Yazar Jean Twenge ‘Asrın Vebası: Narsizm İlleti ‘ isimli eserinde, modern toplumlarda süratle yayılan narsisizm hastalığını mercek altına alıyor. İnsan ruhunun fast food’u diye tanımlanan narsisizm, kısa vadede kişiyi mutlu ediyormuş gibi görünse de er ya da geç depresyona ve toplumsal yozlaşmaya sebeb oluyor. Detaylı istatistiklere, vaka hikâyelerine ve kamuoyu araştırmalarına dayanan kitapta, narsisizmin en az obezite kadar sık rastlanan bir hastalık olduğuna dikkat çekiliyor. Başlıca sebepleri arasında ben-merkezli çocuk yetiştirme tarzı; Facebook, Youtoube, Twitter gibi kişinin ‘egosunu parlatıp vitrine çıkardığı’ iletişim araçları, bankaların leblebi çekirdek gibi dağıttığı krediler ile ‘parlak yaşam tellallığı’ yapan boyalı medya organları yer alıyor. Çok güzel, yetenekli, dolayısıyla da her şeyin en iyisine layık olduğuna dair gerçek dışı bir inanca sahip olan narsist kişi; sevgi, fedakârlık, yardımseverlik gibi değerlerle hiç ilgilenmiyor. İstekleri gerçekleşmeyince ise agresifleşiyor ve şiddete başvurabiliyor.
![]() |
Asrın Vebası: Narsisizim İlleti |
Ülkemizde de geniş ilgi gören Ben Nesli kitabının yazarı Jean Twenge, ‘Asrın Vebası: Narsizm İlleti ‘kitabında modern toplumlarda süratle yayılan narsisizim hastalığını mercek altına alıyor. İnsan ruhunun fast food’u diye tanımlanan narsisizm, kısa vadede kişiyi mutlu ediyormuş gibi görünse de er ya da geç depresyona, toplumsal yozlaşmaya, hatta küresel ekonomik krizlere neden oluyor. Detaylı istatistiklere, vaka hikâyelerine ve kamuoyu araştırmalarına dayanan kitapta, narsisizmin en az obezite kadar sık rastlanan bir hastalık olduğuna dikkat çekiliyor. Başlıca sebepleri arasında ben-merkezli çocuk yetiştirme tarzı; Facebook, Youtoube, Twitter gibi kişinin ‘egosunu parlatıp vitrine çıkardığı’ iletişim araçları, bankaların leblebi çekirdek gibi dağıttığı krediler ile ‘parlak yaşam tellallığı’ yapan boyalı medya organları yer alıyor.
Çok güzel, yetenekli, dolayısıyla da her
şeyin en iyisine layık olduğuna dair gerçek dışı bir inanca sahip olan narsist
kişi; sevgi, fedakârlık, yardımseverlik gibi değerlerle hiç ilgilenmiyor.
İstekleri gerçekleşmeyince ise agresifleşiyor ve şiddete başvurabiliyor.
Felsefi kökeni Descartes’in ‘dualist’ (ayrımcı) düşünce tarzına, Freud’un
‘korku veya hazzın esiri’ olan insan tasavvuruna ve ben-merkezli tüketici
toplumunun mimarı olan pazarlama ve halkla ilişkiler kuramlarına dayanıyor.
Özgüvenli görünen ama aslında narsisizmin
getirdiği bir ego şişmesi yaşayan yeni neslin realist bir tarafı yok. Onlardaki
bu kaygı, öfke olarak; narsisizm ise yalnızlık olarak topluma yansıyor. Bu
ciddi bir küresel sorun, tsunami dalgası gibi tüm dünyaya yayılıyor. Türkiye’de
de bunu istatistiksel olarak görebiliyoruz. 80’li yıllarda özgüvenin
desteklenmesinin önemini vurgulayan eğitim sistemi, Türkiye’de de uygulandı. Şu
an büyük şehirlerdeki genç nesil, Twenge’nin kitabında anlattıklarıyla aynı
durumda.” (1)
Türkiye Benötesi Psikolojisi Başkanı,
Psikiyatr Dr. Mustafa Merter kitaba yazdığı önsözde şu tesbitlerde bulunmuş:
“2006 yılında Ben Nesli kitabı ile çok
çarpıcı bir şekilde ABD’deki ergenlerin son 50 yılda yaşadıkları değişimi ve bu
değişimin dünyaya yansımasını vurgulayan Amerikalı psikolog ve yazar J.M.
Twenge, 2009 yılında meslektaşı ile müşterek yayımladığı bu yeni kitabında
genel olarak yetişkin ve ergenlerdeki narsisizm fenomenini ele alıyor. Dört
bölümden oluşan kitabın birinci bölümü narsisizm tanısına, ikinci bölümü
nedenlerine, üçüncü bölümü belirtilerine, dördüncü bölümü de bu hastalığın geleceğe
yönelik tahmini gidişatına ve tedavisine odaklanıyor.”
“Tanı bölümünde narsisizm öncelikle,
sağlıklı öz güvenli kişilik yapısının (gerçek anlamda sevgi alışverişi
yapabilen) ters kutbunda bulunan, aşırı ‘öz saygı’ akımı ile bağlanıyor.
Amerikan terbiye ve eğitim sisteminin temel yapı taşlarından birisi, son 50
yılda gençlere doğuştan değerli, eşi bulunmaz ve her şeye layık olduklarını
işleme teması üzerine kurulmuş. Gençler bedelini ödemeden, çabalamadan her
şeyin en güzelini, en mükemmelini hak ettiklerine inanmış veya inandırılmışlar.
Aşırı öz saygı duygusunun yanı sıra, tanıyı güçlendiren diğer özellikler;
iddiacılık, dediği dediklik, ikili ilişkilerde sürekli üstün olma arayışı ve
her konuda benmerkezcilik.”
“Kitabın ikinci bölümünde, artan genel narsisizmin
nedenleri araştırılıyor ve yukarıda belirttiğimiz gibi, aile içi anti otoriter
eğitim sistemi eleştiriliyor. 1960’lardan itibaren, özellikle1980 ve 1990’lar
arasında çocuklarda anne baba otoritesine itaat, anlamlı bir düşüş gösteriyor.
Bu müsamahakârlığın yanı sıra, ABD medyasının, ‘helikopter anne babalar’ diye
mecazi olarak tanımladığı, aşırı koruyucu anne baba modeli de ağır basıyor.
Daha da ötesi, 1970’lerden itibaren pedagog ve psikologlar tarafından
oluşturulan ‘ebeveyn etkinleştirme uygulaması.(PET) Bu eğitim anne
babalara,’siz aslında onlardan (çocuklardan!) daha fazla bilmiyorsunuz,
beyazların siyahlara yaptıkları gibi ırk ayrımı yapmayın’ mesajını veriyor.
Mesela küçük ayrıntılarda olduğu gibi, önemli ailevi kararlar alınırken de
çocuklara eşit söz hakkı tanınması tavsiye ediliyor. Bu durum, çocuğun, eşit
sorumluluk taşımadan ve bedelini ödemeden, sanki doğuştan gelen bir söz hakkı
olabileceği iddiasına, bir başka deyişle ukalalığına yol açıyor. Twenge ve
Campbell böyle bir terbiye sistemini; narsisizmi, hatta alkol ve uyuşturucu
bağımlılığını tetikleyen en önemli faktörlerden birisi olarak görüyorlar.
2000’li yıllarda çocuklar, anne babalarının aynı yaşlarda harcadıkları miktarın
%500 fazlasını harcıyorlar.
Aile içi terbiyenin yanı sıra, ABD’deki
eğitim sistemi de aşırı övgü üzerine kurulmuş, öğrenciler okullarda hak
ettiklerinden fazla not alıyorlar. Tüm sistem sürekli ‘siz aslında
mükemmelsiniz, her şeyin en iyisine layıksınız, istediğiniz her şeye ulaşabilme
potansiyeliniz var’ mesajlarını veriyor. Terbiye ve eğitimin yanında
narsisizmi körükleyen diğer önemli bir tesir, özellikle ünlüleri ideal insan
modeli olarak sunan medyadır. Yazarlar, medya kuruluşları tarafından ısrarla
yayınlanan, sansasyonel dedikodu programlarını, filmleri ve reality şovları,
narsisizm virüsünün ana yayılım yollarından birisi olarak görüyorlar.”
“Yine narsisizmi hızlandıran bir diğer
unsur ise internet kullanımıdır. Blog’lar, YouTube ve MySpace gibi uygulamalar
bir tür ‘bana benim alanımdan bak’ mantığını güden ‘benim alanım nesli/ MySpace
generation’ oluşturuyor. Bu mantık; ‘sürekli eğlenmeliyim, sahip olduğunla
böbürlen, tüketmek başarı demektir, mutluluk dediğin şey cinsellikte yatar’
düşünce ve davranış tarzlarını getiriyor. İnternet üzerinden kurulan sanal
ilişkiler; gerçek, samimi, karşılıklı özveri üzerine oturması gereken derin
ilişkileri sığlaştırıyor, sahteleştiriyor. Bunun ağır bedeli ise çokluk içinde
yalnızlık.”
“Narsisizmi körükleyen bir diğer
beklenmedik, şaşırtıcı etki ise ekonomi alanından geliyor: Bankaların kolay
kredi ve kredi kartı sistemi. ‘Ben her şeyin en iyisine layığım’ mantığı, doğal
olarak insanları, imkânlarının ötesinde harcamaya itiyor. ABD’de 35 yaşının
altında olanlar, kazandıklarının %16’sından daha fazlasını harcıyorlar ve tüm
borç miktarı, 2,5 trilyon USD!”
“Yine bu bölümde yazarlar ünlü olma
arayışı ile sivil itaatsizlik, rezillik ve kriminalite arasında bir bağlantı
kuruyorlar. Örneğin, özellikle bazı liselerde görülen kitlesel cinayetleri,
narsisizmin temelinde yatan aidiyetsizlik, yalnızlık, değersizlik, kaygı ve
öfke ile beraber değerlendiriyorlar. Çoğu kitlesel cinayetlerde katil, ünlü
olabilme arayışı ile öldürüyor, medyada bu oyuna gelip rating uğruna katili
amacına ulaştırıyor. Yine paradoksal olarak öz saygı ile saldırganlık arasında,
anlamlı bir ters ilişki var; kişi kendisini değerli hissettiği oranlarda daha
saldırgan oluyor.”(Sh: 15)
“Nasıl oldu da dünya ve insanlık bu
hallere düştü sorusunu sorarsak, Twenge’nin bir önceki Ben Nesli kitabında da
arz ettiğimiz gibi yönelebileceğimiz tek adres var, 18. Yüzyılın ikinci
yarısından sonra usulca tüm dünyayı bir felaket gibi saran ‘aydınlarıma’ sözde
medeniyet hareketi. Descartes’ın rasyonalizmi, Locke’nin liberalizmi, Comte’un
pozitivizm ve ampirizmi, Holyoake’nin sekülarizmi, Darwinizm, Marksizm,
Freudianizm ve diğer izm’ler hep aydınlanma paradigmasının ürünleridir.
Hepsinin ortak paydası, ilahi vahiy mesajını açıkça veya satırlar arasında
reddeden din karşıtı, mağrur, kendi akıllarına tapan tutumlarıdır. Bu ‘izm’
hastalıkları aslında sahte dinlerdir ve her ‘izm’ kendisine sahte bir peygamber
yaratmıştır. Topluma nufûz etmeleri ise İttihat ve Terakki gibi cemiyetler,
sahte cemaatler ve tarikatlar vasıtasıyla gerçekleşir. Binlerce senelik insanlık
maneviyat birikimi küçümsenir, ilahi vahiy mesajı alaya alınır, ahlaksızlık bir
erdem gibi sunulur. Kaptan olmadan varlık denizine açılınınca da ‘bunu Tanrı
bile batıramaz’ denilen ‘Titanik’ sonunda buzdağına çarpar. Hırs, israf, gurur,
kibir, şehvet ve hased; dinin denetimi devreden çıkınca artık kontrol edilemez
hale gelir ve insan, 200 sene kadar kısa bir zaman içinde dünyayı mahveder.
Buzullar erir, ormanlar yok olur, atmosfer delinir. Ama maddi dünyadaki
felaketlerin yanı sıra sahte dinlerin, diğer dinlerin aksine insan psikolojisi
üzerinde çok yıkıcı bir başka tesiri daha vardır. Bilinçdışında devasa
oranlarda öfke birikimine neden olurlar çünkü ölümle baş edemezler.
Ölüm korkusu, doğduğu andan itibaren
insanın en temel korkusudur ve bu korku, kabullenmesi zor olduğu için, bilinç
dışına atılır. Psikolojik açıdan değerlendirirsek bütün dinlerin temel
faydalarından birisi, insanı, kendisini gölgesi gibi izleyen ölüm korkusu ile
barıştırmaktır. Hakk din, insanı ölümle yüzleşmeye ve sonraki hayata, vicdanı
müsterih bir halde adım atmaya hazırlar. Sahte din kişiyi bu sonuca
götüremediğinden o sözde ‘dinin’ takipçileri bilinç dışında, farkına varmadan
devasa boyutlarda kaygı ve metafizik gerilim taşırlar. Kendilerini kurtarmayan
sahte din ve peygamberden, farkına varmadan, için için nefret etmeye başlarlar.
Ama bu öfke, kendi kendini inkâr etme manasına geldiği için kabullenilemez.
Öfke ve nefret, esas kaynağından yer değiştirir ve kaygıya göre daha rahat
ifade edilebildiği için nefret, hem dünyaya hem de gerçek dinlere ve dindarlara
yansıtılır.”
“Hem tüketim toplumunun tüket/yok et
psikolojisi açısından analizi hem de bütün dünyada, özellikle de ülkemizde
görülen İslam düşmanlığının kökleri, bu kaygı/nefret ikilisine uzanır.
Ontolojik olarak yükselme umudunu yitirmiş, yaşarken ölmüş, bulunduğu nefs
mertebesinde sıkışıp kalmış zavallı insan, bir yandan kendini orada hapis eden
sahte inanç ve ideallerden nefret ederken, bir yandan da artık o kaba sığmayan
öfke/nefret enerjisini eşya ve insan üzerine yöneltir. Bu nefret aslında trajik
bir imdat çağrısıdır.
Netice olarak aydınlanma hareketinin derin
mantığını anlamadan ne küresel ısınmayı ne kapımızdaki ekolojik felaketi ne de
insanın, özellikle de gençlerin trajik çözülmesini anlayabiliriz. Evet,
aydınlanma hezeyanının çağımızdaki en belirgin göstergelerinden birisi olan
‘narsisizm vebasının’ ABD’deki genel gidişatı bu halde. Ama dünyaya yansıması,
özellikle de ülkemizdeki durum üzerine acilen ciddi ve geniş kapsamlı
araştırmalar yapmak gerekiyor. Her geçen gün daha yıkıcı bir şekilde dünyaya
yayılan bu küresel çapta cinnet karşısında ya trajik bir kinizmle hiçbir şey
yapmadan durumu izleyip kendimizi yüzeysel yaklaşımlarla avutacağız ya da
teşhisi koyup acil olarak önleyici tedbirler alacağız.”
Yazarın farklı noktalarda göze çarpan
tesbitlerine göz atalım:
“Amerikalılar yüksek öz saygı, kendini
ifade etme becerisi ve ‘kendini sevme’ kavramlarını göklere çıkaran bir toplum
yaratmaya çalışmakla, farkında olmadan daha çok sayıda narsist ve hepimizde
narsist davranışları ortaya çıkaran bir kültür yarattılar. Bu kitap, Amerikan
kültürünün kendine hayranlıktan yola çıkarak, bütün insanlığa bulaşma tehlikesi
arz eden yıpratıcı bir narsisizm salgınına kadar varan yolculuğunun
kronolojisini ortaya koymaktadır.”
“Narsisizm sözcüğü bir Yunan
söylencesi olan, âşık olacağı birini aramak üzere yola çıkan yakışıklı genç
Narkisos’tan geliyor. Efsaneye göre, güzel su perisi Eko, Narkisos’a âşık olur
ve onun söylediği her şeyi tekrarlar ama Narkisos onu reddedince gözden
kaybolur. Narkisos kusursuz bir eş aramayı sürdürür, ta ki bir gün suda kendi
yansımasını görene kadar. Narkisos kendi yansımasına âşık olur ve ölene dek
gözlerini ondan ayırmaz. Nehir kıyısında tam o noktada, nergis olarak bilinen
çiçek biter. Narkisos efsanesi, kendine hayranlık trajedisini tam olarak
yansıtıyor. Çünkü Narkisos, kendine duyduğu hayranlıkla donar kalır ve kendisi
haricinde kimseyle bağlantı kuramaz ve narsistliği, başkalarına da zarar
verir.”
“Tipik bir narsistle, yalnızca öz saygısı
yüksek olan biri arasındaki başlıca fark şudur: Öz saygısı yüksek olan ve
narsist olmayan kişi, ilişkilere değer verir fakat narsist vermez. Sonuç;
özünde dengesiz bir kişilik ve gösterişli, şişirilmiş bir benlik bilinci ile
başkalarıyla derin ilişkiler kurma yoksunluğudur.”
“Narsistler sıcak ve şefkat dolu
ilişkilere değer vermezler; amaçlarına ulaşmak için, genellikle insanlara
kendilerini iyi hissettirecek ve dışarıya iyi gösterecek araçlar olarak bakarak
onları yönlendirip sömürmekte bir sakınca görmezler.”
“Otoriteyi küçük çocuklara bırakan, onlara
hak etmedikleri methiyeler düzen, onları öğretmenlerinin eleştirilerinden
koruyan, onlara pahalı otomobiller alan ve özgürlük tanırken beraberinde
sorumluluk vermeyen anne babaları giderek daha sık görüyoruz. Kısa zaman öncesine
dek çocuklar patronun kim olduğunu bilirlerdi. Patron, anne ve babaydı. Ve anne
ve baba, sizin ‘arkadaş’larınız değil, ebeveynlerinizdi. Ebeveynlikte görülen
bu ani ve köklü değişimin kaynağı, temel bir değer haline gelmiş olan kendine
hayranlık ve olumlu duygulardır. Geçmişteki, anne babasının onayını almak için
çabalayan çocuklar idealinin tam aksine, anne babalar çocuklarının onayını
almak istiyorlar. En azından kısa vadede çocuklar, isteklerine boyun eğen anne
babaları severler. Çocuğunuza istediği şeyi vermemek ve karşılığında ‘Senden
nefret ediyorum’ dediğini duymak, hoş bir duygu değil. Yakın zamana kadar anne
babalar, geri çekilmeyerek bu duygu fırtınalarıyla baş etmeyi kendi
sorumlulukları sayıyorlardı. Bugünün anne babalarıysa bunun yerine, biraz da
kitap ve makalelerin etkisinde kalarak, çocuklarını öz saygıları ve kendine
hayranlıkları yüksek şekilde yetiştirmeye çalışıyorlar. Ne yazık ki
ebeveynlerin öz saygıyı yükselttiğini düşündükleri şeylerin çoğu aslında
narsisizme yol açıyor.”
“Amerika’da anne babasının otuz yıl
öncesine kıyasla daha katı olduğuna inanan birini zor bulursunuz. Gerçekte
herkes, anne babaların artık çok daha yumuşak huylu olduklarında hemfikir.
Artık her zaman körü körüne itaat beklemememiz iyi bir şey ama çocuklarımız bize
itaat edeceğine biz onlara itaat edecek şekilde dümeni biraz fazla kırdık.”
“Kindlon, çocuklara aşırı müsamaha
gösterildiğinde, bunun yedi ölümcül günaha benzeyen sonuçlara; kibir, öfke,
kıskançlık, tembellik, oburluk, şehvet ve açgözlülüğe yol açtığını ileri
sürmekte. Yedi ölümcül günah, narsisizmin belirtilerinin kısa bir özeti
elbette.”
“Bir iki nesil önce, anne baba ile çocuğun
rolleri gayet iyi tanımlanmıştı ve yetkili olan anne babaydı. Nokta! Fakat
bugün birçok anne baba, otorite figürü olmaktan rahatsızlık duyuyor.
Çocuklarının kendilerine saygı
duymalarındansa kendilerinden hoşlanmasını ve sert anne baba olmaktansa çocuğun
arkadaşı olmayı yeğliyorlar. Bu eğilim, 70’li yıllarda anne babaların aslında
çocuklarından fazla bir şey bilmediklerini ileri süren PET (Aile Etkinlik
Eğitimi) gibi kitaplarla başladı. Kitabın anne babaların çocuklarının her
istediklerini yapmalarına izin vermemeleri gerektiğini açıkça belirtmesine
karşın, benzeri pek çok ebeveynlik kılavuzunun içinde, anne baba ve çocuk arasındaki
eşitliği teşvik eden ilk kitaptı.”
“YouTube’u kuranlar, esasında bu
sitenin video paylaşımı için kolay bir yol olmasını amaçlamışlardı. (Örneğin;
akrabalarınızın izleyebilmesi için, ilk adımlarını atan çocuğunuzun yürümesini
gösteren bir video yayınlamak gibi.) Ama YouTube’un büyük bölümü ya yayınlanmış
televizyon klipleri, ya da kendilerini göstermek veya dikkat çekmek isteyen
kişilerden oluşuyor. Odalarında keşfedilmek umuduyla şarkı söyleyen 20 yaşından
küçük kızların çok sayıda videosu var, bir o kadar çok sayıda da ilgi çekme
veya şöhret olma çabasıyla gerçekten aptalca şeyler yapan kişi var. Şöhret
takıntılı bir kültürde, YouTube bunu aramanın en yeni yolu.”
“Narsisizm resmin içine gizlice süzülüyor.
Öncelikle internet; hayal dünyası ilkesinin, gerçeklik ilkesini gölgede
bırakmasına izin veriyor. Olmadığınız kişi olmanızı kolaylaştırıyor ve bu
alternatif kişilik (persona) genellikle daha iyi, daha havalı ya da daha çekici
oluyor. İkincisi, internet iletişiminin büyük bir bölümü, dikkati kişinin yüzeysel
yönlerine çekerek görüntüler vermek ve kısaca kendini tanıtmak yoluyla oluyor:
(özenle çekilmiş) fotoğrafınız, eğlendirici esprileriniz, tanıtım yazınız.
Üçüncüsü; dikkat çekme heveslisi kişiler, YouTube, bloglar, gazetelerin yorum
köşeleri ve fotoğraf değerlendirme siteleri yoluyla internette çok büyük bir
izleyici potansiyeline ulaşma imkânı buluyorlar. Tüm bunlar narsisizmi teşvik
ediyor.”
“İnsanlar bütün bunları yaşayıp, ipotek
kredileri almak nihayet biraz daha zorlaştığı zaman bile kredi kartına
borçlanmak hala çok kolaydı. Amerikalılar 1930’lardaki Büyük Bunalım’dan beri
ilk kez, 2005 yılında kazandıklarından daha fazla para harcadılar. Bu, her
zaman böyle değildi. 1980’lerin başında Amerikalılar gelirlerinin yaklaşık
%12’sini biriktiriyorlardı. Bugün 35 yaşın altındakiler, kazandıklarından %16
daha fazlasını harcıyorlar.”
“Güney California’da ve diğer pahalı ev
piyasalarında alışılmadık krediler, genellikle küçük bir daire bile olsa,
sadece bir ev almak isteyen kişiler tarafından kullanılıyor. Ama mutlaka 325
metrekare, granit tezgâhlı bir evleri olması gerektiğine inanmış orta sınıf
mensupları arasında da maddi hayallerine ulaşabilmek için kolay kredi kullanmak
çok yaygın. Günlük yaşam için ‘vazgeçilmez’ olan maddi varlık standardı her
geçen yıl yükseliyor gibi görünüyor. Tabii şimdi çoğu banliyö konutlarında üç
ya da dört yahut en az iki banyo var ve sadece iki çocuklu olan birçok aile,
110 metrekarelik bir evi çok küçük buluyor. Ev sahibi olmak yetmiyor; büyük bir
ev olması şart, tercihen 230 metrekarenin üzerinde ve her çocuğun kendi odası
-hatta banyosu olacak kadar büyük olmalı. En azından çoğu orta sınıf ailede,
çocukların odanın ortasına bant çektikleri ya da kardeşlerinin banyodan çıkması
için bağırdıkları günler çok gerilerde kaldı. Çok sayıda banyonuzun ve krom
kaplamalı armatürlerinizin olması çok güzel ama narsisizm epidemisi bizi,
bunlara sahip olmayı hak ettiğimize- hem de hemen hak ettiğimize ikna etti -ve
kolay kredi, görkemli bir çocukluk hayali olarak kalması gereken şeyleri gerçek
kıldı. Ulusal Konut Müteahhitleri Birliği’nin verileri, son 35 yılda aileler
küçülse bile konut boyutlarının %66 oranında büyüdüğünü gösteriyor.”
“Mevcut narsistik kültürümüz. ‘Gösteriş
yapamadıktan sonra zengin olmanın ne anlamı var?’ diye düşünüyor. Ancak pek çok
milyoner, servet sahibi olmanın kendilerine özgürlük duygusu, yani zengin
görünmenin geçici hazlarından daha ağır basan bir duygu verdiğini söylüyor.”
“Çocuklarınıza özelsin demeyin. Onları
sevdiğinizi söyleyin. Bu şımarık ve narsist bir çocuk yetiştirmeye karşı çifte
koruma sağlar, böylece özel muamele beklentileri yerine duygusal açıdan yakın
bir ilişkiyi vurgularsınız. Anne babaların ve toplumun rolleri, çocuklara
dünyanın etraflarında dönmediğini anlamalarına yardım etmek olmalı. Birer anne
baba olarak insanın çocuğunu körü körüne sevmesinin ne demek olduğunu biliyoruz
ve kızlarımızın onları sınırsız sevdiğimizi bilmelerini istiyoruz. İşte onlara
narsist olmayı öğretmek istemememizin nedeni de tam olarak bu.”
Son dönemde Türkiye’yi meşgul eden yurt
içi ve yurt dışı kaynaklı ‘Gezi Parkı Komplosu’ vesilesiyle birkaç hususu
hatırlatmakta fayda görüyoruz.
28 Şubat Süreci ve sonrasını farklı
yönlerden değerlendirmek mümkündür. O dönem gerçekleştirilen baskılar sonucu
birçok dernek, vakıf ve hizmet grubu ya dağılmış ya da dağılma noktasına
gelmiştir. Özellikle de gençlik çalışmaları ciddi zaafa uğramış, bir başka
ifadeyle nesiller arasındaki bağ kopma noktasına gelmiştir. Süreç sonrasında bu
alanda ayakta kalan neredeyse tek yapının, mü’minleri temsil kabiliyetinden
uzak olması meselenin değerlendirilmesi gereken bir başka boyutudur. Nesiller
arasındaki bu bağın tüm boyutlarıyla tekrar tesis edilmesi noktasında
problemler yaşamakta olduğumuz hepimizin malumudur.
Bu bağlamda kayıp geçen on yılın
faturasının, önümüzdeki dönemlerde çok daha büyük problemler olarak karşımıza
çıkacağı düşünülebilir. AKP kadroları problemi fark etmiş ve son birkaç yıldır
çözüm arayışlarına girmiş görünmektedir. İktidarın eğitim konusundaki
icraatları en zayıf olduğu noktaların başında gelmektedir. İktidar,
yavrularımızın, akademik gelişim ve kariyerine odaklanmış, bu noktada da
istenilen elde edilememiştir. Fakat asıl problemli olan husus yetiştirmeyi
planladığı insan modelinin mahiyetidir.
Öğrenci Merkezli (!) eğitimden geçen bir
çocuk ya da gencin kendini dünyanın merkezinde vehmetmesinden daha doğal ne
olabilir.
Çocukların karakterinin şekillendiği
yıllarda, çalışan ile çalışmayan arasında bir fark olmadığını çocuklara
öğretebilmek için, sınıfta kalma sistemini ortadan kaldırmaktan daha güzel bir
yöntem bulunabilir mi? Nesiller tembelleştirilmektedir.
İlk ve orta öğretimde disiplin
yönetmeliğinin pratikte bir karşılığının olmaması meselenin bir başka
boyutudur. Eğitim bir anlamda ödül ile ceza arasındaki denge üzerine
kurulmuştur. Ceza kavramının neredeyse karşılığının olmadığı bir eğitim
anlayışının ortaya çıkarabileceği problemler, tanıtmaya çalıştığımız kitabın
ele aldığı temel konulardandır.
Son dönemlerde bu camia içerisinde ve
muhtemelen iyi niyetle ortaya konan çalışmalarda göze çarpan bir hususa
değinmekte fayda görüyoruz. Üzülerek ifade etmeliyiz ki okullarda
karşılaştığımız problem yetmiyormuş gibi bir de eğitim üzerine yazılan
kitapların bir kısmında ortaya konan temel yaklaşım Batıda ve özellikle ABD’de
1960’lı yıllarda ortaya çıkan eğitim anlayışının bir çeşit yansımasından
ibarettir. İşin çok daha vahim tarafı ayet ve hadislerle delillendirilmeye
çalışılan bu anlayışın okurlarca sorgulanamamasıdır.
Tanıtmaya çalıştığımız kitabın ‘Gezi Parkı
Komplosu’nun bir başka yönünü fark etmemize vesile olması temennisiyle…
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı:272
/ Temmuz 2013
__________________
1- Psikiyatr Dr. Mustafa Merter -Gençlerdeki Yozlaşma
Türkiye’yi de Vurdu, AKŞAM Gazetesi, 26 Nisan 2009