Ömrü mücadele ile geçmiş muhterem Kadir Mısıroğlu’nun ortaya koyduğu eserler, üzerinde yaşadığımız topraklar üzerinde derdi olan her mü’min için büyük kıymet ifade etmektedir. Tarih ilminin konusu, zaman içerisinde meydana gelen hadiselerin sebeblerini, vesilelerini ve sonuçlarını tahlil etmekle sınırlıdır. Herhangi bir tarihi hadiseyi doğru değerlendirmek için, o hadiseyi ‘efradını cami, ağyarına mani’ bir şekilde incelemek gerekir. Bir anlamda tarih, irade ve ihtiyar sahibi insanoğlunun geçmişte âmil olmuş bulunduğu içtimai vak’aları tespit ve tahlil eden bir ilimdir. Yani o, bütün insanlığın bir nevi hal tercemesidir. Her beşeri fiilin, evveliyetle failin husûsiyetlerine göre bir muhteva ile tezahür eder. Tanıtımını yaptığımız ‘Muhtasar İslâm Tarihi’ isimli eser, klasik siyer kitaplarından farklı bir özelliğe haizdir. Dikkatle okunmasında fayda vardır.
![]() |
Muhtasar
İslâm Tarihi
Kadir Mısıroğlu Sebil Yayınevi Mîsak Dergisi Sayı:273 / Ağustos 2013 |
Öncelikle kitabın müellifi Kadir
Mısıroğlu’nu kendi kaleminden tanıyalım.
“1933 yılı Ramazan-ı Şerifi’nin
yirmiyedisinde yani “Kadir Gecesi” seher vakti dünyaya
gelmişim. İlk tahsilimi tamamıyla bu Merkez İlk Mektebi’nde bitirdim.
Babamsa beni okutmak istemiyordu. (Zor da olsa) Akçaabat Orta
Mektebi‘ne kaydoldum.
O yıl (1947) Büyük Doğu ile
tanıştım. Orta mektep ikinci sınıfında okurken (1948) sınıf arkadaşlarımla vâki
bir münakaşa mektep dışından idareye aksettirilmiş ve bundan dolayı bir
haftalık ‘Tard-ı muvakkat’ yani geçici uzaklaştırma cezası
almıştım. Sebep gâyet basitti: Bu münakaşanın mevzuu M. Kemal Paşa’nın şahsiyet
ve hareketleriydi. Bu sûretle başlayan yakın tarihimizle alâkalı bir bakış
açısı, zamanla gelişecek, hayat ve mücâdelemin hâkim çizgisini teşkil edecekti.
1950 yılında Trabzon Lisesi’ne başladığım zaman, şahsiyet ve fikirlerim ana
hatlarıyla tebellür etmiş bulunuyordu.
Fakülte hayatım lisedekinin birkaç katı
daha hareketli ve mücâdeleli geçti. Trabzon Liselerinden Yetişenler
Cemiyeti‘nin yurdundaki ikâmetim bir yıl sonra o cemiyetin başkanlığını
yapmamı ve bu başkanlıkta yurtçuluk mes’elesini öğrenmemi intaç eylemiştir.
Üniversite talebeliğim esnasında yedi talebe yurdu açıp çalıştırmışımdır ki
bunların en meşhurları “Vefa”, “Seyhan”, “Karadeniz”
ve “Yıldız” talebe yurdlarıdır.
1961 yılında Aynur (Aydınaslan) ile
evlendim. Sırasıyla Abdullah Sünusi (1963) Fatıma
Mehlika(1965) Mehmed Selman (1973) isimli üç çocuğumuz
oldu.
1964 yılında ‘Sebil Yayınevi’ni
kurup kendimi tamamen neşriyata verdim. 1970 yılında Harf İnkılâbı ile ilgili
mezkûr konferansım yüzünden, mâruz kaldığım hapsedilme macerasından sonra yine
aynı işe devam ettim ve 1976 yılı başından itibaren haftalık olarak Sebil
Dergisi‘ni çıkarmaya başladım.
1978 yılında MSP Merkez Umûmî
Heyeti‘ne (Genel İdare Kurulu) seçildim. Bu vazifedeyken 12 Eylül 1980
İhtilâli oldu ve 13 Ekim 1980 tarihinde bütün Merkez Umûmî Heyeti hakkında
tevkif kararı verildi. Bunun üzerine hakkımda daha evvel açılmış olan
davaların, MSP davasıyla birleşmesinden doğacak psikolojik ağırlıktan kurtulmak
isteyen bazı arkadaşlarımızın ısrarı sebebiyle yurtdışına çıktım, Almanya’da
ikâmet hakkım olduğundan Frankfurt’a yerleştim.
Böylece vatan-ı azizimden ayrıldığım
zaman, arkada otuzdan fazla ağır cezalık dava bırakmış durumdaydım. Bilâhere
çoluk çocuğumu yanıma getirttim. Almanların benden gayrısına oturma müsâdesi
vermemesi üzerine, hep birlikte İngiltere’ye geçtik.
Çoluk çocuğumla Londra’da oturmaktayken
geçimimi sağlayacak bir iş kuramadığımdan bir buçuk yıl sonra iş ve geçim
mecburiyeti beni tekrar Almanya’ya dönmeye zorladı. Böylece ‘Gurbet
İçinde Gurbet’ denilebilecek bir çile çemberi içinde günlerimi
geçirmek kaderimin garip bir cilvesi olmuştur. 1991 Yılında çıkarılan Terör
Kanunu ile TCK’ndan mâhud 163.madde çıkarılınca aziz
vatana avdet edebildim.
Çileli onbir yıllık gurbet hayatından
sonra 22 Haziran 1992 tarihinde, Özal Hükûmeti’nin Terör Kanunu’na eklediği bir
muvakkat maddeden istifade ederek vatana avdet edebilmiştim.
Bu arada verdiğim konferanslar dolayısıyla
Konya, Rize ve Antep’de mahkûmiyetlerle karşılaştım ve dört beş sene evime dahi
gidemeyerek kaçak gezmek mecburiyetinde kaldım. Nihâyet 2000 yılında
gazeteciler için çıkarılan afva dâhil olarak serbest kalabildim. Bu demekti
ki vatanda da bir nev’i gurbet hayatı yaşamaya mecbur kaldım. Bu
sebeple kitap telifi gibi nisbeten az hareketli bir faâliyetle iktifa etmeye
mecbur kaldım.
Şimdi başladığımız bu internet sitesiyle
fikirlerimizi duyurmak hususunda yeni ve daha heyecanlı bir sûrette bir hizmete
girişmiş bulunmaktayız. Bu bir nev’i irşad kürsüsüdür ki inşallah Allah ömür ve
sıhhat verirse bundan böyle devam edecektir.” (1)
Kadir Mısıroğlu’nun katıldığı televizyon
programları ve düzenlediği konferanslar söz konusu internet sitesinde
yayınlanmaya devam etmektedir.
Önsöz
“Tarih, irade ve ihtiyar sahibi insanoğlunun
geçmişte âmil olmuş bulunduğu içtimai vak’aları tespit ve tahlil eden bir
ilimdir. Yani o, bütün insanlığın bir nevi hal tercemesidir. Her beşeri fiilin,
evveliyetle failin husûsiyetlerine göre bir muhteva ile tezahür etmesi ise,
münakaşa edilmez bir gerçektir. İnsanların şahsiyet ve temayülleri de ‘iklim’,
‘beslenme’ ve ‘verâset’in eseridir. Veraset ise, biri
‘fıtrî’ veya biyolojik, diğeri ise ‘mâşeri’ (toplumsal) olmak üzere iki
kategoridir. İşte bu maşeri veraset, beşeri toplulukların yaşadıkları ve
‘târihi’ olarak vasıflandırılan geçmiş hadiseler yekûnunun zaman içinden
süzülüp gelen tortularının fert ve toplumların vicdan ve idraklerinde husûle
getirdiği tesirleri ifade eder. Öyle ki; yaratılış itibariyle içtimailik
vasfına haiz bulunan insanlığın hiçbir ferdi, bu tesirlere maruz kalmaktan
azade olamaz!.. Tıpkı her ferdin yaşadığı hadiselerden edindiği tecrübelerin,
bu tecrübelerden sonra vaki olan hadiselerdeki müessiriyeti gibi toplumlar da
tefekkür, tahassüs ve irade izharında, tarihi hadiselerin kendilerini -belli
ölçüde- yönlendirmesine tabidirler. Hafızasını kaybeden bir insan,
evinin yolunu bulmakta güçlük çekeceği gibi, tarih şuurundan mahrum topluluklar
da hal ve istikbali doğru olarak şekillendirmek hususunda dümensiz bir gemi
durumuna sürüklenmekten kurtulamazlar!..
Bundan dolayıdır ki, bütün insanlığı kendi
habis emellerine ram etmeyi îmâni bir esas olarak benimsemiş bulunan Yahudiler,
Birleşmiş Milletler Teşkilatı ‘nın bir kültür kuruluşu olan ‘UNESCO’yu ellerine
geçirerek bu vasıta ile ikide bir ‘Tarih Tedrisatının
Ahenkleştirilmesi’ adıyla milletlerarası konferanslar tertip
etmektedirler. Milletlerin tarih şuurunu zaafa uğratarak onları köleleştirmek
ve bilhassa iktisadi bakımdan Cihan Siyonizm’inin hegemonyası altına sokmak
gayesi ile toplanan bu konferansların bahanesi de, milli tarihlerin rakip
topluluklara karşı tarihi husûmetleri tahrik etmekte olduğu hususudur.
Onların takriben iki yüz senelik amansız
ifsad ve ihanetleri ile -büyük ölçüde- zaafa uğramış bulunan ‘İslâmi
ümmet şuuru’nun yeniden ihya edilmek mecburiyetinin en şiddetli bir
zamanında bulunduğumuz muhakkaktır. İşte bu eser, böyle bir zamanda ve böyle
bir lâzıme ile kaleme alınmıştır. Bu lâzıme ise, onun geniş halk kitlelerine
intikalini sağlamak üzere ‘muhtasar’ (kısaltılmış, özetlenmiş)
olarak yazılmasını îcâb ettirmiştir.
Bu düşünce iledir ki, dipnotlarla çokça
kaynak göstermek yerine, ekseriyetle bazı didaktik (bilgi verici) alt yapı
bilgileri sunmakla iktifa ettik. Kaynak zikrine daha ziyade bazı ‘ezber
bozan’ meselelerde riayet etmek yoluna gittik.
Bu eserde bilhassa tarih ilmi hakkında
oldukça umumi bir surette bilgi vermek ve bu arada ‘İslâmi tarih
telâkkisi’ni izah etmek ihtiyacını hissettik. Zira bu mevzûda da bugüne
kadar umumi efkâra arz edilmiş ciddi bir eser mevcud değildir. Hatta
denilebilir ki, ‘İslâm tarih telakkisi’ hakkında hemen hemen
hiçbir şey yazılmamış olduğu cihetle bu bahsi biraz uzunca anlatmak ihtiyacını
hissetmiş olduğumuz görülecektir.
Herhangi bir meseleyi
doğru değerlendirmek için her şeyden önce onun ruhu mesabesindeki ‘öz’ün
kavranması gerekir. Bu
gerçek, tarihi hadiselerde de aynen geçerlidir. Tafsilat, bu özü
besleyip gerekçelendiren bir malzeme mesabesindedir. Bu malzemeden
öze intikal ile birtakım kıymet hükümlerine ulaşmak, her şeyden önce metodik ve
ilmi bir çalışmayı gerektirir. Bunu ise, geniş halk kitlelerinden beklemek
beyhûdedir!.. Üstelik tarih âlimlerinin birçoğu bile araştırmalarında birtakım
apriori (önceden kabullenilmiş) umdelerin (prensiplerin) tesiriyle hareket
ettiklerinden vasıl oldukları kıymet hükümlerinde yanılmaktan
kurtulamamaktadırlar. Çünkü doğruya, ancak temel kıstas ve vahid-i kıyasilerin
isabetle tercihi sayesinde ulaşılabilir. Bu ise, ‘insan’ vakıasını
doğru olarak kavrayabilmek ile mümkündür. Bu sebepledir ki, eserimizde tarihi
hadiselerin yanlış ve eksik kıstasla değerlendirilmelerine aid belli başlı
sakat telakkilere ‘Tarih Felsefesi’ başlığı altında kısaca
temas etmek ihtiyacını hissettik. Bizse, eserimizi ihtisar (kısaltma) üzere
kaleme alığımızdan orta bir yol bularak bütün enbiya yerine Hz. İbrahim,(a.s.)
Hz. Mûsa(a.s.) ve Hz. İsa(a.s.) hakkında kısaca bir bilgi vermekle iktifa
ettik. Ta ki, İslâm’ın zuhûr şart ve icabı anlaşılabilsin!..
Diğer taraftan eseri, 1924 yılında vaki
olan ‘Hilafet’in İlgâsı’ hadisesi ile nihayetlendirdik. Bu
tarihten sonrası içinse, ‘Bugünkü İslâm Âlemi’ne Kısa Bir Bakış’ serlevhası
ile muhtasar bir malûmat arzı ile iktifa ettik. Kadim dostum, değerli müellif
Osman Nuri Topbaş’ın birçok dile çevirttirip yayınlatmak vaadi üzerine kaleme
alınmış olan bu eserin, başta Türkiye Müslümanları olmak üzere yeni bir uyanış
ve dirilişin arifesinde bulunan bütün İslâm ümmetinde tarih şuurunu takviyesine
medar olmasını Cenab-ı Hakk’ın kerem ve inayetinden tazarrû ve niyaz
etmekteyiz!..” (Sh:15-20)
Birinci Bölümde; Materyalist, İdealist, Hümanist, İndividualist,
Sivilizasyonist ve Biyolojik (Uzviyetçi) Tarih Anlayışına değinildikten
sonra ‘İslâmi Tarih Anlayışı’ üzerinde durmuştur.
“İslâm Dünya Görüşü’nde, insan, ‘ruh’ ve
‘beden’ olmak üzere iki vechelidir. Bu iki vechelilik, onu hem hayra ve hem de
şerre mütemayil ve müstaid kılmıştır. Bu haliyle o, ne ‘melek’tir ve ne de
‘şeytan’!.. Fakat kendisine bahşedilmiş olan cüz’i iradeyi kullanışına bağlı
olarak bunlardan birinin vasıfları ile muttasıf olabilir veya ikisi arasında
bir yerde karar kılabilir. İmtihan olunmak üzere Dünya hayatına me’mur edilmiş
olmasından dolayı bir irade ile teçhiz olunmuştur. Fakat bütün varlıklarla
birlikte insanoğlunu da ıhâta eden bir başka irade vardır: Yaratıcıya aid olan
‘külli’ ve ‘mutlak irade’!..
Bu külli irade, bütün mükevvenatı dilediği
şekil ve vasıfta halk etmiştir. Bu belli vasıflarla halk edilmiş olmak
keyfiyeti, eşyâ-yı tabiiyyenin tâbi olduğu fıtri kanunları ifade eder ki, dinde
buna ‘adetullâh’ ve ‘sünnetullâh’ denir. ‘Sünnetullâhta
hiçbir değişiklik, kaabil-i tasavvur değildir.’
Bu keyfiyet, bir bakıma eşya ve
hadiselerin kaderidir. Müsbet ilimler eşyada, sosyal ilimler ise beşeri
hadiselerde bu kaderi keşfetmeye çalışırlar. İşte tarihi hadiseleri, felsefi ve
apriori (önceden kabullenilmiş) birtakım prensiplerin ışığı altında tahlil
etmek, -aynı zamanda- toplumun kaderinde hakim olan kanunları veya âdetullâhı
keşif gayreti demektir.
Yukarıdan beri söylediklerimiz dikkate
alınırsa, derhal kavranacaktır ki, İslâmî tarih telakkisinin muhtevasına
damgasını vuran üç temel esas veya apriori prensip vardır.
Bunlar: Tevhid inancı, İnsanın
mahiyeti ve Kader’dir.
Bu başlıkları izah ettiği bölümün son
kısmında şu tesbitlerde bulunur:
Beşeri iradenin eseri olan bütün
tedbirler, ilahi takdire muvafık düştükleri nispette netice hâsıl ederler. Buna
göre, ‘bereket’ tedbirin takdire tevafukunun neticesidir. Bir
tedbirden aklen ve mantıken mümkün ve muhtemel olandan çok daha fazla bir
netice elde edilmesi bu, tevafukun tam ve mükemmel bulunduğunu gösterir. Halk
böyle tecelliler karşısında, ‘Fare, dağ doğurdu’ der. Tedbirin
takdir-i ilahiye ters düşmesi halinde ise, ortaya çıkan kısır neticeyi de ‘Dağ,
fare doğurdu’ diyerek kendince değerlendirir. Halk, kaderin bu beşeri
fiillerin sonucu olan başarı veya başarısızlıkları ‘baht’ ile izah eder. Bir
kimseye kaderin yar ve yaver olmasını ‘ikbal-i baht’ (baht
açıklığı), yar ve yaver olmamasını ise ‘idbar-ı baht’ (baht
kapalılığı) olarak ifade eder. Şu beyit de bu gerçeği ifade etmektedir.
İdbâr-ı baht, âkıli dîvâne gösterir
İkbâl-i baht mecnûnu ferzâne (dâhi)
gösterir
İslâm’dan Önce Dünya Ahvâli başlığı altında: Hz. İbrahim(a.s.) ve Haniflik,
Hz. Musa(a.s.) ve Yahudilik ve Hz. İsa(a.s.) ve Hıristiyanlık hakkında malumat
verip, Efendimiz(s.a.v.)’den önce Arabistan ve Arapların durumunu izah eder.
İkinci Bölümde,
İslâmiyet’in Zuhuru Ve Asr-ı Saadet’i ele
almaktadır.(Sh:157-398)
“Peygamber (s.a.v.) vahy-i ilâhiye muhatab
olup risâletle şereflenmeden önce derin bir tefekkür ve tahassüle meşbu olarak
takriben aylık bir hazırlık safhası idrak etmişlerdir.
Milâdın 610. yılı Ramazan’ında yine Hira
Dağı’nda itikâf ve inziva halinde idi ki kırk yaşında vahye muhatab oldu.”
(Sh:184)
“Nebiyy-i Zîşân Efendimiz defalarca
reddedilmesine rağmen asla yılmadı. Akrabalarını ikinci ve üçüncü defa bir
araya toplayıp İslâm’ a davet ettiği gibi Mekke halkını da aleni bir sûrette
putlardan yüz çevirerek tek olan Kâinat’ın yaratıcısına iman etmeye çağırdı.
Alışageldikleri puta tapmaktan vazgeçerek mücerred bir Allah’ a inanmak, kendilerine
güç geldi. Atalarından görmüş oldukları yolda yürümeye devam ettikleri gibi ilk
Müslümanlara ve pek tabiî olarak Peygamber (s.a.v.)’e de çeşit çeşit eziyetlere
teşebbüs ettiler.
Rasûlullah (s.a.v.) bir gün Sam Tepesi’ne
çıkarak etrafına toplanan kalabalığa:
‘Ey Kureyşliler!.. Şimdi
size desem ki, şu dağın arkasından düşmanınız size doğru baskın kastıyla
gelmektedir. Buna inanır mısınız?’
buyurdu. Kalabalık, hep bir ağızdan:’Evet, ya Muhammed! İnanırız. Çünkü Sen
yalan söylemezsin. Muhammed’ül-Emin’sin!..’ karşılığını verince, o
mübarek Peygamber: ‘O halde ben şimdi size, önünüzde şiddetli bir
azap günü bulunduğunu, Allah ‘a inanmayanların o çetin
azaba uğrayacaklarını haber veriyorum. Ben sizi o çetin
azaptan sakındırmak için gönderildim.
Ey Kureyşliler! Size
karşı benim halim, düşmanı gören ve ailesine
zarar vereceğinden korkarak hemen haber vermeye koşan bir adamın hali gibidir.
Ey Kureyş cemâati! Siz
uykuya dalar gibi öleceksiniz. Uykudan uyanır gibi de dirileceksiniz. Kabirden
kalkıp Allah ‘ın huzuruna varmanız, Dünya’daki her hareketinizin hesabını
vermeniz muhakkaktır. Neticede hayır ve ibadetlerinizin mükâfâtını, kötü
işlerinizin de ceza ve şiddetli azabını göreceksiniz! Mükâfât
ebedi bir cennet; mücâzât da daimi bir cehennemdir’ buyurmuşlardır.” (Sh:194-195)
Kur’an’ı Kerim’de “(Habîbim
yâ Muhammed!) De ki:’Eğer Allah’ı seviyorsanız, o hâlde bana tâbi olun
ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın!”(Âl-i İmrân Sûresi:
3/31) buyrulmuş, Ashab-ı Kiram, Efendimiz’i (s.a.v.) canlarından
bile çok sevmişler, O’nun etrafında kenetlenmişler, O’nun eliyle terbiye
edilmişlerdir.
“Hicret-i Nebeviye’nin onuncu yılında Hz.
Peygamberin beraberinde yüz yirmi dört bin sahabe olduğu halde yaptıkları hac,
hac farz kılındıktan sonra yaptığı, ilk ve tek hacdır. Hz. Peygamber(s.a.v.),
Arafat’ta bugün ‘Nemime Mescidi’nin bulunduğu yerde, Kusva adlı
devesinin sırtında sonradan ‘Veda Hutbesi’ diye meşhur olan
hutbesini okudu ki, bu hutbe, ihtiva ettiği hükümler itibarıyla tarihte ilk ve
en parlak bir insan hakları ve adâlet esaslarının ilan ve tescili
mahiyetindedir. Kıyamete kadar bütün Müslümanlar’a, hatta bütün insanlığa
düsturü’l-amel olacak hükümlerden bir kısmı şöyledir:
“Ey
insanlar!..Bugünleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes
bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız,
mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir; bunlara her türlü tecavüz
haramdır.
Ashabım! Yarın Rabbinize
kavuşacaksınız ve bugünkü her hal ve hareketinizden muhakkak hesaba
çekileceksiniz!..
Ashabım! Kimin yanında
bir emanet varsa, onu sahibine versin! Faizin her çeşidi kaldırılmıştır;
ayağımın altındadır…
Ashabım! Cahiliye
devrinde güdülen kan davaları da tamamen kaldırılmıştır…
Ey insanlar! Kadınların
haklarına riayet ediniz! Onlara şefkat ve sevgi ile muamele ediniz! Onlar
hakkında Allah ‘tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allah’ın emaneti
olarak aldınız; onların namuslarını ve iffetlerini Allah adına söz vererek
helâl edindiniz! Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, onların da sizin üzerinizde
hakları vardır…
Ey mü’minler! Sözümü iyi
dinleyiniz ve iyi belleyiniz! Müslüman, müslümanın kardeşidir; böylece bütün
müslümanlar kardeştir. Din kardeşinize ait olan herhangi bir hakka tecavüz,
helâl değildir. Meğer ki, gönül hoşluğu ile kendisi vermiş olsun… Haksızlık yapmayın!
Haksızlığa da boyun eğmeyin! Ahalinin haklarını gasbetmeyin!
Ashabım! Kendinize de
zulmetmeyiniz! Kendinizin de üzerinizde hakkı vardır…
Ey insanlar! Her cânî,
kendi suçundan bizzat mes’üldür. Hiçbir caninin işlediği suçun cezasını evladı
çekemez! Hiçbir evladın suçundan da babası mes’ul edilemez!
Ey insanlar! Cenâb-ı
Hak, her hak sahibine hakkını (Kur’an’da) vermiştir. Varise vasiyet etmeye
lüzum yoktur…
Ey insanlar! Rabbiniz
birdir. Babanız da birdir; hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise
topraktandır. Allah yanında en kıymetli olanınız, O’na karşı en çok takva
sahibi olanınızdır. Arab’ın Arap olmayana -takva ölçüsünden başka- bir üstünlüğü yoktur.
Ey mü’minler! Size bir
emanet bırakıyorum ki, ona sıkı sarıldıkça, yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O
emanet, Allah’ın kitabı Kur’an’dır.
Ey insanlar! Allah’a
ibadet edin! Beş vakit namazınızı kılın! Ramazan orucunu tutun ve emirlerime
itaat edin! (Ancak
böyle yaptığınız takdirde) Rabbinizin cennetine girersiniz.
Ey insanlar! Aşırı
gitmekten (ifrattan) sakının!
Evvelkilerin mahvolmalarının sebebi, dindeki ifratlarıydı. Hac amellerini
benden öğrenin! Bilmiyorum, belki bu seneden sonra bir daha sizinle burada
buluşamayacağım! Bu nasihatlerimi burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsin!
Olabilir ki, bildirilen
kimse, (sözlerimi) burada
bulunup da işitenden daha iyi anlayarak muhafaza etmiş olur.’
“Resûlullah(s.a.v) Vedâ Haccı esnasında
nazil olan ayet-i kerimedeki ‘Bugün sizin dininizi tamamladım’ ibaresinden
artık bu fânî âlemdeki vazifesinin bitmiş olduğunu ve ahrete intikali zamanı
gelmiş bulunduğunu anlayarak Rabbine kavuşma anını beklemekteydi. Hicret-i
Nebeviyenin on birinci senesi Safer ayında hastalandılar.
Bir gün Rasûlullah (s.a.v.)’in hastalığı
biraz hafifledi. Hane-i Saadetin perdesini kaldırarak Mescid-i Nebevi’ye
baktılar. O sırada Ashab-ı Kiram huşû ile namaz kılmaktaydı. Bu
manzarayı görünce fevkalade memnun oldular. Bu esnada idi ki birkaç
vakit mescide çıkıp namazı kıldırabildiler. Hz. Ebûbekir’in(r.a.) endişesini
taşıyanların çoğaldığını hissedince bu mescide varışlarının birinde Ashab-ı
Kiram’a şöyle buyurdular:
‘Ey insanlar!
Duydum ki, sizler,
peygamberinizin vefat edeceğinden korkuyormuşsunuz! Benden evvel gönderilip de
ümmeti içinde daimi olarak kalmış bir peygamber var mıdır ki, ben de sizin
içinizde sürekli kalayım? İyi biliniz ki, ben Rabbime kavuşacağım! O ‘na siz de
kavuşacaksınız!..
Öteki hanımlarından müsaade alarak Hz.
Aişe’nin(r.anha) odasına yerleşti. On üç gün devam eden rahatsızlığının en son
sekiz gününü burada geçirdi. Vefatlarından önce etrafına toplanan Ehl-i Beyt’e
şöyle buyurdular:
‘Ey insanlar!.. Ateş
alevlendi. (Dikkat
edin), karanlık gece kıt’aları gibi fitneler geliyor!.. (Sanki
istikbaldeki hadiseleri, gözler önüne seriyordu.) Ben, ancak Allah’ın
Kitabı olan Kur’an’ın helal kıldığını helal; onun haram kıldığını haram kıldım!
Ey Rasûlullah
Muhammed’in kızı Fâtıma! Ey Safiyye! Allah katında makbul ameller işleyiniz! (Salih amelleriniz yoksa bana
güvenmeyiniz.) Çünkü ben (kulluk yapmadığınız takdirde) sizi
Allah’ın azabından kurtaramam!’
O gün bir de Uhud Gazvesi sırasında
kendilerinin vefat etmiş olduğu yolundaki şayia dolayısıyla nazil olmuş bulunan
şu ayet-i kerimeyi okudu:‘Muhammed, bir Rasûl’dür, O’ndan önce de
rasûller gelip geçmiştir. Şimdi O, ölür veya öldürülürse, ökçenizin üzerinde
gerisin geriye dönecek misiniz? Kim, böyle iki ökçesi üzerinde ardına dönerse,
elbette ki Allah’a hiçbir şeyle zarar vermiş olmaz. Allah, şükür ve sebat
edenlere mükâfat verecektir.’ (Âl-i İmrân Sûresi:144)
O gün Hicri tarihle altmış üç yaşında
bulunuyorlardı. Hicretin on birinci senesi Rebîülevvel ayının on birinci günü
Pazartesi idi. (8 Haziran 632)
‘Ey Allah’ım! Refîk-ı
A’lâ, Refîk-ı A’lâ!..’ diye
diye mübarek rûh-i şeriflerini teslim eylediler. Sallâlaâhu aleyhi ve sellem!..
(Sh:391-396)
Üçüncü Bölümde,
‘Hulefâ-yı Râşidîn Devri’ ele
alınmıştır.(Sh:399-510)
“Hz. Ömer(r.a.), on sene süren ve parlak
zaferlerle dolu olan hilafeti müddetince, Hz. Peygamber’in(s.a.v.) gelecekte
ortaya çıkacağını bildirdiği fitnelerin korkusu ile yaşamıştı. Bir gün toplu
halde bulunan Ashab-ı Kirama: ‘Rasûlullah(s.a.v.)’in fitne hakkında
olan sözü hanginizin hatırındadır?’ diye sormuş, içlerinden Huzeyfe
(r.a):‘Ya emire’l-mü’minin!.. Rasûl-i Ekrem’in(s.a.v.) fitne hakkında olan
sözü, ayniyle benim hatırımdadır ki, ‘kişinin ıyâl (çocuklar) ve
mal ve evladından ve komşusundan dolayı fitneye dûçar olmasıdır. Bu misullû
günahlara savm (oruç), salât (namaz) ve emr-i
bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker kefâret olur’ diye cevap
vermiştir.
Hz. Ömer: ‘Muradım o değil, deniz
gibi temevvüç edecek fitneyi soruyorum’ deyince Huzeyfe: ‘Ya
Emirel-mü’minin!.. Senin için ondan bir beis yok. Senin zamanınla onun
arasında kapalı kapı var!..’ demiş.
Hz. Ömer: ‘Bu kapı kırılacak
mı, yoksa açılacak mı?’ deyince,
Huzeyfe: ‘Kırılacak!..’ demiş,
Hz. Ömer:‘Öyleyse artık kapanmaz!..’ deyip izhar-ı teessüf
etmiştir.”(Sh:458-459)
Yazar bu bölümde daha sonra Müslümanlar
arasında bugün bile kapanmayan yaralara sebep olan bu fitneyi, sebep ve
sonuçlarıyla üzerinde ayrıntılı ele almıştır.
Dördüncü Bölümde,
Emevîler dönemi(Sh:511-633)
ele alınmış, bölüme Umumi Bir Değerlendirme ve Saltanat Mes’elesi incelenerek
başlanmış.
“Yaklaşık olarak doksan sene süren ‘Emevîler
Devri’ni hissilikten azade bir surette değerlendirebilmek, nadir tarihçinin
başarabilmiş olduğu bir keyfiyettir. Bunun sebepleri, kısaca şöyle
sıralanabilir:
1-Evvelce de işaret edilmiş olduğu üzere,
Emevîler hakkındaki ilk kaynaklar, kâmilen onların rakibi olan Abbasiler
zamanında yazılmıştır. Bu sebeple onlardan âfâkî (objektif) davranmaları
beklenemez. Üstelik ‘Emevîler’ ve ‘Hâşimîler’ olarak ikiye ayrılmış olan
Kureyş’in bu iki kolu arasında, tâ cahiliyye devrinden beri sürüp gelen ezelî
bir rekabet mevcuddu.
2-Emevîler, iktidar olabilmek için
harekete geçtiklerinde karşılarında Ehl-i Beyt mensuplarını bulmuşlar ve
mecbüren onlarla mücadele etmişlerdir. Hiç şüphesiz Ehl-i Beyt’in bütün ümmet
nezdindeki efdaliyeti şükûh, yani münakaşa edilmez bir seviyededir.
3-Emevîler, İslâm Devleti’nin hududlarının
bir hayli genişlemiş olmasına ilaveten bir de Hz. Osman’ın hilafetinin son
yıllarında başlayıp devam etmekte olan şiddetli ihtilaflar sebebiyle otoriter
ve merkeziyetçi bir idare te’sisine mecburdular. Bu düzen, ‘Melikiyet’ veya
‘Saltanat’ usûlünü başlatmış olmalarını mecburi kılmıştır. Bu, hiç şüphesiz
içinde bulunulan şartlar muvacehesinde yeni bir ictihaddı. Böyle olduğu halde
birçok kimse, İslâm, saltanatı men etmemiş bulunmasına rağmen hissen Emevîler’e
karşı tavır almışlardır ki, bu tavrı devam ettirenler, hâlâ
mevcuddur.”(Sh:511-513)
Özellikle Şia ve etkilenen çevrelerin
sıklıkla dile getirdiği ‘hilafetin saltanata dönüştüğü’ iddiasından rahatsız
olan yazar, meseleyi izaha gayret etmiştir. (Şia’nın bu konudaki
tutarsızlıkları ayrı ve uzun bir bahistir.)
“Hz. Ömer’e ölüm döşeğinde soruldu:‘Yerine
oğlun Abdullah’ı seçelim mi?!.’ Cevap:‘Hayır, bir evden bir kurban
yeter!..’ Peki, Hz. Ömer, bu teklif karşısında acaba niçin: ‘Hayır, bu
iş, babadan oğula geçmek suretiyle olmaz!..’ demiyor!..
Hz. Ali’ye de ölümü yaklaştığı anda
sordular:‘Senden sonra oğlun Hasan’a biat edelim mi?!.”
Cevap:‘Bunu size ne tavsiye ederim, ne de
yapmayınız derim!..’
Bu nadanlar, galiba Kur’an-ı Kerim’e de
bakmıyorlar!.. Baksalar, Cenab-ı Hakk’ın takdiri ile bazı peygamberlerin
evladlarının da peygamber olduğunu göreceklerdi. Peygamberin oğlu, hem de
Cenab-ı Hakk’ın tensibi ile peygamber olabiliyor da acaba halifenin oğlu niye
halife olamıyor?!
Saltanat Mes’elesini bu örneklerle izah
ettikten sonra şöyle der: Hangi alevîlik kokan esere bakarsanız bakınız, ‘Saltanat
asla Hilafet değildir!..’ hükmünün, bazan tahkir ve tezyiflerle, bazan
da îmâ ve alaylarla ifade edilmiş olduğunu göreceksiniz!.. Biri çıkıp da neden
sormaz:Hilafet için usul-i veraseti yasaklayan şer’i bir kaide mi vardır?!.
Allah, Allah! ..
Hâlbuki Ehl-i Sünnet âlimleri, saltanatın
ihdasından önceki hilafeti ‘kâmil’, ondan sonrasını ise ‘sûrî’ yani
şekli hilafet olarak isimlendirirler. Kamil hilafetin, ancak Hz. Peygamber’in
sohbeti bereketi ile gerçekleşebildiğini söylerler. Böyle olduğu halde bütün
ulemaya ta’rizde bulunarak Hulefâ-yı Râşidîn’den sonrakileri halife kabul
etmeyen pek çok nevzuhur yazar vardır.” (Sh:511-517)
Muhterem büyüğümüz Kadir Mısıroğlu’na bu
noktada katılmamızın mümkün olmadığını ifade etmek durumundayız. Bir örnekle
açıklamaya gayret edelim: Abdullah bin Ömer’in (r.a.) Hz. Ömer’in vefatı
ertesinde yeterli vasıflara sahip olduktan sonra ‘Mü’minlerin Emîri’ olmasının
hiçbir mahzuru yoktur. Yeter ki Müslümanlar bu konuda kendisine yetki versinler,
bey’at etsinler. Problem Abdullah bin Ömer’in babasından dolayı Hilafet’in
sadece kendi hakkı olduğunu iddia etmesidir. (Eğer Abdullah bin Ömer böyle bir
hak iddia etse ve Ashab-ı Kiram kendisine beyât etseydi hiçbir itirazımız söz
konusu bile olamazdı. Hz. Muaviye’nin oğlunu veliahd tayin etmesi ve
neticesinde meydana gelen hadiseleri farklı değerlendirmek gerektiği de
ortadadır.) Yine ‘Baksalar, Cenab-ı Hakk’ın takdiri ile bazı
peygamberlerin evladlarının da peygamber olduğunu göreceklerdi’ şeklindeki
iddia da geçerli gözükmemektedir. Esasen, bunun aksini iddia eden yoktur. Kim
ki babasından (atasından) dolayı böyle bir hak iddiasında bulunur, kanaatimizce
o yanılmaktadır. Medine’de Yahudilerin Efendimiz (s.a.v)’e iman etmeme
gerekçesi olarak, Efendimiz (s.a.v)’in atalarından/babalarından/kendilerinden
olmadığı batıl görüşünü bu münasebetle hatırlatmakta fayda vardır. Tarihte bir
takım zaruretler dolayısıyla ortaya çıkan fiilî durumu ayrı, buradan hareketle
Ashab-ı Kiram’a hakaret edenleri ayrı, olması gerekeni ayrı ve içinde
bulunduğumuz şartlarda yapılması gerekenleri ayrı ayrı değerlendirmekte fayda
vardır.
Kadir Mısıroğlu bu meseleyi ‘Geçmişi
ve Geleceği İle Hilâfet’ kitabında da ele almış ve “tamamen bir
maslahatın gereği olan usûl-i verâset için asıl tafsilâtı ‘Devlet-i
Ebed Müddet’ adıyla yazılacak olan eserine havale ettiğini” ifade
etmiştir.(2) Çıkacak her eserini büyük bir merakla
beklediğimizi de hatırlatalım.
Bu noktada Hüsnü Aktaş hocamızın
değerlendirmeleri önem arz etmektedir.
“Siyasi rejimin konusu; iktidarın
nasıl teşekkül edeceğini, kimler tarafından denetleneceğini ve hangi şartlarda
devredileceğini tesbit ile sınırlıdır. Darû’l İslâm’da ortaya
çıkan siyasi rejim modellerini bu mahiyeti dikkate alarak; hilafet, saltanat ve
imamet şeklinde tasnif etmek mümkündür. Bu üç modelin; iktidarın teşekkülü,
devredilmesi ve denetlenmesi konusunda, birbirinden farklı usulleri ön plana
çıkardığı malûmdur, Ehl-i Sünnet ûlemasının büyük çoğunluğu, Rasûl-i Ekrem’in
(sav) vefatından sonra ortaya siyasi rejimi ifade için ‘hilafet’ kavramını
tercih etmiştir.
Bilindiği gibi sahabe kavramı, Rasûl-i
Ekrem’in (sav) sohbetinde bulunan ve ondan ilim öğrenen kimseleri ifade için
kullanılan bir kavramdır. Bu sebeble onların, İslâm’ın temel hedeflerini en
güzel şekilde anladıklarını ve uyguladıklarını söylemek mümkündür. Sahabe-i
Kiram’ın herhangi bir hususta icma etmesi, bütün usûl âlimlerine göre şer’i bir
delildir. Yine çoğunluğu bir konuda ittifak etse, bunun da önemli bir değeri
vardır. Sahabe-i Kiram’ın; Rasûl-i Ekrem’in (sav) vefatından sonra, O’na halef
olarak birisine bey’at etmeleri, hilafet
rejiminin vücûbuna delalet eden en önemli delildir. Sahabe-i Kiram’ın bu
icması; Peygamberimiz Efendimiz’in (sav) kurduğu siyasi sistemin sürekliliğini
ve devamını arzuladıklarını ortaya koymaktadır.
Rasûl-i Ekrem’in (sav) vefatından sonra
müslümanların karşılaştıkları en önemli ihtilaf, hilafet meselesi üzerinde
olmuştur. Siyaset uzmanı Neşvanü’l Himyeri bunu, ‘Peygamberimiz
Efendimiz’in (sav) vefatından sonra ümmet arasında cereyan eden ve günümüze
kadar süren ilk ihtilaf’ şeklinde ifade etmiştir.” (3) Dolayısıyla
mesele siyasidir ve canlılığını devam ettirecektir.
Ömrü mücadele ile geçmiş muhterem Kadir
Mısıroğlu’nun ortaya koyduğu eserler, üzerinde yaşadığımız topraklar üzerinde
derdi olan her mü’min için büyük kıymet ifade etmektedir. Bu ulu çınarlar henüz
aramızda iken kıymetlerini takdîr edebilmek temennisiyle…
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı:273 / Ağustos 2013
________________
(1) Özetlemeye çalıştığımız hayat
hikâyesinin tamamı için bakınız: http:// www.kadirmisiroglu.com
(2) Kadir Mısıroğlu, Geçmişi ve Geleceği
İle Hilâfet, Sebil Yay, İst 2011 Sh:104
(3) Yusuf Kerimoğlu, Devlet ve Siyaset
Üzerine Notlar, Mîsak Yay, Ank 2008, Sh:211-241 Esasen tüm kitabın bu konu ile
ilgili olduğunu ve ilgililerin kesinlikte incelemeleri gerektiğini
hatırlatmakta fayda vardır.