İnsanların yeryüzünün halifesi olduğunu esas alan İslâm dini ile onları potansiyel suçlu olarak değerlendiren modern hukuk, gündüz ile gece gibi birbirinden farklıdır. Günümüzde lâiklik ideolojisini sivil din gibi dayatan modern-ulus devlet anlayışı ‘insanların giyimlerinden düşüncelerine, inançlarından ibâdetlerine ve hatta sevgilerinden nefretlerine kadar’ her şeyi dizayn eden bir müessese haline gelmiştir. Hevâlarını ilâh edinen ve münzel kitaba dayanan bütün dinleri mahkum eden modern zorbalar, aile medeniyetini ortadan kaldırmak için bütün imkanlarını seferber etmişlerdir. Bilindiği gibi İslâm Fıkhı’nda nikâh; hem imana dayanır, hem insan neslinin devamına vesile olan bir muameledir. Evlenen insanların velâyet hukukunu muhafaza etmeleri ve İslâm’ın temel hedeflerini gerçekleştirmek için birbirleriyle yardımlaşmaları gerekir. Prof. Dr. Saffet Köse’nin kaleme aldığı ‘Genetiğiyle Oynanmış Kavramlar ve Aile Medeniyetinin Sonu’ isimli eser, içinde bulunduğumuz hâlin tahlili açısından önemlidir.
Genetiğiyle Oynanmış
Kavramlar ve
|
Modernlik ve Sorunları
“İnsan görmüyor mu ki,
biz onu (nasıl) bir
nutfeden yarattık! Ki (o) hemen apaçık bir düşman
kesiliyor” (Yâsîn, 36/77) ayeti
modern insana çok yakışıyor: Çünkü o, Tanrının tahtına kurulmuş, O’na meydan
okurken nefsinin / hazlarının tutsağı olmuş, sahte mutluluk içinde kendinden
geçmiş şımarık bir zavallı görünümünde: ‘Hele şu hevalarını ilah
edinene bak!’ (Furkân, 25/43; Câsiye, 45/23).
Modern insan, zevklerinden zaruri
ihtiyaçlarına varıncaya kadar tercihlerini fark ettirmeden başkasının
belirlediği, bir başkasınca programlanan, kendi kendisini denetleme yetisi
elinden alınmış, üretim-tüketim girdabı içinde tükenmiş bir varlık. Müslüman da
ya Müslümanca düşünme melekesi zaafa uğramış ya da düşünse de zayıf karşılık
bulan bir konumda.
İşte Kur’ân-ı Kerîm’in cevabı: “Allah’a
isyan içinde hayatı dünyadaki zevklerden ibaret görenlerin dönüp dolaşıp
varacağı yer cehennemdir. Rabbinin huzuruna çıkacağı günün heyecanını yaşayan
ve bayağı zevklerinin esiri olmaktan kendisini tutabilenlerin varacağı yer ise
cennettir.” (Naziat, 79/37-41).
Modernlik, dinî olarak günah, ahlaki
olarak ayıp sayılan ne varsa dönüşüp normalleştiği, günahı günah, ayıbı ayıp
saymanın garipsendiği, alaya alındığı ve dışlandığı bir dünyanın inşasıdır. Bu
yönüyle modernlik yeni dünyanın yeni dinidir. Burada haz ve hızı sınırlandıran
bütün manevi güçler devre dışıdır.” S.18
“Modernite ile gelen değişimin en büyük
etkisinin Allah-insan ilişkisinde yani din-hayat arasındaki bağlantıda ortaya
çıktığını, bunun da dinin mabede hapsedildiği bir dünyanın inşa edilmesiyle
sonuçlandığını belirtmeliyiz.
Çünkü modernitenin meydan okuduğu ve zafer
kazandığı alan dindir.
Modernleşme / çağdaşlaşma süreci,
insan-din ilişkisi bakımından iki olumsuz sonuç doğurmuştur: Birincisi dindar
insanlarda zihinsel bir parçalanma meydana gelmiş, bir açıdan dinin gereğini
yerine getirip diğer açıdan dine aykırı tercihlerde bulunulabilen belki siyaset
ve hukuk alanında din ayrı dünya ayrı, sosyal ve bireysel hayatta da onun yeri
ayrı bunun yeri ayrı ikilemine dayalı bir zihniyet dünyası kurulmuş ve ona
bağlı bir yaşam biçimi doğmuştur. Sanki Kur’ân-ı Kerîm’in: ‘Yoksa
siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?’ sorusunun
muhatabı olan bir Müslüman tipi ya da: ‘Bir kısmına inanırız ama bir
kısmına inanmayız.’ diyenlerin görüntüsünü veren bir dindarlık
biçimi ortaya çıkmıştır. Paket genellemeler her zaman sorunlu olsa da en
azından bazı günümüz Müslümanı için günlük hayattaki eylemlerinde belirleyici
olanın dinî değerlerden ziyade o işin seküler toplum tarafından oluşturulmuş
ilkelerinin ya da iş hayatında vahşi kapitalizmin rekabet kurallarının
geçerlilik arz ettiğini ve meşruiyet kazandığını söylemek pek hatalı
gözükmemektedir.
İkinci olarak modernlik etkili araçlarıyla nesilden nesile,
kuşaktan kuşağa dinin zayıfladığı bir sürecin belirleyicisi olmuştur. Nitekim
yaşantısı ve duruşu samimi dindarlığını gösteren hatta din hizmetlerinde
görevli bulunan bazı anne-babaların çocuklarının nişan veya nikâh ya da düğün
merasimlerinde yahut üniversite mezuniyet törenlerindeki modern görüntüsü bu
konuda bir ipucu verebilir.” (S.21)
“Aile, dinin sadece ilkeler düzeyinde
değil ayrıntılarıyla da belirleyici olduğu kurumların başında yer alır. Ailede,
modernite-din geriliminin yüksek seyretmesinin nedeni budur. Bu çatışma
ortamında, süreç dinin aleyhine işlemiş, bu çatışmanın aile üzerindeki etkisi
sarsıcı olmuştur. Çünkü ailenin kurucu unsuru olan nikâh, hukuki anlamda bir
sözleşme olsa da diğerlerinden farklı olarak ibadet nazarıyla bakılan bir
işlemdir. Hatta haramdan koruması, neslin devamını temin gibi fonksiyonlarının
sağladığı dinî-dünyevî faydaları sebebiyle de nikâh, nâfile ibadetten daha
faziletli kabul edilmiştir. Bu düşünce evlenmeyi terk edip nafile ibadetlerle
meşgul olacaklarını söyleyen bazı sahâbîleri uyaran şu hadisle de
desteklenmiştir: ‘Nikâh benim sünnetimdir, sünnetimden yüz çeviren
benden değildir.’
İslâmi kaynaklarda dinî karakteri
sebebiyledir ki aileyi ilgilendiren konular büyük ölçüde helal-haram
kavramlarıyla yapılandırılarak diğer akitlere göre dinî motiflerle bezenmiş
özel yönü ısrarlı bir şekilde vurgulanmıştır, Bütün bunların yanında nikâha o
kadar ibadet rengi verilmiştir ki İslâm âlimlerinin bir kısmı onun değerini
ifade için Hz. Adem’den itibaren meşru kılınıp imanla birlikte cennette de
devam edecek ibadet olduğu tespitinde bulunmuşlardır. Nikâha yüklenen bu anlam
sebebiyledirki bazı fıkıh kitaplarında ona dört ibadetten (namaz, zekât, oruç,
hacc) hemen sonra, akitler ve hukuki işlemlerden (muamelât bahisleri) ise önce
yer verilmiş, yani nikâh bölümü ibadet konularıyla muamelât bahisleri arasına
yerleştirilmiştir.
Bütün kutsal kitaplarda kadın-erkek
beraberliğini meşru kılan tek yolun nikâh oluşu ve aynı zamanda nikâhın,
insanın en zayıf olduğu şehevi gücü disipline eden ve iffeti sağlayan araç
olarak görülmesi; modernliğin ise dini dışlaması sebebiyle nikâhı
değersizleştirmesi, kadın-erkek arasındaki mesafeyi daraltması, cinselliği
bireysel özgürlükler çerçevesinde görmesi hatta bunu ekonominin alanına
çekmesi, dahası arzuları Tanrının tahtına oturtarak Kur’ân-ı Kerîm’in
ifadesiyle ‘heva ve hevesini / arzularını tanrı edinerek’ şehvet
dâhil arzuların serbestçe, hiçbir kısıtlamaya, sınırlamaya bağlı olmaksızın
özgürce tatmini yönünde bir eğilim göstermesi ciddi bir gerilimin ve çatışmanın
fitilini ateşlemiştir:
“Hevâ ve hevesini
kendine tanrı edineni ve hakkı bildiği hâlde / Allah’ın saptırdığı, kulağını ve
kalbini mühürlediği, gözüne perde çektiği kimseyi görmüyor musun? Şimdi onu
Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ ibret almayacak mısınız?
Dediler ki: ‘Hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdır. Ölürüz ve yaşarız” (Câsiye Sûresi:45/23-24) (S.25)
Modernliğin Karakteristikleri ve Modern
Toplumu Doğuran Zihniyet
“İlk insan Hz. Adem’den bu yana dinler,
toplumların hayatında belirleyici unsurlardan birisi belki de en önemlisi
olmuştur. Belki de ilk defa din, kendine muhalif ideolojiler içinde en âciz
hâlini modernitenin meydan okuması karşısında yaşamaktadır. Çünkü modernite,
öncekilerden ayrı olarak insanın zayıf noktalarını, zaaflarını, eğilimlerini,
zevklerini, hazlarını çok iyi tespit etmiş, fark ettirmeksizin âdeta hipnotize
ederek onlar üzerinde bilinçli oynamalarda bulunup kışkırtmış, estirdiği
gizemli ve büyülü rüzgârıyla kendi mistisizmini oluşturup insanı benliğinden
koparmayı başarmıştır. Modern insan, artık kendi kendisinin tanrısı;
hazlarının, zevklerinin esiri; tercihlerini kendi dışındaki aktörlerin
belirlediği, hızlandırılmış yaşantısının maneviyat buhranını kamufle ettiği
sahte mutluluk içinde yüzen âciz bir varlık görüntüsü vermektedir.” S.27
“Büyük sıkıntılar yaşamış olan
Hristiyanlığın İmparator Constantinus’un 313 yılında çıkardığı Milan Fermanı
ile Roma’nın hoşgörüsüne kavuşması, kilise devletine / Tanrı devletine giden
sürecin başlangıcı olmuştur. Çünkü 380’de I. Theodosios ile devletin resmi dini
hâline gelen Hristiyanlık kısa bir süre sonra ona hükmeden kuruma dönüşmüştür.
Bu andan itibaren Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi olarak Ruhânî Otorite
(ruhban sınıfı) Onun adına hareket ederek, din ve devleti beraberce yönetmiş,
kral dâhil herkesi yargılayabilmiş ancak kendisi hiçbir kimse tarafından
sorgulanamamıştır. Kısaca kilise babaları Tanrı gibi hareket edebilmişlerdir.
İnsanlığın dinden nefret etmesine sebep olan bu süreç, Aydınlanma dönemiyle
birlikte sona ermiştir. Kilisenin hegemonyasının geliştirdiği teokratik düzen
ve farklı inanç gruplarına karşı tahammülsüzlüğün getirdiği kavga ve savaşların
beraberinde getirdiği tepki, siyasal alanda laisizmi, kadın karşıtlığı ve
cinsel hayattaki kısıtlamalar feminizm hareketini ve serbest cinsel yaşamı,
sosyal alandaki kısıtlamalar sekülarizmi, bilim karşıtlığı pozitivizmi,
Tanrıdan ve dinden kaçış da hümanizm ideolojisini doğurmuştur. Dinin alanının
daraltılması bir anlamda insanın Tanrı’nın tahtına oturduğu ve ondan bağımsız
olarak dilediğini yapabileceği bir özgürlük ideolojisini de beraberinde
getirmiş ve modernlik bu zihniyetle şekillenmiştir. Bu ideolojinin egemen
olduğu siyasal-toplumsal hayat tarzı, teknolojik imkânlarla da birleşince
eşyaya, insana, varlığa ve dine bakışın tamamen değiştiği, yeni seküler
kutsalların ve dogmatik tutumların geliştirildiği yepyeni bir zihniyet dünyası
ortaya çıkmıştır. Sonuçta, Tanrı’nın yerine insanı, vahyin yerine aklı, dinin
yerine bilimi, mabedin yerine mektebi merkeze alan bir dünya görüşü oluşmuş,
din ve dünyanın karşı karşıya getirilerek çatıştırıldığı bir sürecin sonunda
dengeler bariz biçimde dünya lehine değişmiştir. Böylece bir anlamda insan daha
özel ifadesiyle nefis tanrılaştırılmış, hazların / tutkuların serbestçe tatmini
yönünde çok güçlü bir eğilim meydana gelmiş, kadın bedeni yeniden keşfedilmiş
ve ona ulaşmadaki engeller kaldırılmış, maneviyatın yerini de materyalist
zihniyet almıştır.
İşte modern dünyayı kuran zihniyet bu
kilise karşıtlığıdır. Kilisenin temsil ettiği Tanrı’yı devre dışı bırakan
Aydınlanma düşüncesi bu defa insanı, bilimi, hazzı ve maddeyi
tanrılaştırmıştır.” (S.29)
Modernliğin Kadın Figürü
Üzerinden İnşâsı
“Özellikle Kilise babalarının kadına dair
marjinal görüşleri, fıtrata ters tutum ve davranışları, cinsel alandaki
yaratılış gerçekliğine aykırı kısıtlamaları ve bundan doğan kültürel yapı,
kadını bir başka uca savurarak feminizmin ve kadın haklarının ortaya çıktığı
mücadele sürecini tetiklemiş, modernliğin kadın üzerinden okunmasında etkili
olmuştur.
Sonuç olarak denilebilir ki tarihî süreçte
Yahudilik ve Hristiyanlığın ezdiği kadın, bugün modernliğin öğüten gücü
karşısında bir başka kayboluşu yaşamaktadır. Aradaki fark ise önceki konumuna
isyan eden kadının modern görüntüsünü benimsemiş olmasıdır. Ailenin iki kurucu
unsurundan birisi hatta birincisi olan kadının bu yeni hâli sadece ailedeki
konumunu değil bütünüyle sosyal dokuyu etkilemiştir.” (S.30)
İslâm’ın Kilise Kültürü
Üzerinden Okunması
“Batı tecrübesini olduğu gibi Türkiye’ye
taşıma projesinin mimarı olan aydınların en dikkat çeken tutumları İslâm’ı
kilise kültürü üzerinden okumaları ve Yahudi, özellikle Hristiyan geleneğinin
ortaya çıkardığı sorunların İslâm’da da var olduğu ön kabulüyle hareket
etmeleridir. Bu ön yargının oluşmasında Batıda eğitim görmelerinin ve İslâm’ı,
ana kaynaklarından okuyup anlayabilecek yeterlilikte bir donanıma, birikime,
metodolojiye sahip olamayışlarının etkisi büyüktür.
Batıcılar, Batıdaki gelişmelere paralel
olarak Müslüman dünyanın içinde bulunduğu sorunların aydınlanma felsefesinin
zihniyetiyle aşılabileceğini savunmuşlar ve bu yönde gayret göstermişlerdir.
Bunun temelinde yatan sebep, İslâm’ın modernliğe meydan okuyucu tavrı sebebiyle
ciddi bir engel, önemli bir sorun ve gerçek bir tehdit olarak algılanıp buna
göre tutum geliştirilmesidir. Dolayısıyla zaman içinde İslâm’ı
değersizleştirmeye yönelik projelerin devreye sokulup bu yolda etkili araçların
kullanılmasının ana sebebi budur. Bu süreç hâlâ devam etmektedir.
Batıcıların faaliyetlerinin en dikkat
çeken yönü İslâm’ı modernliğin ürettiği kavramlarla yeniden tanımlayıp
beşerîleştirmek, dinin alanını tekrar belirlemek, böylece içi boşaltılmış,
hayatla bağları koparılmış, Hristiyanlığa benzer, her şeyiyle tartışılabilir
bir din oluşturmaktır. Bazı ilahiyatçıların, modernitenin meydan okuması
karşısında takındıkları kompleksle Batı dünyasının otantik olmayan kendi dini
metinlerini anlamak için ürettikleri bazı yöntemleri (mesela tarihselcilik)
Kur’ân-ı Kerim’e uygulama çalışmaları, zaman zaman modernist zihniyetle
ayetlerin tefsiri, bazı sahih hadislerin inkârı bu değirmene su taşımaktan
başka bir işe yaramamıştır.
İslâmî hükümlerin, kavramların, temel
ilkeler doğrultusunda üretilen kültürel formların tabii ortamından
soyutlanarak, dışarıdan bir bakışla ve bugünden yola çıkarak tarih inşâ etme
(anakronizm) tutarsızlığına aldırmadan ideolojik okumalara tâbi tutulması,
istismar edilmesi, Müslümanların hâkim zihniyetini asla yansıtmayan birtakım
itici uç örneklerle ya da din hakkında nefret uyandıracak figüranlarla gündem
oluşturup İslâm’a karşı linç politikası izlenmesi modernlik projelerinden
birisi olarak hep devrede olmuştur.” (S.38)
Modern Kadının İnşası ve
Toplumun Dönüşümü
“Modernlik kendisini kadın figürü
üzerinden inşa etmiş, kadının sosyal hayatta aldığı rol ve giyimindeki değişim,
çağdaşlaşmanın ölçütü olarak değerlendirilmiştir.
Modernliğin, sembol olarak kadını
seçmesine paralel olarak Cumhuriyet Türkiye’si de aynı yönde çaba sarf etmiş,
muhafazakâr kesimle Batıcılar arasındaki en gergin ilişki de bu alanda
yaşanmıştır. Batıcıların kadınlara çeşitli hakların verilmesi ve dinî
makamların bu konuya karışmamaları yönündeki talepleri bu alandaki çatışmaya
işaret eder.
Türkiye’de toplumsal sorunların oluşumunda
ve bunlara üretilen çözüm önerilerindeki dinamik tartışma ve mücadele ortamı
hâlâ modernlik-gelenekçilik geriliminin devam ettiğini göstermektedir. Uzun
süre gündemi meşgul eden başörtüsü tartışmaları ve millî eğitim politikalarının
önemli bir kısmının İmam-Hatip Liseleri üzerinden tartışılması bu konunun
sıcaklığını ve hassasiyetini göstermesi bakımından önemlidir.” (S.47)
“Kadın üzerinden kışkırtılan cinselliğin
ve serbest cinsel yaşamın post-modem dönemde hem bireysel özgürlük kapsamında
görülmesi hem de ekonominin alanına dâhil edilmesiyle oluşan ilişkiler ağı
modern toplumun ana karakterini oluşturan temel parametrelerden birisidir.
Seksin ekonomik faaliyet olarak görülmesinden sonra da haber doğruysa kayıt dışı
/ merdiven altı fuhuş yapanların vergi açısından maliye tarafından takibata
alınması ilginçtir.
Modern kapitalizmin ağında olmaktan son
derece mutlu olan çağdaş Müslüman kesimin de bu yapıya çabuk adapte olduğunu
söylemeliyiz. Tesettür defileleriyle Hz. Peygamber’in örtülü çıplak ifadesine
aldırmadan diktikleri kıyafetleri pazarlayarak Müslüman sosyeteyi
üretebilmeleri son derece takdire şayan bir başarıdır!
Tesettürün kadın özgürlüğü önünde bir
engel oluşturduğu ve mahremiyet anlayışının gericilik olarak sürekli işlendiği
bir dönemin zihinsel arka planında modernlik paradigmaları vardır. Bu da ailede
ve toplumda kadın-erkek eşitliği, kadın üzerinden kışkırtılan cinsellik ve bu
alandaki gevşeme ya da serbestlik, kadın bedeninin sömürüldüğü ve kadın mahremiyetinin
kaldırılıp gözlerin beğenisine sunulduğu, bir başka ifadeyle gözün bedendeki
sınırının kalktığı bir yapının egemenliğini ifade etmektedir. Kadını beceri ve
üretkenliğinden yararlanmadan daha çok evin sıkıcı ortamından ve koca
baskısından kurtarmayı hedefleyen toplumsal projeler sonucu kadın, tüm toplum
kesimlerinin sömürüsüne açık bir figüre dönüşmüş durumdadır. Bu bağlamda
geleneksel kadın tipinin giyimi ve rolleri değersizleştirilirken yeni bir kadın
imajı oluşturulmaya çalışılmakta ve ‘yeni kadın’ yüceltilmektedir. Bundan
dindar çevrelerin bile etkilendiğini, İslâmî kıyafet demelerinden, tesettür
içinde bile kadın bedeninin çekiciliğini ortaya koyacak giysi tasarımlarından
anlamaktayız. Bu zihniyetle üretilen elbiseye karşı klâsik kıyafet isteyen genç
kızlara söylenen ‘siz anne pardesüsü mü istiyorsunuz’ şeklindeki
ifadeleriyle psikolojik baskı ve sindirme politikası dahi izleyenler ortaya
çıkmıştır. Bu söz, herhâlde dindar kızları gericilikle, çağdışılıkla suçlamanın
müslümancasıdır.” (S.53)
Dinin Alanının
Daraltılmasının Aile Üzerindeki Etkileri
“Evlenecek adayların birbirlerinde
zenginlik, güzellik, asalet gibi az önce bahsi geçen özellikleri aramaları
tabiidir ve bunda bir sakınca bulunmamaktadır. Ancak burada esas sorun, eş
adayındaki özellikleri ya bunlarla sınırlı tutmak ya da bunları öncelemek,
temel hareket noktasını bu tür maddi özelliklerden oluşturmaktır. Kur’ân-ı
Kerîm ve Hz. Peygamber eş seçiminde güzel ahlakın ve dindarlığın öne
çıkarılmasını istemektedir.
“Ve o kullar, ‘Rabbimiz!
İçimizi sevinçle dolduracak / mutluluk verecek eşler ve nesiller bahşet ve bizi
takva sahiplerine önder kıl’ derler.” (Furkân
Sûresi:25/74) ayetinde eşlerin nasıl olması gerektiğine işaret vardır.
Karı-kocanın birbirleri
için elbise olduğu,
(Bakara Sûresi;2/187) takva elbisesinin ise en hayırlı giysi (A’râf
Sûresi:7/26) olduğu dikkate alınırsa, hadislerin de yardımıyla ayetin, güzel
ahlaka sahip, aile içinde kendisini mutlu kılacak, iç zenginliği bulunan,
Allah’ın emir ve yasaklarına gönülden bağlı, kulluk duyarlılığını (takva) hayat
tarzı hâline getirmiş, iffetli, ihtiyaç duyulan işlerde beceriye sahip,
insanlar içinde yüzünü kara çıkamayacak, sarıp sarmalayacak olanlardan
seçilmesini önerdiği sonucu çıkarılabilir. Hz. Peygamber, insanların eş
seçiminde genellikle zenginlik, güzellik, soyluluk (asalet), dindarlık gibi
özelliklere bağlı tercihlerde bulunduklarını ifade ettikten sonra: ‘Sen
dinî değerlere bağlı, ahlakı güzel olanı seç ki tercihin sana bereket ve hayır
getirsin.’ şeklindeki hadisi ayetin açıklaması mahiyetinde görülebilir.
Hz. Peygamber’in kızına talip çıkan velilere yaptığı aynı yöndeki çağrı ve
uyarısı, konunun belirlenmesi ve teyidi açısından önem arz etmektedir: ‘Ahlakını
ve dinî yaşantısını beğendiğiniz birisi evlenmek üzere kızınıza talip olursa
hemen evlendirin. Bunu yapmayıp başka kriterler ararsanız yeryüzünde fitne ve
fesat her tarafı kaplar.’ Buna göre muttaki için aranan yine
kendisi gibi takva sahibi bir eştir ve mutluluğu getiren, sevindiren, iç huzuru
sağlayan da budur. Bunun yapılmaması hâlinde istenmeyen durumların doğabileceği
yönünde Hz. Peygamber’in başka bazı uyarıları da vardır. Konu ile ilgili şu iki
hadisi zikretmek mümkündür:
‘Kadınlarla evlenirken
sırf güzelliklerine bakmayın. Çünkü güzellikleri onları şımartıp helakine sebep
olabilir, rezil edebilir. Sırf, malı-serveti için de evlenmeyin. Çünkü malları
onları azdırıp taşkınlıklarına sebep olabilir. Siz evleneceğinizde dindarlığı
ve güzel ahlakı ölçü alın. Şüphesiz, burnu kesik, kulağı delik, teni siyah
dindar bir câriye hür ve güzel olup bu özelliğe sahip olmayan kadınlara göre
daha faziletlidir.’
‘Kim bir kadınla
kariyerinden / şöhretinden dolayı evlenirse Allah ancak onun kepazeliğini, malı
için evlenirse yoksulluğunu, soyluluğu sebebiyle evlenirse alçaklığını
arttırır; iffeti için evlenenlere nikâhları mübarek olsun, tebrikler onlara.” (S.73)
“İslâm hukukunun iki ana kaynağı Kur’ân-ı
Kerîm ve Hz. Peygamber’in Sünnetine bütüncül bir yaklaşımla bakıldığında
evliliğin ilke olarak mutluluk ve kalıcılık esası üzerine kurulmasının hedeflendiği
görülür. Kur’ân-ı Kerîm’in nikâhı kocanın karısına verdiği mîsâk-ı
galîz / sağlam söz, teminat / sıkı bağ olarak
tavsif etmesi, Hz. Peygamber’in boşanmayı Allah’ın en sevmediği helal olarak
açıklaması, ilk ve ikinci boşamanın iddet içinde yeni bir nikâha gerek kalmadan
doğrudan dönüşe imkân verecek şekilde hükme bağlanması, vefat iddeti bekleyen
kadına yapılacak üstü kapalı çıtlatma hariç iddet içindeki kadına kocası
dışında hiç kimsenin evlenme teklifi bir yana imada bile bulunamaması, evliliğin
kalıcılığına gösterilen özeni ve bu konudaki hassasiyeti ifade eder. Bu
kalıcılık, eşlerin sevinç ve neşe içinde meleklerin karşıladığı bir
törenle/seremoniyle cennete girdikleri ebedî, kalıcı, sonsuz bir sürecin
ifadesidir.” (S. 86)
Cinsel Özgürlük-İffet
Gerilimi Arasında Nikâh
“Nikâhın İslâm nezdinde öyle bir değeri
vardır ki onun ibadet karakteri taşıdığı hususunda İslâm hukukçularının büyük
çoğunluğu hemfikirdir. Bu anlayış, nikâhın bu tür ibadetlere göre az önce
zikredilen ve insanın dünya ve ahireti için son derece önemli olan
fonksiyonlara sahip olmasıyla temellendirilirken evlenmeyi terk edip namaz,
oruç türünden nafile ibadetlerle meşgul olacaklarını söyleyen bazı sahâbîleri
uyaran şu hadisle de desteklenmiştir: ‘Nikâh benim sünnetimdir; kim
sünnetimden yüz çevirirse benden değildir.’ Bu hadis nikâhın değerini
anlatırken aynı zamanda sünnetin nâfileden üstünlüğüne de işaret etmektedir.
Çünkü sünnetin terkine karşı bir va’îd/tehdit söz konusu iken nafilede bu durum
yoktur. Bu sebeple zinaya düşme tehlikesi ortaya çıkmış bir Müslümanın
evlenmesi namaz, hac cinsinden nafile ibadetlere göre daha öncelikli kabul
edilmiştir.
Bütün bunlar da dikkate alındığında
nikâhın diğer akitlere göre dinî motiflerle bezenmiş özel bir yönünün bulunduğu
dikkati çekmektedir. Hatta İslâm âlimlerinin bir kısmı nikâhın değerini ifade
için onun Hz. Âdem’den itibaren meşru kılınıp cennette de devam edecek iki
ibadetten birisi olduğu tespitinde bulunurlar (diğeri iman). Bu sebeple bazı
fıkıh kitaplarında nikâha dört ibadetten (namaz, zekât, oruç, hac) hemen sonra
ve muâmelât bahislerinden önce yer verilmesi yani nikâh bölümünün ibadet
konularıyla muamelât bahisleri arasına yerleştirilmesi bu akdin bir yönden
ibadet, diğer açıdan hukuki işlem (muamele) olmasıyla izah edilmiştir.” (S.114)
“Sonuç olarak nikâhla, nefsi dizginleyerek
zina ve fuhuştan korunmasını, neslin devamını temin, meşreplerin karışmasını
önleme, çocuk terbiyesi, eşlerin birbirlerini fitneden korumaları, iffeti temin
yoluyla ahlakı güzelleştirme ve kalbi arındırma, daha iyi bir şekilde kulluğa
hazırlanma ve çevresini hazırlama, yakınlaırın nafakasını temin gibi
fonksiyonlarıyla sağlamış olduğu dinî ve dünyevî faydalarından dolayı nikâh,
ibadet karakteri taşır ve hatta nafile ibadetten daha faziletlidir. Modernliğin
ise böyle bir derdi yoktur.” (S.116)
Mahremiyetin
Parçalanması ve Kadın Bedeni Üzerinden Cinsel Kışkırtıcılık
“Harem’, ‘hurmet’, ‘mahrem’ aynı
kökten gelen kelimelerdir. Birbirine bağlı ve her birisi diğerinin anlamını
tamamlayan, onu izah eden özelliklere sahiptir. Bu kelimeler yasak, zevce,
saygınlığı olan, kutsal değer taşıyan, ilahi dokunulmazlığı bulunan, rastgele
girilmesi yasak mekân anlamlarına gelmektedir. Mahrem, fıkhî olarak özel bir
anlama sahiptir ve evlenilmesi yasak olanları ifade eder.’ Bununla birlikte
başkasına kapalı olan özel hâlleri ve şeyleri de belirler.” (S.117)
“Modernlik aslında mahremiyeti ortadan
kaldırıp aleniyete döndürme çabasından başka bir şey değildir. Kadının
modernleşmenin sembol figürü olduğu dikkate alınırsa bu noktada kadın bedeninin
öne çıkmasının, operasyonların bu noktadan derinleştirilmesinin bir başka
açıdan anlamı vardır. Modern şehir hayatının mahremiyeti aleniyete dönüştürmede
bir alt yapı oluşturduğunu belirtmemiz gerekir. Sosyal bir politika olarak
şehirleşme ve bireysel tercih olarak şehirli olmayı önemseme, önceleme fark
ettirmeden dönüştürmenin bir yolu olarak doğmuştur.
O hâlde son tahlilde denilebilir ki
cinselliğin bu derece ayağa düştüğü bir ortamda sadece nikâha bağlı bir
ilişkiyi hâkim kılmak, cinsel hayatı insanın yaratılış gerçekliğine bağlı
şekilde disiplin altına almak kolay değildir. Her alanda toplumu kuşatan yozlaşma,
insanın en zayıf olduğu cinsel dürtü ve erotizm sektörü bir araya gelince
aldatmaların ve nikâh dışı ilişkilerin azalacağını düşünmek iyimserlik olur. Bu
durumdan da ailenin olumsuz etkilenmemesi düşünülemez.
İnsanın dilediği her şeyi yapmakta serbest
olduğu, kadın bedeninin erkekler tarafından denetim altında tutulduğu ve bundan
özgürleşme gerektiği yönündeki feminist yaklaşımın güçlü ve yaygın
faaliyetlerinin bulunduğu, kadın merkezli kışkırtıcı cinselliğin abartıldığı ve
bu yolla erkek zaafının ince ince işlendiği, seksüel aktiviteye dair yolların
sonuna kadar açıldığı ve teşvik edildiği, evliliğin bir yük olarak görüldüğü
bir ortamda evliliklerin azalmasından ve basit sebeplerle bozulmasından daha
tabii bir şey olamaz.” (S.130)
Klasik Rollerde Değişim:
Toplumsal Cinsiyet Projesi
“Modern kültür, klasik rolleri ya da
statüleri ciddi şekilde sorgulamıştır. Bu noktada toplumsal cinsiyet
(gender) projesi ile rollerin ya da statülerin verili değil inşâî olduğu yani
toplumsal cinsiyetin biyolojik olarak belirlenemeyeceği sosyo-kültürel olarak
üretileceği fikri önemli bir işlev görmüştür. Bununla rol ve
statülerin kadınlık ve erkeklik normlarına dayalı sabit bir bölümleme olmadığı,
bir başka deyişle geleneksel rol dağılımının yaratılış gerçekliğiyle (fıtrat)
ilgisinin bulunmadığını ve tamamen tarihî dönemin şartlarında oluştuğunu
savunurlar. Bu görüşün temellendirildiği zihniyete göre ‘ev erkeği’ ya da ‘iş
kadını’ şeklinde bir giydirme mümkündür.
Çağdaş dünyada ‘toplumsal cinsiyet’ fıkri
doğrultusunda rollerin dağılımı hususunda hukuki düzenlemelerin yanı sıra bunu
destekleyecek dinamik mekanizmaların da devreye sokulduğu bilinmektedir. Bu
bağlamda sadece yazılı faaliyetler değil görsel medya aktif rol almaktadır.
Tanımlayıcı sembollerde geçişkenlik oluşturulması yani erkeğe ait sembollerin
kadınlarda, kadınlara ait sembollerin erkekler üzerinde sergilenmesi bu amaca
hizmet eden araç görünümündedir. Söz gelimi Batı dünyasında başlangıçta erkek
simgesi olarak kabul edilen pantolon, şapka ve kravatın kızlara giydirilmesi,
kızlara ait bazı süslerin örneğin küpe ya da bayan işareti olabilecek
yüzüklerin erkeklerce takılması, bunların da özellikle gösterilmesi, öne çıkarılması
bilinçli bir politikanın ürünüdür.
Modernlik ateşi İslâm dünyasını sarıncaya
kadar geçen tarihî süreçte Müslüman toplumlar, bu tür değişimler hususunda
ciddi bir hassasiyet göstermişlerdir. Bunun ana sebebi Hz. Peygamber’in kadın
ve erkeklerin birbirlerine benzeyecek tutum takınmalarına sert tepki
vermesidir. Bu bağlamda Rasûl-i Ekrem’in, tavırlarıyla, giyim-kuşamlarıyla ve
diğer tercihleriyle erkeğe benzemeye çalışan kadınlara, kadına benzemeye
çalışan erkeklere, mesela onlara özgü elbiseleri giyenlere Allah’ın rahmetinden
uzak kalması yönünde beddua ettiği, hatta cennetten mahrum kalacaklarını ifade
ettiği nakledilmetktedir.
Modern kültür, kadınlık-erkeklik
normlarında meydana getirdiği karmaşa ve rollerde oluşturduğu geçişkenliğe
bağlı olarak Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber’in sünneti tarafından belirlenen
bazı kavramların anlaşılmasını da zorlaştırmıştır. Mesela aile kurumundaki
esnek ve fonksiyonel hiyerarşiyi (kavvâm-mutî’), onun genetiğiyle oynayıp katı
bir ast-üst ilişkisi ya da cinsiyete dayalı hegemonik bir yapıyla tanımlayarak
yöneticiyi yetki kullanan despot, yönetileni bir anlamda onun velayetinde
bulunan köle şeklinde tasvir ederek itici hâle getirmeyi başarmış, neredeyse
eşitlik fikriyle bu iki kavramı Müslümanların zihninde bile devre dışı
bırakmıştır. Özellikle aile içinde karı-kocanın birbirlerine karşı statülerini
Batının sınıfsal yapısının etkisiyle ezen-ezilen, zulmeden-zulüm gören,
kazanan-kaybeden gibi kategoriler üzerinden okuma alışkanlığı, aile kurumunun
bu iki ana kavramını anlamayı zorlaştıran, hatta imkânsız kılan bir soruna
dönüştürmüştür. Bu bağlamda ister istemez zihinsel arka planda erkek, hanımını
yönetme konusunda bütün yetkileri elinde bulunduran, onun üzerinde sınırsız
haklara sahip olan, bütün avantajlı durumlar kendisine tahsis edilmiş bulunan
bir figür olarak tanımlanmış, kadın da gücü simgeleyen kocanın insafına terk
edilmiş bir hizmet aracı olarak değerlendirilmiştir. Bu tasvirde yönetilenin,
yönetenin insaf ve merhametine terk edildiği hastalıklı bir yapı öngörülmektedir.
İşte bu iddia doğrultusunda çeşitli projelerle ya da tedbirlerle zayıf ve
kırılgan konumunu telafi amacıyla kadının güçlendirilmesi ve erkeğin
sınırlandırılması yoluna gidilmiştir. Bu durum, sadece modern insanın zihninde
değil bazı ilahiyatçılar açısından da kabullenilmiş bir tezdir.
Bu zihniyet dünyasının oluşumunda
özellikle geleneksel yapılara karşı modern sistemi öne çıkarmak amacıyla
tarihin anakronik tarzda yargılanması da etkili olmuştur.
Özelikle modern-özgür kadın inşa
edilirken ‘ataerkil aile modeli’ tiplemesiyle gelenek devre
dışı bırakılmış ve ona karşı bir iticilik oluşturulmuş, kadının itaatkâr oluşu
da bir anlamda köleliğe benzer bir ilişkiyle tanımlanmıştır. Bu açıdan
bakıldığında kadının evin tertip-düzeninden sorumlu bulunuşu sebebiyle ‘eve
hapis’, emanet oluşuyla da ‘sığıntı, erkeğe mahkûm âciz bir
varlık’ olarak değerlendirilmesi sürpriz olmayacaktır. Nitekim
sosyolojik olarak cinsiyete göre biçilmiş rollerin olmamasının özgürleştirici
olduğu, tercihlerin sınırlarını genişlettiği ve daha büyük bir yaratıcılığın
oluşmasını sağladığı kabul edilmiştir.
Burada bir şeye daha işaret etmek
gerekirse tarihî süreçte kadın-erkek rollerinin köklerine inilirken bu rollerin
ataerkil yapıdan kaynaklandığını kabul edip bu kavramla temellendirmek tutarlı
değildir. Çünkü tepkisel bir kavram olarak ‘artaerkil’ erkeğin
kadına hükmettiği, onu ezdiği, sömürdüğü toplumsal yapılar ve pratikler
sistemini ifade eder. Müslüman zihniyetinde bunu temellendirme imkânı yoktur.”
(S.144)
Tanrı’dan Bağımsızlaşma Projesi Olarak
Özgürlük Ya Da Özgürlükte Sınır Tanımamazlık
“Modern özgür duruş: Bu beden benim,
onunla ilgili kararı özgürce ben veririm, bu hayat benim, onu özgürce ben
yaşarım.
Bugün varlıkla ilişkimizi belirleyen
birçok kavram Batılı karşılıklarıyla karıştırılmış, melezleştirilmiş ve
bilinçli şekilde genetiğiyle oynanarak farklılaştırılmıştır. Bu kavramlara
eklemlenen anlamlar zihniyet dünyamızı evirmiş, ilişkilerimize yeni içeriğiyle
yön vermeye başlamıştır. Bu sürecin diğer kurumlarımız gibi aileyi de savurduğunu
gözlemlemekteyiz. Özgürlük kavramı bunlardan en önemlisidir. Aile açısından
önemli oluşu bütün dinlerde dinî bir kavram olan ve kadın-erkek beraberliğini
meşru kılan tek yol olarak belirlenen nikâha bakışı etkilemesi, kadın-erkek
arasındaki ilişkilere yeni bir şekil vermesidir.” (S.204)
“İslâm kültürü aileyi ilgilendiren bütün
alanları insanın en özel sahası olarak gördüğü için hürmeti / mahremiyeti
(haramlılık) esas almış serbest alanları sıkı kurallara bağlamıştır. Bu anlayış
doğrultusunda aile ile ilgili hususlarda Müslüman toplumlarda bir hassasiyet
gelişmiştir. Modern kültür ise bu hususta daha serbestiyetçi (ibâha) bir tavır
takınmıştır. Mesela bugünkü bazı Batı toplumlarında özgürlük adına fıtrata
aykırı evliliklere izin verilmesi bu zihniyetin sonucudur. ABD’nin özgürlükçü
reformları gerçekleştiren eyaleti olarak bilinen Massachusetts’in ABD’de ilk
eşcinsel evlilikleri 2004 Mayısında yasalaştırması bu özgürlükçü zihniyetini
daha da perçinlediği şeklinde yorumlanmıştır.
Etkili gay ve lezbiyen hareketlerinin
genellikle bireysel hakların öne çıkarıldığı ve devlet siyasetinin özgürlükçü
olduğu ülkelerde ortaya çıkma eğilimi modern özgürlüğün kodlarını
belirlemektedir. Uluslararası Lezbiyen ve Gay Birliği 1978’de kurulmuş ve
dünyanın çoğu ülkesinde örgütlenmiştir.” S.206
“Görüldüğü üzere Tanrılaşan İnsan!
İstediği her şeyi yapabilmekte ve bunu özgürlük adına meşru görmektedir. Özgürlük
kavramı çerçevesinde görülmeye başlanan bu tür tutumlara bakıldığında Kur’ân-ı
Kerîm’in tutkuları tanrı edinmek şeklindeki eleştirisi ve Hakkın ölçüsü
karşısında tutkularına / arzularına mağlup olmuş olanlara uymama konusundaki
uyarısı bu açıdan oldukça manidardır.
Günümüzün hazcı/hedonist özgürlük
zihniyeti kadın merkezli cinselliği kışkırtarak insanı en zayıf noktasından
yakalamış ve bu disiplini bozmuş, geleneksel evlilik uygulamalarını değersiz
kılmak için kadın-erkek beraberliğine dayalı modern yaşam biçimini
yüceltmiştir. Bu çerçevede flörtün ön plana çıkarılması, evlilik öncesi
tecrübe kazanma amaçlı ilişkiler, seviyeli birliktelikleri, erkeklerin kız ve
kızların erkek arkadaş edinmeleri yönündeki teşvikler, kadın-erkeğin serbest
yaşamasının ilericiliğin bir göstergesi sayılması, bu yöndeki tercihlerin ön
plana çıkarılarak terviç edilmesi (desteklenmesi) özellikle toplumda öne
çıkarılan insanların (sporcu, sanatçı! vs.) haberleriyle ilginin bu noktalara
çekilmesi, böylece bu tür tutumların normalleştirilmesi, bakireliğin,
geleneksel evlilik biçimlerinin alaya alınması ve küçümsenmesi, karşıt
görüşlerin gericilik vb. yaftalarla damgalanması hep bu anlayışın sonucudur. Bu
değersizleştirme kampanyası tarihi süreç içerisinde Müslüman toplumlarda
İslâm’ın özüyle de çok ilgisi bulunmayan bazı uygulamaların gözden geçirilmesi
önünde de engel oluşturmaktadır.
Bugün modern özgürlük yaklaşımının nefse /
hazza bağımlı hâle gelmek gibi bir sonuç doğurmasına aldırmadan özgür bir birey
olarak insanın kendi bedeni üzerinde serbestçe tasarruf edebilme hakkı doğmuş,
doğum kontrolü ya da hamileliği önleyen birtakım tedbirlerle rahimler üzerinde
kurulan egemenlik ile de cinselliğin serbest biçimde yaşanır hâle gelmesinin
önü açılmıştır. Maalesef bugün gelinen postmodern dönemin hâkim karakteri
olarak insanın canı ne istiyorsa yapabileceği bir özgürlük tanımlamasına bağlı
olarak eşcinsel (gay, lezbiyen) evliliklerin görünürlük kazandığı, meşruiyet
zemini bulduğu, hatta yaygınlık kazanmaya başladığı, travestilerin boy
gösterdiği, her açıdan mahrem alanlara, rahimlere, doğuma, cinsiyete müdahale
edildiği, kısaca cinsel sapma olarak görülen ilişkilerin normalleştiği,
taşıyıcı annelerin kiralandığı, sadece babası olan ve annesini tanımayan ya da
sadece annesiyle yaşayan ve babasının kim olduğunu bilmeyen çocukların
bulunduğu, sperm bankalarına ilginin olduğu, kürtajın kolaylaştığı, cinselliğin
eşle sınırlandırılmadığı bir dönemde bunlarla barışık olmayan aile kurumunu
kendi tabii değerleri doğrultusunda yeniden değerli hâle getirilebilmenin
oldukça zor olduğunu özellikle vurgulamamız gerekir.” (S.209)
Kitabın Giriş bölümünde Modernlik
ve Sorunları ele alınmış.
Birinci Bölüm’de Günümüz Müslüman Ailesi: Dinin Alaninin
Daraltilmasinin Aile Üzerindeki Etkileri incelenmiş.
İkinci Bölüm’de ise Rahmet, Sekînet ve Meveddet kavramları
çerçevesinde Günümüz Müslüman Ailesi: Dinin Alanının Daraltılmasının
Aile Üzerindeki Etkileri incelenmiş.Meveddeti Geliştiren
Tutumlar: Hayırhah Olmak, Beklentileri Karşılamak, Sevdiğine
Sevgiyi İfade Etmek, Gönül Alıcı Ve Güzel Söz Söylemek, Yumuşak Tavır Takınmak,
Jest ve İltifatlarda Bulunmak, Muhabbet / Sohbet Etmek ve Dertleşebilmek,
Diğergamlık, Hediyeleşmek, İyilik ve Güzelliği Takdir Etmek, Cinsel Mutluluk,
İçten / Samimi Olmak, Sevilen Özellikleri Öne Çıkarmak, Toptancılıktan
Kaçınmak, Aile İçin Harcamaktan Kaçınmamak, Kibirden Uzak ve Mütevazı
Olmak konu başlıkları altında ele alınmış.
Üçüncü Bölüm’de Uyuşmazlıklar, Nüşûz ve Şikâk,
Uyuşmazlıkların Çözümünde Kur’an-ı Kerîm’in Önerileri ve Modern Zihnin İsyanı
ve Kur’an ve Sünnette Çatışmayı Önlemede ve Uyuşmazlıkların Çözümünde Etkili
Tutumlar konu başlıkları altında Aile İçi Uyuşmazlıkların
Çözümü ve Değişen Algı konusu ele alınmış.
Bu bölümde Kur’an ve Sünnette
Çatışmayı Önlemede ve Uyuşmazlıkların Çözümünde Etkili Tutumlar ayrı
ayrı incelenmiş:
-Aile İçi Uyuşmazlıkları Aile İçinde
Halletmek
-Sabırlı Olmak / Öfkeyi Kontrol Etmek
-Ön Yargıdan Arınmak, İyi Niyetli ve
Yapıcı Olmak
-Alınganlık Göstermemek
-Hata veya Kötülüğü İyilikle Onarmak
-Aile Büyüklerini Eleştirmekten Kaçınmak
-İğneli Ve İmalı Sözlerden Kaçınmak
-Geçimli Olmak, Çatışmacı Tutumlardan Uzak
Durmak
-Affedebilmek
-Dürüst ve Şeffaf / Açık Olmak
- Dışarıdakı Sorunu Eve Taşımamak
-Eski Defterleri Karıştırmamak
- İyiliği Başa Kakmaktan Sakınmak
-İletişim Kanallarını Açık Tutmak
-Hassas Noktaları Kaşımaktan Kaçınmak
-Onur Kırıcı Davranışlardan Kaçınmak
-Empati Kurmak ya da İğneyi Kendine
Çuvaldızı Başkasına Batırmak
-Özür Dileyebilmek ve Özrü Kabul Edebilmek
-İlişkilerin Kilitlendiği ya da Çıkmaza
Girdiği Durumlarda Bulunulan Ortamdan Uzaklaşmak
-Maksadı Aşan Sözlere Takılmamak
___________________________
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 326 / Ocak 2018