Önce
milyonlarca yerliyi köle edinenlerin daha sonra köleliğe karşı verdikleri
mücadele ile, aslında sanayileşme yarışında geride kalan rakiplerinin
ellerindeki insan gücünü hedeflediğini öğrendiğimizde, karşınızdaki yapının
nasıl bir ahlâk anlayışına sahip olduğunu anlıyoruz.
Kendisiyle ters düşen tüm unsurları ezen, sömüren, katleden, olmadı bünyesinde eriten bu medeniyetin nasıl ortaya çıktığı, anlamı, gelişimi ve konumunu inceleyen Prof. Dr. Teoman Duralı, bu anlayışın adını ‘Çağdaş Küresel İngiliz-Yahudi Medeniyeti’ koymuş.
![]() |
Çağdaş
İngiliz -Yahudi Küresel Medeniyeti
|
Bizim daha ziyade tarihsel gelişimi
üzerinden tanıtmaya çalıştığımız kitap, insanlığın baş belâsı olan ‘Medeni
Vahşet’i kavramamız adına ortaya konmuş en önemli eserlerden olup,
İngiltere’nin ya da Yahudi’nin adamlarına karşı neden bu kadar temkinli
davranılması gerektiğini de öğretmektedir.
Fransız İhtilali sonrası; özgürlük,
eşitlik ve adalet sloganlarıyla insanlığa sunulan reçete, aslında işgal ve
sömürü planlarını gizleme ve şirin göstermenin yoluydu. Bunu yaparken de
kendisi dışındaki unsurlardan yerli işbirlikçiler bulabilmişlerdir. Dün
Osmanlı’yı paramparça edenlerin dillerinden düşürmediği bu sloganların bugün de
‘Gezi Parkı’ sonrası bizden bildiklerimizin nihayetinde bizlere sunduğu reçete
olması ne kadar da acı bir tesadüftür.!
Önce milyonlarca yerliyi köle edinenlerin
daha sonra köleliğe karşı verdikleri mücadele ile, aslında sanayileşme
yarışında geride kalan rakiplerinin ellerindeki insan gücünü hedeflediğini
öğrendiğimizde karşınızdaki yapının nasıl bir ahlâk anlayışına sahip olduğunu
anlıyoruz.
Kendisiyle ters düşen tüm unsurları ezen,
sömüren, katleden, olmadı bünyesinde eriten bu medeniyetin nasıl ortaya
çıktığı, anlamı, gelişimi ve konumunu inceleyen Prof. Dr. Teoman Duralı (1) bu
anlayışın adını Çağdaş Küreselleştiren İngiliz-Yahudi Medeniyeti koymuş. Bizim
daha ziyade tarihsel gelişimi üzerinden tanıtmaya çalıştığımız kitap,
insanlığın baş belası olan ‘Medeni Vahşet’i kavramamız adına ortaya konmuş en
önemli eserlerden olup, İngiltere’nin ya da Yahudi’nin adamlarına karşı neden
bu kadar temkinli davranılması gerektiğini de öğretmektedir.
Ş. Teoman Duralı eserin Giriş Bölümünde:
İngiliz-Yahudi Terkîbinin Anlamı üzerinde durur. (S,13-25)
“1300’lerin sonu ile 1400’lerin başları
İtalya’sında belirip ardından Fransa başta olmak üzere, Batı Avrupa’ya kayan
‘Yenidendiriliş’ (Fr Renaissance) hareketiyle başlatılan Yeniçağ Batı Avrupa medeniyeti,
insanı ve doğayı aşkın esaslara dayanmağı terk ederek, Tanrısallıktan
koparılmış akıl temeli üstünde yükselmeğe gayret göstermiştir. Bilahare,
barındırdığı en önemli ve canlı kültürlerden, kendi başına buyrukluğu ve
girişimciliğiyle temayüz eden ve tarihi şartların beraberinde getirdiği Yahudi
sermayesini dahi yedeğine alan İngilizlik, 1700’lerin ortalarından itibaren
medeniyet boyutlarını kazanmağa yüz tutmuştur. Başlı başına medeniyet olma
vasıflarını arz eden bu muazzam kültür sürecini, ana özelliklerinden ötürü,
İngiliz-Yahudi şeklinde adlandırıyoruz. İnsancılık ile Islâhatcılık neviinden
devrimci akımlardan da derinlemesine etkilenen bu medeniyetin kendine has
şartları çerçevesinde, ideolojilerin ilki olup günümüzde insanlığın tümünü
biçimlendiren Hür Sermayecilik, iktisad esaslı bir felsefe sisteminin verisi
olarak vücut bulmuştur. Hür Sermayecilikten ise, Toplumculuk (Fr Socialisme)
ile Ortakmülkcülük (Fr Communisme) doğacak. Ona ve dayandığı
Maddecilik-Mekanikcilik dünya tasavvuruna karşı tepki olarak da, kökleri
Romantiklik denilen dünya görüşüne dek geri giden Faşism ile Milli toplumculuk
ortaya çıkmışlardır.” (S, 21) Yazar yukarıda geçen kavramları ayrıntılı bir
şekilde incelemiştir.
İkinci Bölümde Kültürden Medeniye’e
başlığı altında: Gelenek, kültür, hukuk, ahlâk ve medeniyet kavramları üzerinde
durur. (S, 27-34)
“Ahlak düzenini kurup işletirken aklın,
doğal çevreden ateşlenmesinin başka bir deyişle, etki almasının söz konusu
olmayacağını öteden beri, özellikle de Immanuel Kant’tan (1724-1804) bu yana
iyice bilinen bir husustur. Bu durumda, ya suyunu kendinde bulan değirmen
misali, ahlâk hakikatini, aklın kendinden menkul olduğunu bildirme neviinden
saçmalığa düşeceğiz ya da onun, kaynaklığını akıl üstü yahut doğaötesi bir
orunda bulduğunu söyleyeceğiz.” ( S, 30)
Üçüncü Bölümde ümidimizin kaynağı,
Yeniçağın Başlangıcı, İslâm’dır. (S, 35-47)
“İnsanın esas ödevi, hayırlı işler görmek,
ibadet etmek, hakkıysa ümittir. Ümit, hayattır. Ümit devam ettiği sürece
yaşanır.” (S, 47)
Dördüncü Bölümde Yeniçağ Dindışı Batı
Avrupa Medeniyeti’nin din esaslı âlem anlayışından din dışı dünya görüşüne
nasıl geçildiğine kısaca değinir. (S, 53-61)
“Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyeti,
insana başvuracağı ilk, en güvenilir, sağlam ve son müracaat mevkii olarak aklı
göstermiştir. Akıl, tektir, eşsizdir. Bütün insan hal, hareket ile işlerini o,
tayin eder. Buna karşılık, onu kendinden özge hiçbir güç, kudret ile merci
belirlemez. Bu mutlak durumu arzeden aklın keşfine ‘Yenidendiriliş’ denmiştir.”
(S, 56)
Beşinci Bölümde Çağdaş Küreselleştirilen
İngiliz-Yahudi Medeniyeti tüm ayrıntıları ile incelendiği bu bölümde Avrupa
medeniyeti tarihinin başlangıcı olarak Roma, Roma’dan ana merkez Londra’ya
geçişte ara durak olarak Paris ve bu durakların ifade ettiği anlamlar ele
alınarak incelenmiş.
Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-Yahudi
Medeniyetinin baş mihrakı Farmasonluk (Serbest Yapı Ustalığı) öncü etkinlikleri
ise iktisat ve sanayi olup, akılcılık (deneycilik) ve benlik (bencillik)
esasları üzerine kurulu temel dünya tasavvuru maddecilik (mekanisism) olup,
hürriyetçilik (sermayecilik) tir. (S, 63-180)
Avrupa Medeniyeti
Tarihinin Başlangıcı Roma, Ara Durak Paris, Ana Merkezi Londra
“Yeni Zamanlar Batı medeniyetleri
camiasının değişik derecelerde ve farklı açılardan ortak müracaat noktasını
teşkil eden Eskiçağ Ege (namı diğer, Yunan) medeniyeti, Ege’den ziyadesiyle
etkilenmiş gözüken Eskiçağ Latin-Roma medeniyeti, bâhusûs Yeniçağ dindışı Batı
Avrupa ile bir ölçüde, Çağdaş İngiliz-Yahudi medeniyetlerinin ilham kaynağını
oluşturmuştur. Ortaçağ Hırıstıyan ile Yeniçağ dindışı Batı Avrupa
medeniyetleri, Eskiçağ Egenin etkilerini, daha ziyade, Roma üzerinden
alırlarken, İslâm, bunlarla kısmen İran (yani Sasani) yoluyla, kısmen de
doğrudan doğruya muttali olmuştur.” (S, 65)
“Teotoburg çarpışması, Roma için
sonun başlangıcı, Almanların da milletleşme süreçlerinin başıdır. Bundan böyle
sular tersine akar olmuştur. Roma, Kuzey Avrupa’da genişleme girişimlerinden
vazgeçmek zorunda kalırken, Germen boyları bu kere geleneksel düşmanlarını
çeteci ‘vur kaç’ yöntemiyle yoklamağa koyulmuşlardır. Bu taciz saldırıları ile
ganimet avcılığı Miladı Birinci yüzyıldan Beşinciye değin dört yüz yıl boyu
sürmüştür. Nihayet, Roma devletinin topyekûn inkırazıyla sızmalar, fütûrsuzca
girişilen istilalara dönüşmüşlerdir. Böylece Avrupa’nın ortası, doğusu, güney
doğusu, güneyi, güney batısı ile batısı, öyle ki Afrika’nın kuzey batı
bölgeleri, Germen boylarının istilalarına sahne olmuşlardır. Bunun
sonucundaysa, Avrupa’nın genelinde siyasî, iktisâdî ile askerî bakımlardan bir
yığın başına buyruk devletçik ile işgalcinin küçük bir azınlık teşkil ettiği,
istilaya uğramış yerli kavimlerinse büyük çoğunluğu oluşturduğu yeni bir nüfus
ile siyaset manzarası ortaya çıkmıştır. Manzarada, sarışın, mavi yahut yeşil
gözlü, akpak tenli kişilerden oluşan yöneten istilacı boy, azınlıkta, koyu renk
saç ve gözlü, buğday tenli işgale uğramış yönetilenlerse çoğunluktadır. İşgal
olunan arazi, kendilerini üstün insanlar olarak ilan eden aşiret yahut kabile
reisi ile yakınlarının tapulu mülkü sayılmıştır. Bunun sonucu olarak, erken
Ortaçağda vukuu bulmuş Germen boylarının geniş çaplı istilaları sonucunda,
Avrupa’nın hemen hemen bütün tarihi hanedanları Alman asıllı olmuşlardır.” (S,
68-69)
“Mal - mal değiş tokuşunun yerini git gide
mal - para, öyle ki para – para mübadelesine terk ettikçe Sermayeciliğe
yaklaşılmıştır. Nitekim işgücü ihtiyacı arttıkça, şehirleşen müstahkem
mevkilere yerleşen kimileri, el emeği kol kuvveti gerektirmeyen sahalara
kaymışlardır: Tefecilik, aracılık, sigortacılık ve nihayet idarecilik gibi.
Burgda yaşayıp geçimini el ile kol emeğine dayanmaksızın temin eden, fakat
soylu da olmayan bu nevzuhur toplum sınıfı, özellikle on üçüncü yüzyıldan
itibaren belirmeğe başlamıştır. Öteki bütün iş güç kapıları yüzlerine dinî ve
ırkî gerekçelerle kapatıldığından, savaşçı zâdegânın da, ticareti, en aşağılık
uğraşı türü gördüğünden, Yahudiler, bu yeni sınıfta sayıları git gide artarak
yer alır olmuşlardır. (..) İşte Sermayecilik ideolojisinin toplum-kültür
zeminini de Burgta oturanlar teşkil etmiştir. On sekizinci yüzyıl boyunca,
öncelikle Fransa ile İngiltere de, bir zamanların müstahkem mevkileri artık
kaşarlanmış varlıklı kentsoyluların (yani bourgeoisların) ve şehre kısmetini aramak
üzere akın eden topraksız kalmış çulsuzların işgalindeydi. Mülkün neredeyse
sanal mâliki zâdegân ise, denetimini yitirdikleri müstahkem mevkilerinin
(Burglarının) bir köşesine inşâa ettirdikleri, iç kale benzeri, yeni müstahkem
mevkilerine makûs talihlerine küsmüş halde çekilmişlerdi.” (S, 71)
Farmasonluğun (Serbest
Yapı Ustalığı) Selefi: Tapınakçılık (Mabet Muhafızlığı)
“Hikâyenin geçmişi, Birinci (1095 - 1099)
ile İkinci (1147 - 1149) Haçlı seferlerine değin geri gider. Haçlılar, ele
geçirdikleri Kudüs’te 1099’da Hırıstıyan devleti kurmuşlardır. Burada Müslüman
âlimlerle de ilişki kuran bir kısım Hırıstıyan rahip, bâtınî vechesi ağır basan
zanaat ile ticaret loncaları ve yarı-askerî muhafız alayları teşkil
etmişlerdir. Bunlardan en tanınmış muhafız Teşkilâtı Gérard Tenque (1040 -
1120) tarafından 1113’te kurulmuş Hospitalarius (Ağırlamacılar) ile Comtes de
Champagne sülalesinden Hugues de Payns (1070 - 1136) ile Felemenk asıllı
Geoffroi de Saint-Omer’ce 1118/ 1119’da vücuda getirilmiş olan Templaris (Tapınakçılar)’tir.
İkisi de dinî-askerî teşkilâttır.” (S, 72)
“Tapınakçılar, tahkîm olunmuş mabetleri
savunma ile serhat boylarında Müslümanlarla savaşmanın yanında, zamanla önceki
askerî faaliyetlerini hiç andırmayan yeni bir etkinliğe geçip bankacılık ile
tefeciliğe yöneldiler. Söz konusu etkinlikleri pek geniş sahalara yayarak
yürüttüler. Çıkardıkları taahhütnamelerden öncelikle papalar ile hükümdarlar
yararlandı. O dönemde Müslüman - Hırıstıyan dünyasının bir ucundan öbürüne
para, teminat mektubu yoluyla kolayca ve güvenlik içerisinde
iletilebiliniyordu. Yine tacir, bulunduğu yerde ödemede bulunarak talep ettiği
malları uzaklardan Tapınakçılar aracılığıyla getirtebiliyordu.
Tapınakçılar, İslâm medeniyetinde ortaya
çıkıp aşama kaydetmiş fenni, özellikle de anıt tarzındaki mimarlık sanatını
zamanla Hırıstıyan Avrupa’ya taşımışlardır. İran menşeli olup Hasan ibn
el-Sabah (ö:1124) önderliğinde örgütlenerek İslâm coğrafyasının doğu
kesimlerinde 1090 ile 1272 arasında tedhiş rüzgârları estirmiş, ama bu arada,
Cengiz Kağan’ın (1167 - 1227) Moğol ordusuna karşı yiğitçe savaşmış Haşâşîn
Teşkilâtıyla da yakın temas kurmuş, onların fikriyatı ile döğüş yöntemlerinden
etkilenmiş bulundukları rivayet olunur. Selahaddin Eyyubi (1137 - 1194),
Kudüs’ü 1187’de geri aldıktan ve Müslümanlar, Akra’ya sıkışıp kalmış son
Hırıstıyan devletini 1291’de ortadan kaldırdıktan sonra, Tapınakçılar, İslâmi
özellikler kazanmış halde, ayrıca, edinmiş oldukları hatırı sayılır miktardaki
servetlerini de yanlarına alarak, Ortaçağın başlarından beri, Avrupa’da
bağımsız ve birlikli devlet geleneğini sürdürmüş iki büyük devletten biri
durumundaki Fransa’ya (öteki ise, İngiltere’dir) varıp yerleşmişlerdir.
Bilahare, payitaht Paris’in o günlerde hemen yanıbaşında, Seine ırmağının
kıyısında bataklığın kenarında bir miktar arazi satın alıp bir müstahkem mabed inşâa
etmişlerdir. Dillere destan hazinelerini de bu mabette saklamışlardır.
On dördüncü yüzyıl başlarında, öteden beri
savaşılan İngiltere’ye karşı tertiplenmiş seferlerden bitkin düşüp hazinesi
‘tam takır kuru bakır’ çıkmış olan Fransa, ‘meteliğe kurşun atar’ duruma
düşmüştür. Devlet bütçesini nasıl rahatlatabileceği hususunda kafa yormakta
olan Kral Yakışıklı (IV.) Philippe’e (1268 - 1314) yakın çevresi, hemen
yanıbaşlarındaki müstahkem mabede ve orada saklandığına inanılan hazineye el
koymasını tavsiye etmiştir. Önceleri dostça ilişkiler içerisinde bulunduğu
Tapınakçılara karşı, epeyi tereddüd ettikten sonra, harekete geçilmesi için
ferman çıkarmıştır. Çok gizli tutulmasına rağmen, muhbirleri aracılığıyla
Tapınakçılar, çıkarılmasından kısa süre önce fermandan haberdar olunca, mabette
sakladıkları hazineyi kaçırmışlardır.
Katliamdan kaçıp kurtulanların
çoğunluğuysa, İskoçya’ya sığınmıştır. Kaçırabildikleri servete gelince; bu da,
ileride onlara sermaye olacaktır. Kellesini kurtarabilmiş Tapınakçılar, bir araya
gelip kendilerine bunca zulmü reva görmüş, başta IV. Philippe’in mensubu olduğu
Capétiens olmak üzre, Fransız hanedanlarından öc almak hususunda İskoçya’da and
içmişlerdir.” (2) (S, 72-75)
“Tapınakçılar 1300’lerin başlarında vukuu
bulmuş kovuşturmalardan, darmadağınık durumda Avrupa’nın çeşitli yörelerine
göçüp türlü etkinliklerle geçimlerini temin ederlerken; İskoçya’ya sığınmış
olanlar, alışılmış sanatlardan taş, yapı ve duvar işçiliği ile ustalığına devam
etmişlerdir. İspanya’da yaklaşık bin yıl sürmüş İslâm hâkimiyeti döneminin
ardından Müslümanlarla birlikte Yahudiler de ülkeden çıkarılmış yahut din
değiştirmeğe icbar olunmuşlardır. 1492’de İspanya’dan, 1495’de de Portekiz’den
sürülmüş olan Yahudilerin bir kısmı, Felemenk ülkesine iltica etmiş; oradan da
zamanla İngiltere adasına göçmüştür. Ortaçağ boyunca Hırıstıyanlarca hor
görülmüş, kovuşturulup kırıma uğramış Yahudilere ticaret dışında bütün iş güç
kapıları kapalı tutulmuştur. Batı ile Doğu Avrupalı Yahudiler, Avrupa’da mal
değiş tokuşuyla meşgulken, gerek Müslüman İspanya’daki gerekse öteki İslâm
ülkelerinde yaşayan dindaşları, Müslümanlığın yaygın bulunduğu bölgelerin yanı
sıra, Hırıstıyan toplumlarıyla da ticari ilişkiler kurmuşlardır.
Öncelikle de İngiltere’de karşılaştıkları
iki toplulukla tarihi ortaklığa girmişlerdir: Bunlardan biri, Kıta
Avrupa’sından İngiliz adasına sığınmış Tapınakçılar; öbürüyse, daha on üçüncü
yüzyılda cereyan etmiş sürtüşmelerden hanedana karşı siyasî ile iktisâdî
cihetlerden güçlenerek çıkmış olan toprak zâdegânıdır.! İşte, bu üç farklı
öbek, on yedinci yüzyılın sonlarına doğru ‘buluşarak’ kelimenin tam anlamıyla
bir ‘akıl izdivacı’, daha doğrusu, ‘menfaat izdivacı’ kuracaktır. Sözü edilen
üç unsurun yerleştiği mahal, başka bir deyişle, merkez üssü İngiliz adasının ticarette
önde gelen şehirleridir.
Bunların başındaysa, Londra gelir.
Toprakla uğraşmağı bırakıp şehre yerleşen, böylelikle de Yakınçağ tarihinde
yeni bir toplum-iktisat sınıfını teşkil edecek olan Kentsoyluluğun, gündeme
sokulmasında temel etken olacak bu zâdegân takımı, mal - mal ile mal - para
mübadeleleri sonucunda biriken sermayeyle Sanayi devriminin başını çekmiştir.”
(76-77)
“Tapınakçılardan bazıları, bağlı
bulunmaları gereken kuruluştan bağımsız halde, özge bir anlatışla, loncaya
bağlı kalmaksızın sanatlarını icra etmiş olduklarından, ‘mesleğini serbestce
yürüten’ anlamında, kendilerini ‘Serbest Duvarcılar’ namıyla nitelemişlerdir.
İşte, İngiliz- Yahudi İttifakının temel kurucu ve yönlendirici teşkilâtı,
inşaat ustalığını vurgulayan unvanla tanınmış olan ‘Serbest Yapı Ustalığı’
anlamındaki ‘Farmasonluk’tur. Farmasonlar, kendilerine tarihi öncü olarak Hz
Süleyman’ın mabedini inşa etmiş olan Hiram Ustayı almışlardır. Ulu Usta ise
âlemin yaradanı tanrıdır. Evren, onun mimarı şaheseridir,” (S, 83-84)
İşte, ilkin 1789 İhtilâlikebîrle Fransa’da
köprübaşı tutup oradan Avrupa’nın değişik yörelerine intikal eden, öncelikle de
Sömürgecilik yoluyla yeryüzünün hemen her tarafında, özellikle İkinci Dünya
Savaşından sonra, kök salıp yeryüzünün dört bir köşe bucağına yayılan
İngiliz-Yahudi medeniyetinin asıl taşıyıcıları Farmasonlardır. Bunlar, bir
yanda, doğrudan doğruya kendileri, öte taraftan da Rotary, Lions gibi, meslek
yahut hayır dernekleri ve toplulukları kisvesindeki resmi - gayrı resmi alt
kuruluşları yoluyla, Hür Sermayeciliğin tohumlarını serpmiş, ardından da onu
dünya çapında fikren ve maddeten inkişaf ettirmişlerdir.
Farmasonluk, dost kisvesi altında
cezbedilmiş yahut zor kullanılarak esir alınmış toplumların en kâbiliyetli,
akıllı, zeki ve tercihan soylu soplu bireylerini bağrında barındıran en etkili
(zanaat, sanat, sanayi, ticaret, siyaset, öğretim, silahlı kuvvetler gibi)
çevreleri gözetir. Anılan çevreler yoluyla Farmasonluk, İngiliz- Yahudi
zihniyetini teşkil eden inançlar ile ülküleri hedef topluma yahut millete en
üst seviyeden zerketmeğe bakar. Kendisine sakladıkları ile dışındaki çevrelere
ihrac ettiği değerler, birbirlerine ters düşerler. Farmasonluk, bir kere,
muhafazakâr, maneviyatcı ile silsileimerâtipci olmasına ve kendisi için
gizlilik ile camiaiçi dayanışmayı savunmasına karşılık, kendi dışındakilere
maddiyatı, eşitlikciliği, ilericiliği, devrimciliği, şeffaflık ile bölünüp
bireyleşmeyi telkin eder.
Tıpkı kendisinden geldiği ve temsil ettiği
iki ana zihniyetten sapına dek dindar Yahudiliğin, kendi dışındaki dindarları
yobaz olarak nitelemesi, kendisi kavmiyetçi olmasına karşılık, başkalarının
milliyetciliği ile yurtseverliğini ırkçılık ve giderek Yahudi-aleyhtarlığı
şeklinde telakki etmesi gibi. Yine tıpkı, kendisinden türeyip onu temsil ettiği
öbür anlayış olan İngilizliğin, ilericiliği, eşitlikçilik ile cumhuriyetçilik
fikirlerini ihraç etmesine karşılık, kendisinin muhafazakârlık, silsileimeratib
ile hükümdarlık ülkülerine bağlı kalması gibi. Aile hayatı ile dayanışması,
evlilik kurumu ve askerî güç kavrayışı neviinden kendisini zaman içinde
kanıtlamış nice değer varsa, öncelikle Yahudilik ve gittikçe gerileyen derecede
İngilizler, bunları kendilerine alıkoyarlarken, kerih bildiklerini hedefteki
özge toplumlara ‘yedirerek’ onların mücadele iradelerini, dolayısıyla
dirençlerini kırmağı amaçlamaktadırlar.” (S, 107)
“Üstlendiği gelenek gereği Farmasonluk,
etkinliklerini gizli yürütmeğe dikkat sarfetmiştir. Ne yapıp ettikleri, ne
üyelerinin kimlikleri ne de kuruluşu hakkında dışarıya bilgi sızdıran Farmasonlukla
ilgili derin şüpheler, kaygılar ile komplo söylentileri uydurulagelinmiştir.
Ona ilişkin bilinenlerden hangisinin ne derece doğru olduğunu tayin etmek
zordur. Gerek Yahudi ile İngiliz unsurlarının yeryüzüne ve insanlığa iktisâdî
ile siyasî cihetlerden hâkim olma ortak çabaları gerekse bunların düzenlenip
Teşkilâtlanmaları babında Farmasonluğun yeri ile önemi hakkında ortada birinci
elden belge niteliğindeki metinler az ve yetersizdir. Bu yüzden sözü edilen
konuda hemen hep karine yoluyla hüküm çıkarılır. İşte İngiliz-Yahudi
medeniyetinin üstünde yükseldiği İngiliz-Yahudi Sermayeciliği ile İmperyalismi
de bunların merkez kurulu yahut genelkurmay başkanlığı görünümünü sunan
Farmasonluğun da kırılamayan gücü, bu olağanüstü gizlilik ile soğukkanlı,
heyecanlardan sıyrılmış, olabilecek bütün ihtimalleri hesaba katan mükemmel
tasarlamacılığın verisidir. ‘Karda yürü, iz bırakma’ ilkesi uyarınca
hareketlerini tanzim eden İngiliz-Yahudi medeniyetinin ‘iyi saatte olsunlar’ı,
aklı, zekâyı son raddelerine dek kullanmanın yanı sıra, aslında yine aklın
buyurduğu bir husus olan askerî sıradüzen ile intizamı çerçevesinde işlerini
yürütürler.” (S, 143)
“Dünyaya yön verme iddiasında olan bu
odak, bilindik anlamda resmen, şeklen ve ismen bir teşkilât değildir. Teşkilât’ın
çağrıştırdığı aklîlikle iş gören ve gözlerden ırak bir ‘çekirdek topluluk’tur.
İngiliz-Yahudi dünyasının İngiltere - ABD merkez ekseninin
iktisâdî-siyasî-askerî-istihbârîri meşru ile gayrimeşru, kanuni ile kanundışı,
tekellerden, Farmasonluktan tutunuz da Mafyaya dek uzanan cümle güç odaklarının
iplerini doğrudan doğruya yahut dolaylı olarak, son çözümlemede, ellerinde
tutan ‘hânedân’ boyutunda, Mellon, Carnegy, Rothschild, Rockefeller,
Guggenheim, Van Duyn, Duke, McDonal, Disney gibi, kentsoylu on üç ailenin, sözü
edilen ‘çekirdek’ topluluğun iskeletini oluşturduğu rivayet olunur. Bu hanedan
mesabesindeki ailelerin önde gelen bireylerinden teşekkül etmiş, adına da
‘Aydınlanmışlar’ (İlluminati) (3) yahut ‘Âkil
Adamlar Dünya Encümeni’ denmiş, bu ‘çekirdek topluluk’, başta İngiltere -ABD
ekseni olmak üzere, insanlık ile onun yurdu sayılan yeryüzünün kaderini çizip
belirleyen kararların ya arkasındadır ya da bunlar onun bilgisi dâhilinde
alınırlar. Bir çeşit Dünya Merkez Kurulu niteliğini taşıyan çekirdek topluluğun
gözetiminde yer yer ve zaman zaman, Bilderberg ile Davos türünden, ‘Dünya
Danışma Meclisleri’ toplanır. Buralarda davet olunmuş ‘ehlivukûf sır ortakları’
yeryüzünün siyasî, iktisâdî ve güvenlik meselelerini ele alıp tartışır,
görünüşte bağlayıcı olmayan hükümlere varırlar. Tavsiye niteliğini taşıyan
görünüşte bağlayıcı olmayan hükümleri, Dünya Bankası, IMF, UNESCO, NATO
cinsinden milletlerarası kuruluşlar ile tabaa-devletlerin siyasî kadroları
‘vicâhî’ye çevirirler.!” (S, 84)
Çağdaş Küreselleştirilen
İngiliz-Yahudi Medeniyetinin Temel Dünya Tasavvuru Maddecilik (Mekanisism)
“Yeniçağ Avrupa’sında örnek bilim
orun(makam)una yükselip oraya yerleşen mekanik nedensellik esasına dayanarak
çalışan fiziğin yöntemi, on yedinci yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte hayatın
bütün vechelerini sarıp sarmalayan ‘dünya tasavvuru’ olmağa yüz tutmuştur.
Sözünü ettiğimiz klasik fizik uyarınca, evrendeki süreçler ile etkileşimler,
‘makine’yi andırır, ‘makinevârî’ yürürler. Makinevârî yürüyen bir işleyişin,
uzman kişi için gizli kapalı yönü, esrarengiz ve muammalı tarafı yoktur.
Makinevârî tarzda işleyen ezeli ve ebedi evren düzeninin temel birimiyse, zaman
ile mekân koordinatlarında yer alan ölçülüp biçilebilen maddedir. İşte, klasik,
yani Galileo-Newtoncu mekanikten yahut fizikten türetilmiş dünya tasavvuru,
Maddecilik-Mekanikcilik lakabıyla tanınmıştır.” (S, 87)
“Din, hayatın amir mercii olma özelliğini
yitirmiştir. Nihayet bu durum, Alman din bilgini ve filozofu Martin Luther’in
(1483 - 1546), Papa iktidarına karşı bayrak açmasından, yani Katolikliğin
aleyhine Protestanlığın Kuzey Avrupa’da yaygınlaşmasından sonra
kesîfleşmiştir.” (S, 94)
“Bu çarpıcı geçiş devrinin başta gelen
etkeni, Galileo Galilei (1564 - 1642) ile onun abidevi eseridir. Gerçekten de
Galilei’yi Orta ile Yeniçağların arasında sınır taşı gibi görebiliriz. Onunla,
en azından, teorik düzlemde, uhrevi ile dünyevi yahut din ile dindışı kesimler
arasında bir daha birleştirilememecesine keskin bir ayırım çizgisinin
çekildiğine tanık oluyoruz. Onda başlayan bu ayırım çizgisi, René Descartes’ın
elinde felsefî işlenmişliğin doruğuna erişecektir.” (S, 90)
Çağdaş Küreselleştirilen
İngiliz-Yahudi Medeniyetinin Ana İdeolojisi: Hürriyetçilik (Sermayecilik)
“İdeolojilerin ilki, her bakımdan en hâkim
ve günümüzde insanlığı topyekûn eline avcuna almış görüneni
Hürriyetcilik-Sermayeciliktir. İdeolojiler dizisinin ilki ve en eskisi olmanın
yanında, ikisi dışında, ötekilerin menşei olmuştur. İki payandası, daha özgül
bir deyişle, altideolojisi vardır: Sömürgecilik ile İmperyalism.” (S, 103)
“Haddizatında toprak zâdegânlığını ve onun
siyasî-iktisâdî nizamı demek, olan Derebeğliğini Avrupa’da ilk izale eden
Fransa olmuş, onu da İspanya takip etmiştir. Adı anılan iki ülkede derebeğliği,
‘merkezi devlet asilzâdeliği’ lehine iktidarından feragat etmiştir. Buna
karşılık, İngiltere’de merkezi devlet asilzadeliği ile toprak zâdegânlığı
arasında daha 1215’ten, yani Magna Carta’dan itibaren hak ile imtiyaz dengesi
kurulmuştur. Bahis konusu denge, (..) cumhuriyetçi hareketle birlikte, bütün
karşıt unsurlar arasında temin olunmuştur. İngiltere, bu yoldan, bir yanda
Vatikan’dan bağımsız ve milli olan Anglikan kilisesini ihdas etmiş; öte
taraftan da merkezi asilzade iktidarı, toprak zâdegânı ile yeni teşekkül
halinde bir sınıf olan Kentsoylular arasında uzlaşma sağlamıştır. Bütün bu
köklü uzlaşmalara rağmen, İngiltere, geleneksel dini ve siyasî yapısından taviz
vermemiştir. Bu cümleden olmak üzere, İngiltere, bir din ve hükümdarlık devleti
olarak hayatını sürdürmüştür. Şu var ki, İngiltere’de gerek din gerekse siyaset
hayatı, yeni iktisâdî şartlar ile bunların beraberlerinde getirdikleri sınıf
düzenlemelerine boyun eğmiştir. Yeni iktisâdî şartları Hür Sermayecilik terimi
altında derleyebiliriz. Hür Sermayeciliğin sınıfıysa, Kentsoyluluktur. Adı
üstünde, kentsoyluluk, şehirlilik demektir. Daha 1300’lerden itibaren gelişip
1790’larda olgunlaşan Hür Sermayeciliğe doğru yol alan kentsoylu yaşama ile
düşünme tarzının açıkça sınanıp denendiği tecrübe sahası, Yeni İngiltere, namı
diğer Amerika Birleşik Devletleri olacaktır.” (S, 104)
Hür Sermayeciliğin Yapma
(cık) Seçeneği Toplumculuk (Socialism) ve Karşısında da Faşism ve Milli
Toplumculuk (National Socialism)
“Şu halde, gerek Faşizm gerekse Milli
toplumculuk (National Socialism), Hür Sermayeciliğe karşı tepki hareketleri
olarak vücut bulmuşlardır. Ne var ki, Faşizmden ziyade, Milli toplumculuk
kendisine karşı tepki şeklinde doğduğu Hür sermayeci İngiliz-Yahudi anlayışının
birtakım esasa taalluk eden fikirlerini, üstünde pek düşünmeksizin, veri biçiminde
algılayıp yöntemleştirmiştir. Bunların başında hür teşebbüs ile Charles
Darwin’in evrim varsayımından çekip çıkarılmış doğal ayıklanma ile en uygun
olanın yasakalması ilkeleridir. Böylelikle merkez karar mercii Farmasonluk olan
Maddeci-Mekanikçi-Sermayeci İngiliz-Yahudiliğin telakkisine karşı çıkıp savaş
vermekle kendini tarih önünde yükümlü kılan Milli toplumculuk, fikirce ve
yöntemce hasmının tuzağına düşmesi yüzünden, daha baştan kendi hikmeti sebebine
aykırı tarzda arzı endam etmenin tragedyasını yaşar olmuştur.” (S, 123)
Dinin Yerini İdeolojinin
Alışı ve Bunun Etkileri
“Dinden esinlenip hız alan İsrailli
kendini yalnızca dince ve medeniyetçe değil, daha ilginci, kavmiyetçe dahi
öteki toplumlara göre üstün saymıştır. Bu üstünlük ve farklı olma duygusunu
kendinden olmayanlardan, yani yabancılardan ustaca saklarken, kendi insanına
nesiller boyu ısrarla aşılayagelmiştir. Sonuçta çift katmanlı bir kimlik
geliştirmiştir: Birincisi, camekâna taşınmış seyirlik yüz, yani binlerce yıldır
Menfâ’da (Diaspora) sineye çekilmiş eziyetlerden ezilmiş, ıstıraplarla dolup
taşmış çilekeş bir varlığın yüzü; ikincisi, ruhsatını Tanrıdan aldığına dair
kendi kendine telkin ettiği üstün insan olma duyuşu.” (S, 137)
“Öteki toplumlara üstün olma inancı,
İngiliz ile İsrailliye mahsus duyuşlar değildir elbette. Çinlilerde,
Brahmanlarda, Ahamenitler ile Eski Yunanlılarda, hatta İslâm medeniyet
dairesine mensup olanlarda dahi üstünlük duygusuna rastgelmek mümkün. Ne var
ki, üstün bir soya malik olma duyuşu yahut inancı, İsrailli ile özelde,
İngiliz’de, geneldeyse, Germen toplumlarında kurumlaşmıştır.” (S, 138)
“Dinle rabıtasını kesen İngiliz, aklı
bağımsız kılmıştır. Aklı temel almak suretiyle insanı, doğa ile dünyayı deneye
başvurarak, demek ki aklın tespitlerini yine onun çizdiği çerçevede sınayarak
anlayıp açıklamağa yönelik en geniş anlamda düzenleme işini felsefe-bilim
sistemi üstlenir. Felsefe-bilim sistematiğinden türetilmiş akıl
yapılanmalarından olan ideolojinin tarihte açıkça ilk kez uygulamaya geçtiği
eylem alanı İhtilâlikebîrdir. Arkasında yatan ise, İngiliz düşüncesi ile
maliyesidir.” (S, 139)
“Milli toplumculuk denilen insanlık
faciası, tepki olarak ortaya çıkmış olsa dahi, Sermayecilik ile yavrusu ve
hempâı Ortakmülkcülük (Communism) kadar, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa
medeniyetinin doğal ve zorunlu verisidir! Bugünlerde, son binyılın en kan
dökücü adamı ilan edilen Adolf Hitler (1889 -1945), Thomas Hobbes ile
benzerlerinin fikirce evladından başkası değil de nedir?” (S, 151)
“Çağdaş İngiliz-Yahudi medeniyetinin,
dolayısıyla da İmperyalisminin üç merkez ülkesi ile toplumu var: Anavatan
İngiltere, Yavruvatan ABD ile İslâm âleminin yüreğine hançermişcesine saplanmış
Ziyoncu İsrail. Yeryüzü ve insan sakinleri, değişen ölçülerde, işte bu üç
merkez ülke tarafından sevk ve idare olunmaktadır. Her şey bu üçünden neşet
eden değer yargıları ile anlayışları doğrultusunda ayarlanıp düzenlenmektedir.
Dünyaya ve insanlığa iktisatça ve siyasetçe hâkim olma gayesine ulaştıran bütün
yollar mubahtır. Bu yollardan özellikle Protestanlığın İngiliz çeşidi yahut
şubesi olan Anglikanlık, sağladığı yararlar açısından kendini kanıtlamıştır.”
(S, 159)
“Devletiebedmüddeti çökertme ile yıkma
etkinliği, dışarıdan Londra, içerideyse Selânik merkezli tasarlanıp yürürlüğe
sokulmuştur. Üçüncü merkez New York – Washington ekseni, 1950’ye değin, ilk
ikisi kadar etkili gözükmez. Niye? İngiliz-Yahudî medeniyeti ile onun
‘omurga’sını teşkîl eden İmperyalism’in ‘merkez karargâhı’ İngiltere’den
okyanusun öbür yakasına, yânî ABD’ne temelli nakli İkinci Dünya Savaşı
sonrasına rastlar da ondan. Bununla birlikte, Ziyonculuğun ilk esâslı Teşkilâtlanışını
ifâde eden B’nai B’rith, 1843’te Amerika Birleşik Devletlerinde kurulmuştur.
Farmasonluğa koşut teşkilâtlanan B’nai B’rith, mahfiller hâlinde iş görür.
Avrupa’daki ilk locasını 23 Mayıs 1909’da İsviçre’nin Zürih şehrinde açmıştır.
Nasıl, İhtilâlikebîrin arkasında Farmasonluğu görürsek, benzer biçimde, B’nai
B’rith’in, 1862- 1864 Amerikan iç savaşının ve ondan Konfederasyonculara karşı
zaferle çıkan Birleşik Devletlerinin en önemli belirleyicilerinden olduğunu
teslim etmemiz lazım gelir. İşte adı sanı hemen hemen işitilmeyen bu Ziyoncu
Teşkilât, Farmasonluk ile Palmerston İngilteresi el ve işbirliği yaparak
Devletiebedmüddetin ipini çekmişlerdir. Bu uğurda aklı havsalayı durduracak
tezgâhlar tertiplenmiştir. En sık başvurulan yöntem ise, Devletin ipini bir
kısım kendi vatandaşına çektirmek olmuştur. Bu meyânda ilk önemli teşebbüs,
1870’lerin ortalarında ‘Yeni Osmanlılar’ın Londra’da teşkilâtlanmasıdır.
Bunların devamı ‘Genç Türkler’dir. İngiliz-Yahudî imperyalismi, imparatorluğu
dağıtıp yıkmak amacıyla bütün yolları mubâh saymış, ziyâdesiyle başvurduğu
araçsa, milliyetçilik ile mezhep-tarîkat sekterliğidir. Osmanlı şemsiyesi
altında yer alan toplumlar arasında milliyetçilik tohumları serpilirken,
İngiliz istihbâratına çalışan Macar Yahudîsi Ziyoncu ve Türkiyât
araştırmalarının kurucusu sayılan Arminius Vambery (1831 - 1913) de meselâ,
Devleti Âliye’nin asıl taşıyıcısı Türkleri daha 1860’larda ‘Tümtürkcülüğ’e
doğru yönlendirmeğe çaba harcamıştır. Bir ara Sultan II. Abdülhamît Han’a (1842
- 1918) danışman dahî olma becerekliliğini gösteren Vambery, Pâdişâh ile
Ziyonculuğun öncülerinden, yine bir Macar Yahudîsi Theodor Herzl (1860 -1904)
arasında köprü kurmuştur, II. Abdülhamît Han, Herzl’in Filistini Yahudî
yerleşimcilere açma talebini reddedince sonun başlangıcı iyice hızlanmıştır.
Evvelemirde o vakte değin ‘Sâdık kavim’ diye anılan Ermeniler kışkırtılmış,
çıkan çatışmalar fecîi sonuçlar doğurmuştur. İngiliz-Yahudî imperyalisminin,
‘zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi kalmamış’ helâl-lokma- ehli cümle ezilenlerin
ortak mücâdele narası ve davâsı demek olan İslâm ve onu yüklenmiş bulunan
Osmanlı Devleti’ni târümâr etme hesaplarını, hiç olmazsa belli bir süre akîm
bırakan Sultan II. Abdülhamîd Han, sonuçta, ‘Kızıl Sultan’ ile ‘Zâlim’
nitelemeleriyle birinci dereceden hasım ilân olunmuştur.
Sultan II. Abdülhamîd’in 26 Nisan 1909’da
halliyle Osmanlı devletinin sonu gelmiş oldu. Bu yıkımı tertîpleyenler, İttihât
ve Terakkî adı altında partileşen ‘Genç Osmanlılar’ın devâmı ‘Genç Türkler’di.
Onları teşkilâtlandıransa, B’nai B’rith’ın İtalya koluna mensûp ve yine
İtalyadaki Farmason localardan birine kayıtlı Selânikli Yahudî Emmanuel Karasso
efendiydi.” (S, 163-164)
“Din ile mezhep nifâklarıyla birlikte,
Milliyetçilik, Batı Avrupa dışındaki toplumları parçalayıp yönetmenin yöntemi
olmuştur: ‘Böl ve yönet’ yöntemi. Kavmî Milliyetçilik, Kuzey batı Avrupa’da
Germen dillerini konuşan toplumlar ile İsrail kavminin kendilerine mahsûs
tarihî, coğrafî, iktisâdî ile millî şartlarının verisidir. Kavmî
Milliyetciliğin ideolojileştirilmiş iki ucu, Millî toplumculuk ile Ziyonculuk
(Fr Sionisme), doğal sonuçlardır. Bunun, Germen ile İsrail toplumlarının dışına
taşınması, özellikle de, Müslüman âleme ‘ekilme’si doğal olmayan sonuçlar
yaratmıştır. Arap ile Türk milliyetçilikleri bu doğal olmayan duruma örnek
teşkil ederler.(S, 165)
Altıncı Bölümde Ümitvar olmamızın
gerekçeleri izah edilmiş.
“Bilimde, fen ile iktisâtta geri ve
dışarıya bağımlı kalmış olması, İslâm medeniyetinin, çağımızda insanlığı
hâkimiyetine almış olan medeniyetle ölüm kalım mücâdelesine girmesini imkânsız
kılmaktadır. Tek makul çâre, dialektik ilişkide bulunarak tebliğin öngörüp
gösterdiği doğrultuda ahlâk ile âdâp çerçevelerini İngiliz- Yahudî medeniyetine
kabul ettirirken, ikincinin, birinciyi bilim, fen ile iktisât sahalarında
yeniden yapılandırmasıdır. İngiliz-Yahudî medeniyeti, ahlâkca, âdâpca (manen)
İslâmlaşırken, insanlık, yakın gelecekte kendisini bekleyen fecîi sonu
hazırlayan iki aşın ucun (sefillik ile sefihlik) ‘câzibe’ alanından
kurtulacaktır. Bu kurtarıcı zihnî mücâdele sürecini boşandırıp bunun başını
çekmeğe en yatkın kadro, felsefe-bilim sistemini kurmasına seksen yıl önce
‘ramak kalan’ ve İslâm âleminde Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin
işleyişi ile zihniyetini en yakından tanımış olan ve yeniden Müslümanlığa
dönmek gayretini gösteren bir kısım Türk düşünür araştırmacısı tarafından
oluşturulabilinir.” (S, 185)
“İlkece, İslâm, Allah tebliğinin
verisidir. Buna karşılık, daha önce de çeşitli vesîlelerle bildirilmiş olduğu
üzre, ideoloji, insan dimâğının eseri olan felsefebilim çıkışlıdır. Bu ikisi,
şu hâlde, birbirine zıttır. İkisinden birini öbürüne indirgemek, felsefe-bilim
bakımından saçma; din yönündense, küfürdür. Ne İslâmı idolojileştirebilirsiniz
ne de ideolojiyi İslâmileştirmeğe mezunsunuz. Haddizâtında, İslâm’a,
dolayısıyla da insanlığa yapılabilecek en büyük kötülük, onun, siyâsî ile
iktisâdî maksatlar uğruna suistimâl edilmesidir.” (S, 188)
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı:285
/ Ağustos 2014
____________________
(1) Teoman Duralı 1947 yılında
Zonguldak’ta doğdu. İstanbul Üniversitesi’nde biyoloji ve felsefe alanlarında
öğrenim gördü. 1975 yılında İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’ nde öğretim
üyesi oldu. Kazakistan’da hizmet veren Ahmet Yesevi Üniversitesi’nde de bir
süre görev yapan Duralı, Kutadgu Bilig dergisi genel yönetmenidir.
(2) Benzer olay, Osmanlı Türk tarihinde de
vukûu bulmuştur. Pâdişâh II. Mahmut Han (1784 - 1839), Devletiebedmüddetin
birliği ile dirliğini zedeliyor gerekcesiyle, Şeyhülislâm Tâhir Efendi’nin de
fetvâsını alarak Haziran 1826da Yeniçeri teşkilâtını kanlı biçimde
lağvetmiştir. Ardından da, Yeniçerilerin bağlı bulundukları Bektaşî tarîkâtını
aynı yılın temmuzunda yasaklamıştır. Gördükleri zulüm üzerine Bektaşîlerin
dahî, Osmanlı hânedânına karşı intikâm yemini etmiş ve bu cümleden olmak üzre,
Meşrutîyet ile bilâhare Cumhuriyet nizâmlarının tesîsinde bilfiil yer almış
oldukları rivâyet olunur. S 75, Dipnot:100
(3) Latinceden alınmış İlluminati sözü,
‘Aydınlanmışlar’ yahut ‘Işığı Taşıyanlar’ demektir. Bu teşkilâtın kurucusu
(l776 da) ve ad koyucusu, iddiaya göre Katolikliğe dönmüş Yahudî asıllı aileden
gelmiş, bidâyette Cizvit olmuş, bilâhare tarîkatı ve hattâ dini terketmiş,
Hırıstıyanlığa, hükümdârlık ile çağının aile düzeni anlayışına karşı çıkmış
bulunan Alman filozofu ve din bilgini Adam Weishaupttur. (1748-1830)
İlluminatinin ülküleri, o devrin Alman toplumunun zihniyetine son derece ters
düşmüş olduklarından 1784te yasaklanmışlardır. Fransa’da, az sonra da İngiltere
ile ABDde kök salmış, İhtilâlikebîre fikirce öncülük ve önderlik etmiştir.
İlluminati, öncelikle Rothschild ailesinin mâlî desteğine mazhâr olmuş, on
dokuzuncu yüzyılın ortalarında Farmasonluğun aslî locası hâline gelmiştir. S
83, Dipnot 119