Gıda Güvenliği Hareketi Lideri Kemal Özer, Kur'ân-ı Kerim'de zikredilen 'temiz gıda'nın gerçek anlamını arıyor. Yıllardır gönül rahatlığıyla tükettiğimiz şüpheli gıdaların ipliğini tek tek pazara çıkarırken; sağlığı kaybetmemek için tertemiz öneriler getiriyor. Dayatılan hazcı ve tüketim endeksli yaşam tarzını reddediyor, bizleri geleneksel ve tabiî olanla yeniden buluşturuyor. ‘Ne yiyeceğimizi şaşırdık' diyenlere dosdoğru yolu gösteriyor.
![]() |
Şeytan Ye Diyor! Kemal Özer Rıhle Kitap Mîsak Dergisi Sayı: 359 / Ekim 2020
|
İslâm; insanın dünya ve ahiret hayatında mes'ud olmasını arzu eden bir dindir. Bu nedenle de, insana ve tabiatın herhangi bir cüzüne yönelik yapılacak müdahaleyi ve kirletmeyi reddettiği gibi, bunun ticari bir araca dönüştürülmesine de izin vermez. Hâlbuki küresel kapitalizm, bugün hem zehri hem de panzehirini üretip satıyor. Bu sayede, her şart ve şekilde kazanıyor. Kapitalizmin güçlü PR çalışması ve bilimsellik kılıfı; çoğu kez siyah beyaz, beyazı siyah gösterebiliyor.
Şeytan tayyibat olan değil, hebais olan
şeylerin tüketilmesini istiyor. Tanıtımını yaptığımız kitabın dikkatle okunması
gerekir.
Allah, bizlere Kur'an-ı Kerim vasıtasıyla
seslenerek yiyeceklerin temiz olanlarından yememizi öğütler. Peki, ama hangi
gıdalar temiz? Temizden kasıt tam olarak ne? Bir gıdanın temiz (ve helâl) olup
olmadığını nasıl anlarız? Sözgelimi kalsiyum fosfatla beyazlatılmış, kimyasal
yapıştırıcılarla şekillendirilmiş bir kesme seker temiz olabilir mi? Ya işkence
altında, hayatı boyunca gün ışığı görmeyen bir tavuğun et ve yumurtası? Ticari
glikoz ve fruktoz gurubuna, aroma ve boya ilavesi ile arsız üretilen yapay bal
sizce temiz mi? GDO'lu mısırla beslenen, antibiyotik delisi olmuş sığırların
eti caiz olabilir mi?
Çocuklara bolca yedirdiğiniz hidrojenize
bitkisel yağlı ve hatta DDT li çikolatalar, gofretler? İçinde onlarca zararlı
katkı maddesi bulunan beyaz ekmek sizce temiz kapsamına girer mi? İftar
sofralarından bile eksik edilmeyen kolalı ve aromalı içeceklerde alkol olduğunu
biliyor musunuz?
Bu gerçek liste uzar, hayatlar kısalır!
Gıda Güvenliği Hareketi Lideri Kemal Özer,
Kur'an-ı Kerim'de zikredilen ‘temiz gıda'nın gerçek anlamını arıyor. Yıllardır
gönül rahatlığıyla tükettiğimiz şüpheli gıdaların ipliğini tek tek pazara
çıkarırken; sağlığı kaybetmemek için tertemiz öneriler getiriyor. Dayatılan
hazcı ve tüketim endeksli yaşam tarzını reddediyor, bizleri geleneksel ve tabiî
olanla yeniden buluşturuyor. 'Ne yiyeceğimizi şaşırdık' diyenlere 'dosdoğru
yolu gösteriyor.
Bismillah
“West Virginia senatörü Matthew Neely,
kongrede yaptığı meşhur konuşmasına insanlığın en büyük derdinden dem vurarak
şöyle diyordu: ‘Giyotinden daha açgözlü, savaşa giden en kuvvetli
ordudan daha yıkıcı, insan ırkının varlığını tehdit eden, herhangi bir
musibetten daha ürkütücü bir canavardan söz etmek istiyorum. Sözünü edeceğim
canavar, her ülkede yetişkinlerin ve çocukların etini, kanını, beyinlerini ve
kemiklerini yiye yiye semirmektedir. Onun yüzünden mahvolan insanların
iniltisi, hıçkırığı, çığlığı, elle tutulabilir bir şey olsaydı, dağlar kadar
büyük olurdu. Ağlayan kadınların gözlerinden akan yaşlardan okyanus olurdu.
Dökülen kanla her denizin dalgası kızıla bürünürdü. Bu iğrenç, öldürücü ve
doymak bilmeyen canavarın adı kanseridir.’ John Cope, 1932 de çıkan
Kanser Uygarlık Dejenerasyon adlı kitabında, ahlaki bir retorikle, kanseri
medeniyet hastalığı olarak tanımlıyordu. Cope, ‘Dönemin medeniyetinin
kendisi zaten hastaydı. Kanser, çökmekte olan bir kültürün belirtisi, aynı
zamanda yozlaşmış ahlâk anlayışının ve davranışların bir ifadesiydi’ diyordu.
Kimyasal ürünler, tohum ve GDO devi Dupont'un 1937 de işten kovduğu, 1940'larda
Nazi olmakla 1950'lerde ise komünistlikle suçlanan William Hueper; hangi
mesleklerin ve kimyasalların hangi kansere neden olduğunu bulmanın yanı sıra,
radyasyon kaynaklı lösemiyi keşfetmişti. Hueper, krom endüstrisinde akciğer
kanseri riski olduğunu tespit etmiş, gıda ve saç boyalarında kullanılan
arseniğin, bazı cilt kremleri ve losyonlardaki östrojenlerin, kaş kalemlerinde
kullanılan isin kansere sebep olacağını ortaya çıkarmıştı. Bu ise, başta Dupont
olmak üzere, Batılı kimyasal ve gıda üreticilerinin işine gelmiyordu. Bütün
bunlar 'medeniyet' olarak sunulan yeni yaşam biçiminin sonucuydu ve her türlü
biyolojik, kimyasal ve genetik kirliliği, aşırı beslenme/tüketim ve israfı,
fiziksel tembellik ve isteksizliği, bencilliği, algı dünyası problemlerini,
çeşitli ahlâksız tutumları, cinsel rol değişikliklerini ve uzayıp giden
listeleri de beraberinde getirdi. Gıdaları korumak için nitrat, unu-ekmeği
beyazlatmak için benzol peroksit, gıdaları boyamak için madensel tuz ve anilin
boyalar, suları dezenfekte etmek için klor... Rafine edilen süt ve şeker,
birbirini izleyen tatlandırıcılar bu janjanlı liste ilk etapta hazzı ortaya
çıkardı, ardından biyolojik kanserleri...
Amerika Birleşik Devletleri'nin 1980'lerde
sağlık harcamalarının GSMH için deki oranı yüzde 8,8 iken, 2002'de bu oran
14.9'a yükselmiştir. 2003 yılında toplam sağlık harcamaları 1,7 trilyon dolara
yani GSMH'nın yüzde 15'ine ulaşmıştır: Kişi başına sağlık harcaması, 1980'de
1000 dolar civarında iken, 2002'de 5400 dolara, 2008 yılında ise 6102 dolara
yükselmiştir. Sıkı maliyet kontrolü politikalarına rağmen, artışların önüne
geçilememektedir. Sağlığını tümüyle kaybeden ABD'lilerin yine sağlıkları için,
2012de yıllık milli gelirlerinin yüzde 18'ini, 2013'te ise yüzde 20'sini
harcaması öngörülmektedir. Fransa'nın da son kırk yılda sağlık harcaması 7 kat
artmış ve kişi başına 2300 avroya ulaşmıştır. Türkiye’de ise 2009 yılında
sağlık harcamalarının GSYH içindeki payı yüzde 5’tir ve kişi başına sağlık
harcaması 600 doların üzerindedir. Türkiye'nin, son on yılda hızla artan sağlık
harcamasıyla, Batı'nın yolunda olduğu ortadadır. Tüm dünyaya dayatılan Amerikan
tipi yaşam ve dolayısıyla beslenme, küresel egemen güçlerin ticari ve insan
soyu hakkındaki diğer planlarının bir parçası olup, hızla tüm ülkelere
yayılmaktadır. Bunun hızlı yayıldığı ülkelerden biri hiç kuşkusuz Türkiye’dir.
Hızla artan sağlık sorunları ve dolayısıyla sağlık harcamaları, bunun en büyük
göstergesidir. Artan yatak kapasitesi ve hastane sayısıyla övünen bir siyaset
mekanizmasına sahip olmamız, karşı karşıya kaldığımız paradoksal yapının en
açık göstergesidir.
Günümüzde teknoloji geçmiş çağlara oranla
mukayese edilemeyecek bir ölçekte büyüyor. Her an yeni keşiflere imza atılıyor
ve yeni bilgilere ulaşılıyor. Aslında teknolojinin bütün bu yaptığı, insanlığın
geçmiş çağlardan gelen ortak birikimini geliştirmek ve başkalaştırmaktan öte
bir şey değil. Kimileri ilk insan Hz. Âdem’in (as.), hiçbir bilgiye haiz
olmadığı gibi kötü ve yanlış bir zanna sahip. Peki, insan yaratılıp, bilgisiz
bir şekilde yeryüzüne bırakılmış olabilir mi? Dünyevi bilgilere mücehhez kılınmamış
bir yaratık, nasıl olur da Allah'ın halifesi olabilir ve onun adına yeryüzünü
imar edebilir? Hâlbuki Allah (c.c.), Âdem’e (a.s.) bütün isimleri öğretmişti.
Âdem’e (a.s.) öğretilen şey 'ilmi zaruriye’ idi. İbn
Abbas, ‘Allah (cc.), Âdem (a.s.) her şeyi öğretti. Hatta çanak çömleği
bile’ diyor. Demek ki ilk insan, dil dâhil ihtiyacı olan her şeyi
biliyordu.
İnsanlık, Âdem’e (a.s.) öğretilip ondan
miras aldığı bilgiye, binlerce yıldır elbirliği ile yeni bilgiler ekleye
gelmiştir. Ancak son elli yılda, insanlığın bütün bilgi ve tecrübe birikimi
elinden alınmaya başlanmıştır. Geçmişte, elde edilen her bilgi, tecrübe ile
birleştirilir, sonra da yeni nesillere aktarılırdı. Meselâ günümüzde kaç
marangoz, ağacın tıpkı mıknatıs gibi artı ve eksi kutbunun olduğunu ve şayet
ağaç kutbuna göre işleme tabi tutulmazsa sorun çıktığını bilir? Günümüzde kaç
genç kız, sirke, yoğurt, tarhana, hoşaf, şerbet, sadeyağ, ayran, peynir,
pekmez, maya, ekmek, bulgur gibi ürünleri yapmasını bilir? Kaç kişi, deterjan
bulamadığında meşe külüyle çamaşırını yıkayabilir? Kaç insan, bitkileri tanır
ve onları sağlıklı kullanabilir? Kaç delikanlı bez yakıp külünü yaraya basarak,
kanamanın durdurulabileceğinden haberdar? Kaç hanım, üzüm, erik, kayısı, armut
kurutabilir? Kaç delikanlı, hangi bitki ne zaman ekilir, hangi tohum ne zaman
saçılır, bir üzüm çubuğu ne zaman budanır, bir ağaç nasıl aşılanır, buğday
nasıl biçilir bilebilir? Zift denilince yeni neslin aklına ne geliyor acaba?
Kevgiri bilen var mı? Su testisi, küp, dağarcık nedir biliyorlar mı? Söğütten
düdük çıkarıp çalabilen bir genç var mı tanıdığınız? Koyun, keçi ya da ineğini
sağabilecek bir kadın kaldı mı? Bir tavuk ne zaman civciv çıkarabilir ve ortam
nasıl hazırlanır, bilenimiz var mı? Salatalıktan, domatesten, soğandan vs.
nasıl tohum elde edilir? Ay takviminin ne işe yaradığını veya ay takvimine göre
ayın 12 ve 13'ünde hiç bir dişinin gebe kalmadığını, hiçbir tohumun toprağa
atılmayacağını bilen kaç kişi kaldı? Evet, maalesef atalarımızdan miras kalan
bilgi birikimi yok edildi ve yok edil meye devam ediliyor.
Müslümanlar savrula savrula yok oldukları
sürece ne zaman sorgulayacaklar ne zaman hatırlayacağız insanlığın birikimini
elbirliği ile yok ettiğinizi?
Peki, şimdi soralım. Hayatınız size
verilen bir emanet mi? Hesap gününe iman ediyor musunuz? İnandığınız dinin bir
mutfağı var mı? Varsa, siz bu inancın mutfak kurallarına uyuyor musunuz? Her
nefsin ölümü tadacağını ve her nefsin hesaba çekileceğini bilmiyor musunuz?
İmkânı olduğu halde tepkisiz kalanların, 'atın ölü mü arpadan olsun' kabilinden
bir safsata ile nefsine zulmedenlerin de suç ortağı olduğunu unuttunuz mu? Hâlâ
yapacak bir şey yok gibi bir safsatadan yana mısınız? Yoksa 'bismillah' deyip
harekete geçenlerden yana mı olacaksınız?” S.11-16
Soru(n)lar
“Her insan tüketime sunulan her türlü
malın nitelik ve niceliğini, bâtınını ve zahirini yani üretim şeklini, üretimde
kullanılan tekniği ve ürünün tüm içeriğini bilme hakkına sahiptir. Üstelik
bunu, kendi anadiliyle öğrenmek de en tabii hakkıdır. Hiç kimse mevzuatı
gerekçe göstererek bunu engelleyemez. Mesela, bir ekmeğin hangi tahıldan
olduğu, tohumun doğal mı, hibrit mi, GDO mu olduğu, unun hangi şekilde
işlendiği, una herhangi bir katkı eklenip eklenmediği, hamura hangi mayanın
katıldığı, yağın türü, bitkisel ise hangi bitkiden elde edildiği, ekmeğe katkı
maddesi katılıp katılmadığı, katılmış ise menşei, ürünün kim tarafından, ne
zaman üretildiği, hangi tip fırında pişirildiği, sorun olduğunda nereye şikâyet
edileceği, ambalajının menşeinin ne olduğu gibi her türlü bilginin ürünün
etiketi ne yazılması üreticinin sorumluluğundadır. Aksi durumda tüketici
aldatılmış olur.
İslam, aldatmayı haram kılmıştır.
Hz. Peygamber(sav), ‘Aldatan
bizden değildir’ buyurur. Bir tüketici, bir Müslüman'ın ürettiği
her üründen emin olma hakkına sahiptir. Üretici; yasaları, ekonomik koşulları,
teknik zorlukları, rekabeti, maliyeti gerekçe göstererek bahane üretemez.
Üretiyorsa ‘eminlik' ve ‘adillik’ sıfatını kaybeder. Müslüman ‘elinden
ve dilinden emin olunan kimse' ise, ürettiği üründen emin olmadığımız,
ürettiği ürünün içeriğini bilmediğimiz bir Müslüman üreticinin elinden emin
olamayız. Üretici, üründen dolayı oluşacak alerji, hastalık, hatta ölüm gibi
her türlü 'kul hakkından’ da sorumludur. Bu durumda her
Müslüman üretici, ürünlerini tam ve eksiksiz etiketlemek zorundadır. Bu, hiçbir
şartta kaçılması mümkün olmayan bir zorunluluktur. Bir üretici, toplumun en
temel besini olan ekmeği kalitesiz, sağlıksız, ambalajsız üretemez. Müslüman
bir üretici ise, bunlara ilave olarak haram, şüpheli ve sağlıksız katkılar
ilave edemez, ürünün tüm bilgilerini ambalaja yazar. Yazmıyorsa, biz
tüketicilere o kimse için, en temel rükünlerinden olan iyiliği emretme,
gerektiğinde kötülükten men etme hakkı doğar.
Bugün dünyanın hiçbir ülkesinde,
tüketiciler yedikleri ekmeğin içeriğinin ne olduğunu bilmezler. Ne üreticiler
ne de devletler, tüketicilerin bu hakları bilmesini de istemezler. Çünkü küresel
yapıda belirleyici unsur, devletler değil şirketlerdir. Aslında, devlet
mekanizmaları siyaset adamları idare ediyor gibi görünse de, karar almalarında
belirleyici olan şirketlerdir. Mesela, Avrupa Birliği'nin gıda ile
ilgili 2009 tarihli bir dokümanında ‘Bugün değil ancak bir gün,
Avrupalılar satın aldıkları ekmeğin ununun nereden geldiğini bilecekler’ denmiştir.
Biz dünyanın en sıkı tarım şartlarına sahibiyiz diyen AB bile, ürün
etiketlemesine, geniş anlamda tüketicinin bilgi edinme hakkına saygı
duymadığını itiraf etmekten utanmıyor.
İngiliz milletvekili Richard Taylor, insan
sağlığı için belirli zararları olan gıdaların üzerine-sigarada olduğu
gibi- 'sağlığa zararlıdır' ibaresinin konulmasını önerdiğinde
kıyamet koptu! Şirketler bu küçük öneriye bile tahammül gösteremezken, hiçbir
devlet bu öneriye destek vermedi. 'Sağlığa zararlıdır' önerisi, McDonald's,
Pepsi, Kellogs, Schweppes, Cadbury gibi küresel firmaların tepkisine neden
oldu. Kanada Calgary Üniversitesi’nden Prof. Charlene Elliott liderliğindeki
bir ekibin yaptığı araştırmada; 2008 yılında ekmek ve meşrubat
dışındaki gıdaların sadece yüzde 11’inde uygun seviyede besin değerine
rastlandı. Gıdaların yüzde 89'unda ise aşırı miktarda şeker, yağ ve tuz tespit
edildi. Etikete yazılan bilgi ile ürün içeriğinin ezici oranda
birbirinden farklı olduğu görüldü. Ayrıca reklâmların, etiket bilgisi ve
içerikten daha tehlikeli ve yanıltıcı olduğu gözlendi. Prof. Eliot’a göre durum
kaygı verici boyutlarda. Başta çocuklar olmak üzere tüm tüketicileri bu
sorunlardan koruyucu bir mekanizma da yok.” S.23
WHO (Dünya
Sağlık Örgütü)
“World Health Organisation (WHO): 1945'te
kurulmuştur. Birleşmiş Milletlere bağlı olan örgütlerden biridir. 19-22
Temmuz 1946’da New York'ta Uluslararası Sağlık Konferansı toplanır. Toplantıya
51 ülkenin temsilcisinin yanı sıra FAO, ILO, UNESCO, OIHP PAHO, Kızılhaç ve
Dünya İşçi Sendikaları Federasyonu katılırlar. Bu toplantıda, Dünya Sağlık
Örgütü'nün anayasası sayılan tüzüğü ve protokolleri kararlaştırılır. Toplantıyı
ilginç kılan, Siyonist bir yapılanma olan Rockefeller Vakfı’nın
temsilcilerinin de orada olmasıdır. Bu yıllar, dünya nüfusunun azaltılması için
Rockefeller tarafından kurulan Nüfus Konseyi'nin oluşum yıllardır. Çok sayıda
ilaç, gıda, tarım, sağlık, kimya, petrol, enerji, finans, eğitim kuruluşunun
sahibi olan, aynı zamanda Bilderberg'in kurucularından olan
Rockefeller'in, sadece ülkeleri ilgilendiren uluslararası bir örgütün kuruluş
anayasasının hazırlanmasında rol alması ilginç ve bir o kadar da üzerinde
durulması gereken tarihi bir veridir. 2009 yılında yaşanan ‘domuz
gribi' senaryosu, Dünya Sağlık Örgütü'nün gerçek yüzünün bir kez daha
görülmesine neden oldu. Bildik griplerden bile çok daha az tehlikeli olan bir
virüsün tehlikeli olarak gösterilmesine ve bu amaçla yüzlerce milyar dolarlık
sözde aşıların pazarlanmasına öncülük ettiği ortaya çıkan bu örgütün, bağımsız
otoriteler gözünde hiçbir değeri yok. İlaç ve sağlık sektörünün
pazarlamacısı durumundaki Dünya Sağlık Örgütü'nün, kurucularından Rockefeller
gibi güçlerin oyuncağı -dolayısıyla maskarası- olmaktan öte bir işlevi
yok. Sözde geri kalmış veya gelişmekte olan toplumların gıdalarının
kontrol edilmesine, yürüttüğü aşı kampanyaları ile insanların
kısırlaştırılmasına, AIDS vb. suni salgınlarla aşı ve ilaç denemeleri
yapılmasına öncülük etmekle kalmayıp bunları legalize etmesi, bu örgütün
kuruluş amacını kâmil manada yerine getirdiğini gösteriyor.” S.26
Üniversite / Bilim
“Kabul ediyoruz ki, birkaç yüzyıldır
liderliği Batı'ya kaptırdık. Bir Batılının kendine ait nesi varsa övünç kaynağı
olurken, bir Müslüman yahut da bu ülkenin diğer insanları, Müslümanların bilim
ve medeniyete katkılarından neden utanır? Oysa bu gün bizden üstün gibi
gözükenler, ölümcül etkisi asırlarca süren DDT gibi bir zehri, insanlıkla savaş
aletine dönüştürmeleri ile kanser gibi bir hastalığı yapay olarak ortaya
çıkarmışlardır. Para ve teknoloji bir medeniyetin göstergesi ise Batı medeni
sayılabilir. Lakin onların bilgi ve bilimi, daha çok kâinatın ve o kâinatta
yaşayan canlıların sömürülmesi için kullandıklarını unutmamak gerekir. Bilim
yuvası olduğu iddia edilen günümüz üniversitelerinin, özellikle Batıdaki
işleyişi hakkında bakın Gündüz Vassaf ne diyor: ‘Sonuçlarını kamuoyunun
bilmesi gereken araştırmaları üniversite yapıyor, lakin parayı ilaç, kimya,
silah, enerji firmaları veriyor. Bu araştırmaların sonuçları gizli ve parayı
verenlerin dışında kimse erişemiyor. Üniversiteler de şirketleşmiş durumda.
Parayı verenler hesabına çalışıyor. Artık üniversiteler firma, öğrenciler
tüketici, firmalar müşteri. Meselâ napalm bombası -Rockefeller'in-
Harvard Üniversitesi’nce geliştirildi. Yine, işkence aletleri ve
teknikleri üniversitelerde geliştiriliyor. Ordular veya benzer gruplar sipariş
veriyor. İnsanın hangi işkenceye ne kadar dayanacağı ve bu işkencelerin ne tür
etki ve sonuçlar meydana getireceğini ise üniversiteler araştırıp, geliştiriyor.
Yine bir doktor ilaç bulduğunu açıklıyor ve insanlar üzerinde denemeye
başlıyor, arka plan araştırıldığında görüyorsunuz ki, arkasında bir ilaç
şirketi var ve insanlar üzerinde deney yapılıyor. Oysa üniversiteler eskiden
düşünce üretirdi. Şimdi bu alanlar para getirmediği için açılmıyor.
Üniversiteler yeniden düşünce üretimine dönmeli.” S.34
Âdem-Şeytan,
Ekoloji-Ekonomi
Kadîm kültürler ve özellikle de İslam
insanın mutluluğu öngörür. Bu nedenle de, insana ve tabiatın herhangi bir
cüzüne yönelik yapılacak müdahaleyi ve kirletmeyi reddettiği gibi, bunun ticari
bir araca dönüştürülmesine de izin vermez. Hâlbuki küresel kapitalizm, bugün
hem zehri hem de panzehirini üretip satıyor. Bu sayede, her şart ve şekilde
kazanıyor. Kapitalizmin güçlü PR çalışması ve bilimsellik kılıfı; çoğu kez
siyah beyaz, beyazı siyah gösterebiliyor. Yani iyi ve güzeli, çirkin ve kötü:
kötü ve çirkin ise iyi ve güzel olarak sunuyor. Bu yüzden insanlar, hem manevi
değerlerini hem paralarını, hem de sağlıklarını kaybediyorlar.
20. yüzyılda, özellikle de 2. Dünya
Savaşı'ndan sonra, insanlara farklı bir hayat tarzı vaat/vaaz edildi. Dayatılan
yeni yaşam tarzı, geleneksel ve tabiî ne varsa bozdu. Bu planlanmış ve bilinçli
bir eylemdi. Bu sayede hem kültürler ve inançlar deforme edilecek hem de
sağlıklı yaşam adı altında sağlıksız yaşam satılacak. Çok şey vaat eden bu yeni
yaşam tarzının içinde kıyafet modası kadar, yiyecek ve beslenme modası da
vardı. Körüklenen tüketim sayesinde, çevre gibi mideler de çöplüğe
çevriliyordu.” S.41
Ekoloji- Ekonomi Savaşı
“Yaşadığımız çağda iki görüş kıyasıya
savaş içinde ekonomik ve ekolojik dünya görüşleri belki de dünya tarihinde
benzeri görülmemiş bir kimyasal çağ olan 19. yüzyılda başlar. Bu sarsıcı dönemi
izleyen 20. yüzyılda ise, tahribat ve değişim tufanı yeni bir ekonomik düzen
inşa etmenin yanı sıra, yeni bir insan modeli de inşa etmiştir. Bir kazanın ilk
anlarında hissedilemeyen travma gibi, bu yeni savaşın meydana getirdiği kerahet
de insanlar tarafından fark edilemedi. Bu nedenle ekonomik dünya görüşüne karşı
duruş olan ekolojik/tabiî dünya görüşünün oluşumu gecikti. Hâlen benzer
savaşlar yapılagelse bile, geçmiş yüzyıllarda dünyadaki savaşlar, siyasi, dini
veya ganimet gibi nedenlerle yapılırdı. 18. yüzyıldaki sanayileşme ve
endüstrileşme ile birlikte, savaş türlerine 'teknolojik gıda savaşları' ile ‘ekoloji/
ekonomi savaşı’ da eklendi. Geçmişteki savaşlar ordular arasında
yapılırken; yeni dönemde savaş şirketler ile insanlık arasında, hatta tüm
evrendeki canlı ve cansız varlıklar ile şirketler arasında tezahür ediyor. Bu
çetin savaşta koskoca bir evrene karşı, küçük! şirketlerin fiilleri öylesine
tahrip edici sonuçlar ortaya çıkarıyor ki; şayet savaş bu şartlarda sürmeye
devam eder ise evren, dolayısıyla da yaşam yok olmakla yüz yüze. Meselenin daha
iyi anlaşılması için, ekoloji/tabiî yapı ile ekonomi/şirketler arasındaki temel
amaçların ortaya konulması gerekir. Tabiî yapı fıtrat doğa veya tabiattır.
Yaratılıştan bu yana devam eden döngüsünde, vahşi olarak görünen yapısında bile
bir koruma ve denge unsuru taşır ve kendi haline bırakılmayı ister. Tabiatta
her şey birbirine muhtaçtır. Mülkiyetten ziyade ortaklığı, dayanışma ve
sahiplenmeyi öngörür. Temel yasası ise fıtrattır. Tabiatta herkese ve her şeye
koşulsuz 'yaşama hakkı’ tanınır. Doğal yollardan, doğal süreçleri izleyerek
yaşamak, üremek, yaşatmak ana düsturdur. Ekolojinin temel yapı taşlarından olan
toprak ve su, temiz olmalarının yanı sıra, en iyi temizlik maddesi ve insan,
hayvan, bitki ve tüm canlı organizmalar için yaşam kaynağıdırlar. Su, tohum ve
toprak insanlığa aittir. Hiç kimse zimmetine geçiremez. Sahip çıktığı, koruduğu
ve işlediği müddetçe onundur. Aksi halde, doğal ya da hâkim güç, bunu onun
elinden alır. Tabiattan hızlı olması da istenemez. Ekolojik sistemin her
parçası, diğer canlılar gibi, dinlenmeye ve kendini yenilemeye ihtiyaç duyar.
Ekonominin 'büyüme' olarak adlandırdığı şey, aslında tabi sermayenin hızla
tahrip edilerek, -sayıları binlerle ifade edilebilen- bazı küresel güçlerin kâr
hanesine yazılmasıdır. Tabiî yapıda büyüme ise; her fani gibi doğup büyüyüp,
gelişip, doğduğu toprağa geri dönmektir. Onun yasasında ölüm olsa da, bu asla
bir yok oluş değildir. Ekonomik dünya görüşünün yahut ekonomik sistemin
temelleri, 14. asır da İtalya'da başlayan ve daha sonra Almanya'da güç bulup
İngiltere'de neşv-ü nema bulan bankerlikle atılır. Bu sürecin günümüzdeki en
büyük temsilcisi, Meksika Körfezi'ni bir petrol denizine dönüştüren BP'nin
sahibi Rothschild'ler ve Mobil'in sahibi Rockefeller’dir.
Ekonomik dünya görüşü, hep şirket çıkarını öngörür. Özgürlüğü ise; ne zaman,
nerede, ne isterse üretebilme ve istediği yere satabilme olarak kodlar ve her
şeye sahip olmak için çalışır. Mutlak mülkiyeti öngörürken, yasası güçtür. Su,
tohum ve toprağı gasp ederek mülkiyetine geçiren patronun ana düsturu; kâr
etmek, piyasa değerini korumak, yükselmek, daha gerçekçi bir ifadeyle kısa
yoldan köşe dönmektir. Günümüz ekonomik görüşü, yani şirket ekonomisi; şayet
çıkarı yoksa hiçbir canlıya hiçbir şey vermez, aç bırakır ve yok eder. Bu denli
gelişmişlik, ekonomik kaynak ve sözde verime rağmen, üç milyardan fazla insan
geçinmekte zorlanıyor, 1 milyardan fazla insan açlık sınırında yaşıyor ve 100
binden fazlası ölüm sınırında. Diğer yanda, dünyanın içilebilir su
kaynaklarının yüzde 25'i tek başına, dünyanın en ünlü içecek firmasına ait.
1900 yılında dünya nüfusu 1,7 milyar iken, 2000 yılında 6,1 milyar kişi
olmuştur. 1900 yılında, yıllık 1 birim üretime karşın, 2000 yılına gelindiğinde
yıllık 29 birim üretim yapılır hale gelinmiştir. Nüfus artışı 3,6 kat olmasına
karşın, üretim artışı 29 kat olmuş. Dünyanın 1900'de yarım trilyon doları bile
bulmayan toplam tüketim harcaması, 1960'da 4,9 trilyon, 1996'da 23,9 trilyon,
2006’da 30,5 trilyon, 2009'da ise 37 trilyon dolara ulaşmış. Nüfusu 4 kat bile
artmayan bir dünyada, 110 yılda 74 kat artan tüketim harcamasının oluşu,
gereksinimlerin nüfusa bağlanması yalanını ortaya çıkarması bakımından son
derece manidardır. Kullanılan eşyalar açısından baktığımızda, yılda 68 milyon
taşıt, 85 milyon buzdolabı, 297 milyon bilgisayar, 1,2 milyar cep telefonu
tüketiliyor. Bu tüketim malzemeleri için, yılda 60 milyar ton doğal kaynak
harcanıyor. Tabii üretim yapılan dönemde bir tavuk 6 ayda kesilebilirken,
ekonomiye göre üretim yapılan dönemde aynı tavuk çok sayıda kimyasal ve
antibiyotik desteği ile 42 günde kesime gidiyor. Yoğurdun 6 saatlik
mayalanmasına bile tahammül edemeyen ekonomik model insanı, bunu suni katkı
maddeleri ile hızlandırmaya çalışıyor. Kur'an-ı Kerim insanın bu
aceleciliğin, “İnsan, hayrı istediği kadar şerri de ister. İnsan çok
acelecidir” (İsra Sûresi, 11) şeklinde ifade eder.
Görülüyor ki, ekonomik sistem önemli
ölçüde bireyci bir çıkar sistemidir. Gücün ahlâkı işler. Şayet güç, ahlâktan
yoksun ise, genellikle zayıf yok olmaya mahkûmdur. Bize büyüme dedikleri şey,
büyük oranda tabii sermayenin yağmalanıp kâr hanesine yazılmasından ibarettir.
Yine görüleceği üzere büyüme; çözüm değil, problemin ta kendisidir. Teknolojiye
yatırım yaparak, belirli bir noktaya gelebilir ve bunu gelişmişlik olarak
gösterebilirsiniz. Lâkin ağaçları yok etmişseniz, yaşamı yok etmişsiniz
demektir. Ağaçları yok ettikten sonra, dünyanın en iyi testerelerini üretseniz
ne işe yarar? Bu çarpık düzeni, ünlü Kızılderili şefi Seattle, ‘En son
nehir kuruduğunda, en son ağaç kesildiğinde, en son balık tutulduğunda, beyaz
adam paranın yenecek bir şey olmadığını anlayacak’ cümlesiyle
özetler.” S.45
Bir Toplum Nasıl İlaç
Manyağı Yapılır?
“Hz. Peygamber döneminde, İran'dan
Medine'ye bir hekim gelir. Günler ve haftalar geçer ancak tedavi olmak üzere
hemen hiç kimse gelmez. Bunun üzerine hekim bir gün, Efendimiz'in (s.a.v)
huzuruna çıkar ve ‘Ya Muhammed, senin ashabın hiç hasta olmaz mı?’ der
Efendimiz de, ‘Onlar acıkmadan sofraya oturmazlar, doymadan sofradan
kalkarlar’ diye buyurur. Oysa bugün çevremizdeki insanlar arasında
hiç hasta olmayan veya hiç doktora gitmeyene rastlamak zor. Hadis-i şerifte
olduğu üzere sağlıklı bir tüketim, sağlıklı bir yaşam için artık tüm hekimlerin
önerisidir. Müslümanlar, Tanzimat'tan sonra Avrupa tarzı yeme içmeye başlayana
kadar bu öneriye genellikle sadıktır. Ancak, artık bundan söz edemez hale
geldik. Âdemî referansları terk edip, şeytanî referansları esas alınca, hem
yiyiniz içiniz ancak israf etmeyiniz emrinden uzaklaşıp israf ekonomisini
canlandırdık, hem de sağlığımızdan olduk. Ezici çoğunluğu -sözde- Müslüman olan
Türkiye'nin de aralarında bulunduğu 17 ülkede yürütülen 'PURE' çalışmasında,
Türkiye’de 35-70 yaş aralığında diyabet/seker hastası oranı yüzde 14,7 olarak
tespit edilmiş. Bunun yanı sıra, gizli şekeri olanların oranı ise yüzde 9,6.
Yapılan çalışmaya göre, 35 yaş üstü 4 kişiden birinin kan şekeri değerleri
normal sınırında değil. Her 4 diyabetliden 3’ü kan şekerini kontrol edemiyor.
Her yüz kişiden 25'inin şeker hastası olduğu Türkiye’de, yaşam kalitesini
tümüyle ortadan kaldıran, hatta ölümcül olan bu hastalıkla ilgili hiçbir ciddi
adımın atılmadığı görülüyor. Aksine devlet, şeker üretim ve tüketimini
destekleyerek diyabet hastalığın adeta teşvik ediyor. Dünyada çoğu yasak
olmasına rağmen Türkiye'de tüm tatlandırıcıların serbest olarak kullanılması ve
kullanım düzeyi hakkında da hiçbir denetimin yapılmıyor olması nedeniyle devlet
eliyle şeker hastalığının teşvik edildiğini söylemek haksızlık olmayacaktır.
Metabolik Sendrom Derneği’nin tespitlerine göre, Türkiye'de 35-70 yaş
arasındaki nüfusun yüzde 52’i obez ve yüzde 34'ünün kilo fazlalığı var. Kilosu
normal değerlerde olanların oranı ise yüzde 13.6 larda kalıyor. Günümüzde en
çok görülen hastalıklardan biri kalp rahatsızlıklarıdır. Mesela kolesterol
sorunu nedeniyle kullanılan-ünlü GDO'culardan olan Pfizer firmasına ait- ‘Lipitor' adlı
ilaç, ilaç endüstrisinin en kazançlı ilacıdır. Dünyada her gün ortalama 24
milyon dolarlık, yılda ise yaklaşık 9 milyar dolarlık Lipitor satılmaktadır.
Türkiye ilaç tüketiminde, dünyanın en önde gelen ülkelerindendir. Türkiye'de
2005 yılında, ilaç fiyatlarında ortalama yüzde 17'lik bir indirime gidilmesine
rağmen, devletin ilaç harcamasında on yılda 6 kattan fazla bir artış
gözlenmektedir. Bu harcama rakamlarına; tıbbi malzeme, hasta tarafından ödenen
katılım payları ve hastaların kendi paralarıyla satın aldıkları ilaçların ederi
dâhil değildir. Bu harcamalar da eklendiğinde, Türkiye'nin 2009 yılında ilaca
ödediği para 15 milyar doları aşmaktadır.” S.66
Rockefeller’dan Yeni
Ölümcül Hamle
“Çok sayıda makale ve konuşmada dile
getirdiklerimiz, pek çok kimse tarafından bir ‘komplo teorisi' olarak
algılanıyor. Dünyanın en zengin Siyonist ailelerinden biri olan
Rockefeller Ailesine ait Rockefeller Foundation (Rockefeller Vakfı) 1
Haziran 2010 da yayımladığı rapor, küresel güçlerin planladıkları
komploya ait bilgileri bile yayımlamaktan çekinmediklerini göstermesi
bakımından son derece manidardır. Scenarios for the Future of
Technology and International Development' başlıklı raporda anlatılanlar bile,
insanlığın ne tür bir kirli düşünce ve eylemle karşı karşıya kaldığını
göstermesi bakımından yeterlidir. Raporun sunum kısmını kaleme alan Rockefeller
Vakfi'nın Başkanı Judith Rodin göre bu rapor, olgular üzerine oturtulmuş,
geleceğe dair detaylı anlatımlardan oluşuyor. Rodin, bu senaryolar üzerinde
gelecekte insanlığı bekleyen olası kriz noktalarını tespit edip, onlara
hazırlıklı olmak istediklerini belirtmiş, Sonuçta vakfın insanî yardım üzerine
yoğunlaştığını ve hâlihazırdaki kaynaklarını insanlık yararına etkin bir
şekilde kullanabilmek için bu tür öngörülere sahip olmaları gerektiğini
savunuyor. Ne kadar masumane değil mi? Sahi Siyonistler ve kapitalistler
insanlığın geleceği konusunda ne zamandan beri bu denli hassaslar? Senaryo
adını taktıkları bu kirli planların yer aldığı raporda ‘büyük bir
felaketten’ söz ediliyor. Acaba Rockefeller'i endişeye sevk eden bu
felaket ne olabilir?
Raporda yer alan senaryoya göre, dünya
H1N1 virüsünden daha tehlikeli bir virüs ile karşı karşıyaymış. Vahşi kazlardan
bulaşan virüs, en hazırlıklı ülkeleri bile dize getirecekmiş. Alınan hiçbir
tedbir de virüsün yayılmasını engelleyemezmiş. Daha şimdiden dünya nüfusunun
beşte biri bu virüsü kapmış. Sadece yedi ay gibi bir sürede, sekiz
milyondan fazla insan bu virüs yüzünden ölecekmiş. Virüs en çok
Afrika, Güneydoğu Asya ve Orta Amerika’da etkin olacakmış. Ne hikmetse
ölenlerin çoğu gençler olacakmış. Çin gibi bazı ülkeler hafif yaralarla
kurtulacakmış. Çünkü -despotik- Çin yönetimi, caydırıcı karantinalar
uygulayacakmış. Ulusal liderler hastalıkla baş edebilmek için daha otoriter
davranmaya başlayacaklarmış. Hastalık geçtikten sonra da ellerindeki bu gücü
artırılmış iktidarı gönüllü olarak bırakmak istemeyeceklermiş. Yeni
güç nedeniyle, teknolojinin gelişimi de durak sayacakmış. Gelişmiş ülkelerden,
gelişmekte olan ülkelere doğru kayan teknoloji, yeniden gelişmiş ülkelerin
eline geçecekmiş. Bizim 'miş’ diyerek aktardığımız bu olay, aslında hiç de
yabancı olmadığımız, bildik senaryolardan biri. Bu raporu ilginç kılan, bunun
fütursuzca daha baştan ilan edilmesi. Çünkü geçmiş planlarda genellikle bunlar
gizlenir, ancak gizli sırların deşifre olma durumunda konuşulur, sonra da
herkes buna 'komplo teorisi' derdiler. Ancak bu plan bize ‘domuz gribi
fiyaskosu' yaşayan küresel güçlerin strateji değişikliğine gittiğini de
gösterir. Bu kez, komplo teorisi dememizi gerektiren bir durum olmayacak çünkü
Rockefeller Vakfı gibi, insanların refahı (!) için çalışan bir vakıf bile
şimdiden uyarıyor!” S.69
Bu raporda iddia edilen pandemi yani sözde
salgın hastalık nedeniyle, teknolojinin kullanım alanları şöyle belirlenmiş:
-Havalimanları ve diğer kamusal alanlarda,
gelişmiş MRI cihazları bulundurulacak. Bu cihazlar sayesinde kalabalık
içerisinde 'anormal davranış' kişiler kolayca tespit edilebilecek.
-Bulaşıcı hastalıkların erken tespit
edilebilmesi için yeni tarama cihazları geliştirilecek. Özellikle hastaneler ve
hapishanelerden çıkan insanlar için bu taramalar zorunlu olacak.
-Seyahat engeli -öngörülüyor demek ki-
yüzünden, telekonferans ve iletişim teknolojileri etkin ve ucuz hale
getirilecek.
-Korumacılık ve ulusal güvenlik endişeleri
yüzünden her ulus, bağımsız bir bilişim ağı kuracak. Çin'in kendi geliştirdiği
güvenlik duvarı teknolojisini örnek alıp, kendi ‘duvarlarını’ inşa edecekler.
‘www’ parçalı hale gelecek.
Nasıl; senaryo bir bilim kurgu
filminin özeti gibi değil mi? Sunulan veriler domuz gribi verilerine göre daha
ürkütücü gelmiyor mu? Bu raporla ilgili iyibilgi.com’da çıkan bir
analizde durum, ‘ütopya’ değil, tersine bir ‘distopya' olarak ele alınmıştı
Dünyanın, dolayısıyla insanlığın geleceğini şekillendirmeye matuf bu tür
projeler, hiç yabancı olduğumuz şeyler değil. Ancak açıklanmaktan çekinilmeyen
kısmı bu kadar ise, iş bu kez daha vahim olabilir.” S.70
Kapitalizmin Şekeri
“Beyaz şekerin, vitamin ve madensel tuzlar
bakımından fakir olması nedeniyle, vücuda hiçbir faydası yoktur. Bir karbonhidrat
olan şekerin enerjisi yüksektir ve yakılması zordur. Yakılamaması nedeniyle,
vücutta yağa dönüştürülerek depolanır. Kapitalizmin en önemli öğretilerinden
biri de, -bir başka deyişle savaştığı alanlardan biri de- ‘zaman' kavramıdır.
İster ki: tüm tabii süreçleri atlayarak en kısa zamanda üretsin ve de bu ürün
mümkünse sonsuza dek bozulmadan rafta durabilsin. Lakin bu arzu, fıtrat
yasalarına ve de fizik kurallarına aykırı. Kapitalist endüstrileşme, ‘en
çok mal, en ucuza nasıl üretirim' şeklinde özetlenebilecek hırsı
nedeniyle, tabii süreçleri hiç beklemeksizin daha ucuz olan kimyasal işlem ve
katkıları kullanmaktan hiçbir zaman çekinmez. Tercih edilen bu yöntem, insan ve
çevre sağlığı için öldürücü bir etkiye sahip olsa bile, bir yolunu bulup bunu kullanmayı
dener. Son derece faydalı bir besin olan ve Anadolu köylerinde hâlen haşlanarak
ve şerbet yapılarak tüketilen şeker pancarı, fabrikaya girdiği andan itibaren,
maalesef çok fazla kimyasal işleme tabi tutulur ve içine çok sayıda kimyasal
katkı maddesi eklenir. Bu da rafine edilmiş şekerin, bağımlılık yapan,
vazgeçilmez, çok tatlı bir zehre dönüşmesine neden olur. Üstelik
ülkemizde ekimi yapılan şeker pancarı, içilebilir su kaynaklarının ezici
çoğunluğunu tüketerek, alternatif tarım ürünlerine de büyük zarar verir. Pancar,
hem tarlada, hem de fabrikada zararlı kimyasallara maruz kalır, bu
kimyasalların tümü şekerin içine işler, dolayısıyla da insan vücuduna
aktarılmış olur. Farklı farklı ürünlerle, aynı anda midelere giren kimyasallar,
şekerle birleşip âdeta zehir bombacısına dönüşerek, çok sayıda hastalığa neden
olur. İnsan yaşamı için hiçbir önemi olmadığı halde artık rafine seker; çay,
kahve gibi içecekleri tatlandırmasının yanı sıra, endüstrinin en vazgeçilmez
maddesi haline getirilmiştir. Sağlıklı ve kaliteli bir yaşam için büyük tehlike
arz eden rafine şeker; şekerleme ürünleri, reçel, unlu mamuller, çikolata ve
bisküviler, kola, gazlı ve alkollü içecekler, meyve suları, helva, baklava,
sütlü tatlılar, hazır çorbalar, çerezler, dondurma gibi pek çok üründe bol
miktarda kullanılıyor. Günümüzde şekerin yanı sıra çok sayıda üründe 'diyet'
iddiasıyla, suni tatlandırıcılar kullanılmaktadır. Rafine şekerden daha ucuz
olan bu yapay tatlandırıcılar, hem daha tehlikeli hem de şekerin pabucunu dama
atmak üzere. Mezkûr tatlandırıcılardan Aspartam ve asesülfam şekerden 200 kat
daha tatlı. Sakarin 300, suklaroz 600, taumatin 2 bin 500, neotam ise 13 bin
kat tatlı. Eskiden sadece diyabet hastalarına -yiyecek ve içeceklerinin
tatlandırılması için- doktorlarca önerilmekte olan bu tatlandırıcılar, artık
zikrolunan ürünlerin hemen hepsinde kullanılıyor. Bu tatlı belalardan Aspartam,
dünyada 6 binden fazla üründe, diğer tatlandırıcılar ise 4 binden fazla üründe
kullanılarak, kapitalizmin bir başka zehiri olarak karşımıza çıkıyor.” S.79
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 359 / Ekim 2020