İman Küfür Sınırı - Alparslan Aydar

İman Küfür Sınırı

İman ile küfrün keyfiyeti ve muhtevasının neler olduğu kelâmın; tekfir edilen şahsa uygulanacak hükümler de fıkhın konusunu teşkil eder. Bu sayımızda, Doç. Dr. Ahmet Saim Kılavuz’un kaleme aldığı ‘İman-Küfür Sınırı (Tekfir Meselesi) isimli eseri tanıtmaya gayret edeceğiz. Araştırma mahsulü olan bu eser üç bölümden oluşmaktadır. Tekfir hakkındaki kısa bir girişten sonra birinci bölümde ‘İmânın Tarifi ve Mahiyeti’, ‘Küfrün Tarifi ve Mahiyeti’ konuları işlenmiştir. ‘Tekfirin Ölçüsü ve Sınırı’ adını taşıyan ikinci bölümde, ‘Ehl-i Bid’atte Tekfir’, ‘Ehl-i Sünnette Tekfir’ konularına, ‘Tekfirin Neticeleri’ başlığı altında işlenen üçüncü ve sonuncu bölümde de, ‘Yerinde Tekfirin Lüzumu’, ‘Yersiz Tekfirin Tehlikeleri, Zararları ve Sebepleri’, ‘Dünya Ahkâmı Bakımından Tekfir Edilenin Durumu’ ve ‘Tekfir edilenin Âhiretteki Durumu’ konularına yer verilmiştir.

İman Küfür Sınırı
Doç. Dr. Ahmet Saim Kılavuz
Marifet Yayınları
Mîsak Dergisi
Sayı: 293 / Nisan 2015

İman ile küfrün muhtevasının neler olduğu kelâmın; tekfir edilen şahsa uygulanacak hükümler de fıkhın konusunu teşkil eder. Hz. Peygamberden ve O’nun yolunu takip eden âlimlerden tekfirin tehlikelerine dair pek çok rivâyet gelmiştir. Durum böyle olduğu halde, Kelâm ve Fıkıh ilmini bilmeyen mutaassıb grup ve fertleri bu kadar tehlikeli bir işe sevkeden sebeplerin neler olduğu sorusuna cevap bulabilmek için önce imân ile küfrün mahiyetlerinin neler olduğuna dair çeşitli görüşleri, delillerini ve bu konudaki münakaşaların ne şekilde cereyan ettiğini, Ehl-i Sünnette ve Ehl-i Bid’atta tekfir mekanizmasının işletiliş usulünü araştırmak gerektiği düşüncesi ile böyle bir tezin hazırlanmasına yönetici hocam ile karar verdik. 

‘İmân ile Küfür Arasındaki Sınır’ adını taşıyan araştırmaya önce imânın ve küfrün muhtevasına dair ileri sürülen görüşleri ve bu görüşlere mesned teşkil eden delilleri incelemekle başlanmıştır. Bu bölümde Ehl-i Sünnet kelâmcılarının görüşleri kendi eserlerine dayanılarak verildiği halde, Ehl-i Bid’atın görüşleri bize kadar intikal eden kendilerine âit eserlerin azlığı sebebiyle daha çok sünnî kaynaklardan faydalanılarak ortaya konulmuştur.

Fıkhı ilgilendiren mes’elelerde ise, prensip olarak fıkıh kitaplarından faydalanılmıştır. Bu konularda başta Hanefiyye olmak üzere Şafii, Mâliki ve Hanbeli mezheblerinin görüşlerine yer verilmiştir.

Araştırma üç bölümden oluşmaktadır. Tekfir hakkındaki kısa bir girişten sonra birinci bölümde İmânın Tarifi ve Mahiyeti’, ‘Küfrün Tarifi ve Mahiyeti’ konuları işlenmiştir. ‘Tekfirin Ölçüsü ve Sınırı’ adını taşıyan ikinci bölümde, ‘Ehl-i Bid’atte Tekfir’, ‘Ehl-i Sünnette Tekfir’ konularına, ‘Tekfirin Neticeleri’ başlığı altında işlenen üçüncü ve sonuncu bölümde de, ‘Yerinde Tekfirin Lüzumu’, ‘Yersiz Tekfirin Tehlikeleri, Zararları ve Sebepleri’, ‘Dünya Ahkâmı Bakımından Tekfir Edilenin durumu’ ve ‘Tekfir Edilenin Âhiretteki Durumu’ konularına yer verilmiştir. (Ahmet Sâim KILAVUZ - Ağustos 1979)

 

Giriş

Bir müslümanı veya müslüman olduğu sanılan birini küfre nisbet etmek demek olan tekfir İslâm tarihi boyunca toplulukları meşgul eden bir konu olmuştur. Bilindiği gibi Peygamber Efendimiz Asr-ı Saadet’te belli bir tekfir ameliyesine girişmemiş, İslam’ın en kısa zamanda daha geniş bir alana yayılabilmesi için bir İslâmlaştırma siyaseti takip etmiştir. Rasûl-i Ekrem bu toleranslı anlayışı sebebiyle pekçok topluluğu müslüman olma saadetine eriştirmiştir. Asr-ı Saâdetteki yaşayış incelenecek olursa sahabenin çözülememiş herhangi bir problemine rastlamak mümkün olmamaktadır. Çünkü vahiy kaynağı hayattadır.

Mezhepler tarihi kitaplarında ilk ihtilâflar diye zikredilen olaylar başlangıçta önemsiz gibi gözüktüyse de, daha sonraları çeşitli mezhep ve grupların ortaya çıkmasına, bu grupların birbirlerine karşı sert ve müsamahasız bir tavır takınmasına sebep olmuştur. (S.15)

Bildiğimiz kadarıyla İslâm’da ilk tekfir hareketi Haricîler ile başlamıştır. Daha çok bilgisiz ve kültürsüz kimselerin oluşturduğu Haricîler İslâm dininin yüksek hedeflerini, Kur’an’ın ruhunu, Hz. Peygamberin gayesini anlayamamışlar, âyet ve hadislerin zahirlerine kuru kuruya bağlanarak, yani dilden gönüle inemeyerek etrafındakilere, hatta kendilerinden olanlara bile, bol bol kâfir demişlerdir. Her etkinin bir tepkisi olacağından Haricîler gibi düşünmeyen, onlara tamamen zıd olan, kişinin dünyadaki durumu hakkında bir söz söylemeyip, durumunu âhirete havale eden yeni bir grup ortaya çıkmıştır (Mürcie). Siyasi zeminde bu mezhepler münakaşalarını sürdürürken, siyasî sebeple değil de itikâdı aklın ışığı altında yorumlayarak ortaya çıkan Mu’tezile, büyük günah işleyen kimselerin ne Haricîlerin iddia ettiği gibi kâfir, ne de Mürcie’nin iddia ettiği gibi, işlediği büyük günahın kendine hiçbir zararı olmayan bir mümin olduğunu iddia etmiş, böyle birinin iman ile küfür arasında fısk denilen üçüncü bir mertebede olacağını savunmuştur. Hicri IV. asrın başlarında ise İmam el-Eş‘ari (v. 324/936) ve İmam el-Mâtüridi (v. 333/944) Ehl-i Sünnet ilm-i kelâmını tesis etmişler, iman esaslarını nakli ve akli deliller ile açıklamaya çalışmışlardır. Bu iki imam ile onların izinde yürüyen el-Bâkıllâni, (v. 403/ 1013), el-Cüveyni (v. 478/1085), el-Gazzâli (v, 505/ 1111), Fahreddin er-Râzi (v, 606/1210), et-Taftâzânî (v. 793/1390) gibi Eş‘ari kelâmcıları ile Ebu’l-Ma’in en-Nesefî (v. 508/1115), Nûreddin es-Sâbûnî (v. 580/ 1184)... gibi Mâturîdi kelâmcılar kelâma dair kaleme aldıkları eserlerinde iman ve küfrün mahiyetinin neler olduğuna dair bilgi vermişlerdir. S.19

 

Birinci Bölüm: İman - Küfür

İmanın Tarifi ve Mahiyeti

(âmene) Fiilinden if’âl ölçüsünde bir mastar olan iman, bir kişiyi söylediği sözde doğruluğa nisbet etmek ve söylediğini kabullenmek demektir..

İman kelimesi ikrar ve itiraf mânâsını içine alması itibarıyla (bâ) cer harfiyle geçişli yapılır. (âmene’r-rasûlü bima ünzüe ileyhi mi’r-rabbihi ve’l - mü’minûn) ‘O Peygamber de kendisine Rabbinden indirilene iman etti, mü’minler de.’ (Bakara, 2/285) âyetinde olduğu gibi.

Dilcilere göre ‘falanca şefaate ve kabir azabına iman ediyor’ demek, bunları tasdik ediyor demektir. İman eden kişiye mü’min, iman edilen şeylere de mü’menün bih denir.

 

İmanın Muhtevasına Dair Görüşler

-‘İman kalbin tasdiki demektir.’

Hicri IV. asırdan itibaren Ehl-i Sünnet inancını devam ettiren Eş’arilerin ve Mâturidilerin muhakkik âlimleri bu görüştedir. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’deki ‘Sen bize inanıcı değilsin’ (Yûsuf, 12/17) âyeti, ‘Bizi tasdik edici değilsin’ mânâsınadır.

İmam el-Eş’ari’den (v. 324/936) meşhur olan rivayet ile, Kâdi Ebû Bekr el-Bâkıllâni (v. 403/1013), el- Cüveyni (v. 478/1085), İmam el-Gazzâli (v. 505/ 1111), eş-Şehristâni (v. 548/1153) ve Seyfeddin el- Âmidi (v. 631/1233) bu görüştedir. Mâturidiyye mezhebinin kurucusu İmam el-Mâturıdî (v. 333/944) ile bu mezhebin muhakkik âlimlerine göre de iman kalbin tasdik ve kabulüdür.

İslâm âlimleri şer’î imanı, lugât mânâsındaki imandan ayırmışlardır. Bunun neticesi olarak onların imanı, ‘Hz. Peygamber’i, Allah Teâlâ’dan getirdiği zaruri olarak bilinen hükümlerde tasdik etmek, O’nun varlığını haber verdiği şeylerin mevcudiyetini kabul edip tam bir boyun eğişle teslim olmak’ şeklinde tarif etmişlerdir.

İmanı ‘kalbin tasdiki’ diye tarif eden İmam el-Eş’arî (v. 324/936) ile İmam el-Mâturidî (v. 333/944) ve kendilerini takip eden kelâmcıların, görüşlerini kuvvetlendirmek için, Kur’ân-ı Kerim’den alıp ileriye sürdükleri delilleri şöyle sıralayabiliriz.

Allah Teâlâ münafıklar hakkında, ‘Ey Peygamber, kalbleriyle inanmadıkları halde ağızlarıyla inandık diyenlerle, yahûdilerden o küfür içinde koşuşanlar seni üzmesin’ (Mâide, 5/41) buyurmak suretiyle imanın kalbin tasdikinden ibaret olduğunu, dille imanı söylemenin bir fayda vermeyeceğini belirtmiştir.

Bir diğer âyette; ‘Allah kime doğru yolu gösterir, imana muvaffak ederse, onun kalbini (göğsünü) İslâm için açar’ (En’âm, 6/125) buyurulmuş, bir başka âyette de, küfre zorlanan kimsenin, küfür sözünü söylemesinin kalbteki imanına bir zarar vermeyeceği ifade edilerek; ‘Kalbi imanla dolu iken, küfre zorlanan müstesna olmak üzere, kim iman ettikten sonra, küfre sine açarsa Allah’ın gazabı onların başındadır. Onlar için büyük bir azap vardır’ (Nahl, 16/106) denilmiştir.

Yine kalben inanmayıp, dil ile inandıklarını söyleyen münafıklar için de : ‘(Bedevi) araplar iman ettik dediler. De ki: Siz iman etmediniz, fakat bari müslüman gözüktük deyiniz. Zira iman henüz kalblerinize girmemiştir’ (Hucurât, 49/14) buyurulmuştur.

Ebedî olarak cennete girecek ve Allah’ın kendilerinden, kendilerinin de Allah’tan razı olacağı kimseler hakkında da; ’Onlar öyle kimselerdir ki, (Allah) imanı kalblerine yazmış ve bunları kendisinden bir ruh ile desteklemiştir’ (Mücâdele, 58/22) diye bahsedilmiştir.

Hz. Peygamberin hadislerinde de durum bundan farklı değildir. Üsâme b. Zeyd’den (v. 54/674) rivayet edilen bir hadiste, Üsâme şunları anlatmıştır: “Rasûlüllah (a.s.) bizi bir seriyye ile göndermişti. Biz de Cüheyne kabilesinin Hurukât ismindeki koluna sabahleyin bir baskın düzenledik. Ben hemen bir kişiyi yakaladım. Yakaladığım adam ‘Allah’tan başka tanrı yoktur’ dediği halde onu öldürdüm. Bunun üzerine beni bir düşüncedir aldı. Dönüşte olayı Rasûlüllah’a anlattım. Hz. Peygamber bana; ‘Öldürdüğün adam doğru mu söylüyor, yoksa yalan mı söylüyor, kalbini yarıp baktın mı?’ dedi.” (Müslim, el-İmân, B. 41; Ebû Dâvûd, el-Cihâd, B. 95; İbn Mâce, el-Fiten, B. 1; Ahmed b. Hanbel, c. IV, s. 439; c. V, s. 207.)

Bir diğer sahih hadîste Hz. Peygamber şöyle demiştir: “Hiçbir kalb yoktur ki Allah’ın iki parmağı arasında olmasın. Allah dilerse o kalbi doğruluk üzere bırakır, dilerse haktan ayırır.” Rasûlüllah devamla şöyle duâ etmiştir: Ey kalbleri sabit tutan Allah’ım (bir başka rivayette: Ey kalbleri halden hale çeviren Allahım); kalblerimizi dininde devamlı kıl.” (et-Tirmizî, el-Kader, B. 6; İbn Mâce. el-Mukaddime, B. 13; Ahmed b. Hanbel, c. III. s. 557.)

Ayrıca kalbinde hardal, buğday veya zerre mikdarı iman bulunan kimsenin neticede cehennemden çıkıp, cennete gireceğine, kalbdeki imanın kişinin kurtuluş sebebi olacağına dair pek çok rivayet vardır. Bu rivayetlerin birinde Ebu Sa’id el-Hudri (v. 74/693) Allah elçisinin şöyle dediğini rivayet ediyor: “Allah cennetlikleri cennete, cehennemlikleri de cehenneme koyacak. Sonra da. ‘bakın kalbinde hardal tanesi kadar imanı olan birini bulursanız onu cehennemden çıkarın’ diyecek.” (el-Buhârl, el-îmân, B. 15; Müslim, el-İmân, B. 82.)

Ebu Hureyre’nin (59/679) anlattığına göre, sahabilerden bir grup Rasûlüllahh’a gelerek şöyle demiştir: İçimizde öyle şeyler hissediyoruz ki, herhangi birimiz bunu söylemeyi bile büyük günah addeder. Rasûlüllah: ‘Hakikaten öyle bir şey hissettiniz mi?’ Evet (dediklerinde) Peygamberimiz de ‘Bu imanın ta kendisidir.’ diyerek, imanın kalbe mahsus bir şey olduğuna işaret etmişlerdir. (Müslim, el-îmân, B. 60; Ahmed b. Hanbel, c. II, s. 358, 397, 441.)

Îmanın kalbin tasdiki demek olduğunda icmâın meydana geldiğini kabul edenler, selef zamanında, küfre zorlanan kişi ile dilsizin mümin kabul edildiğini delil göstermişler, kalb küfür ile dolu iken dilin imanı söylemesinin fayda sağlamayacağı gibi, dilin küfür kelimesini söylemesi de kalbdeki imana zarar vermeyeceğini savunarak konuya şöyle bir açıklık getirmeye çalışmışlardır: ‘Âyet ve hadîslerde imanın kalbe ait bir fiil olduğu sabit olunca, onun tasdikten ibaret olması gerekir. Çünkü dinin vâzı’ı olan Allah, araplara kendi dilleriyle hitap etmiştir. Şayet iman lâfzının şer’i mânâsı, lugât anlamından farklı olsaydı tıpkı namaz ve zekâtın şer’i mânâ ve mefhumlarının açıklandığı gibi, müslümanlara açıklanması gerekirdi.’

İmanı, kalbin tasdiki olmaksızın yalnızca dilin ikrarı diye tarif eden Mürcie ve Kerrâmiye mezhepleri, delil olarak Rasûlüllahh’ın hadislerini göstermişlerdir. Bu iki grup âhirette kişinin durumu hakkında bir söz söyleme yerine, dünyadaki durumun ne olacağını açıklamaya çalışmışlardır. Ayrıca onlar Hz. Peygamberin ilk müslüman olan kimseler için söylediği sanılan veya dünyadaki hükümler açısından ele alınması gereken bir hadisini, İmam el-Mâturidi’nin de (v. 333/944) dediği gibi, imanın hakikatına delil olarak kullanmışlardır. Bu hadiste Allah Rasulü(sav); “İnsanlar ‘Allah’tan başka tanrı yoktur, Muhammed O’nun elçisidir’ deyinceye kadar kendileriyle savaşmaya emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak dinî cezalar müstesna; İç yüzlerinin muhasebesi ise Allah’a aittir” buyurmaktadır.( el-Buhâri, el-Cihâd, B. 102; el-îmân, B. 17; Müslim, el- îmân, B. 8; EbÛ Dâvûd, el-Cihâd. B. 104; et-Tirmizİ, et- Tefsir, B. 78; en-Nesâı. ez-Zekât.. B. 3; İbn Mâce, el-Fiten, B. 1; ed-Dârimi, es-Siyer, B. 10.) Hâlbuki bu hadis dünyada Kelime-i Tevhid’i söyleyenin öldürülemeyeceğine delildir. İmanın hakikatinin dilin ikrarı olduğuna dair bir delil değildir.

İmanın muhtevasına dâir, aşağıda zikredilen diğer temel görüşler kitapta ayrıntıları ile ele alınıp incelenmiştir.

-‘İman kalbin marifeti olup, tasdik olmaksızın Allah’ı ve Hz. Peygamberin haber verdiği şeyleri kalben bilmek demektir.’

-‘İman mücerred olarak dilin ikrarıdır.’

-‘İman, inanılması gereken şeyleri kalbin tasdik etmesi, lisânın da bunu söylemesidir.’

-‘İman kalbin tasdiki, dilin ikrarı ve İslâmın esası olan rükünleri işlemektir.’ (Amelin imandan bir parça olduğunu ileri sürenler, taatların tamamının iman mefhumuna dâhil olup olmadığı mevzuunda ihtilâf etmişlerdir.)

 

İman - Amel Münâsebeti

İmanı kalbin tasdiki, dilin ikrarı ve taatları (rükünleri) işlemektir diye tarif edenler ameli imanın bir cüzü olarak kabul etmişlerdir. Haricîler büyük günah işleyen veya taatlardan birini terkeden kişinin kâfir olduğunu, Mu’tezile de büyük günah işleyenin imandan çıktığını fakat küfre girmediğini, binaenaleyh iman ile küfür arasında bir yerde (menzile beyne’l -menzileteyn) bulunduğunu, eğer işlediği günahtan tevbe etmeden ölürse ebedî cehennemlik olacağını savunmuşlardır. Selef ile Haricîler ve Mu’tezile imanın üç esastan meydana geldiğinde ittifak etmelerine rağmen, Selef büyük günah işleyeni mutlak olarak tekfir etmemiş, emirleri noksansız yerine getiren, yasaklardan sakınan müslümana uygulanan hükmün günahkâr mü’mine de uygulanacağını söylemiştir. (S.37)

İmanı sadece dilin ikrârı olarak açıklayanlar, kişinin âhiretteki durumu hakkında fikir belirtmediklerinden eksik kanaata sahip olmuşlardır. Bunlara karşılık ameli imanın cüz’ü kabul edenler, büyük günah işleyeni kâfir saymışlardır. Eş‘ariler ile Hanefi - Mâturidi ekolüne mensup kelâmcılar imanı kalbin tasdiki olarak ele almışlar, kişinin âhiretteki durumunun, kalbinde imanının bulunup bulunmayışına bağlı olduğunu, ikrarının da dünyada mü’min sayılmasına sedep olacağını söylemişlerdir. Zira kalbinde imanı olduğu halde özürsüz ikrârı terkeden dünyada kâfir hükmüne tâbi olsa bile, âhirette günahı miktarı ceza gördükten sonra ebedi cennetlik olacaktır. O halde tasdik imanın rüknü, ikrar da dünyada kişiye terettüp eden hükümlerin uygulanabilmesi için imanın şartıdır. (S.49)

İman-İslâm münasebetinin izahı ile İmanın muhtevasına dair görüşlerin incelenmesi ile bu kısım tamamlanır. (S.49-55)

“İmanda Ziyade ve Noksan” konu başlığı altında imanda artma ve eksilmeyi kabul edenler ile imanda artma ve eksilmeyi reddedenlerin görüşleri ayrı ayrı ele alınır. S. 55-63

İman Konularının Tesbîti (Zarûrât-ı Diniyye) noktasında Ehl-i Sünnet kelâmcıları: ‘Bir şeyin iman esası olabilmesi için Kur’ân-ı Kerim veya mütevatir Hadîs-i Şerif’lerde zikredilmesi gerekir. Bu durumda meşhur veya âhâd rivayetler kesin bilgi vermedikleri için delil kabul edilmezler’ görüşündedirler. Konu farklı yönleriyle ele alınır.(S.63-67)

 

Küfrün Tarifi ve Mahiyeti

Küfr veya kefr, (kefera) fiilinden mastar olup, lugâtta bir şeyi örtmek demektir. Bu sebepledir ki, kalbindeki inancını örten kişiye kâfir dendiği gibi, tohumu toprağa gömdüğü için çiftçiye, karanlığı ile her şeyi örttüğünden geceye, kılıcı örttüğü için kınına kâfir denmiştir. Ayrıca imanın zıttı olarak tekzib ve inkâr mânâlarında kullanılmış ve bununla meşhur olmuştur. Tevbe ve ibadet özelliği taşıyan bazı cezalar da günahları örttüğü için keffâret diye isimlendirilmiştir.

Küfür tabiri bazen nimeti inkâr mânâsında da kullanılmıştır. Bu şekilde kullanılışına İbn Abbâs tan (v. 68/687) rivayet edilen bir Hadis-i Şerif’i misâl olarak vermek mümkündür. Peygamberimiz buyururlar ki: ‘Cehennem bana gösterildi. Orada bulunanların çoğunluğunu küfreden (inkâr eden) kadınların teşkil ettiğini gördüm.’ Bunun üzerine: Allah’ı inkâr eden kadınlar mı? denildi. Rasûlüllah cevaben: Kocalarım ve kocalarının yaptığı iyilikleri inkâr edenler. Eğer sen hayat boyunca birine iyilikte bulunsan, hoşuna gitmeyen bir davranışını görünce; ‘Asla senden bir iyilik görmedim! der.” (el-Buhâri, el-İmân, B. 20; Müslim, el-Küsûf, B. 3; en-Ne- sâı, el-Küsûf, B. 17; Ahmed b. Hanbel, c. I, s. 298.) Kalbteki inancı gizleyen ve iman etmeyen mânâsına gelen kâfir kelimesinin çoğulu küffâr ve keferedir. Kadın için kâfire çoğulu kevâfir kullanılır.(S.70)

İlim adamları meydana geliş şekli, sebebi ve yeri itibarıyla küfrü genellikle; Küfr-i inkârî, Küfr-i Cühüd, Küfr-i İnâdî ve Küfr-i Nifâk olarak dörde ayırdıklarını ifade ederek izah eder.

Nifak, münafık ve büyük günah meselesi incelenerek birinci bölüm tamamlanır. (S.81-92)

 

İkinci Bölüm: Tekfirin Ölçüsü Ve Sınırı

1-Ehl-İ Bid’atta Tekfir

Ehl-i Kıble’yi ve İslâm ismiyle vasıflandırılan toplulukları Ehl-i Sünnet ve Ehl-i Bid’at diye ikiye ayırmak uygun olur. Ehl-i Sünnet diye, Rasülüllah’ın ve onun ashabının izinde yürüyen ve onun inanç sistemini kendine rehber edinen topluluk anlaşılır ki, Selefiyye ile Mâtüridiyye ve Eş’ariyeye mensup olan kıble ehli bunlardır. Ehl-i hak veya nâciye fırkası diye de isimlendirilir. Ehl-i Bid’at ise, Ehl-i Sünnet’in mümeyyiz özelliği olarak zikredilen hususlarda onun muhalifi olan, Rasûlüllah’ın yolundan ayrılarak şer’î kisvesine büründürülmüş ve dinde sonradan uydurulmuş şeyleri işleyen topluluktur. Bu topluluğun bazıları bid’at olan şeyi işlerken bazan Allah’a aşırı kulluk düşüncesi içinde olmuşlar, bazan da kendi arzu ve heveslerine tabi olmuşlardır.

Kendi inanç, düşünüş ve anlayışına muhalif olanı tekfir etmek, hakikata ve kurtuluşa ermenin ancak kendi yollarına uymakla mümkün olduğunu söylemek Ehl-i Bid’atın belli başlı özelliğidir. Bu özelliği kelâma ve mezhepler tarihçisi el-Bağdâdi (v. 429/ 1038) el-Fark Beyne’l-Firâk isimli eserinde şöyle zikreder: ‘Ehl-i Sünnet’in muhalifleri (Ehl-i Bid’at) tekfir belâsına giriftar olmuşlar, birbirlerini tekfir etmişlerdir. Bu sebeple onlar birbirlerini tekfir eden hıristiyan ve yahûdilere benzerler’. İmam Ebû Hanife’nin (v. 150/767) el-Fıkhu’l-Ekber isimli akâid risâlesini şerheden Ali el-Kâri (v. 1014/1606) de bu konuda şunları söyler: ‘Birbirlerine kâfir demek Ehl-i Bid’atın ayıplarındandır. Ehl-i Sünnetin güzel taraflarından biri de birbirlerini tekfir etmeyip, olsa olsa hataya nisbet etmeleridir.’ (S.101-103)

Ehl-i Bid’at mezheplerinin en büyükleri olan Havâric, Mu tezile, Şi‘a ve Murcie’nin tekfir anlayışları ikinci bölümün ilk kısmında ayrıntılarıyla ele alınır. (S.103-120)

 

2-Ehl-i Sünnet’te Tekfîr

Müslüman olduğu bilinen birini kâfir saymak, çok güç ve nazik bir meseledir. Çünkü bir şahsı tekfir etmek onun dünyada bazı haklardan mahrumiyetine sebep olmaktır. Tekfir ettiğimiz şahsın tevbe ederek tekrar müslüman olmaması halinde onu öldürmek gerekecektir. Yani yaşama hakkından mahrum olacaktır. Öldüğünde cenaze namazı kılınmayacak, müslüman mezarlığına gömülmeyecektir. Meseledeki güçlük ve nezaket buradan doğmaktadır.

‘Küfrü Gerektiren Batıl Akide’ başlığı altında: Te’vil, Allah, Peygamberler, Kitaplar, Kur’an-ı Kerim, Melekler ve Ahiret konularında küfrü gerektiren akide meselesi izah edildikten sonra küfrü gerektiren diğer itikadi meseleler..

‘Küfrü Gerektiren Sözler’ başlığı altında: İman esasları ile ilgili küfür sözleri, sahabe ile ilgili küfre giren ve girmeyen sözler, küfür olan inancı dil ile söylemek, imanda istisna, müslüman birine kâfir demek ve küfrü gerektiren çeşitli sözler.

‘Küfrü Gerektiren Fiiller’ başlığı altında: ‘Büyük Günah İşleyenin Durumu’, ve Küfre Alamet Sayılan Davranışlar’..

Tekfir Edilecek Fıkralar başlığı altında: ‘Eski Bid’at Mezheplerden Havâric, Şî’a, Mu’tezile, Mücessime ve Müşebbihe ile Cehmiye’ fırkaları.

Daha sonra ‘Mezheplerin Bugünkü Durumu’ başlığı altında: ‘Havâric, Şî’a, Mu’tezile, Şeyhiyye ve Keşfiyye, Bâbîlik, Kadıyânîlik, Nusayriye ve Dürziyye’ fırkaları ele alınarak incelenmiş. (S.122-232)

 

Üçüncü Bölüm

Tekfirin Neticeleri

Yerinde Tekfirin Lüzûmu

İslâm Hukukuna göre kâfir olduğuna hükmedilen kişi (mürted) artık dünya hayatında, İslâm toplumunun müslümana tanıdığı haklardan, bunun da ötesinde bir gayr-î müslim gibi yaşayabilme hakkından bile mahrumdur, O halde bir mânâda yaşama hakkının kaldırılması demek olan tekfire niçin lüzum görülmüştür. İslâmiyet’ten dönen böyle birinin yine İslâm toplumu içerisinde yaşamasına izin verilmeyişinde şüphesiz ki pek çok hikmetler vardır. Rasûl-i Ekrem buyurur ki: “Allah’tan başka tanrı bulunmadığını ve benim O’nun elçisi olduğumu kabul eden bir müslüman ancak şu üç sebebin biriyle öldürülebilir: Üzerinden nikâh geçtiği halde zina eden, kasten adam öldüren ve dinini terkederek cemaattan ayrılan.” (Müslim, el-Kasâme, B. 6) Dini terketmek bir suç teşkil ettiğine göre bu suçu işleyenin kâfir olduğuna hükmedilmek, İslâmî hükümlerin gayelerinden biri olan adaletin tecellisi sağlanmalıdır.

Hatıra şöyle bir soru gelebilir: “İkisi de müslüman olmadıkları halde İslâm toplumunda yaşayan bir gayr-i müslim zimmi öldürülmezken, mürted niçin öldürülüyor?” es-Serahsî’nin (v. 490/1097) de dediği gibi mürted, önce müslüman idi. İslâmiyetin kudsiyetini, cihanşümüllüğünü, insaniliğini, sadra şifa olacak yegâne din olduğunu bildiği halde sırf dünya menfaati, hased, kin vb. gibi düşüncelerle dinini terketmiştir.

İbn ‘Âbidin (v. 1252/1836) ise bu konuda şunları söyler: ‘Dinden dönene verilecek ceza kullarla ilgili en büyük bir maslahattır. Çünkü mürted kişiye karşı uygulanan hadde (cezada); nesebi koruyan zina, malı koruyan hırsızlık, aklı koruyan sarhoşluk, arazları koruyan zina iftirası haddindeki maslahatlardan daha büyük olan ve dini muhafazayı hedef alan bir maslahat vardır. Şayet mürted öldürülmez, serbest bırakılırsa, imanı zayıf olanlar peşi peşine irtidat ederler.’ (S.235-239)

 

Tekfire Karar Verecek Kişi

İman dairesindeki bir kişiyi kâfir saymak; önemli hukuki ve dinî neticeler doğuracağından, tekfir işlemini yapacak şahısta bir takım şartların bulunması gerekmektedir.

Daha önce de söylediğimiz gibi tekfir kelâm ve fıkıh ilmini ilgilendiren bir konudur. Fıkıh ve kelâm ilminin inceliklerini bilmeyen kimselerin bu konuda verecekleri hükmün isabetli olacağını söylemek ise güçtür. Bu sebeple tekfire karar verecek kişi kelâm ilminde münakaşa edilen meseleleri derinlemesine ihata edecek, fıkhın ve fıkıh usûlünün inceliklerini anlayabilecek ve bunlara göre olayı değerlendirip neticeye varabilecek kapasite ve bilgide olmak zorundadır.

Daha sonra tekfire yönelenin göz önünde bulundurması gereken hususları da el-Gazzâli (v. 505/1111)’den nakleder. (S.240-243)

 

Yersiz Tekfirin Tehlike ve Zararları

Âlimleri bu derece temkinli ve müsamahakâr davranmaya sevkeden unsur, tekfire karar vermenin çok güç, tekfirin doğuracağı sonuçların ağır oluşudur. Çünkü iman dairesinden çıktığına hüküm verdiğimiz kişi yani mürted, küfre düştüğü noktada aydınlatıldıktan sonra tevbe edip tekrar müslüman olmazsa öldürülür. Şayet çeşitli sebeplerle idam edilemeyip, İslâm toplumunda yaşamaya devam ederse kendine selâm verilmez, selâmı alınmaz, müslüman bir kadınla evlenemez, evli ise karısı kendisinden boş olur. Mürted olarak ölür veya öldürülürse cenazesi yıkanmaz, namazı kılınmaz, müslüman kabristanına gömülmez, kendisiyle akrabaları arasında miras hükümleri yürütülemez. Âhirette de ebedi cehennemde bulunacağına hüküm verilir. Bu kadar korkunç ve ağır neticeleri olan bir hükmü vermek, iman ve vicdan sahibi bir insan için kolay bir iş değildir. (S.246)

Peygamber Efendimiz’in Medine toplumunda münafıkların varlığını bildiği halde onları tekfirden kaçınması, temelleri müsamaha ve hoşgörüye bağlı İslâmlaştırma siyâsetini takip etmesi elbette pek çok hikmetlere bağlıydı. O ve onun izindeki sahabenin bu tutum ve davranışları, çok kısa bir zamanda ve hiçbir kişiye nasip olmayacak şekilde ülkelerin, İslâm devletinin sınırları arasına katılmasını sağlamıştır.

Bilgili, geniş görüşlü, insaflı ve müsamahakâr âlimler Kelime-i Şehâdeti getirip, ‘ben müslümanım’ diyen insanı tekfir etmezken, kendilerine örnek aldıkları Efendimiz’in (sav) şu hareketlerine ve hadislerine uyuyorlardı: “İnsanlar ‘Allah’tan başka ilâh yoktur. Muhammed O’nun elçisidir’ deyinceye kadar kendileriyle savaşmaya emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse, kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak dînî cezalar müstesna; İç yüzlerinin muhasebesi ise Allah’a aittir.” (el-Buhâri, el-Cihâd, B. 102: el-tmân, B. 17: Müslim, el- İmân, B. 8: Ebû Dâvüd, el-Cihâd, B. 104: et-Tirmizî, et- Tefsir, B. 78; en-Nesâi, ez-Zekât, B. 3: İbn Mâce. el-Fi- ten, B. 1; ed-Dârimi, es-Siyer, B. 10.) “Bizim gibi namaz kılan, kıblemize yönelen ve kestiğimizi yiyen kimse, Allah’ın ve Rasulünün teminatını elde etmiş kabul edilir. O halde (böylelerini öldürmek suretiyle) Allah’ın verdiği teminat ve ahdi bozmayın.” (el-Buhâri, es-Salât, B, 28; Ebû Dâvûd, el-Cihâd; B. 95.)

Rasûl-i Ekrem Abdullah b. Ömer’in (v. 73/692) rivayet ettiği diğer bir Hadis’te de; “Bir insan (müslüman) kardeşine: ey kâfir diye hitabettiği zaman, ikisinden biri bu sözü üzerine almış olur. Şayet söylediği gibi ise küfür onda kalır, değilse söyleyene döner.” (el-Buhâri, el-Edeb, B. 73; Müslim, el-îmân, B. 26; et-Tir- mizî, el-îmân, B. 16; Mâlik b. Enes, el-Kelâm, B. 1; Ahmed b. Hanbel, c. II, s. 18, 44, 60, 112 vd.) buyurmuştur. Aynı Hadis’in bir diğer rivayetinde: “Bir kimse müslüman kardeşini tekfir ederse küfür (tekfir edilen veya edenden) biri üzerine döner.” (Müslim, el-îmân, B. 26; Ahmed b. Hanbel, c. II, s. 142) denilmiştir.

Bu konuda Ebu Davud’un (v.275/889) İbn Ömer’den yaptığı rivayet ise daha açıktır: “Herhangi bir müslüman diğer bir müslümanı tekfir ettiğinde şayet o kâfirse (diyecek yok). Aksi takdirde bizzat kendisi kâfir olur.” (Ebü Dâvûd, es-Sünnet, B. 15.) (S.245-252)

Yersiz tekfirin sebepleri olarak cehalet, taassup, hased ve menfaat ile sonuçlarından habersiz olma zikredilir.

Üçüncü Bölüm’ün son kısmı tekfir edilenlerin gerek dünya ahkâmı gerek ahiretteki durumuna ayrılmıştır. (S.255-306)

Geçen sayıda tanıtmaya gayret ettiğimiz Prof. Dr. Numan Abdurrazzak’a ait ‘Dünden Bugüne Tekfir Olayı’ ve Prof. Dr. Ahmet Sâim Kılavuz’ tarafından kaleme alınan ‘İman Küfür Sınırı’ kitapları kanaatimizce bu konuda yazılmış en önemli eserlerdendir. Son zamanlarda yaşanan hadiseler tekfir meselesini yeniden gündeme getirdiğinden baskısı tükenmiş ve birbirini tamamlayan bu önemli iki eserin yeni baskılarının önemli bir boşluğu dolduracağı kanaatindeyiz.

 

Mehmed Zahid Aydar

Mîsak Dergisi
Sayı: 293 / Nisan 2015