışına veya insanlığın geleceğine yönelik son derece iyimser bir
bakış açısına sahiptir. Söz konusu iyimserlik, insanî kapasitenin bireysel ve
kolektif olarak ilerleyeceğine yönelik bir güven ve inancı ifade eder. Buna
göre bilimsel ve teknolojik ilerlemeye paralel olarak ekonomik refah da artacak
ve insanlar kendi tutkularını ve farklılıklarını aşabileceklerdir. Bütün bu
gelişmelerin sonucu olarak politik özgürlük de artacaktır. Nitekim modern
politik teori büyük ölçüde insanlığın doğal ve kurumsal baskılardan kurtulması
ideali temelinde inşa edilmiştir. Bütün bu özelliklerini dikkate alarak, modern
Batı düşüncesinin temel karakteristiklerini hümanizm, düalizm,
ilerlemeci tarih anlayışı ve pozitivizm şeklinde ele
almak mümkündür.” S.152
a) Hümanizm
“En genel anlamıyla hümanizm, hakikatin
bilinmesinde referans noktası olarak insan aklının merkeze alınması anlamına
gelir. Hümanizm kökenleri itibariyle antik döneme, sofistlere kadar geri
götürülebilse de, zihinsel ve sosyal bir hareket olarak Rönesans düşüncesinde
ortaya çıkmış, İtalya başta olmak üzere Avrupa’nın hemen bütün ülkelerinde
sanat, edebiyat, bilgi ve şehir yaşamını kuşatır hale gelmiştir. Ortaçağ
düşüncesinin insan varlığını baskı altına alması, bu dünyayı doğaüstü düşünceye
müracaat etmek suretiyle, öte dünya lehine değersizleştirmesi ve bu dönemdeki
feodal rejimlerin âdeta birey kavramını ortadan kaldıracak şekilde işlemesi,
Rönesans diye nitelendirdiğimiz düşünceye vücut vermiştir. Söz konusu dönemle
birlikte Ortaçağ düşüncesine bir tepki olarak, insanın merkeze alındığı Yunan
ve Roma düşüncelerine, onları keşfedip yeniden ele geçirmek amacıyla bir geri
dönüş hareketi baş göstermiştir.” S.153
“Hümanizm kavramındaki asıl dönüşüm,
felsefe ve bilimdeki gelişmelere paralel olarak XVII. yüzyılda meydana
gelmiştir. İnsanı merkeze alması bakımından Rönesans hümanizmiyle aynı
karaktere sahip olmasına rağmen, modern seküler hümanizm, insan aklını
ve bilimi yegâne referans noktası olarak alması, bundan dolayı da mistik ve
estetik tecrübeleri geride bırakmak konusundaki ısrarı ile Rönesans
hümanizminden ayrılır. Felsefe bakımından temellendirilmesini
Descartes’ın düşünen özne anlayışında bulan modern felsefî hümanizm, insanı
evrenin merkezine yerleştiren ve onu varlığın efendisi haline getiren bir perspektife
işaret eder. Söz konusu hümanistik perspektifin en ayırıcı özelliği, ‘düşünen
özne’ olarak insan aklına ve modern bilimin sınırsız iyimserliğine duyduğu
koşulsuz bağlılıktır. En yetkin formunu Aydınlanma felsefesinde bulan hümanist
bakış açısına göre insan, doğanın bir parçası olup devam edegelen uzun bir
süreç sonunda zuhur etmiş bir varlıktır. Bu yüzden insanî değerler için
herhangi bir kozmik veya doğaüstü ilkeye müracaat ihtiyacı olmaksızın, modern
bilim tarafından resmedilen evren tablosu yeterlidir. Ahlâkî
değerlerin kaynağı da insan tecrübesi olup hümanist bir ahlâk felsefesinin,
hiçbir teolojik veya ideolojik tasdike ihtiyaç duymayan, özerk bir karaktere
sahip olması gerekir. Bu açıdan bakıldığında modern seküler hümanizmin ilâhî
rehberlik yerine insan zekâsına güvenmeyi salık verdiği söylenebilir.” S.154
“Modern bilimdeki evrim telakkisini
benimseyen hümanist felsefeye göre, gittikçe yetkinleşen insan aklı, insanî
tercihler alanında yegâne referans kaynağı olmak durumundadır. Bu yüzden
insanın dünyayı anlamaya yönelik her türlü teşebbüsü, duyu verilerine ve
onların zihinle anlaşılmasına bağlı olmalıdır.” S.155
b) Düalizm
“Modern Batı düşüncesinin hümanistik
karakteriyle bağlantılı olan bir diğer özelliği ise ister varlık, ister bilgi,
isterse etik veya politika alanları söz konusu olsun, düşüncenin birbirinden
bağımsız olduğu düşünülen ikili karşıtlıklar ekseninde tesis edilmiş olmasıdır.
Aslında bir bütün olarak Batı düşünce geleneğinde gözlemlenebilecek olan bu
anlayışa göre, gerçeklik birbiriyle karşıtlık arzeden iki ayrı varlık alanından
oluşur; hakikat ve bilgi de insanın bu varlık alanlarının mahiyetine uygun
düşünüşünden kaynaklanır.” S.156
“Modern Batı düşüncesinde insan, varlık
alanının merkezinde bulunan bir varlık olarak, kendi dışındaki mekanik
yasalılığın hüküm sürdüğü gerçekliği temsil edip teorileştirmeye muktedir bir
varlık konumuna yükseltilir. Dış dünya ise insan tarafından temsil edilmeye ve
matematiksel yasalılığa bağlı olarak, barındırdığı sırları insana sunmaya
hazır, el altındaki bir nesne statüsüne indirgenir. Bu açıdan bakıldığında, rasyonalist felsefelerde
düalizm, düşünen öznenin merkezî konumu ile özne tarafından
teorileştirilebilmeye açık nesne arasında yapılmış ayırımda karşılığını bulur.”
S.157
c) İlerlemeci Tarih Anlayışı
“İlerleme düşüncesi Fransız
Aydınlanma’sında somutlaşmış olup ilk defa Turgot tarafından dile
getirilmiştir. Evrensel bir tarih kurgusuna sahip bu düşünce, bütün insanî
düşünüm ve kazanımların, bilimdeki gelişmelere bağlı olarak ilerleyeceği
inancına dayanır. Buna göre tarihteki her dönem daha önceki dönemlerin
kurumların ortadan kaldırıp, eksikliklerini gidermekte ve daha önceki
dönemlerin birikimlerini de içermektedir. Aydınlanma dönemiyle ortaya çıkmış
olan ilerleme nosyonu açısından bakıldığında, bilginin birikimselliği sonucu
ortaya çıkacak olan ilerleme, insanları daha ahlâklı, uygar ve mutlu bir
yaşantıya kavuşturacaktır. Söz konusu anlayış modern tarih anlayışında da
yansımasını bulmuş, tarihteki olumsuzlukların insanların elde ettiği bilimsel bilgi
birikimine paralel olarak ortadan kalkacağına işaret eden bir tarih
felsefesinin doğmasına sebebiyet vermiştir.” S.159
d) Pozitivizm
“Pozitivizm kavramı, tam teşekküllü bir
felsefeye gönderme yapacak şekilde ilk defa Auguste Comte tarafından kullanılmıştır.
Pozitivizm insan bilgisinin imkânlarının soruşturulup çözüme kavuşturulması
anlamında epistemolojik bir anlayışı dile getirir.
Comte’un pozitivizmine göre, bilimin
fonksiyonu, şeylerin niçin meydana geldiklerini izah etmek değil, şeylerin
nasıl meydana geldiklerini genelleştirmek, mutlak gerçekliğin bilgisinden
ziyade gerçekliği kontrol etme araçlarını sağlamak olmalıdır. Pozitivist
felsefe açısından bilim, insanî tecrübeler arasındaki değişik ilişkileri
yönetme ve özetleme noktasında insanî kullanıma açık bir araçtır. Bilim, dış
dünyayı öngörebilmemizi ve açıklamamızı sağlayacak bir bilgi elde etme çabası
olarak tanımlanabilir. Böyle bir bilginin elde edilmesi de, dış dünyadaki
düzenli ilişkileri ifade edebileceğimiz oldukça genel teoriler inşa etmeyi
zorunlu kılar. Söz konusu genel teoriler bizim, sistematik deney ve gözlem
yoluyla keşfetmiş olduğumuz olayları, hem tahmin edilebilir hem de
açıklanabilir hale getirmemizi sağlar. Bu yüzden pozitivist bilgi anlayışını
savunanlar, rasyonalist felsefecilerin iddia ettikleri akla içkin bilgi
imkânını reddederler ve dış dünyadaki düzenliliklerin ifade edildikleri doğru
önermelerin olumsallığını vurgularlar. Böyle bir bilgi anlayışından hareketle pozitivizm,
bize deneyim yoluyla kendisini sunmuş olanın arkasında veya ötesinde bir öz
arayışına yönelik her teşebbüsü bilim dışı, anlamsız ve metafizikle dinin
gerçekleşmesi imkânsız iddialarının tuzağına düşmüş bir teşebbüs olarak sunar.”
S.166
e) Modern Ahlâk
Düşüncesi
“Modern etiklerde ahlâk, ne İlkçağ ahlâk
felsefelerinde olduğu gibi kozmolojik ne de Ortaçağ hıristiyan ahlâk
felsefelerinde olduğu gibi teolojik bir temele sahiptir. Modern etikler ahlâkı,
insanı aşkın bir alandan hareketle değil de, doğrudan doğruya insandan
hareketle kavramlaştırdıkları için insan merkezli bir karaktere sahiptir. Söz
konusu insan merkezlilik aşkın bir tanrı düşüncesini de dışarıda bıraktığı
için, modern etikler aynı zamanda seküler bir karakter arzeder. Mahiyetleri
bakımından ele alındığında modern etiklerin, birbirlerinden insanda neyin
önemli olduğu sorusuna vermiş oldukları cevaplarla farklılaştığını söylemek
mümkündür. Bu çerçevede, insanda belirleyici olan şey; rasyonalist
etiklere göre akıl, sezgici ahlâk felsefelerine göre sezgi, doğalcı etiklere
göre ise insanın sahip olduğu doğal arzulardır.”
f) Modern Politik
Düşünce
“Modern politik düşünce de, insan ve birey
merkezlidir. Hatta modern politik düşüncede politik değerlerin yanı sıra,
devlet ve toplumun da, birey merkeze alınmak suretiyle tanımlandığı
söylenebilir? İnsana aşkın değerler ve özellikle dinî değerler referans
alınmadığı için, modern politik düşünce aynı zamanda seküler bir karaktere
sahiptir. Ayrıca hem İlkçağ hem de Ortaçağ politik düşüncesinden
farklı bir şekilde, bazı insanların diğer insanlardan doğal olarak üstün
oldukları anlayışını ve bu anlayışın bir sonucu olan eşitsizlik üzerine
kurulmuş adalet kavramlaştırmasını reddederek, bütün insanların özgürlüğünü ve
eşitliğini vurgulayan bir anlayış üzerinde temellendirilmiştir.
Modern düşüncenin içermiş olduğu olgu-değer
ayırımı, modern politik düşüncede de gözlemlenebilir. Modern bilim
düşüncesinden esinlenen modern politik düşünürler, değer yargılarının öznel ve
göreli olmalarından hareketle, toplumsal yaşamda değerler üzerinde bir
mutabakata varmanın zor olduğunu kabul ederler. Bu düşünürlere göre, bireylerin
farklı değerlere göre hareket edebilme anlamında özgür olmaları ve bu
özgürlüklerin hukukla güvence altına alınması gerekir. Bundan dolayı modern
hukuk düşüncesi (doğal hukuk), bütün bireylerin insan olmak bakımından doğal
olarak eşit haklara sahip olduklarını var sayar. Söz konusu hakların
cisimleşmesi ve kurumlaşması ise hukuk devleti ile gerçekleşir. Hakların
korunduğu hukuk devleti, içerisinde farklı yaşam tarzlarının var olabilmesine,
bireylerin farklı değerlere, farklı iyi yaşam tercihlerine göre
yaşayabilmelerine yani özgür olabilmelerine imkân verdiği için çoğulcu bir
toplumun varlık koşulunu oluşturur.
Modern politik düşüncede birey ön planda
olduğu için devlet ve toplum da birey üzerinde temellendirilir. Bu temellendirmenin örneği ise toplum sözleşmesi
teorisidir. Bu teoriye göre toplum ve devlet birey için vardır,
bireylerin iradelerinin ürünüdür. Birey, toplum ve devletten önce geldiği için,
devlet ve toplumun birey için araçsal bir değeri söz konusudur. Örneğin
devlet ve toplum, Hobbes’a göre bireylerin yaşamlarının güvence altına
alınması, Locke’a göre ise doğal hukuktan kaynaklanan bireysel hakların
korunması için toplum sözleşmesi yoluyla yaratılmıştır.
Modern politik düşüncede, yine birey
merkez alındığı için ortak yaşamı düzenleyen kuralların da, bireylerin katılımı
yoluyla belirlenmesinin önemli olduğu kabul edilir yani yönetim biçimi olarak
demokrasi düşüncesi ön plana çıkar. Modern toplum, ölçek olarak büyük olduğu
için modern toplumsal yaşamda geçerli olan demokrasi türü temsilî demokrasidir.
Rousseau gibi birtakım modern düşünürler tarafından katılımı ihmal ettiği
gerekçesiyle eleştirilse de, modern politik düşüncedeki ağırlıklı görüş,
temsili demokrasi düşüncesi olmuştur. Bu noktada, başkaca faktörlerin yanı sıra
temsilî olma niteliğinin ve çoğulculuğun, modern demokrasileri Antik Yunan
demokrasisinden ayıran önemli hususlar olduğu söylenebilir.” S.172
İlk bölümde klasik, ikinci bölümde modern
ve üçüncü bölümde çağdaş “Batı Düşüncesi”nin incelendiği eser, Kasım Küçükalp
tarafından hocası Ahmet Cevizci gözetiminde kaleme alınmıştır.
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 342 / Mayıs 2019