“Âhir
Zaman Müslümanına Notlar’ adıyla neşrettiğimiz bu kitap; Misak ve Genç
Birikim Dergilerinde yayımlanan makalelerimizin bir araya
getirilmesinden müteşekkildir. Kitabımızın kapak başlığında geçen ‘Âhir
Zaman’ kavramı hakkında kaynaklarımızda şu bilgi mevcuttur:
Hz. Peygamber (s. a. v. )’in İslâm’ı tebliğinden başlayıp kıyâmetin kopmasına kadar geçecek olan müddet hakkında kullanılan bir terimdir. Bu tarif çerçevesinde Rasûlullah’a ‘Âhir Zaman Peygamberi’ denilmektedir. Bunun anlamı da ‘Son Peygamber’ demektir.
Ahir Zaman Müslümanına
Notlar
|
Bizden önce yaşamış ümmetlerin
geçirdikleri zamanın tümü bir gün içinde sabahtan ikindiye kadar geçen zamana;
bu ümmetin yaşadığı zaman ise ikindiden akşama kadar geçen vakte
benzetilmiştir. Kıyâmetin yaklaştığı zamana da aynı şekilde ‘Âhir
Zaman’ denilmektedir. Bu zamanın kesin olarak ne zaman başlayacağı da
belli olmadığı için sadece bu döneme yakın bazı belirgin alâmetlerin görüleceği
ifade edilmiştir.”
“Âhir Zamanda; ticaretin, faizin, içkinin,
eğlencenin, emanete hıyanetin, zina ve eşcinselliğin yaygınlaşması, zenginlerin
zekât vermekten sarf-ı nazar etmesi, ana- baba hakkının gözetilmemesi, altın ve
ipek kullanmaya düşkünlük, ümmetin ahirinin evveline lanet etmesi, fitnenin her
mü’minin evine girmesi, yüksek bina yapımında yarışılması, bidatlerin
yayılması, hayânın azalması, çıplaklığın aleniyet kazanması, kadınların
erkeklere özenmesi, Kur’an’ın dille okunması ve kalbe tesir etmemesi,
depremlerin artması, ilmin azalması ve dünyevi maksatlarla öğrenilmesi, yeryüzünde
zulüm ve fesadın artması, mazlumların yardımsız kalması, haddlerin iptal
edilmesi, namaz ve cihad konusundaki hassasiyetin azalması, dünyaya düşkünlük,
Müslüman ülkelerin işgal ve istilası, müminlerin grup grup ayrılması, bereketin
kalkması ve kanaatsizliğin yaygınlaşması, emr-i maruf nehy-i münkerin terk
edilmesi, ulemanın hakir görülmesi. . . gibi kıyâmet alâmetlerinin çıkacağı
hadis kitaplarımızda geçmektedir. ” S. 9-10
Kitabımızın da konularını içeren
Sünnet/Hadis meseleleri, Hz. Muhammed (s. a. v. )’in gayb bilgisi, Kadere iman,
Recm, Hz. İsa (a. s. )’nın nüzûlü vb. meseleler Ümmet-i Muhammed(s. a. v. )
arasında çokça tartışılmaya başlanmıştır. Modernist ilâhiyatçılar eliyle nice
bid’at fikirler Ümmet-i Muhammed(s. a. v. )’in gündemine oturmuştur.
Bu meyanda İmam Ahmed, Müslim, İbn Hibbân,
el-Hâkim ve daha başkalarının Ebû Hureyre (r. a. )’den rivayet ettiği -değişik
lafızlarla gelen- bir hadiste tam da bu duruma işaret edilerek şöyle
buyuruluyor: “Ahir zamanda ne sizin, ne de babalarınızın duyduğu sözler
söyleyen insanlar olacak. Onlardan uzak durun!”
İmam Ahmed’in bu hadisi el-Mûsned’de
zikrettiği iki yerden birindeki varyantda ifâde şöyledir: “Ümmetim
arasında ne sizin, ne de babalarınızın duyduğu, sonradan ihdas edilmiş sözler
söyleyen (yuhaddisûnekum/ ye’tûnekum bi bid’in mine’l-hadîs) deccallar
ve yalancılar olacak. Onlardan uzak durun ki sizi fitneye düşürmesinler.
” S. 11
İşte âlimlerimizin ifade ettiği üzere
özellikle modernist ilahiyatçılar eliyle, ‘Müslümanlar’ın seleften
halefe tanıyageldiği şeyler arasında bulunmayan sözler’ Ümmet-i
Muhammed (s. a. v. ) arasında yayılmıştır. Bu kitabı oluşturan makaleler bu şâz
ve bid’at fikirleri ve görüşleri reddetmek ve doğruları ifâde için yazılmıştır.
Kitabımız okunduğunda görülecektir ki,
genel üslup tenkidî bir üsluptur. Yukarıda da değindiğimiz gibi şâz ve bid’at
görüşleriyle Ümmet-i Muhammed (s. a. v. )’i meşgul eden modernist ilahiyatçılar
tarafımızca tenkid edilmiştir. ” S. 12
Son olarak Peygamber Efendimiz (s. a. v.
): ‘İnsanlara teşekkür etmeyi bilmeyen kişi Allah (c. c. )’a
şükretmeyi de bilemez. ’ buyurmaktadır. Bu meyanda; Yazdığı
eserlerle ufkumuzu aydınlatan, Misak dergisinde yazı
yazmamı teşvik eden ve kendisinden çok şey öğrendiğim Hüsnü Aktaş hocama;
Kitabımın makalelerini yazmak konusunda eserlerinden çokça istifade ettiğim ve
bizzat evinde bize Hadis usulü okutan Ebubekir Sifil hocama
ve yazılarımın çoğunluğunun yayımlandığı Genç Birikim Dergisi
Genel Yayın Yönetmeni Ali Kaçar ağabey’e teşekkür
etmeyi bir borç biliyorum. ” S. 13
Sünnet Risâlesi
Sünnet, Kur’ân tefsirinin ana
kaynaklarından biridir. Çünkü Sünnet’in sahibi Hz. Peygamber (s. a. v. ),
Kur’ân’ı tebliğ etmenin yanında aynı zamanda onu tefsir etmek, açıklamak ve
yaşamakla da görevli idi. Bu hususta Yüce Allah (c. c. ) ona şöyle emretmiştir: ‘Ey
Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun
elçiliğini yapmamış olursun!’(Maide, 67), ‘Sana da zikri
(Kur’ân’ı) indirdik ki kendilerine ineni insanlara açıklayasın. Belki düşünüp
ibret alırlar. ’(Nahl, 44), ‘Biz sana Kitab’ı sırf ayrılığa
düştükleri şeyi onlara açıklayasın ve inanan bir topluluğa yol gösterici ve
rahmet olsun, diye gönderdik. ’(Nahl, 64)
Bu âyetler, Resûlullah’ın (s. a. v. )
Kur’ân’ı tebliğ ve tefsir ile görevli olduğunu ifade ettiği gibi, her peygamberin,
getirdiği kitabı, ümmetine açıklamakla görevli olduğunu da vurgular. ” S. 15
Sünnet’in Kelime ve
Istılah Anlamı
“Sünnetin ıstılah olarak tarifi, İslâmî
ilim dallarının her birinde ve hatta her bir ekolde, Hz. Peygamber(s. a. v. )
‘e âidiyyeti saklı olmakla birlikte farklı şekillerde incelenmiş ve tarif
edilmiştir. Her bir ilmî disiplin, kendi penceresinden meseleye bakmış ve
kendine yeteni almıştır. ” S. 18 tesbitinden sonra usûlcülerin, hadisçilerin,
fıkıhçıların ve kelamcıların sünnet tarifi ayrı ayrı ele alır.
Sünnet’in Kısımları
“Hz. Peygamber’den geliş şekline
(mâhiyetine) göre incelediğimizde; Söz, fiil veya tasvip (takrir) olmak üzere
üçe, râvî sayısı itibariyle incelediğimizde: Mütevatir, meşhur ve âhad sünnet
olmak üzere üçe, sıhhat ve hüküm itibariyle incelediğimizde: Sahih, hasen ve
zayıf olmak üzere üçe, söyleyeni itibariyle incelediğimizde: kudsi ve merfû
hadis olmak üzere ikiye ayrılır. ” Makalede her bir başlık ayrı ayrı ele alınıp
incelenmiştir.
Kur’an-ı Kerim’e Nazaran Sünnet’in Yeri izah edilirken:
“Sünnet Kur’an’ı Beyan Ettiği (Mücmel
Nasslarını Tefsir veya Müşkil Nasslarını Beyan, Umum İfade Eden Ayetlerini
Tahsis, Mutlak Ayetlerini Takyit ve Mübhemi Tafsil), Kur’an’ı teyit ettiği,
Kur’ân’da yer alan bazı hükümleri neshettiği ve Kur’ân’da yer almayan bazı
konularda hüküm koyduğu izah edilmiştir. ”
Sünnet’in İslâmdaki Yeri ve Önemi Kur’an, Sünnet ve Müslümanların icmâsı olmak üzere üç
ana başlık altında incelenmiştir. S. 15-61
Vahy-i Gayri Metluv
Meselesi
“Oryantalistlerin başlattığı ve bazı
Müslümanlarca da kabul gören ‘Sünnetin vahiy olmadığı’ sloganları
belli bir mesafe kat etmiş ve Müslümanların düşüncelerini bulandırmıştır. Bugün
artık okulda, camide, çarşıda, pazarda bu türden insanları bulmak mümkündür.
Dinin çeşitli konularının tartışıldığı günümüzde, 15 asırdan beri
Sünnetin vahyiliği görüşü; ümmet arasında hüsnü kabul görmüşken, akıllarını
kutsallaştıran ve batılı oryantalistlerden esinlenen bazı araştırmacı yazarlar;
Sünnet konusunda yeni şüpheler gündeme getirerek âlimlerimizin sahih kabul
ettiği hadisleri bile sorgulama veya reddetme noktasına gelmişlerdir.
Sünneti hafife alan veya inkâr eden bu
kimselerin itirazlarına bakacak olursak, bütün mesele Kur’an’dan başka vahyin
Resulullah’a inip inmediğidir. Sünnetin öteden beri yapılan klasik müdafaasında
kullanılan ayetlere, yürekleri sızlamadan teviller getiren insanlara, sünneti
yine sünnetle temellendirme girişimleri elbette ki fayda vermeyecektir. Zira bu
kimseler zaten sünnet için şüphe içerisindedirler. O yüzden biz burada diğer
konulardan önce, Resulullah’a Kur’an’dan başka vahyin indiğine dair ‘Kur’âni
Deliller’inden bahsedeceğiz. Ardından da ‘Sünnetten Delilleri’ ve ‘Âlimlerimizin
Görüşleri’ni nakledeceğiz. ” S. 65
Hadisler İtikadımızı
Belirler Mi?
“On dokuzuncu asırda pozitivist düşüncenin
dünyayı ve bu arada İslâm âlemindeki aydın kesimi etkisi altına alması ve İslâm
âleminin Batılılar tarafından istila edilmesinden sonra yoğunluk kazanan
oryantalist araştırmaların yöneldiği önemli sahalardan biri de Sünnet olmuştur.
Bu araştırmalar sonucu oryantalistlerin Sünnet/Hadis’e yönelttikleri
eleştiriler, İslâm âleminde de etkisini göstermiştir. Sünnet’in Müslümanlar
tarafından yeniden bir değerlendirmeye tâbi tutulması, elbetteki sadece
oryantalistlerin bu etkileri nedeniyle değildir. Çağımızda gelişen sosyal
ilimler alanındaki tahlilci bakış açısı ve Müslümanların devraldıkları kendi
kültürlerini yeniden gözden geçirmeye ihtiyaç duymaları da bunda etkili
olmuştur.
Bunun bir sonucu olarak Sünnet konuşunda
değişik görüşler ileri sürülmüştür. Bu arada Sünnet’in Kur’an gibi
korunmadığını, nitekim Kur’an gibi Hz. Muhammed (sav) döneminde yazılmadığını,
haddizatında dinî anlamak için Kur’an’ın yeterli olduğunu ileri sürenlerin
yanısıra Peygamber (sav)’in Sünneti’nin kendi içtihadı sonucu olduğunu; vahye
dayanmadığını ve bu nedenle de sonradan gelen Müslüman nesilleri bağlamadığını
ileri sürenler olmuştur.
Sünneti hafife alan veya inkar eden bu
kimselere, zamanımızın tartış(tır)ılan Recm, Hz. İsa’nın nüzulu, Kabir azabı,
Şefaat vb. konularda Ehl-i Sünnet’in görüşleri ifade edildiğinde bu kişilerin
en başta gelen itirazları ‘Bu meseleler Kur’an’da geçmiyor, bazı
hadislerde yer alıyor. Ama hadisler Kur’an’a aykırı olamaz. Dolayısıyla bu
konulardaki hadisler uydurmadır. ’ veya ‘Evet, bu konuda bazı
hadisler var, ama bu hadisler itikadî sahada bir şey ifade etmez. Hadisler itikad
belirleyemez’ şeklindedir.
Günümüzün Tevhidi düşünen gençliğini de
etkileyen ve bocalatan bu söylem ne kadar doğrudur? Hadisler itikadımızı
belirleyebilir mi? Sorularına cevap vermek amacımızdır. ” (S. 88)
Kur’ân İslâmı (!)
Üzerine
Tam bir müsteşrik kafasıyla hareket eden
yerli ‘oryantalist işbirlikçileri’nin asıl amaçları sadece sünneti
devreden çıkartmak değil, koskoca bir hadisler deryasını bir çırpıda yok saymak
ve dolayısıyla da onları rivayet eden eşsiz sahabiyi nerdeyse ‘yalan hadis’ gibi
ağır bir ithamla suçlayarak, inananların gözünden sahabinin etkinliğini
silmektir. Bu yüzden olsa gerek, her önüne gelen bir ahkâm kesmekte, hadisleri
reddetmekte, sünneti kabul etmemekte ve eşsiz sahabiye dil uzatabilmektedir.
Bir de bu yaptıklarını ‘Kur’an İslâmı, Kur’anî İslâm, Hanif İslâm,
Kur’an eksenli İslâm’ gibi yaldızlı ve süslü tabirlerle cahil halka
yutturmaktadırlar.
Kur’an İslâmı, modern zamanda ‘Sünnetin
saf dışı bırakılarak Kur’ân metnine dayalı bir İslâm anlayışı geliştirme’ düşüncesine
verilen bir simge isimdir.
Kur’an’dan başka güvenilecek bir kaynak
olmadığı ve esasen böyle bir kaynak aramanın Kur’an’a aykırı olduğunu,
Kur’an’ın ahkâm ayetlerinin tarihsel olduğunu, yani bildirdikleri somut
hükümler bakımından sadece nazil oldukları dönem için geçerli olup, bugün böyle
bir özelliğe sahip bulunmadıklarını söyleyerek bunların bağlayıcılığını
tartışma konusu yapmaları; bazılarının, Kur’an’da anlatılan kıssaların, vuku
bulmuş gerçek olaylar olmadığını iddia etmesi; Kur’an’da nesh olmadığını
savunmaları; Kur’an’ın, Hz. Peygamber (s. a. v)’e itaat konusundaki
vurgularının sadece Hz. Peygamber (s. a. v)’in hayatta olduğu dönem için
geçerli olduğunu, dolayısıyla Sünnet’in de –ibadetler dışındaki alanlarda–
tarihsel olduğunu söylemeleri; hadislerin büyük oranda uydurulmuş olduğu
anlayışına dayalı olarak hadisler vasıtasıyla haberdar olduğumuz kıyamet
alametleri, Mehdi (a. s) ve Deccal, Hz. İsa(a. s. )’nın nüzulu, Kabir
azabı, Sırat, Mizan, Hz. Peygamber (s. a. v)’in kevnî mucizeleri. . . gibi
gaybî hadiseleri ve varlıkları kabul etmemeleri; Sahabe’nin otoritesine itiraz
etmeleri; hayatın muhtelif cephelerini düzenleyici nitelikteki dinî hükümleri,
günümüz anlayışı ve yükselen değerleriyle bağdaşmadıkları gerekçesiyle muhtelif
yöntemlerle yürürlük dışı kılmaları Kur’an İslâmını savunanların başlıca
ve ayırt edici fikirleridir.
Bu makalemizde gayemiz, Kur’an
İslâmı söyleminin tarihi arka planını irdelemek, İslâm’ın ilk dönemindeki
örnekleri ve günümüzdeki izdüşümlerini tespit etmek olacaktır. ” S. 103
Cibrîl Hadîsinden
Öğrendiklerimiz
“19. yüzyılın ortalarından itibaren,
Batılı araştırmacıların öncülük ettiği, daha sonra bazı Müslümanların da kısmen
sürdürdüğü tenkit faaliyetleri sebebiyle, İslâm dininin Kur’ân-ı Kerîm’den
sonra ikinci kaynağı olan Sünnet, yeni bir seviyede tartışılmaya başlanmıştır.
Özellikle gerekli fikrî birikimi
bulunmayan Müslümanların âşina olmadıkları görüşlerle yüz yüze gelmelerinin,
toplumun dinî düşüncesinde menfî tesirleri oldu. Bu zamanda yaşamış İslâm
mütefekkirleri, İslâm Dünyası’nın batı karşısındaki kültürel ve ekonomik
mağlubiyetinin sebebini, klasik İslâm düşüncesinden kaynaklanan, kaynakları
yanlış yorumlama faaliyetinden ileri geldiğini savundular. Bu çağda, tefsir,
fıkıh, kelam ve hadis olmak üzere birçok İslâmi ilim alanında yeniden yorumlama
ve değerlendirme süreci başlamış oldu. Diğer alanlarda bu süreç kolaylıkla
işlerken, hadis alanına gelindiğinde bu süreç beraberinde büyük tartışmaları da
getirdi.
Cumhuriyet sonrası Türkiye’sinde de,
1950’lerden sonra, bilhassa İlahiyat Fakültelerinin, sonra da Yüksek İslâm
Enstitüleri’nin teşekkül ettirilmesi ile hadis ve sünnet ilimlerinin muhtelif
dallarında değişik çalışmalar yapılmıştır. Bu çalışmalardan gerçekten takdire
şâyanları olmakla beraber; Sünnet ve hadis konusunda, tamamen oryantalist bir
zihniyetle yazılan eserler de mevcuttur. Bazı modernist ilahiyatçılar, Ali Fuat
Başgil’in ‘Bu fakülte(ilahiyat), yüksek din bilgini yetiştirmez. Bu
fakülte, bu programı ve bu hali ile din münekkidi yetiştirir. ’ sözünü
doğrularcasına pek çok yıllarca eğitimini aldıkları ‘oryantalistlerin’ temsilcileri
haline gelmişlerdir.
Günümüzde –maalesef- bazı ilahiyatçı
profesörler, bu ilimde mütehassıs olmadıkları halde bazı indi mütalaalar ile
muhaddislerce Cibril Hadisi olarak isimlendirilmiş meşhur hadis-i şerifin,
uydurma (mevzû) hadis olduğunu söyleme cehaletini göstermişlerdir. Bu
ilahiyatçılardan biri olan Prof. Dr. Süleyman Ateş, Cibril hadisi
hakkında ‘uydurmanın ince ayarlısı’ şeklinde, ilmî
değerlendirme ölçülerine sığmayan bir yakıştırmayı uygun görmektedir. Prof. Dr.
Süleyman Ateş kadar olmasa da Ömer Aydın, M. Hayri Kırbaşoğlu ve Mustafa
İslâmoğlu gibi ilahiyatçılar da, Cibril hadisi hakkında olumsuz kanaatler
belirtmektedirler.
Biz bu acizâne çalışmamızda, âlimlerimizce ‘Cibril
Hadisi’ olarak adlandırılan rivayeti, isnad ve metin tetkiki yaparak
arzedeceğiz ve modernist ilâhiyatçıların Cibril Hadîsiyle ilgili tenkidlerine
cevaplar arayacağız. Ayrıca ‘Cibril Hadisi’nin İslâm düşüncesine yansımalarını
tespit etmeye çalışacağız. ” S138
Hz. Îsâ’nın Ref’i ve Nüzûlü Haktır
“Gerek fikir, gerekse fizik planında
insanlığın karşı karşıya bulunduğu modern meydan okuyuş, kaçınılmaz olarak
Müslümanların din algısına da nüfuz etmiş durumda. Zamanı, tarihi, algı ve
değerler dünyasını ‘geleneksel olan’ ve ‘modern
olan’ şeklinde bir ayrıma tabi tutarak, ilkinin miadını doldurduğunu
ve yerini kaçınılmaz olarak ikincisine bıraktığını telkin eden modern zihin
yapısı, Müslümanların kendi kaynaklarını, değerlerini ve tarihlerini
okuyuşlarını belli bir istikamette dönüştürürken ortaya ‘yeni’ ve ‘farklı’ bir
tasavvur çıkarıyor.
Hz. Îsâ’nın ref’i ve nüzulü meselesi, bu
hususun kristalleştiği noktalardan birisi. Kur’an-Sünnet ilişkisine ve Tefsir
Usulü ilminin ilkelerine karşı çok da duyarlı olmayan ‘çağdaş’ bir
yaklaşımla, ilgili Kur’an ayetleri üzerine serd edilen ‘yeni ve farklı’ mülahazalar,
‘ilmî hürriyet’ görüntüsü altında sahibini getirip bütün
Ümmet ulemasının karşısına konumlandırıyor.
Hz. Îsâ’nın ref’i ve nüzulü meselesi
İslâm’ın Sahabe ve daha sonraki Tabiin ve Etbai Tabiin dönemlerinde hiç
tartışma konusu olmamıştır. İslâm’ın doğuşundan günümüze kadar, itikada ve
ahkâma dair sabit hükümleri yenileme ve günün şartlarına uyarlama veya ıslah
adı altında düzeltme ve değiştirme çabaları bu ümmete asla olumlu yönden bir
katkı sağlamamıştır.
Zira Allah’ın kitabı Kur’an, indiği gibi
korunmuş, onunla ilgili küçük-büyük bütün ilimler, âlimler tarafından ana ve
alt başlıklar şeklinde ele alınmıştır. Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve
sellem’in sünneti de her asırdaki hadis hafızları ve bilginleri tarafından çok
muhkem ve titiz bir şekilde muhafaza edile gelmiştir.
1943 yılında dönemin Ezher Şeyhi Mahmut
Şeltût’un: ‘Hz. Îsâ (a. s) meselesi eski ve yeni âlimler tarafından
ihtilaflı bir konu olarak kabul edilmiştir. Ondan bahseden ayetler onun
ölümünün gerçekleştiğini ortaya koymaktadır. İnanç konusunda Hz. Îsâ (a. s. )
ile ilgili hadislere, Âhâd Haber olduklarından dolayı itibar edilmez. En
azından o hadisler te’vile/yoruma açık olduklarından Hz. Îsâ’nın ref’i ve
nüzûlünü inkâr eden kâfir olmaz. ’ şeklindeki fetvâsı büyük
tartışmalara sebep olmuş; lehte ve aleyhte birçok eser yazılmıştır.
Mahmut Şeltût’un açtığı yoldan giren
modernist ilahiyatçılardan bazıları bu fikrin yabancı kültürlerin tesiriyle ortaya
çıktığını savunmuş, bir kısmı ise Hz. Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’den
sonra bir peygamberin gelemeyeceği gerekçesiyle Hz. Îsâ’nın nüzûlünü
reddetmişlerdir.
Günümüzde Hz. Îsâ’nın ref’i ( göğe
yükseltilmesi) ve nüzûlü (yeryüzüne tekrar dönüşü) meselesinin bazı
vesilelerle, kamuoyu önünde tartışıldığına şahit oluyoruz. Basın-yayın
organlarında bu konular tartışılmakta ve insanların kafasında soru işaretleri
oluşmaktadır. Çünkü tartışma programına katılanlar, konuya farklı bir şekilde
yaklaşmakta ve tam bir sonuç ortaya çıkmamaktadır. Hele hele toplum nezdinde
popüler olan bazı ilahiyatçıların (Mustafa İslâmoğlu, Süleyman Ateş, Ali Rıza
Demircan, Mehmet Okuyan, Abdulaziz Bayındır) Hz. Îsâ’nın nüzûlünü reddetmeleri
hatta buna inanmanın akîdeye zarar vereceğini iddia etmeleri, bizi bu meseleyi
kapsamlı ele almamızı gerekli kılmıştır. ” S. 186
Emperyalizm’in Keşif
Kolu: Oryantalizm
Günümüz Batı ülkelerinde hâkim olan ve
Batılı medya kuruluşları aracılığıyla bütün dünyaya ihraç edilen İslâm ve
Müslüman imajını, Oryantalizm’den bağımsız anlamak imkânsız derecesinde zor.
İslâm toplumlarını geri, ataerkil, irrasyonel, şehvet düşkünü, atıl, şiddet
yanlısı, bedevi ve kaba kalabalıklar olarak sunan tasvir, roman, hikâye, şiir
ve tarihi eserlerin çok büyük bir bölümü, Oryantalizm adı altında özetlediğimiz
Batılı çalışmalara geri gider. Oryantalist yazarların yaklaşık bir buçuk asır
önce ürettiği bu imajlar, bugün de canlılığını muhafaza ediyor. Üstelik bu
tiplemeler sadece Batı toplumlarında değil, İslâm ülkelerinde yerel kimliğini
yitirmiş Avrupai aydınlar ve burjuva arasında da kayda değer bir etkiye sahip.
Oryantalizm; Müslüman doğu medeniyetinin
(din, edebiyat, dil ve kültürü içine alacak şekilde) bütün unsurlarını
inceleyerek İslâm dünyası hakkında batılıların sistematik bir bilgiye sahip
olmalarını sağlayan, İslâm ve Batı medeniyeti arasındaki mücadelede Batı
uygarlığı lehine veriler elde etmeye çalışan bir akımdır. Oryantalizmin Arapça
karşılığı ‘İstişrak’tır. İstişrak ile ilgilenen kişilere de Müsteşrik denilir.
Oldukça eski bir maziye sahip olan oryantalizm kavramını bir bütünlük içinde
dünya kamuoyuna sunan Edward Said bu sistematiği tek bir cümle ile
özetler; ‘Oryantalizm gerçek Doğuyu değil Şarkiyatçıların görmek
istedikleri bir Şark’ı aksettirir. ’ Oryantalizmin basit tanımı,
Doğuyu anlama, Doğuya olan tecessüsü giderme çabasıdır. Said’e göre oryantalizm,
Şark ile uğraşan toplu müessesedir; yani Şark hakkında hükümlerde bulunur, Şark
hakkındaki kanaatleri onayından geçirir, Şark’ı tasvir eder, tedris eder, iskân
eder, yönetir; kısacası ‘Doğu’ya hâkim olmak, onu yeniden kurmak ve onun amiri
olmak için’ Batı’nın bulduğu bir yoldur.
Oryantalizmi bir tür ‘Doğu kültür ve
medeniyetlerinin mühendisliği’ olarak tanımlamak mümkündür. Başka
deyişle oryantalizm, Batı’nın Doğu üzerinde tahakküm kurmak, kendi
çıkarlarına göre yeniden yapılandırmak amacıyla geliştirdiği bir yoldur.
‘Emperyalizm’in Keşif Kolu: Oryantalizm’ adlı bu yazımızda oryantalizmin ne olduğunu, doğuş
sebeplerini, meşhur simalarını ve oryantalistlerin İslâm dünyasındaki
etkilerini sizlere aktarmaya çalışacağız. ” S. 218
Mefâtıhu’l Gayb - Gaybın
Anahtarları
İnsan yaratılışının gereği olarak
bilinmeyen ve görünmeyene, esrarengiz olana karşı daima ilgi duymuş, onun bu
istek ve ilgisi vahiy yoluyla ve peygamberler aracılığıyla belli ve yeterli
ölçüde karşılanmış, fakat geride kalan boşluk ve sorular da her dönemde çeşitli
çevrelerin istismarına konu olmuştur. İlk devirlerden itibaren gaybdan haber
vererek insanların ilgisini çeken ve bu yolla itibar ve servet kazanan kâhin,
büyücü, arrâf, falcı, medyum, ruhçu gibi şahısların hemen her toplumda
görülmesi ve bunlar etrafında daima bir grup insanın kümelenmekte oluşu bunun
açık örneğidir.
Bununla birlikte toplumumuzda, gaybı
bildiğini ve gaybdan haber verdiği izlenimini veren hatta bunu açıkça ileri
süren şahısların, dinî konularda yeterince bilgisi bulunmayan kesimleri,
sıkıntı ve ihtiyaç içindeki kimseleri acımasızca sömürdüğü de bilinen bir
gerçektir. Günümüzde medyum ve falcıların etrafındaki insanların öğrenim ve
sosyal statü seviyesinin toplum ortalamasının bir hayli üzerinde olması, olayın
modern bilim eksikliğinden değil gerçek dinî bilgi ve şuur eksikliğinden
kaynaklandığını göstermektedir. Bu tür olumsuz görüntünün Batı ülkelerinde de
bir hayli yaygın olduğu bilinmektedir. Bunu önlemenin tek yolu ise, İslâm
dininin doğru bir şekilde öğrenilmesi ve öğretilmesidir. Dinin varlıklar
âlemine, dünya, ölüm ve ölüm ötesine ilişkin açıklamaları insanları bu tür
sapma ve saplantılardan koruyacak güçtedir.
Zor bir zamanda yaşıyoruz. İnsanlar bir
kurtarıcı, bir yıkım ve yeni bir başlangıç, ilahi bir ceza ve müdahele
bekliyor. Kıyamet alametleri özelde Hz. İsa (a. s. ), Mehdi, Deccal gibi
konular çokca tartışılıyor. Biz de bu tartışılan konulara kayıtsız kalmadık ve
bu önemli konularla ilgili notlar aldık. Bu notları sizlerle de paylaşmak
istedik.
Rüya Hakkında Neler
Biliyoruz? Rüya İle Amel Edilir mi?
“Geçmişten günümüze kadar rüya olgusu
insanlar için özel bir önem taşımıştır. İnsanlar gördükleri rüyaların
anlamlarını hep merak etmişlerdir. Rüyaların, sadece insanların geçmiş
yaşamları için değil, gelecekleri hakkında da çeşitli bilgiler verme konusunda
haberci nitelikleri de vardır. ” S. 292
Bu makalede Rüya mahiyeti, kısımları,
bilgi kaynağı olup olmadığı, rüya tabiri ve rüyada Hz. muhammed(s. a. v. )’i
görmek ve ondan ilim almak konuları ele alınmış.
Rukye Tedavisi, Muska ve
Nazarlık Takmak Üzerine Notlar
“İster fiziksel ister ruhsal hastalıklar
olsun, insanın bu dünya hayatında karşılaştığı her bir sıkıntı, ahiret yaşamı
için bir kazanım sayılmaktadır. Hastalık, sıkıntı, musibet istenilmez fakat
bütün önlemlere rağmen gelirse bunun için sabretmek, dua etmek, tevekkül ve
teslimiyet göstermek gerekir. Kişi şikâyet etmez ve sabrederse o kimsenin
birtakım günahları bağışlanır, kendisine sevap verilir ve Allah (c. c. )
katındaki derecesi artar. Ancak kişi bir hastalıkla karşılaştığında muhakkak
maddi ve manevi çarelere başvurmalıdır. Kişi fiziksel rahatsızlıklarından bir
takım tedavi metotlarıyla, ilaçlarla kurtulabilir. Ruhsal hastalıklarından da
dua, sabır, zikir, Kur’an okuma, inanç ve ibadetlere sarılarak kurtulabilir.
İnsan dünyaya gelişinden itibaren imtihan
süreci işlemektedir. İnsanın dünya yaşamında karşılaştığı en büyük
imtihanlardan birisi hastalıklardır. Hastalıklardan korunma metotlardan birisi
de, kuşkusuz kendisini yaratan yegâne güç sahibinden yardım istemektir.
Böylesine köklü bir yöntem, zaman içinde çeşitli değişikliklere uğramış,
azalmış, çoğalmış, şekil değiştirmiş, ancak bir olgu olarak varlığını günümüze
kadar korumuştur. İnsanlar, hâlâ tedavisi olmayan/olmadığına inanılan
hastalıklarda veya kimi hastalıkların alternatifsiz tedavi yöntemi olarak
gördükleri ‘okuyarak tedavi’ demek olan ‘rukye’yi
uygulamaktadırlar. Ancak, hakkında yeterli bilgi sahibi olmaksızın rukye
yapılması ve yaptırılması, halka mal olmuş diğer birçok alışkanlıkta olduğu
gibi, rukyede de tartışmalara ve ihtilaflara sebep olmaktadır.
Kur’an, şifa verme tasarruf sahibinin Allah
(c. c. ) olduğunu ve insanın aynı kudrete sahip başka bir varlık öne sürmesinin
Tevhid inancını zedeleyeceğini bildirmektedir. Aynı şekilde, şifanın da ancak
Allah (c. c. ) tarafından lütfedildiği bilinciyle hareket etmemizi
istemektedir. Bu uyarıların temelinde, insanoğlunun bu kudreti başka
varlıklarda görme eğilimi yatmaktadır. Günümüzdeki uygulamaların da birçoğunda
bu eğilimin varlığı gözlenmektedir. Memleketimizde ve İslâm âleminde rukye ve
muska uygulamalarında yapılan yanlışlar, sadece ilgili şahısları etkilemekle
kalmamakta, doğrudan veya dolaylı olarak bütün Müslümanları bu hataların
faturalarını ödemek zorunda bırakmaktadır. Medyaya yansıyan şarlatan
hikâyeleri, samimi dindarların zihinlerini bulandırmakta ve onları rencide
etmektedir.
Yukarıda zikretmeye çalıştığımız
sebeplerden dolayı İslâm’ın şifa kavramına bakışı, rukye (okuyarak tedavi),
rukyenin hükmü, muska takmak ve cevşen taşımak / okumak ve nazar’ın mâhiyeti ve
nazarlık takmak konularını ele alan müstakil bir makale olarak ele almayı uygun
gördük. ” S. 323
Üç Ayları Nasıl İhyâ
Etmeli
‘Üç aylar’ diye adlandırılan Receb, Şaban ve Ramazan ayları
mübarek aylar olarak kabul edilir. Üç ayların Müslümanlarca önemli ölçüde değer
kazanmasının sebepleri arasında Hz. Peygamber (sav)’in bu aylar hakkında
verdiği haberler gösterilebilir. Geniş halk kitleleri tarafından özel bir
hassasiyet gösterilerek çeşitli ibadetlerle ihya edilegelen ayları ihyâ ve bu
üç aydaki ‘Kandil Geceleri’ adı altında ‘kutsal veya
mübarek’ olarak ilan edilen geceleri kutlamak konusunda öteden beri
farklı yorumların yapıldığı herkesin malumu.
İfrat görüşü benimseyenler, Ramazan ayına
girene kadar Receb ve Şaban aylarının tamamını oruçla geçirmeyi ve bu iki aya
özgü olduğu kanaatiyle bazı namazlar kılmayı adet haline getirmişlerken; Tefrit
görüşü benimseyenler, üç aylar dediğimiz zaman dilimine herhangi bir özellik
tanımanın doğru olmadığını, bu zaman diliminde tutulan oruçların, kılınan
namazların ve yapılan diğer ibadetlerin tümüyle bid’at olduğunu ileri
sürmüşlerdir. Bu iki kesimin her birinin, zaman zaman diğerini en ağır şekilde
suçlayıcı ve itham edici tavırlar sergilediği hatta tekfirleştiği de
görülmektedir.
Bu yazımızda, gerek ‘Üç aylar’ geleneğine
karşı çıkan bazı çevrelerin, gerekse bu gelenek konusunda aşırı bir hassasiyet
gösterdiği ve bu sebeple bazı bid’at tutumlar sergilediği gözlenen kesimlerin
birbirine taban tabana zıt olan bu anlayışları konusunda Sünnet-i seniyye’ye ve
Selef-i salihin’in davranışına uygun olan orta yolu ifade etmeye
çalışacağız.” S. 369
Kitabın son bölümüne Muhammded İmamoğlu
kardeşimizin refikası Hicret Yıldız İmamoğlu hanımefendi tarafından kaleme
alınan ‘Tevhid’ ve ‘İslâm’da Tesettür’ isimli iki makale eklenmiş.
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 298 / Eylül 2015