Ahir Zaman Müslümanına Notlar - Alparslan Aydar

Ahir Zaman Müslümanına Notlar

Ahir Zaman Müslümanına Notlar

“Âhir Zaman Müslümanına Notlar’ adıyla neşrettiğimiz bu kitap; Misak ve Genç Birikim Dergilerinde yayımlanan makalelerimizin bir araya getirilmesinden müteşekkildir. Kitabımızın kapak başlığında geçen ‘Âhir Zaman’ kavramı hakkında kaynaklarımızda şu bilgi mevcuttur:

 Hz. Peygamber (s. a. v. )’in İslâm’ı tebliğinden başlayıp kıyâmetin kopmasına kadar geçecek olan müddet hakkında kullanılan bir terimdir. Bu tarif çerçevesinde Rasûlullah’a ‘Âhir Zaman Peygamberi’ denilmektedir. Bunun anlamı da ‘Son Peygamber’ demektir.

Ahir Zaman Müslümanına Notlar

Ahir Zaman Müslümanına Notlar
Muhammed İmamoğlu
İ’tisam Yayınları
Mîsak Dergisi
Sayı: 298 / Eylül 2015

Bizden önce yaşamış ümmetlerin geçirdikleri zamanın tümü bir gün içinde sabahtan ikindiye kadar geçen zamana; bu ümmetin yaşadığı zaman ise ikindiden akşama kadar geçen vakte benzetilmiştir. Kıyâmetin yaklaştığı zamana da aynı şekilde ‘Âhir Zaman’ denilmektedir. Bu zamanın kesin olarak ne zaman başlayacağı da belli olmadığı için sadece bu döneme yakın bazı belirgin alâmetlerin görüleceği ifade edilmiştir.”

“Âhir Zamanda; ticaretin, faizin, içkinin, eğlencenin, emanete hıyanetin, zina ve eşcinselliğin yaygınlaşması, zenginlerin zekât vermekten sarf-ı nazar etmesi, ana- baba hakkının gözetilmemesi, altın ve ipek kullanmaya düşkünlük, ümmetin ahirinin evveline lanet etmesi, fitnenin her mü’minin evine girmesi, yüksek bina yapımında yarışılması,   bidatlerin yayılması, hayânın azalması, çıplaklığın aleniyet kazanması, kadınların erkeklere özenmesi, Kur’an’ın dille okunması ve kalbe tesir etmemesi, depremlerin artması, ilmin azalması ve dünyevi maksatlarla öğrenilmesi, yeryüzünde zulüm ve fesadın artması, mazlumların yardımsız kalması, haddlerin iptal edilmesi, namaz ve cihad konusundaki hassasiyetin azalması, dünyaya düşkünlük, Müslüman ülkelerin işgal ve istilası, müminlerin grup grup ayrılması, bereketin kalkması ve kanaatsizliğin yaygınlaşması, emr-i maruf nehy-i münkerin terk edilmesi, ulemanın hakir görülmesi. . . gibi kıyâmet alâmetlerinin çıkacağı hadis kitaplarımızda geçmektedir. ” S. 9-10

Kitabımızın da konularını içeren Sünnet/Hadis meseleleri, Hz. Muhammed (s. a. v. )’in gayb bilgisi, Kadere iman, Recm, Hz. İsa (a. s. )’nın nüzûlü vb. meseleler Ümmet-i Muhammed(s. a. v. ) arasında çokça tartışılmaya başlanmıştır. Modernist ilâhiyatçılar eliyle nice bid’at fikirler Ümmet-i Muhammed(s. a. v. )’in gündemine oturmuştur.

Bu meyanda İmam Ahmed, Müslim, İbn Hibbân, el-Hâkim ve daha başkalarının Ebû Hureyre (r. a. )’den rivayet ettiği -değişik lafızlarla gelen- bir hadiste tam da bu duruma işaret edilerek şöyle buyuruluyor: “Ahir zamanda ne sizin, ne de babalarınızın duyduğu sözler söyleyen insanlar olacak. Onlardan uzak durun!”

İmam Ahmed’in bu hadisi el-Mûsned’de zikrettiği iki yerden birindeki varyantda ifâde şöyledir: “Ümmetim arasında ne sizin, ne de babalarınızın duyduğu, sonradan ihdas edilmiş sözler söyleyen (yuhaddisûnekum/ ye’tûnekum bi bid’in mine’l-hadîs) deccallar ve yalancılar olacak. Onlardan uzak durun ki sizi fitneye düşürmesinler. ” S. 11

İşte âlimlerimizin ifade ettiği üzere özellikle modernist ilahiyatçılar eliyle, ‘Müslümanlar’ın seleften halefe tanıyageldiği şeyler arasında bulunmayan sözler’ Ümmet-i Muhammed (s. a. v. ) arasında yayılmıştır. Bu kitabı oluşturan makaleler bu şâz ve bid’at fikirleri ve görüşleri reddetmek ve doğruları ifâde için yazılmıştır.

Kitabımız okunduğunda görülecektir ki, genel üslup tenkidî bir üsluptur. Yukarıda da değindiğimiz gibi şâz ve bid’at görüşleriyle Ümmet-i Muhammed (s. a. v. )’i meşgul eden modernist ilahiyatçılar tarafımızca tenkid edilmiştir. ” S. 12

Son olarak Peygamber Efendimiz (s. a. v. ): ‘İnsanlara teşekkür etmeyi bilmeyen kişi Allah (c. c. )’a şükretmeyi de bilemez. ’ buyurmaktadır. Bu meyanda; Yazdığı eserlerle ufkumuzu aydınlatan, Misak dergisinde yazı yazmamı teşvik eden ve kendisinden çok şey öğrendiğim Hüsnü Aktaş hocama; Kitabımın makalelerini yazmak konusunda eserlerinden çokça istifade ettiğim ve bizzat evinde bize Hadis usulü okutan Ebubekir Sifil hocama ve yazılarımın çoğunluğunun yayımlandığı Genç Birikim Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Ali Kaçar ağabey’e teşekkür etmeyi bir borç biliyorum. ” S. 13

 

Sünnet Risâlesi

Sünnet, Kur’ân tefsirinin ana kaynaklarından biridir. Çünkü Sünnet’in sahibi Hz. Peygamber (s. a. v. ), Kur’ân’ı tebliğ etmenin yanında aynı zamanda onu tefsir etmek, açıklamak ve yaşamakla da görevli idi. Bu hususta Yüce Allah (c. c. ) ona şöyle emretmiştir: ‘Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun!’(Maide, 67), ‘Sana da zikri (Kur’ân’ı) indirdik ki kendilerine ineni insanlara açıklayasın. Belki düşünüp ibret alırlar. ’(Nahl, 44), ‘Biz sana Kitab’ı sırf ayrılığa düştükleri şeyi onlara açıklayasın ve inanan bir topluluğa yol gösterici ve rahmet olsun, diye gönderdik. ’(Nahl, 64)

Bu âyetler, Resûlullah’ın (s. a. v. ) Kur’ân’ı tebliğ ve tefsir ile görevli olduğunu ifade ettiği gibi, her peygamberin, getirdiği kitabı, ümmetine açıklamakla görevli olduğunu da vurgular. ” S. 15

 

Sünnet’in Kelime ve Istılah Anlamı

“Sünnetin ıstılah olarak tarifi, İslâmî ilim dallarının her birinde ve hatta her bir ekolde, Hz. Peygamber(s. a. v. ) ‘e âidiyyeti saklı olmakla birlikte farklı şekillerde incelenmiş ve tarif edilmiştir. Her bir ilmî disiplin, kendi penceresinden meseleye bakmış ve kendine yeteni almıştır. ” S. 18 tesbitinden sonra usûlcülerin, hadisçilerin, fıkıhçıların ve kelamcıların sünnet tarifi ayrı ayrı ele alır.

 

Sünnet’in Kısımları

“Hz. Peygamber’den geliş şekline (mâhiyetine) göre incelediğimizde; Söz, fiil veya tasvip (takrir) olmak üzere üçe, râvî sayısı itibariyle incelediğimizde: Mütevatir, meşhur ve âhad sünnet olmak üzere üçe, sıhhat ve hüküm itibariyle incelediğimizde: Sahih, hasen ve zayıf olmak üzere üçe, söyleyeni itibariyle incelediğimizde: kudsi ve merfû hadis olmak üzere ikiye ayrılır. ” Makalede her bir başlık ayrı ayrı ele alınıp incelenmiştir.

Kur’an-ı Kerim’e Nazaran Sünnet’in Yeri izah edilirken:

“Sünnet Kur’an’ı Beyan Ettiği (Mücmel Nasslarını Tefsir veya Müşkil Nasslarını Beyan, Umum İfade Eden Ayetlerini Tahsis, Mutlak Ayetlerini Takyit ve Mübhemi Tafsil), Kur’an’ı teyit ettiği, Kur’ân’da yer alan bazı hükümleri neshettiği ve Kur’ân’da yer almayan bazı konularda hüküm koyduğu izah edilmiştir. ”

Sünnet’in İslâmdaki Yeri ve Önemi Kur’an, Sünnet ve Müslümanların icmâsı olmak üzere üç ana başlık altında incelenmiştir. S. 15-61

 

Vahy-i Gayri Metluv Meselesi

“Oryantalistlerin başlattığı ve bazı Müslümanlarca da kabul gören ‘Sünnetin vahiy olmadığı’ sloganları belli bir mesafe kat etmiş ve Müslümanların düşüncelerini bulandırmıştır. Bugün artık okulda, camide, çarşıda, pazarda bu türden insanları bulmak mümkündür. Dinin çeşitli konularının tartışıldığı günümüzde, 15 asırdan beri Sünnetin vahyiliği görüşü; ümmet arasında hüsnü kabul görmüşken, akıllarını kutsallaştıran ve batılı oryantalistlerden esinlenen bazı araştırmacı yazarlar; Sünnet konusunda yeni şüpheler gündeme getirerek âlimlerimizin sahih kabul ettiği hadisleri bile sorgulama veya reddetme noktasına gelmişlerdir.

Sünneti hafife alan veya inkâr eden bu kimselerin itirazlarına bakacak olursak, bütün mesele Kur’an’dan başka vahyin Resulullah’a inip inmediğidir. Sünnetin öteden beri yapılan klasik müdafaasında kullanılan ayetlere, yürekleri sızlamadan teviller getiren insanlara, sünneti yine sünnetle temellendirme girişimleri elbette ki fayda vermeyecektir. Zira bu kimseler zaten sünnet için şüphe içerisindedirler. O yüzden biz burada diğer konulardan önce, Resulullah’a Kur’an’dan başka vahyin indiğine dair ‘Kur’âni Deliller’inden bahsedeceğiz. Ardından da ‘Sünnetten Delilleri’ ve ‘Âlimlerimizin Görüşleri’ni nakledeceğiz. ” S. 65

 

Hadisler İtikadımızı Belirler Mi?

“On dokuzuncu asırda pozitivist düşüncenin dünyayı ve bu arada İslâm âlemindeki aydın kesimi etkisi altına alması ve İslâm âleminin Batılılar tarafından istila edilmesinden sonra yoğunluk kazanan oryantalist araştırmaların yöneldiği önemli sahalardan biri de Sünnet olmuştur. Bu araştırmalar sonucu oryantalistlerin Sünnet/Hadis’e yönelttikleri eleştiriler, İslâm âleminde de etkisini göstermiştir. Sünnet’in Müslümanlar tarafından yeniden bir değerlendirmeye tâbi tutulması, elbetteki sadece oryantalistlerin bu etkileri nedeniyle değildir. Çağımızda gelişen sosyal ilimler alanındaki tahlilci bakış açısı ve Müslümanların devraldıkları kendi kültürlerini yeniden gözden geçirmeye ihtiyaç duymaları da bunda etkili olmuştur.

Bunun bir sonucu olarak Sünnet konuşunda değişik görüşler ileri sürülmüştür. Bu arada Sünnet’in Kur’an gibi korunmadığını, nitekim Kur’an gibi Hz. Muhammed (sav) döneminde yazılmadığını, haddizatında dinî anlamak için Kur’an’ın yeterli olduğunu ileri sürenlerin yanısıra Peygamber (sav)’in Sünneti’nin kendi içtihadı sonucu olduğunu; vahye dayanmadığını ve bu nedenle de sonradan gelen Müslüman nesilleri bağlamadığını ileri sürenler olmuştur.

Sünneti hafife alan veya inkar eden bu kimselere, zamanımızın tartış(tır)ılan Recm, Hz. İsa’nın nüzulu, Kabir azabı, Şefaat vb. konularda Ehl-i Sünnet’in görüşleri ifade edildiğinde bu kişilerin en başta gelen itirazları ‘Bu meseleler Kur’an’da geçmiyor, bazı hadislerde yer alıyor. Ama hadisler Kur’an’a aykırı olamaz. Dolayısıyla bu konulardaki hadisler uydurmadır. ’ veya ‘Evet, bu konuda bazı hadisler var, ama bu hadisler itikadî sahada bir şey ifade etmez. Hadisler itikad belirleyemez’ şeklindedir.

Günümüzün Tevhidi düşünen gençliğini de etkileyen ve bocalatan bu söylem ne kadar doğrudur? Hadisler itikadımızı belirleyebilir mi? Sorularına cevap vermek amacımızdır. ” (S. 88)

 

Kur’ân İslâmı (!) Üzerine

Tam bir müsteşrik kafasıyla hareket eden yerli ‘oryantalist işbirlikçileri’nin asıl amaçları sadece sünneti devreden çıkartmak değil, koskoca bir hadisler deryasını bir çırpıda yok saymak ve dolayısıyla da onları rivayet eden eşsiz sahabiyi nerdeyse ‘yalan hadis’ gibi ağır bir ithamla suçlayarak, inananların gözünden sahabinin etkinliğini silmektir. Bu yüzden olsa gerek, her önüne gelen bir ahkâm kesmekte, hadisleri reddetmekte, sünneti kabul etmemekte ve eşsiz sahabiye dil uzatabilmektedir. Bir de bu yaptıklarını ‘Kur’an İslâmı, Kur’anî İslâm, Hanif İslâm, Kur’an eksenli İslâm’ gibi yaldızlı ve süslü tabirlerle cahil halka yutturmaktadırlar.

Kur’an İslâmı, modern zamanda ‘Sünnetin saf dışı bırakılarak Kur’ân metnine dayalı bir İslâm anlayışı geliştirme’ düşüncesine verilen bir simge isimdir.

Kur’an’dan başka güvenilecek bir kaynak olmadığı ve esasen böyle bir kaynak aramanın Kur’an’a aykırı olduğunu, Kur’an’ın ahkâm ayetlerinin tarihsel olduğunu, yani bildirdikleri somut hükümler bakımından sadece nazil oldukları dönem için geçerli olup, bugün böyle bir özelliğe sahip bulunmadıklarını söyleyerek bunların bağlayıcılığını tartışma konusu yapmaları; bazılarının, Kur’an’da anlatılan kıssaların, vuku bulmuş gerçek olaylar olmadığını iddia etmesi; Kur’an’da nesh olmadığını savunmaları; Kur’an’ın, Hz. Peygamber (s. a. v)’e itaat konusundaki vurgularının sadece Hz. Peygamber (s. a. v)’in hayatta olduğu dönem için geçerli olduğunu, dolayısıyla Sünnet’in de –ibadetler dışındaki alanlarda– tarihsel olduğunu söylemeleri; hadislerin büyük oranda uydurulmuş olduğu anlayışına dayalı olarak hadisler vasıtasıyla haberdar olduğumuz kıyamet alametleri, Mehdi (a. s) ve Deccal, Hz. İsa(a. s. )’nın nüzulu,   Kabir azabı, Sırat, Mizan, Hz. Peygamber (s. a. v)’in kevnî mucizeleri. . . gibi gaybî hadiseleri ve varlıkları kabul etmemeleri; Sahabe’nin otoritesine itiraz etmeleri; hayatın muhtelif cephelerini düzenleyici nitelikteki dinî hükümleri, günümüz anlayışı ve yükselen değerleriyle bağdaşmadıkları gerekçesiyle muhtelif yöntemlerle yürürlük dışı kılmaları Kur’an İslâmını  savunanların başlıca ve  ayırt edici fikirleridir.

Bu makalemizde  gayemiz, Kur’an İslâmı söyleminin tarihi arka planını irdelemek, İslâm’ın ilk dönemindeki örnekleri ve günümüzdeki izdüşümlerini tespit etmek olacaktır. ” S. 103

 

Cibrîl Hadîsinden Öğrendiklerimiz

“19. yüzyılın ortalarından itibaren, Batılı araştırmacıların öncülük ettiği, daha sonra bazı Müslümanların da kısmen sürdürdüğü tenkit faaliyetleri sebebiyle, İslâm dininin Kur’ân-ı Kerîm’den sonra ikinci kaynağı olan Sünnet, yeni bir seviyede tartışılmaya başlanmıştır.

Özellikle gerekli fikrî birikimi bulunmayan Müslümanların âşina olmadıkları görüşlerle yüz yüze gelmelerinin, toplumun dinî düşüncesinde menfî tesirleri oldu. Bu zamanda yaşamış İslâm mütefekkirleri, İslâm Dünyası’nın batı karşısındaki kültürel ve ekonomik mağlubiyetinin sebebini, klasik İslâm düşüncesinden kaynaklanan, kaynakları yanlış yorumlama faaliyetinden ileri geldiğini savundular. Bu çağda, tefsir, fıkıh, kelam ve hadis olmak üzere birçok İslâmi ilim alanında yeniden yorumlama ve değerlendirme süreci başlamış oldu. Diğer alanlarda bu süreç kolaylıkla işlerken, hadis alanına gelindiğinde bu süreç beraberinde büyük tartışmaları da getirdi.

Cumhuriyet sonrası Türkiye’sinde de, 1950’lerden sonra, bilhassa İlahiyat Fakültelerinin, sonra da Yüksek İslâm Enstitüleri’nin teşekkül ettirilmesi ile hadis ve sünnet ilimlerinin muhtelif dallarında değişik çalışmalar yapılmıştır. Bu çalışmalardan gerçekten takdire şâyanları olmakla beraber; Sünnet ve hadis konusunda, tamamen oryantalist bir zihniyetle yazılan eserler de mevcuttur. Bazı modernist ilahiyatçılar, Ali Fuat Başgil’in ‘Bu fakülte(ilahiyat), yüksek din bilgini yetiştirmez. Bu fakülte, bu programı ve bu hali ile din münekkidi yetiştirir. ’ sözünü doğrularcasına pek çok yıllarca eğitimini aldıkları ‘oryantalistlerin’ temsilcileri haline gelmişlerdir.

Günümüzde –maalesef- bazı ilahiyatçı profesörler, bu ilimde mütehassıs olmadıkları halde bazı indi mütalaalar ile muhaddislerce Cibril Hadisi olarak isimlendirilmiş meşhur hadis-i şerifin, uydurma (mevzû) hadis olduğunu söyleme cehaletini göstermişlerdir. Bu ilahiyatçılardan biri olan Prof. Dr. Süleyman Ateş, Cibril hadisi hakkında ‘uydurmanın ince ayarlısı’ şeklinde, ilmî değerlendirme ölçülerine sığmayan bir yakıştırmayı uygun görmektedir. Prof. Dr. Süleyman Ateş kadar olmasa da Ömer Aydın, M. Hayri Kırbaşoğlu ve Mustafa İslâmoğlu gibi ilahiyatçılar da, Cibril hadisi hakkında olumsuz kanaatler belirtmektedirler.

Biz bu acizâne çalışmamızda, âlimlerimizce ‘Cibril Hadisi’ olarak adlandırılan rivayeti, isnad ve metin tetkiki yaparak arzedeceğiz ve modernist ilâhiyatçıların Cibril Hadîsiyle ilgili tenkidlerine cevaplar arayacağız. Ayrıca ‘Cibril Hadisi’nin İslâm düşüncesine yansımalarını tespit etmeye çalışacağız. ” S138

 

Hz. Îsâ’nın Ref’i ve Nüzûlü Haktır

“Gerek fikir, gerekse fizik planında insanlığın karşı karşıya bulunduğu modern meydan okuyuş, kaçınılmaz olarak Müslümanların din algısına da nüfuz etmiş durumda. Zamanı, tarihi, algı ve değerler dünyasını ‘geleneksel olan’ ve ‘modern olan’ şeklinde bir ayrıma tabi tutarak, ilkinin miadını doldurduğunu ve yerini kaçınılmaz olarak ikincisine bıraktığını telkin eden modern zihin yapısı, Müslümanların kendi kaynaklarını, değerlerini ve tarihlerini okuyuşlarını belli bir istikamette dönüştürürken ortaya ‘yeni’ ve ‘farklı’ bir tasavvur çıkarıyor.

Hz. Îsâ’nın ref’i ve nüzulü meselesi, bu hususun kristalleştiği noktalardan birisi. Kur’an-Sünnet ilişkisine ve Tefsir Usulü ilminin ilkelerine karşı çok da duyarlı olmayan ‘çağdaş’ bir yaklaşımla, ilgili Kur’an ayetleri üzerine serd edilen ‘yeni ve farklı’ mülahazalar,  ‘ilmî hürriyet’ görüntüsü altında sahibini getirip bütün Ümmet ulemasının karşısına konumlandırıyor.

Hz. Îsâ’nın ref’i ve nüzulü meselesi İslâm’ın Sahabe ve daha sonraki Tabiin ve Etbai Tabiin dönemlerinde hiç tartışma konusu olmamıştır. İslâm’ın doğuşundan günümüze kadar, itikada ve ahkâma dair sabit hükümleri yenileme ve günün şartlarına uyarlama veya ıslah adı altında düzeltme ve değiştirme çabaları bu ümmete asla olumlu yönden bir katkı sağlamamıştır.

Zira Allah’ın kitabı Kur’an, indiği gibi korunmuş, onunla ilgili küçük-büyük bütün ilimler, âlimler tarafından ana ve alt başlıklar şeklinde ele alınmıştır. Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in sünneti de her asırdaki hadis hafızları ve bilginleri tarafından çok muhkem ve titiz bir şekilde muhafaza edile gelmiştir.

1943 yılında dönemin Ezher Şeyhi Mahmut Şeltût’un: ‘Hz. Îsâ (a. s) meselesi eski ve yeni âlimler tarafından ihtilaflı bir konu olarak kabul edilmiştir. Ondan bahseden ayetler onun ölümünün gerçekleştiğini ortaya koymaktadır. İnanç konusunda Hz. Îsâ (a. s. ) ile ilgili hadislere, Âhâd Haber olduklarından dolayı itibar edilmez. En azından o hadisler te’vile/yoruma açık olduklarından Hz. Îsâ’nın ref’i ve nüzûlünü inkâr eden kâfir olmaz. ’ şeklindeki fetvâsı büyük tartışmalara sebep olmuş; lehte ve aleyhte birçok eser yazılmıştır.

Mahmut Şeltût’un açtığı yoldan giren modernist ilahiyatçılardan bazıları bu fikrin yabancı kültürlerin tesiriyle ortaya çıktığını savunmuş, bir kısmı ise Hz. Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’den sonra bir peygamberin gelemeyeceği gerekçesiyle Hz. Îsâ’nın nüzûlünü reddetmişlerdir.

Günümüzde Hz. Îsâ’nın ref’i ( göğe yükseltilmesi) ve nüzûlü (yeryüzüne tekrar dönüşü) meselesinin bazı vesilelerle, kamuoyu önünde tartışıldığına şahit oluyoruz. Basın-yayın organlarında bu konular tartışılmakta ve insanların kafasında soru işaretleri oluşmaktadır. Çünkü tartışma programına katılanlar, konuya farklı bir şekilde yaklaşmakta ve tam bir sonuç ortaya çıkmamaktadır. Hele hele toplum nezdinde popüler olan bazı ilahiyatçıların (Mustafa İslâmoğlu, Süleyman Ateş, Ali Rıza Demircan, Mehmet Okuyan, Abdulaziz Bayındır) Hz. Îsâ’nın nüzûlünü reddetmeleri hatta buna inanmanın akîdeye zarar vereceğini iddia etmeleri, bizi bu meseleyi kapsamlı ele almamızı gerekli kılmıştır. ” S. 186

 

Emperyalizm’in Keşif Kolu: Oryantalizm

Günümüz Batı ülkelerinde hâkim olan ve Batılı medya kuruluşları aracılığıyla bütün dünyaya ihraç edilen İslâm ve Müslüman imajını, Oryantalizm’den bağımsız anlamak imkânsız derecesinde zor. İslâm toplumlarını geri, ataerkil, irrasyonel, şehvet düşkünü, atıl, şiddet yanlısı, bedevi ve kaba kalabalıklar olarak sunan tasvir, roman, hikâye, şiir ve tarihi eserlerin çok büyük bir bölümü, Oryantalizm adı altında özetlediğimiz Batılı çalışmalara geri gider. Oryantalist yazarların yaklaşık bir buçuk asır önce ürettiği bu imajlar, bugün de canlılığını muhafaza ediyor. Üstelik bu tiplemeler sadece Batı toplumlarında değil, İslâm ülkelerinde yerel kimliğini yitirmiş Avrupai aydınlar ve burjuva arasında da kayda değer bir etkiye sahip.

Oryantalizm; Müslüman doğu medeniyetinin (din, edebiyat, dil ve kültürü içine alacak şekilde) bütün unsurlarını inceleyerek İslâm dünyası hakkında batılıların sistematik bir bilgiye sahip olmalarını sağlayan, İslâm ve Batı medeniyeti arasındaki mücadelede Batı uygarlığı lehine veriler elde etmeye çalışan bir akımdır. Oryantalizmin Arapça karşılığı ‘İstişrak’tır. İstişrak ile ilgilenen kişilere de Müsteşrik denilir.
Oldukça eski bir maziye sahip olan oryantalizm kavramını bir bütünlük içinde dünya kamuoyuna sunan Edward Said bu sistematiği tek bir cümle ile özetler; ‘Oryantalizm gerçek Doğuyu değil Şarkiyatçıların görmek istedikleri bir Şark’ı aksettirir. ’ Oryantalizmin basit tanımı, Doğuyu anlama, Doğuya olan tecessüsü giderme çabasıdır. Said’e göre oryantalizm, Şark ile uğraşan toplu müessesedir; yani Şark hakkında hükümlerde bulunur, Şark hakkındaki kanaatleri onayından geçirir, Şark’ı tasvir eder, tedris eder, iskân eder, yönetir; kısacası ‘Doğu’ya hâkim olmak, onu yeniden kurmak ve onun amiri olmak için’ Batı’nın bulduğu bir yoldur.

Oryantalizmi bir tür ‘Doğu kültür ve medeniyetlerinin mühendisliği’ olarak tanımlamak mümkündür. Başka deyişle oryantalizm, Batı’nın Doğu üzerinde tahakküm kurmak, kendi çıkarlarına göre yeniden yapılandırmak amacıyla geliştirdiği bir yoldur.

‘Emperyalizm’in Keşif Kolu: Oryantalizm’ adlı bu yazımızda oryantalizmin ne olduğunu, doğuş sebeplerini, meşhur simalarını ve oryantalistlerin İslâm dünyasındaki etkilerini sizlere aktarmaya çalışacağız. ” S. 218

 

Mefâtıhu’l Gayb - Gaybın Anahtarları

İnsan yaratılışının gereği olarak bilinmeyen ve görünmeyene, esrarengiz olana karşı daima ilgi duymuş, onun bu istek ve ilgisi vahiy yoluyla ve peygamberler aracılığıyla belli ve yeterli ölçüde karşılanmış, fakat geride kalan boşluk ve sorular da her dönemde çeşitli çevrelerin istismarına konu olmuştur. İlk devirlerden itibaren gaybdan haber vererek insanların ilgisini çeken ve bu yolla itibar ve servet kazanan kâhin, büyücü, arrâf, falcı, medyum, ruhçu gibi şahısların hemen her toplumda görülmesi ve bunlar etrafında daima bir grup insanın kümelenmekte oluşu bunun açık örneğidir.

Bununla birlikte toplumumuzda, gaybı bildiğini ve gaybdan haber verdiği izlenimini veren hatta bunu açıkça ileri süren şahısların, dinî konularda yeterince bilgisi bulunmayan kesimleri, sıkıntı ve ihtiyaç içindeki kimseleri acımasızca sömürdüğü de bilinen bir gerçektir. Günümüzde medyum ve falcıların etrafındaki insanların öğrenim ve sosyal statü seviyesinin toplum ortalamasının bir hayli üzerinde olması, olayın modern bilim eksikliğinden değil gerçek dinî bilgi ve şuur eksikliğinden kaynaklandığını göstermektedir. Bu tür olumsuz görüntünün Batı ülkelerinde de bir hayli yaygın olduğu bilinmektedir. Bunu önlemenin tek yolu ise, İslâm dininin doğru bir şekilde öğrenilmesi ve öğretilmesidir. Dinin varlıklar âlemine, dünya, ölüm ve ölüm ötesine ilişkin açıklamaları insanları bu tür sapma ve saplantılardan koruyacak güçtedir.

Zor bir zamanda yaşıyoruz. İnsanlar bir kurtarıcı, bir yıkım ve yeni bir başlangıç, ilahi bir ceza ve müdahele bekliyor. Kıyamet alametleri özelde Hz. İsa (a. s. ), Mehdi, Deccal gibi konular çokca tartışılıyor. Biz de bu tartışılan konulara kayıtsız kalmadık ve bu önemli konularla ilgili notlar aldık. Bu notları sizlerle de paylaşmak istedik.

 

Rüya Hakkında Neler Biliyoruz? Rüya İle Amel Edilir mi?

“Geçmişten günümüze kadar rüya olgusu insanlar için özel bir önem taşımıştır. İnsanlar gördükleri rüyaların anlamlarını hep merak etmişlerdir. Rüyaların, sadece insanların geçmiş yaşamları için değil, gelecekleri hakkında da çeşitli bilgiler verme konusunda haberci nitelikleri de vardır. ” S. 292

Bu makalede Rüya mahiyeti, kısımları, bilgi kaynağı olup olmadığı, rüya tabiri ve rüyada Hz. muhammed(s. a. v. )’i görmek ve ondan ilim almak konuları ele alınmış.

 

Rukye Tedavisi, Muska ve Nazarlık Takmak Üzerine Notlar

“İster fiziksel ister ruhsal hastalıklar olsun, insanın bu dünya hayatında karşılaştığı her bir sıkıntı, ahiret yaşamı için bir kazanım sayılmaktadır. Hastalık, sıkıntı, musibet istenilmez fakat bütün önlemlere rağmen gelirse bunun için sabretmek, dua etmek, tevekkül ve teslimiyet göstermek gerekir. Kişi şikâyet etmez ve sabrederse o kimsenin birtakım günahları bağışlanır, kendisine sevap verilir ve Allah (c. c. ) katındaki derecesi artar. Ancak kişi bir hastalıkla karşılaştığında muhakkak maddi ve manevi çarelere başvurmalıdır. Kişi fiziksel rahatsızlıklarından bir takım tedavi metotlarıyla, ilaçlarla kurtulabilir. Ruhsal hastalıklarından da dua, sabır, zikir, Kur’an okuma, inanç ve ibadetlere sarılarak kurtulabilir.

İnsan dünyaya gelişinden itibaren imtihan süreci işlemektedir. İnsanın dünya yaşamında karşılaştığı en büyük imtihanlardan birisi hastalıklardır. Hastalıklardan korunma metotlardan birisi de, kuşkusuz kendisini yaratan yegâne güç sahibinden yardım istemektir. Böylesine köklü bir yöntem, zaman içinde çeşitli değişikliklere uğramış, azalmış, çoğalmış, şekil değiştirmiş, ancak bir olgu olarak varlığını günümüze kadar korumuştur. İnsanlar, hâlâ tedavisi olmayan/olmadığına inanılan hastalıklarda veya kimi hastalıkların alternatifsiz tedavi yöntemi olarak gördükleri ‘okuyarak tedavi’ demek olan ‘rukye’yi uygulamaktadırlar. Ancak, hakkında yeterli bilgi sahibi olmaksızın rukye yapılması ve yaptırılması, halka mal olmuş diğer birçok alışkanlıkta olduğu gibi, rukyede de tartışmalara ve ihtilaflara sebep olmaktadır.

Kur’an, şifa verme tasarruf sahibinin Allah (c. c. ) olduğunu ve insanın aynı kudrete sahip başka bir varlık öne sürmesinin Tevhid inancını zedeleyeceğini bildirmektedir. Aynı şekilde, şifanın da ancak Allah (c. c. ) tarafından lütfedildiği bilinciyle hareket etmemizi istemektedir. Bu uyarıların temelinde, insanoğlunun bu kudreti başka varlıklarda görme eğilimi yatmaktadır. Günümüzdeki uygulamaların da birçoğunda bu eğilimin varlığı gözlenmektedir. Memleketimizde ve İslâm âleminde rukye ve muska uygulamalarında yapılan yanlışlar, sadece ilgili şahısları etkilemekle kalmamakta, doğrudan veya dolaylı olarak bütün Müslümanları bu hataların faturalarını ödemek zorunda bırakmaktadır. Medyaya yansıyan şarlatan hikâyeleri, samimi dindarların zihinlerini bulandırmakta ve onları rencide etmektedir.

Yukarıda zikretmeye çalıştığımız sebeplerden dolayı İslâm’ın şifa kavramına bakışı, rukye (okuyarak tedavi), rukyenin hükmü, muska takmak ve cevşen taşımak / okumak ve nazar’ın mâhiyeti ve nazarlık takmak konularını ele alan müstakil bir makale olarak ele almayı uygun gördük. ” S. 323

 

Üç Ayları Nasıl İhyâ Etmeli

‘Üç aylar’ diye adlandırılan Receb, Şaban ve Ramazan ayları mübarek aylar olarak kabul edilir. Üç ayların Müslümanlarca önemli ölçüde değer kazanmasının sebepleri arasında Hz. Peygamber (sav)’in bu aylar hakkında verdiği haberler gösterilebilir. Geniş halk kitleleri tarafından özel bir hassasiyet gösterilerek çeşitli ibadetlerle ihya edilegelen ayları ihyâ ve bu üç aydaki ‘Kandil Geceleri’ adı altında ‘kutsal veya mübarek’ olarak ilan edilen geceleri kutlamak konusunda öteden beri farklı yorumların yapıldığı herkesin malumu.

İfrat görüşü benimseyenler, Ramazan ayına girene kadar Receb ve Şaban aylarının tamamını oruçla geçirmeyi ve bu iki aya özgü olduğu kanaatiyle bazı namazlar kılmayı adet haline getirmişlerken; Tefrit görüşü benimseyenler, üç aylar dediğimiz zaman dilimine herhangi bir özellik tanımanın doğru olmadığını, bu zaman diliminde tutulan oruçların, kılınan namazların ve yapılan diğer ibadetlerin tümüyle bid’at olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu iki kesimin her birinin, zaman zaman diğerini en ağır şekilde suçlayıcı ve itham edici tavırlar sergilediği hatta tekfirleştiği de görülmektedir.

Bu yazımızda, gerek ‘Üç aylar’ geleneğine karşı çıkan bazı çevrelerin, gerekse bu gelenek konusunda aşırı bir hassasiyet gösterdiği ve bu sebeple bazı bid’at tutumlar sergilediği gözlenen kesimlerin birbirine taban tabana zıt olan bu anlayışları konusunda Sünnet-i seniyye’ye ve Selef-i salihin’in davranışına uygun olan orta yolu ifade etmeye çalışacağız.”  S. 369

Kitabın son bölümüne Muhammded İmamoğlu kardeşimizin refikası Hicret Yıldız İmamoğlu hanımefendi tarafından kaleme alınan ‘Tevhid’ ve ‘İslâm’da Tesettür’ isimli iki makale eklenmiş.

 

Mehmed Zahid Aydar

Mîsak Dergisi
Sayı: 298 / Eylül 2015