Dünya derin devletini kontrol eden Illuminati Çetesi, sermayeyi kontrol eden on üç hanedanın ortak organizasyonudur. Para demek güç demektir. Hem de ne güç ama! Kralları bile önlerinde diz çöküp dilenecek hale getirebilirlerdi. Nitekim bir müddet sonra Nathan Rothschild şunları söylemişti: ‘İmparatorluğu yönetmek için kimin kral olduğu hiç umurumda değil. Çünkü Britanya’nın para arzını kim kontrol ediyorsa, imparatorluğu da o kontrol eder. Ben Britanya’nın para arzını kontrol ediyorum.’
Narkoz
|
Prof. Dr. Mete Gündoğan tarafından kaleme
alınan ve 2017 yılı Türkiye Yazarlar Birliği Fikir Ödülünü alan
‘Narkoz’ isimli eser, yaklaşık yüz elli yıldır finans elitler ile
devletler arasında oynanan oyunu ve bunun farkına varamayan narkozlanmış beyinlerin
hikâyesidir. Küreselleşme en çok onların işine yaramıştır. Bugün, küresel
finans elitler, mükemmel bir network oluşturdular. Bu sayede son yarım asırdır,
bu oyunun kazananı net olarak bankerlerdir. Tanıtımını yaptığımız bu eserin
dikkatle okunması gerekir.
Mete Gündoğan (1) tarafından
kaleme alınan ve 2017 yılı Türkiye Yazarlar Birliği fikir ödüllü Narkoz,
yaklaşık yüz elli yıldır finans elitler ile devletler arasında oynanan bir
oyunun ve bunun farkına varamayan narkozlanmış beyinlerin hikâyesidir. Her
türlü aracın en acımasız şekillerde kullanıldığı bu oyunun ardında tabii ki
bütün oyunlarda olduğu gibi bankerlerin parmağı var. Küreselleşme en çok
onların işine yaradı. Bilişim teknolojisi emirlerinde. Dünyanın her yerine borç
verip onları sömürecek ve köleleştirecek güce ulaştılar. Bugün, küresel finans
elitler, mükemmel bir network oluşturdular. Bu sayede son yarım asırdır, bu
oyunun kazananı net olarak bankerlerdir. Daha spesifîk bir ifadeyle küresel
finans elitlerdir. Çünkü bunlar, ellerindeki sınırsız para imkânlarıyla her
türlü projeyi gerçekleştirebilecek kabiliyettedirler.
D8’in Laneti
15 Haziran 1997 tarihi, Çırağan Sarayı’nda
toplanan devlet ve hükümet başkanları için adeta bir ‘sonun başlangıcı’
olmuştu. İmzalar atıldı ve sekiz ülke bütün dünyaya ‘Biz yeni bir ekonomi
politik platform oluşturduk’ diye ilan etti.
Bütün dünya, sekiz Müslüman ülkenin çok
önemli bir adım attıklarına şahit oldu.
İşte ne oldu ise ondan sonra oldu. Erbakan
üç gün sonra, 18 Haziran 1997’de istifa etti. Yedi ay sonra da partisi
kapatıldı ve kendisine beş yıllık bir siyaset yasağı getirildi. Ancak, hiçbir
zaman aktif siyasete dönemedi.
Sekiz başkan, 15 Haziran 1997 tarihinde
İstanbul Çırağan Sarayı’nda bir araya gelerek bütün dünyaya ‘Yeni Bir Dünya’
kurmak için birlik mesajı vermişti. Bunu herkes gördü ama bu toplantı adeta
onların ölüm fermanlarını ilan edişleri oldu.” S.34
O Adamlar Bu Adamlara
İzin Vermedi
“Hâlbuki bir başka sekiz adam, bu tarihten
yaklaşık 87 yıl önce ABD Georgia Jekyll Adası’ndaki lüks bir köşkte bir araya
gelmişti.
Jekyll Adası’ndaki o adamlar, Çırağan
Sarayı’ndaki bu adamların kurdukları Dünya Düzeni’ni değiştirmesine izin
vermediler.
Aldrich, 1910 yılında JP Morgan’ın Georgia
Jekyll Adası’ndaki lüks köşkünde bir grup bankerle gizlice toplandı. Toplantıda
Warburg, Kuhn-Loeb, Lazard Brothers, İsrael Moses Sieff, Lehman Brothers,
Goldman Sachs, Chase Manhattan gibi bankerler ve temsilcileri vardı. Konu
sadece 1907’de başlayan bankacılık krizine çözüm üretmek değildi elbette. Konu,
bu krizin nasıl fırsata çevrileceği konusuydu. Bu bankerler dokuz gün boyunca,
gece gündüz çalışarak hem mevcut krize bir çözüm önerisi geliştirdiler hem de
bu çözüm ile minimum 100 yıllık bir imparatorluğun temelini attılar. Bu,
uluslar üstü rantiyecilerin küresel fînans imparatorluğuydu.
Wilson'dan önce dört dönem boyunca,
Cumhuriyetçiler iktidardaydı. Bankerlerin desteği ile seçime giren Demokrat
Wilson, 4 Mart 1913’te ABD’nin 28. başkanı seçildi ve koltuğuna oturdu.
22 Aralık 1913 günü özel bir oturum ile
Kongre’ye sunulan ‘Federal Rezerv Kanunu’ ertesi gün resmi Noel tatiline de
girileceği için kendisini büyük bir baskı altında hisseden Wilson tarafından
onaylandı.
Tabii bir müddet sonra mesele daha iyi
anlaşıldı ama atı alan Üsküdar’ı geçmişti. Yasayı imzalayan Başkan Woodrow
Wilson daha sonra itiraf gibi şu cümleleri dahi kuracaktı:
‘Ben dünyanın en talihsiz insanıyım.
Ülkemi, farkında olmadan harap ettim. Bu büyük sanayi ülkesi, para-kredi
sistemi sayesinde bir avuç elitin eline geçti. Bundan sonra hiçbir hükümet
bunların sözünün dışına çıkarak bağımsız hareket edemez!” S.39
Savaş, Para, Devlet
“İngiltere’de Kral William 1688 yılında
tahta oturduğunda, aynı yıl Fransa’ya karşı bir büyük ittifak, savaşa başlamıştı.
Bu ittifaka Augsburg Ligi veya Kutsal İttifak da denir. Kral William da bu
ittifaka katılarak Fransa’ya karşı savaşa girişti. Dokuz Yıl Savaşları olarak
da anılan bu savaş, Avrupa’da olduğu kadar Yenidünya Amerika’da da sürüyordu.
Halk yorgun, fakir düşmüş ve savaşları finanse etmekten bıkmıştı. Bu zor
koşullara rağmen, William’ın bu savaştan çekilmesi söz konusu olamazdı. Çünkü
böyle bir çekilme, ona Avrupa’da pozisyon kaybettirmesinin yanı sıra, yeni kıta
Amerika’da da çok büyük kayıplara sebep olabilirdi. Bu savaşı sürdürebilmek
için William, fütursuz bir kaynak arayışına girişti. Ama halktan yeni vergi
alması da artık imkânsızdı.
Uzun süren savaş ve kargaşalar sebebiyle,
piyasada altın ve gümüş paralar iyice azalmış ve devlet epey borç altına girmişti.
1694 yılına gelindiğinde bir grup portföy zengini bir araya gelerek özel bir
şirket olarak İngiltere Bankası’nı (The Bank of England) kurdular. Bankanın
çoğunluk hisseleri savaş sırasında inanılmaz servet edinmiş olan Nathan
Rothschild’a aitti.
Aslında bankanın kurulumu ve çalışması şu
şekilde gelişmişti: Öncelikle hissedarlardan olmak üzere 1.200.000 poundluk
altın ve gümüş sermaye toplandı. Sonra bu para devlete yani Kral William’a borç
olarak verildi. Bu borca mukabil devlet, yılda 96.000 pound faiz ve 4.000 pound
da işletme masrafları ödemeyi kabul ve taahhüt etti.
Para demek güç demekti. Hem de ne güç ama!
Kralları bile önlerinde diz çöküp dilenecek hale getirebilirlerdi. Nitekim bir
müddet sonra Nathan Rothschild şunları söylemişti:
‘İmparatorluğu yönetmek için kimin kral
olduğu hiç umurumda değil. Çünkü Britanya’nın para arzını kim kontrol ediyorsa,
imparatorluğu da O kontrol eder. Ben Britanya’nın para arzını kontrol
ediyorum.’
Nathan’ın bu kibirli ifadeleri ile
Wilson’un pişmanlık ifadeleri hemen hemen aynı manaya geliyordu. Parayı kim
kontrol ediyorsa, devleti de O kontrol ediyor. Para kiminse, devlet
onundur.
Aslında sadece sözler örtüşmüyor.
Bankerlerin, ülkelerin para-kredi sistemlerini ele geçirme süreçleri de
birbirleri ile örtüşüyordu. Bu süreçleri incelediğimizde, şöyle bir analitik
kalıp çıkarabiliyoruz:
Önce ülkede çok ağır ekonomik koşullar
oluşuyor ya da oluşturuluyor. Sonra merkezi bir koordinasyon ihtiyacı
kamuoyunda işleniyor. Bu koordinasyonun, devlet eliyle olması gerektiği üzerine
ustaca hamleler yapılıyor. Halk bu fikirlere alışınca, kapalı kapılar ardında
elde edilen imtiyazlarla bankerler, kontrolü ele geçiriyor. Görünürde devlet,
perdenin ardında bankerler düzene hâkim oluyor. Ama halk, kontrolün devletin
elinde olduğuna inanıyor ya da inandırılıyor.
Şimdi bu kalıbı aklımızda tutarak
İngiltere ve Amerika’da sistemin nasıl geliştiğine bir daha bakalım.
İngiltere’de, yaşanan Dokuz Yıl Savaşları
neticesinde büyük bir finansal kriz oluştu. Ekonomi çarkları neredeyse
dönmüyordu. Özel bankerlerin oluşturduğu bir konsorsiyum, merkez bankasını
kurdu. Bankanın adı İngiltere Bankası’ydı. Bütün izinler ve imtiyazlar da
Kral’dan geldiği için, normal bir İngiliz vatandaşı bunu İngiltere devletinin
bir bankası olarak algılıyordu. Nitekim yıllarca hep öyle zannetti. Banka ancak
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra millileştirilebildi. Ancak yürüttükleri
işlemler, hâlâ özel ve özerk işlemlerdir. Banka hisselerinin İngiltere
devletine ait olmasının, sonuca bir etkisi yoktur. Artık tasarım, daha da
nitelikli bir hale getirilmiştir.
ABD’de yaşananlar da kalıp olarak aynı
ancak seyir olarak farklı gelişti. 1906 San Francisco depremi ve tarımsal
rekoltenin çok düşük olması savaş koşulları gibi bir ekonomik ortam oluşturdu.
Bu durum, çok büyük bir finansal krize sebep oldu. Bu kriz, bankerler için
bulunmaz bir fırsat oluşturuyordu. Halkta, krizin çözümü için bir merkez bankası
kurulması fikri olgunlaştırıldı. 1913’te özel bankerlerin oluşturduğu
konsorsiyum, merkez bankasını kurdu. Burada isim Federal Rezerv Sistemi’dir.
Normal bir Amerikan vatandaşı, bunun Federal Hükümet ile alakalı bir yapı
olduğunu zanneder. S.42
Yani, ona göre her şey devletin kontrolü
altındadır. Ama kesinlikle öyle olmadığı bugün artık birçokları tarafından
bilinen bir gerçektir.
Ne ilginçtir ki İngiltere’de para-kredi
sistemini ellerinde tutan bankerler ile Amerika’daki sistemi ellerinde tutan
bankerler hemen hemen aynı ailelerdir. Zaten, aralarındaki evlilik ilişkileri
sayesinde birbirlerine iyice yakınlaşmışlardır. Dolayısıyla hepsini tek bir
yapı olarak tanımlamak yanlış olmaz. Zaten ABD, İngiltere’nin artıkları ile
kurulduğu için, orada da sistemin aynı bankerlerin elinde olması şaşılacak bir
şey değildir.
Son üç yüz yıldır bütün ekonomik
gelişmelerin, büyümelerin ve hatta savaşların arkasında hep bir avuç elit
banker ailelerin aktif olduğunu görüyoruz. Özellikle, büyük savaşların tamamını
bankerler finanse etmişlerdir. Bankerlerin ‘para yaratan’ bu sistemleri olmasa,
halktaki birikimlerle bu savaşların finanse edilmesi mümkün değildir. Paran
kadar konuşursun, paran kadar büyürsün ve paran kadar savaşırsın. Her şey paran
kadardır. Bu kadar basit! S.43
Osmanlı, Borç, Savaş
“Osmanlı İmparatorluğu son zamanlarında
ekonomik sıkıntılar içerisindeydi. 1850’li yıllarda Kırım Savaşı’nı yapacak ama
Hazine’de bu savaşı finanse edecek kadar parası yoktu. Yapısal olarak ilk defa
1853 yılında Kırım Savaşı’nı finanse etmek için devlet tahvili çıkararak
borçlandı. Daha sonra, bu işten hoşlanmış olacak ki paraya ihtiyacı oldukça,
nasıl geriye ödeyeceğine bakmaksızın, borçlanmasını çılgınca sürdürdü. Tabii bu
arada alacaklılar, verdikleri borçların geri ödemesini veya yeniden
yapılandırılmasını takip etmek için bir banka kurdular. Bankanın merkezi
Londra’daydı. Bankanın kurucu ortakları şunlardan oluşuyordu: Rothschild
ailesi, Atkinson Wilkin, Péreire Kardeşler ve Théodore Baltazzi.
Atkinson Wilkin, İngiliz Parlamentosu üyesi
ve sermayedar Sir Joseph Paxton’un temsilcisiydi. Péreire Kardeşler Fransız
Crédit Mobilier şirketinin sahipleriydi. Théodore Baltazzi ise ‘bizim’ Galata
bankerlerini temsilen orada bulunuyordu. Savaş dolayısıyla alınan borçları
izlemek üzere 24 Mayıs 1854’te kurulan bu bankanın adı Osmanlı Bankası’ydı
(Ottoman Bank).
Evet, analitik kalıbımızı test ettiğimizde
her şey ortaya çıkıyor.
İşte size Osmanlı’yı finansman olarak
sıkıntıya sokacak bir savaş: Kırım Savaşı.
Ve işte vatandaşta ‘devlet işin içinde’
algısını oluşturacak bir isim: Osmanlı Bankası.” S.45
“Osmanlı Bankası’nın veya daha doğru bir
ifade ile o zamanın bankerlerinin, Osmanlı Devleti’nin yıkılışında rolü çok
büyük olmuştur. Osmanlı Devleti yıkılmasına yıkılmıştır ama Osmanlı Bankası’nın
bu milletin üzerinde olan tasallutu devam etmiştir. Yeni kurulan Türkiye
Cumhuriyeti’nin merkez bankası rolünü üstlenmek, Osmanlı Bankası’na miras
olarak kalmıştır.” S.49
“Genç Türkiye Cumhuriyeti’nde, milli bir
merkez bankası kurma çalışmaları ısrarla sürdürülüyordu. Hollanda Merkez
Bankası yönetim kurulu başkanı Dr. G. Vissering Türkiye’ye davet edilmişti.
Vissering hazırladığı raporda hükümete bağlı olmayan ve bağımsız olarak
örgütlenmiş bir merkez bankası kurulmasını önermişti. Aynı şekilde davet edilen
İtalyan uzman Kont Volpi de hükümetten bağımsız bir merkez bankası kurulmasını
önermişti.
Belki de en ilginç isim olan Prof. Leon
Morf Merkez Bankası Yasa Tasarısı’nı hazırlamıştı. Tasarı, Türkiye Büyük Millet
Meclisi’nde 11 Haziran 1930 tarihinde kabul edilmişti. 1715 sayılı Türkiye
Cumhuriyet Merkez Bankası Kanunu adı ile 30 Haziran 1930 tarihinde Resmi
Gazete’de yayımlanmıştı. Böylelikle ülkemizde, yabancı ortakların da olduğu,
Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası Anonim Şirketi adıyla bir merkez bankası kurulmuştu.
Merkez Bankası, 3 Ekim 1931 tarihinde faaliyetlerine başlamıştı. Banknot
matbaasının kuruluşu ise ancak 1958 yılında gerçekleştirilmişti.” S.53
Para, Para, Para
“Bir ülkede para basımını ve akışını takip
edip sistematiğini çıkarmak aslında o ülke ekonomisinin röntgenini çekmek gibi
bir şeydir. Bütün mal ve hizmet akışını öğrenebilirsiniz. Merkez Bankası’nın
işlevini ve bankaların yaptıklarını anlamak da böyle bir şey olsa gerektir.
Parayı takip ederek, sistemin işleyişini
öğrenebiliriz. Bakalım bu sistem işleyince, en çok kimin ya da kimlerin işine
yarıyor? Belki oradan bir sonuca gidebiliriz.
Merkez Bankası, ülkenin parasını basıp
dolaşıma sürme ayrıcalığına sahip tek şirket. Bu ayrıcalık kendisine kanunlar
tarafından bahşedilmiş. Başka bir şirket ya da bankanın banknot basma hakkı
yok. Yaparsa, suç olur.
Peki, Merkez Bankası bu işleri nasıl
yapıyor?
Merkez Bankası, banknotları basıp esas
itibariyle bankalara satıyor. Evet, satıyor kelimesini bilinçli olarak
kullanıyoruz. Bankalar da bu paraları müşterilerine kredi olarak satıyor. Daha
özet bir ifadeyle bankalar, hem Merkez Bankası’ndan aldıkları paraları hem de
kendilerine yatırılan mevduatları kredi olarak müşterilerine satıyor. İlk
bakışta durum bu!
Bu sistemde sürekli işleyen iki döngü var.
Birincisi Merkez Bankası ile bankalar arasındaki döngü. Merkez Bankası
bankalara ihale ile para satıyor. Daha yumuşak bir ifade ile Merkez Bankası
bankalara kredi veriyor. Siz, Merkez Bankası bankalara faizle para satıyor da
diyebilirsiniz. İkincisi, bankalar ile müşterileri arasındaki döngü. Bankalar
müşterilerine faizle para satıyor. Siz, kredi veriyor da diyebilirsiniz. Şimdi
bu her iki döngüyü önce ayrı ayrı sonra da birlikte bir değerlendirelim bakalım
ne çıkarabileceğiz.
Önce birinci döngü. Merkez Bankası parayı
basıp bankalara belli bir faiz karşılığında veriyor. Yani piyasada dolaşan
paranın ilk çıkış yeri Merkez Bankası. Para bankanın olduğuna göre, banka
parasını belli bir faizle finans piyasasına satıyor ya da veriyor. Anlaşılıyor
mu?
Evet, gayet açık. Bu parayı Rothschild
veya Rockefeller de verseydi böyle verecekti. Belli bir faiz karşılığında size
borç olarak verecekti. Siz de borç geri ödeme koşullarına uygun olarak bu
parayı geri ödeyecektiniz. Bundan daha açık bir şey olamaz.
İlk bakışta bir sorun yokmuş gibi
gözüküyor ancak biraz daha kafayı yorarsak çok büyük bir sorun ile karşı
karşıya olduğumuzu anlarız. Sorun şu cümlenin ardında gizli:
‘Bu parayı Rothschild veya Rockefeller da
verseydi böyle verecekti!’
Yani yapısal işleyiş açsından, Merkez
Bankası ile küresel banker aileler arasında bir fark kalmamış. Merkez
Bankası’na öyle bir statü kazandırmışız ki şimdi onu yabancılardan ayırt
edemiyoruz. Ha Merkez Bankası ha Rockefeller, işlevsel açıdan bir fark yok!
İşte size tirajikomik bir yapılandırma.” S.65
“İkinci döngüyü biraz daha açalım, çünkü
orada enteresan bir şey hissediyoruz.
Bankalar, Merkez Bankası’ndan aldıkları
paraları müşterilerine kredi olarak veriyorlar. Tabii sadece bunu yapamıyorlar.
Eğer sadece bu işlevi yapmış olsalardı, bankaların verdikleri toplam kredi
miktarının, Merkez Bankası’nın piyasaya verdiği para miktarından az olması
gerekirdi. En fazla eşit olabilirdi. Yani diyelim ki Merkez Bankası piyasaya
100 milyon lira para vermiş. Bankalar da toplamda maksimum 100 milyon lira
kredi verebilirdi.
Bu kısım önemli olduğu için bunun gerçek
rakamlarla sağlamasını yapmamız gerekiyor.
Bu sağlamayı yapmak için bize iki rakam
lazım. Birincisi TCMB A.Ş.’nin piyasaya vermiş olduğu para miktarı. Buna teknik
olarak emisyon deniyor. İkincisi de, aynı zaman diliminde, bankaların piyasaya
vermiş olduğu toplam kredi miktarı. Buna toplam kredi hacmi de deniyor. Burada
dikkat etmemiz gereken bir şey var o da bu iki verinin aynı zaman diliminde
olmasıdır.
Öncelikle, bu sorgulamanın daha basit ve
anlaşılabilir olması için şöyle bir örnek verebiliriz: Altuğ, Berna’ya 120 lira
borç para veriyor. Berna da Can’a 50, Cansu’ya 30, Ceyda’ya 40 lira borç para
veriyor. Buraya faiz ilişkisini de koyalım. Altuğ %5 faiz ile Berna’ya borç
verirken, Berna da %10 faiz ile diğerlerine borç veriyor. Takibi kolay olsun
diye isimlerin baş harflerini alfabetik sırada yaptık.
Peki, dönem sonunda ne olur?
Dönem sonunda Berna Can’dan 55, Cansu’dan
33 ve Ceyda’dan 44 lira olmak üzere toplamda 132 lira geri alır. Altuğ da
Berna’dan 126 lira geri alır. Sonuçta Altuğ 6 lira Berna da 6 lira faiz geliri
elde etmiş olur.
Şimdi, dönelim Türkiye’deki gerçek
rakamlara. Ülkemiz Merkez Bankası verilerini incelediğimizde, Merkez
Bankası’nın ortalama 100 milyar lira emisyon hacmi oluşturduğunu görüyoruz.
Yani Merkez Bankası piyasaya yaklaşık 100 milyar lira para veriyor.
Normal olarak beklenen nedir?
Bankaların da toplamda bu paradan biraz az
miktarda parayı kredi olarak vermiş olmasıdır. Çünkü bir kısım para kasalarında
tutulacaktır.
Peki, gerçekte ne yapmışlar?
Bankalar toplamda (yaklaşık olarak) 1
trilyon 400 milyar TL parayı kredi olarak vermişler! Evet, yanlış okumadınız.
Yaklaşık ortalama rakam bu:1.400.000.000.000 TL. Diğer bir çarpıcı ifade ile
bankalar, Merkez Bankası’ndan aldıkları 100 milyar liranın 14 katını borç
olarak müşterilerine vermişler.
İşte tam bu noktada, ağzımızdan koca bir
‹Vay canına be!› çıkıyor.
İyi de bankalar bunu nasıl yapabilir?
Yapsa da nasıl izah edebilir? İzah etse de bu nasıl kabul edilebilir? Şimdi tek
tek bu soruların cevabının verilmesi gerekiyor. S.70
Öncelikle, bankalar bunu nasıl yapıyor?
Bankalar bunu yasal olarak yapıyor. Size
böyle bir şey yapmanızı tavsiye etmem. Çünkü sahtekârlıktan tutuklanırsınız.
Aynı malı aynı anda 14 farklı kişiye satmak sahtekârlıktır, suçtur.
Peki, yasaları kim yapıyor?
Yasaları, bizim seçtiğimiz milletvekilleri
TBMM’de bizim adımıza yapıyorlar. Bir bakıma, yasaları yapan biziz. Şimdi şu
garabete bakın. Biz, bütün kişiler için sahtekârlık olarak tanımladığımız bir
işlemi, bazı kişiler için sahtekârlık olmaktan çıkarıyoruz. Adeta onlara ‘Siz
sahtekârlık yapabilirsiniz’ diyoruz. ‘Bunu siz yaparsanız suç olmaz’ diyoruz.
Mekanizması biraz dolambaçlı olsa da yaptığımız aynen budur.” S.71
“Ne ironiktir ki, bu sistemi aslında
bizler kendimiz kurduk. Bütün bunlar yasalar çerçevesinde yapılıyor. Yasaları
yapanlar da bizim oylarımızla seçilen milletvekilleri. Dolayısıyla şikâyet
ettiğimiz elbiseyi biz kendimiz diktirmiş oluyoruz. Ancak yasama dönemleri,
borçlanma dönemlerine nazaran çok kısa olduğu için yasayı yapanların uygulamayı
görme ve denetleme şansları olmuyor. Birkaç dönem sonra seçilen yeni
milletvekilleri de karşılarında yasayı değil teamül haline dönüşmüş olan
uygulamaları buluyorlar. Bu durumu sorgulamıyorlar veya ilgi alanları dışında
kaldığı için araştırmak akıllarına gelmiyor.
Aslında mesele gayet basit. Biri, parayı
havadan yaratıyor borç olarak veriyor, diğeri de onu havadan yaratarak
kayıtlarında katbekat fazla gösteriyor! Şişiriyor. En acısı, bütün bunların
yapılmasına biz izin veriyoruz. İşte içinde bulunduğumuz para-kredi sisteminin
özü ve temeli budur.
Hemen, ‘Peki dünyada bu işler nasıl
oluyor?’ dediğinizi duyar gibiyim.
Bu durum sadece Türkiye için geçerli değil
elbette. Hemen hemen bütün dünyada mekanizma bu şekilde oluşturulmuş. Muhteşem
bir sömürü çarkı tıkır tıkır işliyor. Ben diyeyim sömürü zulüm çarkı siz deyin
para-kredi mekanizması. Bir şey fark etmiyor. Onlar bildiklerini okuyor.
Ülkemizde işleyen bu mekanizma tek başına
bizim araştırma sorularımıza cevap vermiyor. Ama dünya çapında baktığımızda bir
şeyler görmeye başlıyoruz. Bunun için İsviçre’ye kadar uzanmamız gerekiyor.
Bu mekanizmanın benzeri, bire bir olmasa
da, bir üst seviyede ülkeler arasında çalışmaktadır. Bu işlemlerde Uluslararası
Ödemeler Bankası (Bank for International Settlement) önemli bir rol
üstlenmektedir.
1930 yılında İsviçre’nin Basel şehrinde
kurulan Uluslararası Ödemeler Bankası, ‘merkez bankalarının merkez bankası’
olarak da anılmaktadır. Türkiye’nin de aralarında bulunduğu yaklaşık 60 üye
ülkesi var. Bu banka, üye ülkelerin merkez bankalarının rezerv politikalarını
koordine etmektedir. Aynı zamanda, merkez bankaları arası para transferlerinde
de aracı olmaktadır. Üye ülkelerin merkez bankaları, kendi ülke
yöneticilerinden çok daha fazla bu bankanın tavsiyelerine dikkat etmektedir.
Rezerv politikalarında, onun koyduğu kurallara göre hareket etmektedir. Aksi
takdirde, sistem o merkez bankasının maliyetlerini artıracak şekilde çalışır.
Yani sistem o şekilde tasarlanmıştır ki siz onların istediklerini ‘başarılı bir
finans yönetimi’ olarak seve seve yaparsınız.
Bir ülkenin devlet ya da hükümet başkanı
‘merkez bankası rezervlerimiz artıyor ya da azalıyor’ diye sevinebilir ya da
üzülebilir. Ancak bütün bu işlemler, İsviçre’nin Basel şehrinde belirleniyor.
Hangi liderin anasını ağlatacaklar ve hangisininkini güldürecekler, orada
belirliyorlar. Ve bunların tamamı sır olarak kalıyor.
Peki, onlar kimler? Bu işi kimler yapıyor?
Haydi, gelin biraz daha yakından bakalım.
Bu bankanın Ekonomi Danışma Kurulu
(Economic Consultative Committee) düzenli olarak toplanır ve toplantıya
dünyanın en güçlü ülkelerinin merkez bankası başkanları katılırlar. Gerçekte
bunlar, küresel finans elitlerin temsilcileridirler. Bu toplantılarda protokol
ya da kayıt yoktur. Her şey en açık bir şekilde konuşularak bir karara varılır.
Konuşulanlar dışarıda asla paylaşılmaz. Gerekirse, birbirlerine kriptolu
mesajlarla yazışabilirler. Yazışmalarını ya da posta gönderilerini
büyükelçilikler üzerinden yaparlarsa, bu gönderiler asla açılmaz. Banka
vergiden muaftır. Böylelikle aslında ne yaptığının bilinmesi de mümkün olmaz.
Zaten bankanın varlıkları hukuken sorgulanamaz. Burada üye ülkelerin ne kadar
para üreteceklerinin kararı da verilir.” S.78
Narkoz
“Şimdi bir an düşünün, dünyada yüz
milyonlarca insan aynı varsayımlarla aynı dersleri aynı içerikte okuyor ve
okutuyor. Bunlar benzer şekilde düşünüyor. Olayları benzer şekilde yorumluyor.
Benzer tepkiler veriyor. Neyin olabileceğini neyin olamayacağını aynı
kalıplarda öğreniyorlar. Aynı guruların peşinden gidiyorlar. Benzer yaşam
standartları için mücadele veriyorlar.
Bu durum, bütün dünyanın topluca
uyutulması gibi bir şeydir. Ya da narkozlanması gibi bir şey. Evet, narkozlanmak
daha uygun bir kelime. Uykuda olan insanın yanında bir bağırırsınız hemen
uyanır. Bir çimdik atmak ya da büyük bir gürültü onu hemen uyandırır. Ama bir
insanı narkozlarsanız, artık o insanın kendi kendine uyanması oldukça zordur.
S. 83
“İlk dönemde, kabaca İkinci Dünya
Savaşı’na kadar, meşhur banker aileler merkez bankalarını temlik etmişlerdi.
Yani merkez bankalarının büyük pay sahipleri idiler. Ancak bunu aynı şekilde
sürdürmeleri mümkün değildi. Bilim, teknoloji ve iletişimdeki gelişmeler onları
bir şekilde açığa çıkarır ve sorgulanmalarına sebep olurdu. Bunu rahatlıkla
öngörebiliyorlardı. Onun için başka bir şey düşünmeleri gerekiyordu.
İstedikleri şey, ülkeleri kendilerine sürekli borçlandırmak ve sürekli olarak o
borçlar karşılığında onlardan faiz gelirleri almak.
Yeni dönemde, doğrudan sahiplenmek yerine,
farklı bir mekanizma ile bu isteklerini yerine getirdiler. Hem ortada
görünmemiş oluyorlar hem de para-kredi sisteminin ana hissedarlarıymış gibi
paylarını alıyorlar. Anlattığımız sistem böyle bir amaca hizmet ediyor. Bütün
ülkeler borçlanıyor. Borç demek faiz ödemesi demektir. Bütün ülkeler, sistemde
faiz ödemesi yapıyor. Tepede küçük bir küresel finans elit var ancak aşağılara
kadar küresel bir finans karteli oluşturulmuş. Bu kartel, parayı tekelinde
tutuyor ve parayı kullanan herkesten payını alıyor. Yani mevcut sistemden
nasiplenen büyük bir kitle var. Ama bu sistemi titizlikle ayakta tutan ve
sistemin sahibi olarak hareket eden küçük bir küresel finans elitler grubu var.
Ekonomi finans eğitimi de bunların kontrolünde. Bir insan bu çarklarda
eğitilince, küresel finans kapitalin yaptıklarını normal ve doğru buluyor. Bu
‘öğretilmiş’ler, ciddi sorunlar karşısında ‘çaresiz’ kalıyorlar. Biz bunlara
öğretilmiş çaresizler diyoruz.” S.86
Mevcut ekonomi finans öğrenenleri, önce,
ülkelerinde tasarruf açığı olduğuna inandırıyorlar. Buna inanmayacak bir lider
çıkarsa, onun danışacağı en iyi ekonomist bile ülkede tasarruf açığı olduğunu
söyleyecektir. Türkiye’de de ekonomiden sorumlu bakan bizim tasarruf açığımız
olduğundan bahseder. Sadece o değil, bütün ekonomi bürokrasisi de aynı telden
çalar! S.86
Peki, bu nasıl oluyor?
Senaryo şöyle gelişiyor:
Baştaki idareci ‘Yatırım yapmamız lazım’
diyor.
Etrafındaki ekonomistler ‘Yatırım,
tasarrufa eşittir’ diyorlar. Bunu, öğretildikleri kitaplardan bölümlerle
destekleyerek bir güzel (!) ediyorlar.
Neticede idareci, ‘Yatırım yapmamız lazım’
ifadesini ‘Bizim tasarruf açığımız var’ ’ifadesi ile değiştirdikten sonra
gerisi adım adım geliyor.
İdareci ‘Bu durumda para basalım’ dese, o
da olmaz. Çünkü merkez bankaları bağımsız bir mekanizma ile mistik bir havada
kuruluyor. Kendi merkez bankasından para alamayan ya da ona para bastıramayan
idareci, sonunda, ‘Ülkemizin tasarruf açığı var’ ifadesine gönülden inanmaya
başlıyor.
Ondan sonra da ver elini Amerika, Avrupa.
Zaten ekonomi kitapları ‘tasarruf fazlası olan ülkelerin, tasarruf açığı olan
ülkelere’ nasıl borç verebildiklerini detaylı olarak anlatıyor Ülkenin
idarecileri de gidip paşa paşa borçlanmaya başlıyorlar.
Bu arada kimsenin aklına bu temel
kabulleri sorgulamak gelmiyor. Gırtlağına kadar borçlu olan ülkelerde, tasarruf
fazlasının nasıl olabileceği sorgulanmıyor. Bu arada borçlanmalar da başlamış
oluyor.
Tabii garabet bu kadarla da bitmiyor.
Diyelim ki ülkemiz ABD doları cinsinden borç para aldı. Peki, biz ne yapacağız
doları?
Bakkal, manav, kasapta dolar geçmiyor ki.
Hah işte ekonomistler, bu dolarların Merkez Bankası’nda tutulması gerektiğini
ve bu dolarlara karşılık ancak Türk lirası basabileceğimizi söylüyorlar. Zaten
milyonlarca insan, aldıkları ekonomi eğitimi gereği bu mekanizmanın gönüllü
destekçisidirler!
Ama ABD doları ABD hükümetinin değil ki.
ABD doları, bir avuç bankerin kurduğu Federal Rezerv Sistemi’nin bir malıdır.
Yani, ABD vatandaşlarının kenara ayırdığı tasarruflar bize borç olarak
verilmiyor. Bir avuç banker, havadan yarattıkları paralarını bize borç olarak
veriyor. Biz de zannediyoruz ki tasarruf fazlası olan Amerika bize
tasarruflarını aktarıyor. Gerçekte yok böyle bir hikâye. Sadece ekonomi kitaplarında,
okuyucuları narkozlamak için yazılıyor bunlar.
Üçkâğıt Operasyonu
“Şimdi gelelim bu paranın akışına. Gelen
para Merkez Bankası döviz rezervi olarak tutuluyor ve buna mukabil Türk lirası
basılarak piyasaya dolaşıma sürülüyor.
Burasını iyi düşünürsek, aslında olan
nedir? Aslında bir bakıma, bu mekanizmadan dolayı, Federal Rezerv Sistemi
sahipleri olan bir avuç banker bizim merkez bankamızın hissedarı olmuş oluyor.
Bu kadar mı? Hayır efendim. Meseleyi ilmik
ilmik çözmek gerekiyor. Peki, dolar olarak gelen para Merkez Bankası
kasalarında mı bekliyor?
Elbette hayır. Ne olur ne olmaz onun da
bizden alınması gerekiyor. Belki nakit olarak kullanmaya kalkarız. Boşu boşuna
kasada duracağına kısa vadeli döngülerle kullanmaya kalkarız. Kısmi rezerv
mekanizmasının nasıl işletildiğini anlattık. Bu dolarlar kasamızda dururken,
aynı mekanizma ile kullanma riskimiz de olabilir! Bunun için, bu para bizden
geri alınıyor. Peki, bu para bizden nasıl geri alınıyor?
Bu para bizden ABD devlet tahvilleri
vasıtası ile geri alınıyor. Yani artık kasamızda dolar da yok. Sadece ABD
devlet tahvilleri var. Tabii yakın zamana kadar bunlar fiziksel olarak vardı.
Ama şimdi o da yok. Sadece devlet tahvil rakamları var. Yani kasalarımız boş.
Ama biz, aldığımız borçlara karşılık her ay tıkır tıkır faiz ödemelerimizi
sürdürüyoruz.
Tabii, sömürü bu kadarla da bitmiyor. Bu
anlattıklarımız sömürünün ana omurgası. Küresel bağlantı noktası. Ülke içindeki
mekanizma da tıkır tıkır sömürüyü devam ettiriyor. Ekonomide bize tam rekabet
koşulları dayatıldığı için, biz de tam rekabet edeceğiz diye ticari
sınırlarımızı ve düzenlemelerimizi uluslararası mekanizmalara göre yapıyoruz.
Sermaye giriş ve çıkışını serbest hale getiriyoruz. Böylelikle küresel
bankerler ve onların yerli acenteleri çalışmalarını rahatlıkla sürdürüyorlar.
İsterseniz mekanizmayı şöyle bir
özetleyelim:
Önce tasarruf açığımızın olduğuna
inandırılıyoruz. Sonra Özel Federal Rezerv Sistemi sahiplerinden borç alıyoruz.
O borca karşılık Türk lirası basıyoruz. Bastığımız bu paraları faiz karşılığında
bankalara veriyoruz. Bankalar da bu paraları rakamsal olarak katbekat artırarak
faiz karşılığında müşterilerine veriyorlar. Müşteriler aldıkları bu paralarla
üretim yapıyorlar. Faizler masraflara yazıldığı için vatandaşın aldığı her
malda bu masraflar da ödenmiş oluyor. İşte size sömürü zinciri. Bakla bakla
başımıza bela gibi örülmüş. Her baklada, öğretilmiş çaresizler olan
ekonomistlerin payı büyük. Narkozlandıkları için sorgulama yapamıyorlar.
Sonunda sıkıntıyı en alttakiler çekiyor.
En alttan itibaren geri besleme zinciri de
şu şekilde çalışıyor: Vatandaşlar, aldığı her mal veya hizmetin bedelini
ödediğinde fiyatın içindeki faizi de ödemiş oluyor. Bu faizleri toplayan
üretici, aldığı krediyi faiziyle birlikte bankaya geri ödüyor. Bankalar, Merkez
Bankası’ndan aldıkları parayı faiziyle birlikte geri ödüyor. Merkez bankaları
da döviz olarak alınan krediyi faiziyle birlikte geri ödüyor. İşte mekanizma
ana hatları ile bu. Ancak onlarca ek ödeme hatları da yapılmış. Hepsine
birlikte baktığınızda karmakarışık ve anlaşılması zor bir yapı görüyorsunuz.
Dolayısıyla da anlamak için uğraşmıyorsunuz. Siz biz uğraşmadığımız için de
sistem tıkır tıkır işleyip hepimizi sömürüyor. Bu sömürüde de onlarca araç
kullanıyor. S.85-90
“Evet. Dönüp dolaşıp yine aynı noktaya
geliyoruz. Yeniden temel sorgulamamıza dönebiliriz. Kafamıza takılan temel
sorunun cevabını aramaya!
Dünyada hemen hemen her türlü akımla
çalışmayı beceren ABD ve küresel elitler, Erbakan’dan niçin rahatsız oldu?
Erbakan ne yaptı da daha iktidarının üçüncü ayında ABD kendisine karşı şiddetli
bir tavır aldı ve devirmek için planlarına başladı? Erbakan’ın günahı neydi?
Galiba cevabını bulduk. Cevap, küresel
elitlerin son 70 yılda oluşturduğu küresel finans kapital mekanizmasında
yatıyor. Cevap, burada anlattığımız Borca Dayalı Para Sistemi’nde.
Bir avuç banker aile, size borcu doğrudan
kendileri vermiyor. Ya da gelip sizin merkez bankanıza veya bankalarınıza
doğrudan hissedar olmuyor. Ancak öyle bir mekanizma kurmuşlar ki sizler koşa
koşa gidip onları kendi ülkemize davet ediyorsunuz. Size borç para vermeleri
için yalvarıyorsunuz. Her türlü işinize hissedar ediyorsunuz. Ve bunlar olunca
da kendinizi başarılı olarak kabul ediyorsunuz! Çünkü öyle olduğuna
inandırıldınız. Öğretildiğiniz paradigma size başarılı olduğunuzu telkin
ediyor. Başarınızı ödüllendiriyorsunuz.
Erbakan, bu küresel kurgunun dışına
çıkmaya kalktı. Dolar imparatorluğunu yıkıp, yerine ortak bir ölçü birimi
hayali ile işe başladı. Ekonomistleri narkozlayan paradigmayı değiştirmek için
de ülkedeki Müslümanlara faizin kötülüğünü anlattı. Faiz alışveriş gibi
değildir dedi. Faiz Allah ve Peygamber’le savaş etmektir dedi. İşte bu hayâl
bile küresel finans elitleri ve yerel işbirlikçilerini korkutmaya yetti. Hemen
değişik bahanelerle ‘Erbakan’ın hakkından gelme’ operasyonunu başlattılar.”
S.94
“Batı, Erdoğan’a verdiği krediyi ve
gösterdiği müsamahayı Erbakan’a niçin göstermemişti?
Çünkü Erbakan’ın, ülkemiz veya bölgemizde
oluşturulan kurguya itirı vardı. Uyguladığı politikalarda felsefi bir derinlik
ve genel kurguya yönelik bir değişim ve dönüşüm önerisi vardı.
Ölünceye kadar kendisi asla rahat
bırakılmadı. Söylediklerinin mantıklı olup olmadığına bakılmaksızın sürekli
taciz edildi. Kıpırdadıkça, üzerine ateş edildi. Çünkü Erbakan, küresel finans
elitler için çok tehlikeli bir adamdı.
Erdoğan tercih edildi. Hatta
azmettirilerek Erbakan’ın yanından alındı ve önü açıldı. Çünkü Erdoğan şahsen
değiştiğini ifade ediyordu. Erbakan’ın yanında bulunan birinin kişisel olarak
değiştiğini ifade etmesi, onlar için tehlikeli olmaktan çıkması anlamına
geliyordu.
Evet, diğer yandan, Erdoğan’ın tek
istediği ‘ülkesine hizmet etmek’ti. Bunun için de ‘Biz ülkemize hizmet için
çalışırken, birileri sürekli ayağımıza çelme takmaya çalıştı’ diyordu. Ama
birileri önünü açarken hiç ses çıkarmıyordu!
Acaba ne olmuştu da aynı birileri çelme
takmaya başlamıştı?
Ne mi olmuştu?
Erdoğan’ın değişim süreci aynı zamanda bir
OJT süreci idi. İş Başında Eğitim (OJT) ile birçok şeyi öğrendi. Bu süreçte
kendisine ya da partisine atılan çelmelere itiraz etti. İtirazını da açık etti.
Doğrusunun ne olması gerektiğine inandıysa, onu da açıkça söyledi. Onun için
mücadele etti.
Haklı olarak Türkiye’nin Birleşmiş
Milletler Güvenlik Konseyi’nin daimi bir üyesi olmasını istedi. Çünkü iki milyarlık
İslâm âleminin bir temsilcisi yoktu. Türkiye bunları temsil eder diye
düşünüyordu. Ama itibar görmedi. Dikkate alınmadı. O zaman da, küreselcilere
karşı olan grupların sürekli ifade ettiği ‘Dünya 5’ten büyüktür’ sözünü
kendisine slogan edindi. Yani Birleşmiş Milletler’in mevcut yapısına itiraz
etti.
‘One minute’ diyerek Davos’ta İsrail
Devlet Başkanı Perez’e itiraz etti. İsrail’in yaptığı zulümleri açıkça dünyanın
gözü önünde farklı bir şekilde ifade etti. Perez’i azarlar gibi konuştu.
UNESCO’ya itiraz etti. BM kültürel
faaliyetlerinin ortak yaşam kalitesine hizmet etmediğini anladı. TİKA (Türk
İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı) ve Yunus Emre Vakfı çalışmaları ile
Türkiye’nin önüne yeni bir kültür yolu koydu. Yeni ufuklar açtı.
Dolardaki oynaklık ve artışı görünce,
bunun yerel ekonomiye ne kadar zararlı olacağını anladı. Bölge ülkeleri ile
aramızdaki ticareti artırmak için dolara olan bağımlılığımızın azaltılmasını
önerdi. Aramızda, altına dayalı bir sistem geliştirerek yeni bir ticari düzen
oluşturma isteğini açıkça ifade etti. Yani mevcut ticari altyapılara itiraz
etti. Bu aslını da, küresel finans elitleri devre dışı bırakarak yeni bir
ortak’ pazar istemekti.” S.139
Erdoğan’ın Kalemi
Kırıldı
Nitekim o gün Erdoğan, ağır ağır
merdivenleri çıkıp kürsüye geldi. Biraz dalgın bir şekilde kendisini
selamlayanlara baktı. Farklı bir şekilde konuşacağı belliydi. Bir an söyleyip
söylememekte tereddüt etti. Ama artık ok yaydan çıkmıştı. Etrafında yapılanlar
ve yaşadıkları gözünün önünde saniyeler içinde akıp geçti. ‘Bu bir mücadele ve
benim bu mücadelenin farkında olduğumu belli etmem lazım’ dedi kendi kendine ve
sitem cümleleri ağzından birer birer dökülmeye başladı:
‘Bu çağrımı geçen hafta yapmıştım. Tüm
işadamlarıma seslenmiştim. Yastık altındaki dövizlerinizi milli paraya altına
yatırın demiştim. Altın bizim için değişmez bir para ölçüsüdür. Benim de alanım
ekonomi, biraz bilirim. Döviz baskı aracıdır. Karşılığı olmadan bastırılan para
100 milyarlarca dolar birilerine akmaktadır. Bizim bunu çözmemiz lazım. Niçin yastık
altında bu karşılığı olmayan parayı saklayalım?..’
Yapmış olduğu çalışmalarla işadamlarına
milyarlarca lira kazandırmıştı. Ama böyle bir zamanda işadamlarının dediklerine
kulak vermemesi, onu üzüyordu. Bunu açıkça ifade etti. Artık bilmeleri gerekiyordu.
Devamla, ‘Zaman bu zaman. Dolarınızı euronuzu TL’ye çevirin. Bizi yıkmak
isteyenlere karşı hemen TL’ye çevirmeliyim. Zarar edersek ne olur? Bak bu
millidir, bunda bereket vardır. Zarar etmezsin. Öbürü emperyal mantığın
bekçisidir. Bu para burada kalacaktır’ diyerek yapmaya çalıştığının ardındaki
mantığı izah ediyordu.
Erdoğan, gelmiş olduğu noktanın bir düzene
isyan noktası olduğunu bildiğini açıkça ifade ediyordu. ‘Bu, küresel elitlere
artık açıktan savaş açmak demekti. O da, savaşın gereğini yaptı. Bildiği
kadarıyla, açıktan vurmaya başladı:
‘Faiz meselesini çözmemiz gerekiyor.
Yalnızlığımı biliyorum ama mücadelemi sürdüreceğim, kararlıyım. Faizi önemli
bir sömürü aracı olarak görüyorum, faizi emperyalist mantığın en önemli sömürü
araçlarından biri olarak görüyorum ve faizi yatırımcıyı köşeye sıkıştırma aracı
olarak görüyorum. Şu anda Türkiye’de en yüksek parayı kazanan reel yatırımcı
değildir. En yüksek parayı kazanan finans sektöründe olanlardır...
Felaket senaryolarından bahsedenler o
dönem (eski dönemde) paralarına para katmanın, krizi fırsata çevirmenin
mutluluğunu yaşıyordu. Millet gelecek kaygısıyla kıvranırken bunlar sırça
köşklerinde saltanat sürüyordu..’
Peki, kimdi bunlar? Erdoğan kimi işaret
ediyordu? Bunun ipuçlarını da şu sözlerinin ardında gizlemişti:
‘Maalesef basireti bağlı kimi işadamları,
dernekleri de bu sürece alenen destek oluyorlar. 28 Şubat dâhil bu milletin
iradesine yönelik tüm vesayet girişimlerinde ilk sırada saf tutmuş bir yapıdan
başka türlü hareket etmesini beklemek elbette aşırı iyimserlik olur...’
Bu ifadeler bize TÜSİAD gibi işadamları
derneklerini hatırlatıyordu. Erdoğan durmuyor, bir sonraki hamlesinin de
ipuçlarını vermeye çalışıyordu:
‘Putin’e dedim ki biz alışverişi yerli
para ile yapalım. Ben ne alıyorsam Rus rublesiyle alayım sen de ne alıyorsan TL
ile yap. Aynı şeyi Çin’e de söyledim. Makul kabul edildi. Merkez bankalarına
talimatları verdik. Bu yolla yapacağız...’
Gerçekten bu olabilir mi?
Bunu yapabilir mi?” S.194
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 334 / Eylül 2018
--------------
1-Mete Gündoğan, 1963 Balıkesir-Dursunbey
doğumludur. İlköğretim ve lise tahsilini Ayvalık ilçesinde tamamladı. Dokuz
Eylül Üniversitesi’nde lisans çalışmasını bitirdikten sonra Orta Doğu Teknik
Üniversitesi’nde yüksek lisans çalışmasına başladı. Tez aşamasında British
Council’den kazanmış olduğu bursu değerlendirmek üzere İngiltere’ye gitti.
Cranfield Teknoloji Enstitüsü’nde Üretim Sistemleri Mühendisliği alanında
yüksek lisans çalışmalarını tamamladı. Doktorasını yine İngiltere’de, Cranfield
Üniversitesi Endüstri ve Üretim Sistemleri Mühendisliği alanında yaptı. 2000
yılında doçent, 2010 yılında profesör oldu. Yurtiçi ve yurtdışında çeşitli üniversitelerde
çalıştı.
Akademik çalışmalarının yanı sıra Prof.
Dr. Gündoğan, Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK), Devlet
Planlama Teşkilatı (DPT), Başbakanlık, TBMM, Akıncı F-16 Uçak Fabrikası’nda
(TAI) çalıştı. Özel sektörde üst düzey yöneticilik ve danışmanlık yaptı.
Evli ve dört çocuk babası olan Prof. Dr.
Gündoğan İngilizce, Fransızca ve Arapça bilmektedir.