Dünya’da barışın teminatı olduğu zannedilen Birleşmiş Milletler Teşkilatı 1945 yılında kurulmuştur. Güvenlik Konseyi’nde alınan kararları veto etme hakkına haiz olan beş devlet, ABD, İngiltere, Fransa, Çin ve Rusya’nın, bugüne kadar sayısız işgal, katliam ve soykırım gerçekleştirmiştir. Bu beş devlet, sürdürdükleri işgal, soykırım ve ambargoların yanısıra, kendi siyasi ihtiraslarını tatmin için diğer devletlerin içişlerine karışıp, din, dil, etnik köken ve mezhep farklılıklarını körükleyerek, fesadın yayılmasına sebep olmaktadır. Milyarlarca dolarlık silah satışını gerçekleştirebilmek için, bölgesel savaşları körüklemektedirler. İnsanlık tarihinin en vahşi uygulamalarının altında imzası olan ABD; Vietnam’dan Afganistan’a, Irak’tan Güney Amerika ülkelerine kadar dünyanın her bölgesinde sayısız askerî müdahale gerçekleştirmiştir. Bu askeri müdahaleler sonucunda milyonlarca masûm sivil insan hayatını kaybetmiş, bunun kat be kat fazlası da vatanını terk ederek, mülteci haline gelmiştir. Tanıtımını yaptığımız kitap, BM Teşkilâtı’nın imtiyazlı üyelerinin işledikleri savaş suçlarını konu almaktadır.
Dünyada barışın teminatı olduğu
iddiasındaki Birleşmiş Milletler Teşkilatı (BM), ‘adalet ve güvenliği, ekonomik
kalkınma ve sosyal eşitliği, uluslararasında tüm ülkelere sağlamak’ amacıyla
1945 yılında kurulmuştu. Ancak dünya, mutlak veto yetkisine sahip Güvenlik
Konseyi Daimi Temsilcisi konumundaki beş ülke, ABD, İngiltere, Fransa, Çin ve
Rusya’nın, bugüne kadar sayısız işgal, katliam ve soykırım gerçekleştirdiğine
şahit oldu.
Bu beş ‘adalet dağıtıcısı’ ve ‘demokrasi aşığı’
devlet, dünyaya ahkâm kesip insan haklarını ihlal ettikleri gerekçesiyle bazı
ülkeleri ‘cezalandırırken’; bir taraftan da milyonlarca masum sivilin yaşamını
yitirmesine sebep oldukları işgal ve soykırımları gerçekleştirdiler ve gerçekleştirmeye
devam ediyorlar. Sürdürdükleri bu işgal, soykırım ve ambargoların yansıra,
kendi politikalarını gerçekleştirebilmek adına devletlerin içişlerine
karışıyor, din, dil, etnik köken ve mezhep farklılıklarını körükleyerek çatışma
ortamı yaratıyor, ardından bu bölgelere milyarlarca dolarlık silah satışı
yaparak iç savaşları körüklüyorlar. İnsanlık tarihinin en vahşi uygulamalarının
altında imzası olan ABD; Vietnam’dan Afganistan’a, Irak’tan Güney Amerika
ülkelerine kadar dünyanın her bölgesinde sayısız işgal ve askerî müdahale
gerçekleştirdi. Bu işgaller sonucunda milyonlarca insan hayatını kaybederken,
kat be kat fazlası da vatanını terk etmek zorunda kaldı.
Çarlık döneminde başlattığı katliam ve soykırımları
Sovyet rejimi sırasında da sürdüren Rusya; hâkimiyeti altındaki coğrafyada
yaşayan milyonlarca insanı vatanlarından çıkartarak sürgüne maruz bıraktı.
Kırım’dan Çeçenistan’a, Ahıska’dan Volga Almanlarına kadar onlarca halk, toplu
katliamlar ve soykırımlarla yok edilmeye çalışıldı.
Asya ve Afrika’da işgal ettiği toprakların tüm
kaynaklarına el koyarak birer sömürge imparatorluğuna dönüşen Fransa ve
İngiltere; bu iki kıtanın neredeyse tamamında yüzyıllarca süren ve milyonlarca
insanın katledildiği soykırımlar gerçekleştirdi. 2. Dünya Savaşı sonrasında sömürgelerinden
çekiliyormuş imajı oluştururken, yerlerine bıraktıkları kukla yönetimler ve
bağlayıcı antlaşmalarla çıkarlarını muhafaza eden Fransa ve İngiltere, bugün
Asya ve Afrika kıtasındaki pek çok bölgeyi emperyalist politikalarla kontrol
altında tutmaya devam ediyor.
Son yıllarda dünya siyaset ve ekonomisindeki
etkinliğini giderek arttıran ve yeni bir ‘süper güç’ olma yolunda hızla
ilerleyen Çin de, bu hızlı yükselişini, doğal kaynaklar bakımından dünyanın en
zengin iki bölgesi, Doğu Türkistan ve Tibet’i sömürerek gerçekleştiriyor.
Yüzyıllardır işgal altında tuttuğu bu bölgelerde akıl almaz asimilasyon ve
soykırım politikalarına imza atan Çin, uyguladığı karartmayla, bu vahşeti dünya
gündeminin dışında tutmayı başarıyor.
Bu beş devlet, insanlık dışı politikalarını hayata
geçirirken, başta BM olmak üzere NATO, AİHM, UCM, IMF, Dünya Bankası gibi tüm
insanlığın ortak faydası için faaliyet gösterdiği iddiasındaki uluslararası
kurum ve kuruluşların desteğini de arkasına alıyor. Böylece ülkelerin
bölünmesine ve siyasî istikrarsızlıkların derinleşmesine zemin hazırlıyor,
küresel finans kurumları eliyle dayattıkları politikalarla ülkeleri ekonomik
çıkmazlara sürüklüyor, halkların demokratik tercihlerini hiçe sayarak statükocu
işbirlikçileri eliyle darbe yapılmasını sağlıyor ve bütün bu uygulamaları söz
konusu devletlere yardım etmek, oraya demokrasi götürmek, barış ve huzuru
sağlamak adına gerçekleştirdiklerini iddia ediyorlar.
Türkiye Cumhuriyeti tarihine baktığımızda, bu
uygulamaların sayısız örneği olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Başta 27 Mayıs,
12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat darbeleri olmak üzere ülke tarihimizdeki belli
başlı kırılma noktalarının tamamında söz konusu devletlerin etkisi göz ardı
edilemez.
Öte yandan son dönemdeki uygulamalarına bakıldığında,
bu beş devletin artık uzun yıllar devam eden işgal politikalarından ziyade,
neo-emperyal yöntemleri tercih ettikleri görülüyor. Özellikle ‘Arap Baharı’
olarak adlandırılan süreç sonrasında Ortadoğu ve Afrika kıtasında yaşanan
gelişmeler küresel sistemin ülkeleri siyasi kaosa sürüklemek, din, mezhep,
etnik köken ve aşiret farklılıklarını körükleyerek çatışma ve iç savaş ortamına
zemin hazırlamak, kısa süreli askeri operasyonlarla ülkeyi talan etmek gibi
yöntemlere yöneldiğini gösteriyor. Başta Suriye olmak üzere, Mısır, Tunus,
Libya, Sudan, Mali, Orta Afrika Cumhuriyeti, Somali gibi ülkelerde yaşananlar
bunun en açık kanıtı olarak duruyor.
Bütün dünyayı tehdit eden bu uygulamalar, uluslararası
hukuk mercileri, sivil yapılanmalar ve dünya devletleri tarafından sorgulanmalı
ve sorumlular yargılanmalıdır. Hepsinden önemlisi, insanlığı uçuruma sürükleyen
bu uygulamaların sorumlularının vicdanlarda yargılanması ve
cezalandırılmasıdır.
UHİM tarafından hazırlanan ve bu beş ülkenin 20.
yüzyılda gerçekleştirdiği katliam ve soykırımları konu alan elinizdeki bu
çalışma, söz konusu bilincin toplumsal zemine yayılmasına ve etkin bir hesap
sorma hareketinin başlatılmasına katkı sağlamayı hedeflemektedir. (UHİM -
Temmuz 2012)
ABD’nin Vietnam işgali
Vietnam, uzun yıllar Çin hâkimiyetinde kaldıktan sonra
bağımsızlığına kavuşmuş, ancak 17. yüzyıldan itibaren başlayan misyonerlik
çalışmalarıyla Fransızlar tarafından hammadde kaynağı olarak sömürülmeye
başlanmış bir Güneydoğu Asya ülkesidir.
Halkı ucuz işgücü olarak kullanıp köleleştiren Fransa,
yerli halktan gaspederek aldığı topraklarda ileri tarım teknikleri uygulayarak
elde edilen pirinci Japonya ve Çin’e ihraç etmiş, ülkenin diğer bir zenginliği
olan kauçuk için de benzer uygulamalar gerçekleştirilmiştir. Bu sistemden
dolayı ülkede insan avcıları çoğalırken, Vietnam kauçuğunun bugün dünyanın en
büyük lastik firmalarından Fransız menşeli Michelin’in ana kaynağı
olduğu bilinmektedir.
Amerika ve İngiltere’nin desteğini alan Fransa,
bölgenin Japonlardan temizlenmesi maksadıyla 1945’te Vietnam’a girmiş, 1946’da
bölgenin Fransız birliği kapsamında düşünülen Hindiçin Federasyonu’nun bir
parçası olacağını açıklamıştır. Bu durumu kabul etmeyen Vietnam halkının, bütün
Batılı güçlere karşı mücadele ettiği söylenebilir; zira giderek ağır darbeler
alan Fransa’nın neredeyse tüm masraflarını Amerika’nın karşıladığı
belirtilmiştir.
Amerikan halkına Vietnam’ı elinde tutacağına söz veren
Johnson, Vietnam’da halkın giderek yönetimi ele geçirmesi ve Kuzey’le Güney’in
birleşmesi tehdidi karşısında savaş için bir neden aramış ve sonunda 1964’te
Vietnam’ın kuzeyindeki Tonkin Körfezi açıklarında Amerikan savaş gemilerine
kuzeyden saldırıldığı iddiasıyla savaş için aradığı gerekçeyi bulmuştur.
Amerika, başlattığı ‘Rolling Thunder’ operasyonlarıyla
şehirleşme ve sanayileşmenin yaygın olmadığı Vietnam’da, havadan, özellikle
tarım arazilerine zarar vererek halkın direncini kırma yoluna gitmiştir.
1965’te başlayan bu bombardımanlarla Amerika psikolojik bir yıpratma harekâtı
başlatmış, hava saldırıları ile Güneyli gerillalar pasifize edilmeye
Kuzeylilerinse direnci kırılmaya çalışılmış, ancak meydana gelen sivil
katliamları daha fazla direncin oluşmasına yol açmıştır.
ABD Vietnam’da 8 milyon tondan fazla bomba
kullanmıştır. Bu bombaların II. Dünya Savaşı’nda tüm ülkelerin kullandığının 3
katı ve ayrıca ABD’nin Hiroşima’ya attığı atom bombasının 640 katı büyüklüğünde
olması nasıl bir soykırımın yaşandığının göstergesidir. Zira hava harekâtı ile
sürdürülen ve tamamen yok etmeye yönelik operasyonlarda hiçbir insanî yaklaşımın
olmadığı 3 milyon insanın acımasızca katledilmesiyle netleşmiştir.
Savaş sonrası pek çok kitaba konu olan Amerikan
askerlerinin tutumundan en çok zarar gören kadın ve çocukların yaşadıklarıysa
dile getirilmeyecek kadar vahşicedir.
Özellikle bu savaşla özdeşleşen napalm bombaları ve
‘Agent Orange’ zehiri insanların savaş sonrasında da mağduriyetlerinin devamına
neden olmuştur. Pelteleşmiş benzinden yapılan ve uçaklardan atılan napalm
bombaları çarptıkları yerde yanmaya başlamaları ve özellikle pelteleşmiş olması
sebebiyle insan vücuduna yapışmalarından dolayı insanlara ciddi zararlar
vermiştir.
ABD’nin Guantanamo Toplama Kampı
Üzeri açık ve dikenli tellerle çevrili bir düzine
çelik parmaklıklı kafesten oluşan Guantanamo, 13 Kasım 2001’de dönemin ABD
Başkanı George W. Bush’un ABD vatandaşı olmayan belli kişilerin ‘Teröre Karşı
Savaş’ kapsamında tutulmalarına ve bu kişilere ilişkin yapılacak muamele ve
yargılamalara dair verdiği emirle temelleri atılan bir merkezdir. Bush’un
emriyle Amerikan güçleri uluslararası hukukun üstünde bir güç olarak şüpheli
olma ihtimalindeki insanları toplayıp hapsetmeye ve asgarî insan haklarını dahî
bu insanlardan uzak tutmaya karar vermişlerdir. Bunda da başkanın emriyle
yakalananların ülke içinde ya da dışında bir yerde tutulabileceklerine dair
verilen izin etkili olmuştur. 10 Ocak 2002’den başlayarak Afganistan’dan ve
dünyanın pek çok yerinden getirilen 42 farklı devletin vatandaşı Guantanamo’ya
gönderilirken bu insanların gerçekte kim oldukları, neyle suçlandıkları ve
akıbetlerinin ne olacağı tamamen ABD insafına bırakılmıştır.
ABD ve İNGİLTERE’nin Afganistan işgali
11 Eylül dünyaya ‘terörle mücadele’ olarak lanse
edilen Afganistan işgali, İngiltere’nin de desteği ile 7 Ekim 2001 tarihinde
gerçekleşmiş, amaç Usame Bin Ladin’i ele geçirmek ve Afgan halkını demokratik
düzene kavuşturmak olarak dünya kamuoyuna sunulmuştur. Ancak bu operasyonun
halka yönelik olduğunun ilk kanıtı 3 yıldır kuraklık ve açlıkla mücadele eden
insanlara gelen yardım konvoylarının Amerika tarafından engellenmesidir.
Pakistan’a yapılan baskı sonucu halk yardım alamazken işgalin söylentisi bile
ülkede tedirginliğe yol açarak dış destekli yardımların önünü kesmiş, sivil
halkın ölümüne sebep olmuştur. Sovyetler’in yaşadığı hüsranı yaşamak istemeyen
ABD’nin hava harekâtı ile başlattığı bombardıman ise sivil halkı hedef alarak
hayatları bir savaş arenasına dönüşen Afgan halkının tekrar zulme uğramasına
neden olmuştur. Kısacası Afganistan; önce İngiltere, ardından Rusya ve sonunda
İngiltere’nin büyük desteği ile ABD tarafından işgal edilmiştir.
Taliban’ın Kabil’i ele geçirmesinin ABD ve Pakistan
tarafından desteklenmesindeki en önemli etken, Türkmen doğalgazı ve Kazak
petrollerinin Afganistan üzerinden Pakistan’ın Karaçi Limanı’na ulaşabilmesinin
sağlanması olmuştur. Ancak Taliban, kendilerine verilen destekle onları
boyunduruk altına almaya çalışan dış güçlerin beklemediği şekilde hareket
etmiştir. Taliban’ın kendi düzenini kurma çabası ve doğal zenginlikler
üzerinden ülke menfaatlerine uygun arayışlar içerisine girmesi, ABD için büyük
bir tehdit olarak algılanmış, yaşanan süreçte ABD Taliban’dan kurtulma
arayışına gitmiştir.
ABD ve İNGİLTERE’nin Irak işgali
Soğuk Savaş sonrasında kurmayı planladığı ‘Yeni Dünya
Düzeninde, yeni bir tehdit algılaması oluşturmak isteyen ABD, çok geçmeden bu
yeni düşmanı ‘terörist İslam’ olarak belirledi. 11 Eylüle kadar siyaset, medya
ve kültür-sanat alanında uygulanan politikalarla bu algıyı dünya kamuoyunda
yaygınlaştırmayı başaran ABD, 11 Eylül’le birlikte Orta Asya ve Ortadoğu’ya
yeniden yerleşmek için aradığı işgal zeminini bulmuş oldu. Böylece önce
Afganistan, ardından Irak işgal edilerek küresel hegemonik düzen için son
derece stratejik öneme sahip iki bölgedeki ABD varlığı güçlü bir şekilde tesis
edilmiş oldu. Körfez Savaşı sonrasında sürdürülen ambargolarla zaten tükenme
noktasına gelen, açlık ve salgın hastalıklar sebebiyle 1 milyondan fazla
insanını kaybeden Irak’ta, işgalle birlikte sadece birkaç yıl içinde yine 1
milyona yakın insan hayatını kaybetti. işgal, ülkedeki alt ve üstyapıyı
kullanılmaz hale getirirken, 4 milyon insan hayatta kalabilmek için göç etti, 5
milyon çocuk yetim kaldı. Ayrıca işgal güçlerinin Irak’taki etnik-sekter
zenginliği ayrışma ve çatıştırmaya dönüştüren politikaları, ülkede bir iç savaş
ve kaos ortamının oluşmasına yol açtı. Ekilen kin ve nefret tohumlarıyla
amaçlanan ‘bölünme’nin, bugün gelinen noktada çok da uzak bir ihtimal olmadığı
açıktır.
Ortadoğu uzmanı gazeteci İbrahim Karagül, 11 Eylül
sonrası süreçte dünyada yaşanan süreci şöyle yorumluyor:
“Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra başlayan yeni
küresel sistem arayışı, 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra küresel iktidarın,
kaynakların ve pazarların paylaşılmasına yönelik açık savaşa dönüştürüldü.
(...) Yeni küresel sistemi belirleyecek güçler, kendi aralarında keskin bir
paylaşım mücadelesi yürütürken, İslam’ın ve İslam dünyasının yeni yüzyıla dönük
bütün hesaplar için tehdit oluşturduğu konusunda hemfikir. Bu nedenle,
‘terörizmle savaş’ adı altında yürütülen ve asıl amacı hedef alınan bölgelerin
direnç noktalarını kırmak olan operasyonlarda ortak hareket ediyorlar. (...)
Müslüman coğrafya, Haçlı Savaşları, Moğol istilası ve Osmanlı siyasal
otoritesini yokedip bütün bölgeyi sömürgeleştiren Birinci Dünya Savaşı’ndan
sonra dördüncü şok dalgasıyla karşı karşıya. Yeni küresel sistem arayışında
hiçbir temsil yetkisi tanınmayan bu coğrafya ve Müslümanlar, topyekün bir
dönüşüm projesinin hedefi durumunda. Bu açıdan bakıldığında, Afganistan ve
Irak’ın işgalinin, dönüştürme/denetleme yolunda sadece bir başlangıç olduğu
söylenebilir. Fas’tan Endonezya’ya uzanan, yeryüzünün enerji kaynaklarını, kara
ve deniz ticaret yollarını ve dünya su yollarının büyük bölümünü barındıran
Müslüman Orta Kuşak üzerinde bir dünya savaşı yaşanıyor.”
Bu süreçte siyaset, medya ve kültür-sanat kanalları
aracılığıyla ‘Radikal İslam’, ‘Fundamentalist İslam’, ‘İslamcı Terör’ gibi
söylemler sıklıkla işlendi, Islamofobya üretildi. Hollywood ‘dünyanın İslamcı
teröristlerden kurtarıldığı’ filmlerle sürece destek verdi, bilgisayar oyunları
dahi bu anlayışa hizmet etti ve terörist İslam algısı dünyanın her ülkesinde
evlerin içine, çocukların zihinlerine kadar girdi.
işgal sonrasında Tony Blair, ABD Kongresi’ndeki
konuşmasında, ‘Irak’ta kitle imha silahları bulunamasa da en azından Saddam
rejimini devirdiklerini’ söyledi. George Bush ise, daha önceki açıklamalarında
kullandığı ‘Irak’ın kitle imha silahı vardı’ ifadesi yerine ‘Irak’ın kitle imha
silahları programı vardı’ ifadesini tercih etti. İlerleyen dönemde ortaya çıkan
istihbarat raporlarıysa, Bush yönetiminin Irak’ta kitle imha silahı olmadığını
zaten bildiğini ortaya koyuyordu.
Afganistan işgali ile birlikte ABD, işgale kadar
Rusya’nın SSCB sonrası süreçte yeniden etkinliğini hissettirmeye başladığı Orta
Asya’da hâkimiyeti ele geçirirken, Afganistan’ı çevreleyen ülkelerde açtığı pek
çok askerî üsle Orta Asya’yı kontrolü altına aldı. Bu süreçte özellikle
Özbekistan, Kırgızistan ve Kazakistan’la yapılan askerî, siyasî ve ekonomik
antlaşmalar çerçevesinde ABD, bölgedeki Rusya egemenliğini büyük ölçüde lehine
çevirmeyi başardı. Irak işgali de Ortadoğu coğrafyasında benzer bir işlev gördü
ve bölgedeki pek çok ülkede ABD hegemonyası tahsis edilmiş oldu.
FRANSA’nın Cezayir işgali Ve Soykırımı
1830 yılında işgal ettiği Cezayir topraklarını tam 132
yıl boyunca sömüren ve insanlık tarihinin en büyük soykırımlarından birini
gerçekleştiren Fransa, Cezayir halkının 1954 yılında bağımsızlık mücadelesini
başlatması üzerine 8 yıl içerisinde 1.5 milyon insanı katletti. Cezayir’in tüm
yeraltı ve yerüstü kaynaklarını gaspederek zenginleşen Fransa, 1962 yılında bu
topraklardan ayrılırken geriye 132 yıllık işgal sürecinde katlettiği 5 milyon
masum insan ve harap olmuş bir ülke bıraktı. Bağımsızlık kazanıldığında 2
milyon insan toplama kamplarında bulunuyordu, yarım milyon insan komşu ülkelere
sığınmıştı, ekonomi çökmüştü ve halkın % 80’i okuma-yazma bilmiyordu.
Fransa, İkinci Dünya Savaşı sırasında, diğer
sömürgelerinde yaptığı gibi Cezayirli onbinlerce insanı da zorla cephelere
sürdü ve hiçbir alakalarının olmadığı bir savaşta onbinlerce Cezayirli hayatını
kaybetti. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Cezayir halkında giderek daha baskın
biçimde hissedilmeye başlayan bağımsızlık düşüncesi, Fransa’nın savaştan büyük
yaralar da alması sebebiyle günyüzüne çıktı. 8 Mayıs 1945’te, Fransa yüzünden
içine sürüklendikleri İkinci Dünya Savaşı’nın bitişini kutlayan Cezayir
halkının, ‘Müslümanlar Uyanın!’ pankartları ve Cezayir bayrakları taşıması
üzerine, Fransız sömürge güçleri yine şiddete başvurdu. 8 Mayıs 1945’te
gerçekleşen Setif ve Guelma Katliamı’nda, halkın üzerine ateş açıldı ve 45 bin
kişi katledildi. Bu katliam sırasında Fransız kuvvetleri, savaş uçakları ve
tank gibi ağır silahlar kullandı. Önceleri ölü sayısının 1.500 olduğunu iddia
eden Fransa, katliamın boyutlarının netleşmeye başlaması üzerine rakamı 20 bine
kadar arttırdı. Bu katliam sırasında Fransız askerler dışında, Fransa’nın
Afrika kıtasındaki sömürgelerinden topladığı kıta yerlisi Fransa askerleri de
yeraldı. Günlerce devam eden bu katliam sırasında, Fransız sömürge kuvvetleri
tarafından oluşturulan ‘İnfaz Timleri’, insanları toplu halde kurşuna dizdi ve
katledilen binlerce insan bizzat halka kazdırılan toplu mezarlara atıldı.
İkinci Dünya Savaşı boyunca Almanya’ya karşı Fransa kuvvetlerinin safında
savaşmak zorunda bırakılan Cezayirliler, savaşın bittiği gün başlayan bu
katliamla ‘ödüllerini’ almış oldular.
Cezayir halkının kurtuluş mücadelesini sürdürdüğü
yıllarda her türlü vahşete başvurmaktan çekinmeyen Fransa, çeşitli işkence
yöntemleriyle halkı bezdirmeye ve direnişten vazgeçirmeye çalışıyordu. Bu
dönemde Cezayir’de görev alan pek çok Fransız subayının itiraf niteliğindeki
aktarımları, insanın kanını donduracak örneklerle doludur. 1955-57 yılları
arasında Cezayir’de görev yapan ve buradaki icraatları sebebiyle generalliğe
terfi ettirilerek Fransa devletinin en büyük onur nişanı olan Legion D’honour
ile ödüllendirilen Paul Aussaresses, Cezayir halkı üzerinde elektroşoktan
tecavüze kadar her türlü işkence yöntemini uyguladıklarını itiraf etti. Bu
‘tecrübelerini’ ilerleyen yıllarda Vietnam halkı üzerinde uygulamaları için
Pentagon subaylarıyla da paylaşan Aussaresses, dünyanın pek çok bölgesinde
işkence konusunda eğitim verdi.
FRANSA’nın Tunus ve Çad’daki Sömürgeciliği
Tunus ve Çad, Fransa’nın Afrika kıtasındaki sömürgeci
uygulamalarına maruz kalmış pek çok ülkeden yalnızca ikisidir. Bölgedeki
hâkimiyetini 19. yüzyıldan bugüne kadar sürdüren Fransa; Tunus ve Çad’ın doğal
kaynaklarını yüzyıldan fazla bir süre sömürmüş ve bu amaç uğrunda milyonlarca
insanı katletmekten çekinmemiştir. 2. Dünya Savaşı sonrasında Tunus ve Çad’a
sözde bağımsızlıklar verilmiş ve kukla yöneticiler eliyle Fransız sömürüsü
devam etmiştir. 2011 yılında Ortadoğu’da başlayan ‘Arap Baharı’ sonrasında
Tunus’taki diktatörlük rejimi sona ermiş gibi gözükse de, sürecin hangi
sonuçları doğuracağı önümüzdeki yıllarda daha net görülecektir.
FRANSA’nın Zemin Hazırladığı Ruanda Soykırımı
1994’te Ruanda’da yaşananlar dünyaya ‘vahşi
Afrikalıların törensel bir kurban ayini’ olarak sunulmaya çalışılırken,
katliamın senelerdir bölgeyi sömüren güçlerin politikalarının, siyasi ve
ekonomik çıkarların, bir sonucu olduğu her zamanki gibi görmezden gelindi.
Özgürlüklerin teminatı oldukları iddiasındaki BM Güvenlik Konseyi Daimi Üyesi 5
devletin soykırım karşısında aldıkları vahşi tutum ve geleneksel Batı
söylemleri ise Batılı devletlerin, sadece menfaatleri gerektirdiğinde
demokrasiden yana olduklarını ortaya koydu.
Keşifler ile yeni yaşam alanlarına hükmetme azmindeki
sömürgeci güçler Ruanda’ya ilk geldiklerinde buradaki kültür ve medeniyet
karşısında şaşırmışlar ve sömürge politikasının devamı için her yerde
yaptıkları gibi önce bölgeye sonradan yerleşen halkı öne çıkararak, yönetimi
onlara vermiş ardından bir azınlık eliyle çoğunluğa hükmetmişlerdir.
6 Nisan 1994’te devlet başkanı Habyarimana’nın
uçağının düşürülmesi ülkedeki soykırımın başlaması için beklenen ortamı
oluşturmuştur. Zira kazanın duyulmasının ardından çok planlı bir şekilde
harekete geçen Hutu milisleri 15 dakika gibi kısa bir sürede organize olup
ellerindeki listelere göre Tutsilere yönelik katliamlara başlamışlardır. Ayrıca
kurulan kontrol noktalarında kadın ve çocuk ayrımı dahî yapmadan kimliklerinde
Tutsi yazan herkesi öldürmeleri de bu katliamın bir soykırıma dönüşmesinde en
büyük faktördür.
Dakikada 6 kişinin öldürüldüğü, toplu mezarlar, toplu
ortadan kaybolmalar ve büyük ilticalardan dolayı kesin rakamların bilinemediği
Ruanda’da, Hutu muhaliflerinin ve Tutsi aydınlarının hızla temizlenmesiyle
birlikte gerçekleşen soykırımda 100 gün içinde yüzbinlerce Tutsi; ülkenin her
köşesinde machete adı verilen, tarımda kullanılan kılıç türü bıçaklar,
çekiçler, ateşli ve ateşsiz silahlarla katledilmiştir. Kızıl Haç’ın ölü
sayısını 500 bin olarak açıklamasından sonra BM bölgeye 5.500 asker göndermiş
29 Nisan 1994’te de bir soykırım işlenmiş olabileceğine dair açıklamada
bulunmuştur. Olaylar ancak Temmuz ortasında Ruanda Yurtsever Cephesi’nin
Kigali’yi ele geçirmesiyle son bulmuştur.
Ruanda soykırımında büyük ölçekli katliamların
neredeyse tamamı kiliselerde gerçekleşti. Üstelik, kimi durumlarda, kilise
liderlerinin de suç ortaklığıyla. Rahiplerin ihaneti herkesçe bilinir hale
geldiğinde, bu çok yoğun bir Hristiyan nüfus barındıran ülkede nice insan
inancını kaybetti.
Yaşanan tüm katliamlara rağmen üzerine düşeni yapmayan
BM ve uluslararası kamuoyu, dile getirilen pek çok iddia ve görgü tanıklarının
ifadeleri nedeniyle Ruanda’da yaşananlarla ilgili ciddi bir prestij kaybına
uğramıştır. Fransa’nın olaylarda baş sorumlu olması, BM’nin olaylara göz
yumması ciddi eleştiriler alırken, BM 1994’te bir mahkeme kurarak Ruanda
Soykırımı’nın sorumlularının yargılanmasına karar vermiştir.
Tüm olaylarda başta Fransa olmak üzere olayları
önleyebilecek olmalarına karşılık yaşananlar için zemin hazırlamayı seçen
Batılı güçlerin etkisi tartışılmazken, bu soykırımın hazırlanmasında başrolde
olan güçler, aslında Ruanda’da yaşananlar ve verilen demeçlerle Batı’nın ırkçı
söyleminin değişmediğini ortaya koymuşlardır. Olayların başlamasından sonra
BM’nin etkinliğini kısıtlayan ABD’nin birinci ağızdan yaptığı şu açıklama,
çıkarları olmadan hiçbir şey yapmayan güçlerin bakış açısını
yansıtmaktadır: “Dünyanın herhangi bir yerinde etnik çatışmalara
müdahale edip etmeyeceğimiz, son tahlilde, bu konunun Amerikan çıkarlarının
bütünü içinde taşıdığı ağırlığa bağlı olmak zorundadır.” Clinton bu
sözleri söylediğinde ölü sayısının 400 bini bulduğu bilinmektedir.
Tarihinde pek çok soykırımı gerçekleştirmiş ve pek
çoğunun da gerçekleşmesine zemin hazırlamış olan Fransa, başta Cezayir olmak
üzere henüz yüzleşmeye yanaşmadığı pek çok soykırıma imzasını atmıştır.
Son olarak Ruanda’da da yaşanan soykırımın
hazırlayıcısı ve destekleyicisi olarak suçlanan Fransa’nın 1994’te, 3 ay gibi
kısa bir sürede 1 milyona yakın kişinin ölümünden sorumlu olduğu bilinmektedir.
Bu iddiaları hiçbir şekilde kabul etmeyen Fransa, Hutu milislerinin devlet
desteği ve Fransa’nın eğitimi ile gerçekleştirdikleri katliamları da kabul
etmemektedir. Ancak yaşananlar, veriler ve tanıklıklar Fransa’nın soykırımdaki
rolünü ortaya koymaktadır. Eski sömürgelerinden dolayı bölgede etkisi bulunan
Fransa’nın bağımsızlığından sonra Belçika’ya üstünlük sağlamak için Ruanda’ya
duyduğu ilgi ve yakınlık Belçika’nın çekilmesinden sonra da devam etmiş,
Fransa, bölgeyi özellikle siyasî çıkarları uğruna kullanmıştır.
Fransa Eski Cumhurbaşkanı Mitterand’ın imparatorluk
kurma arzusunun bir sonucu olarak Afrika’ya genel bakışın ifade eden sözleri
Mitterand sömürgecilik mantığıyla hareket edildiğinin en büyük kanıtıdır: “Bu
tür ülkeler için soykırımın önemi yoktur.”
FRANSA ve ABD’nin Libya işgali
‘Arap Baharı’ sürecinin önemli ayaklarından biri olan
Libya ’da, Kaddafı’yi ele geçirme bahanesiyle gerekli müdahale zemini
hazırlanmış ve Fransa’nın öncülüğünde Libya’ya askerî müdahale
gerçekleştirilmiştir. Müdahalenin arkasında Avrupa’nın içinde bulunduğu
ekonomik sıkıntıların olduğu iddiası gündeme gelmiştir. Kaddafı’nin
devrilmesinin ardından Ulusal Geçiş Konseyi ile yapılan anlaşmalarla Libya’nın
zenginliklerinin sorunsuz bir şekilde Avrupa’ya akışının sağlanacak olması da
bu iddiaları kuvvetlendirmiştir. Dünyanın en büyük 9. petrol rezervine sahip
Libya’nın doğalgaz rezervlerindeki önemi de göz önüne alındığında, Avrupa’nın
içinde bulunduğu darboğazdan çıkışı için eski sömürge bölgelerine döndüğü ve bu
uğurda ‘insani müdahale’ bahanesiyle gerçekleşen katliamları meşrulaştırdığı
dikkat çekmektedir. 50 bini aşkın insanın hayatına mal olan iç çatışma ve BM
müdahalesinin, isyanların sadece petrol kaynakları ve Avrupalı yatırımcıları
tehdit etmesi endişesi içinde gerçekleşmesi ise Batı’nın kalkınması için her
yolun mubah olduğunu bir kez daha göstermiştir.
RUSYA’nın Kırım Sürgünü
Kırım Tatarlarının Osmanlı topraklarına toplu
göçleriyle ilgili olarak Hakan Kırımlı şunları söylemektedir:
Büyük göç dalgalarının çoğunun Osmanlı-Rus
savaşlarının hemen sonrasında gerçekleşmesi tesadüfi değildi. Her Rus-Osmanlı
savaşı patlak verdiğinde Osmanlılar’a yardım edecekleri ve Ruslar’ı arkadan
vuracakları gerekçesiyle Kırım Tatarları büyük baskılar altına alınmaktaydı.
Bilhassa 22 Haziran 1853’te başlayan ve Kırım harbi olarak tarihe geçen
Osmanlı-Rus savaşı sırasında Rus idarecileri Kırım Tatarları’na karşı çok sert
tedbirler aldı. Savaş esnasında Kırım Tatarları’nın Kırım’dan sürülmesi bile
düşünüldü. Rusya, 1856’da imzalanan Paris Antlaşması’nın ardından Kırım
Tatarları’na daha büyük idari ve iktisadi baskılar uygulamaya başladı.
Toprakları ellerinden alınan ve Slav toprak sahiplerinin insafına terkedilen
Kırım Tatar köylülerinin durumu dayanılmaz hale gelince 1860’ta büyük bir göç
başladı. 200.000’e yakın Kırımlı malını mülkünü bırakarak Osmanlı Devletine göç
etmek zorunda kaldı. Bu olaydan sonra Kırım Tatarları Kırım’da nüfus olarak
azınlık durumuna düştü. Kırım Tatarları’nın Kırım’dan ayrılması hemen her
seferinde Rus idarecileri tarafından olumlu bir gelişme olarak görüldü ve hatta
teşvik edildi. Kırım’dan göç eden Kırım Tatarları’nın tam sayısını tesbit etmek
mümkün değilse de en az 1.800.000 Kırım Tatarı’nın Osmanlı Devletinin Rumeli ve
Anadolu ’daki topraklarına göçtüğü tahmin edilmektedir. ”
Bolşevik Devrimi’nden sonra da durum değişmemiş ve
Rusya’nın Kırım politikası aynen devam etmiştir. Yaşadıkları yerlerin isimleri
değiştirilen, alfabeleri 10 yıl içerisinde iki kez değiştirilerek eğitim
imkânları ellerinden alınan, kültür varlıkları tahrip edilen, vakıflarına el konulan,
ekonomik yaptırımlara maruz bırakılan, kendi topraklarında azınlık durumuna
düşürülen Kırım’a son darbe, 18 Mayıs 1944’teki toplu sürgünle vurulmuş ve
yaklaşık 250 bin masum sivil, insanlık dışı şartlarda haftalarca sürecek olan
ölüm yolculuğundan sonra, başta Özbekistan olmak üzere Sovyetler Birliğinin
çeşitli bölgelerine sürülmüştür. Zorlu sürgün koşullan nedeniyle yolculuk
esnasında ve sürgünü takip eden ilk 18 ay içerisinde 100 binden fazla insan
hayatını kaybetmiştir.
Sürgünden sonra Kırım halkı bir varoluş mücadelesine
başlamış, bütün varlıklarına el konularak komünist rejimin fabrikalarında
çalışmaya zorlanmış, sürgün bölgesinden ayrılmaları da yasaklanmıştır. Dünya
kamuoyundan gizlenen sürgünden sonra Kırım Tatarları yok sayılmaya devam edilmiş
ve bir millet yok edilmeye çalışılmıştır. Ancak bütün olumsuz ve ağır şartlara
rağmen Kırım halkı onurlu bir varoluş mücadelesi vermiş ve kısıtlı imkânlarla
vatana dönüş sürecini bugüne kadar sürdürmüştür.
RUSYA’nın Afganistan işgali
Sovyetler Birliğinin 1979’da Hafızullah Emin rejimini
devirmesiyle başlayan işgal yeni lider Babrak Karmel’in ülkesine Sovyet
askerlerini davet etmesi sonucu meşrulaştırılmıştır. Tüm dünyanın gözü önünde
10 yıllık bir süreçte Afgan halkı Sovyetleştirme politikalarına maruz kalırken
1,5 milyon insanın hayatını kaybettiği tahmin edilmektedir. 10 yıllık süreç
içinde 5 milyon Afganlı mülteci kamplarına sığınmıştır, işgal sonrası yürütülen
politikalar sonucunda ise Afganistan bir iç savaşın içine çekilmiş, işgal
sırasında halkı için mücadele eden gruplar işgal sonrası birbirleriyle
çatışmaya başlamıştır. Sonuç itibariyle Afganistan 10 yıllık bir süreçte öncesi
ve sonrası ile dünyanın gözü önünde bir soykırıma tâbî tutulmuştur.
RUSYA’nın Çeçenistan İşgali ve Soykırımı
19. yüzyılda, içlerinde Kafkasların efsaneleşen lideri
Şeyh Şamil’in de bulunduğu ‘İmamlar Dönemi’nde Ruslara karşı çetin mücadeleler
verildi. Bu süreçte on binlerce insan çatışmalar esnasında hayatını kaybetti.
Kafkas halkları 19. yüzyılın ortalarından itibaren
zorunlu göç uygulamalarına maruz bırakıldı. Özellikle 1862-65 yıllarında artan
göç dalgası, daha sonra 1887-88 Osmanlı-Rus Savaşı’nda ve 1890-1908 yılları
arasında devam etti. Rusya’nın bu zorunlu göç politikasındaki amacı Kafkas
topraklarını kendisine karşı mücadele veren etnik unsurlardan arındırarak
Ruslaştırmaktı. Bu süreçte göçe mecbur bırakılan insanların sayısının 1 ila 2
milyon civarında olduğu bilinmektedir. Bunların içinde yaklaşık 100 bin Çeçen
de bulunmaktadır.
Yüzyıllar boyunca Kafkasya üzerindeki sömürgeci
politikalarına devam eden Rusya, 20. yüzyılın sonlarında dünyanın gözü önünde
Çeçen halkına karşı büyük bir soykırım hareketine girişti. Genç-yaşlı,
kadın-erkek demeden yüzbinlerce sivili katlederken ‘terörizmle mücadele’
söyleminin arkasına sığınan Rusya, hayatta kalanların büyük kısmım da göçe
zorladı. 1994 ve 1999’daki iki işgal sonrasında 1 milyona yakın Çeçen’in
vatanını terk etmek zorunda kaldığı işgale, başta ABD ve İngiltere olmak üzere
dünya siyasetine yön veren devletler politik, ekonomik ve askerî destek vererek
ortak oldular. Barışın teminatı BM ise, yüzbinlerce insanın hayatını kaybettiği
bu soykırıma sessiz kaldı.
Rusya’nın 20. yüzyılın sonlarında dünyanın gözü önünde
işlediği soykırımın görmezden gelinmesinin en önemli nedeninin, Sovyetler
Birliği’nin dağılmasıyla birlikte küresel kapitalist sisteme eklemlenme
sürecine giren Rusya’nın, bu süreçte yalnız bırakılmaması ve desteklenmek
istenmesidir. Bu süreci Alev Erkilet şöyle özetler:
“İlginç olan nokta, Çeçen-İçkerya Cumhuriyetinin BM ilkelerine,
uluslararası hukuka ve kapitalist dünya-sistemin ürünü olan ulus- devlet
modeline uygun olarak kurulduğu ve önüne çok-partili demokratik bir devlete
ulaşma hedefi koyduğu halde, kapitalist dünya-sistem tarafından tümüyle göz
ardı edilmiş olmasıdır. Dünya-sistem ile onun ilkelerini gerçekleştirmek üzere
kurulmuş ulus-üstü örgütlerin en büyüğü, en kapsayıcısı olan Birleşmiş
Milletler Teşkilatı, kısaca ‘gelişme hakkını’ kullanma iradesi olarak
adlandırılabilecek bu ulus-devletleşme sürecini, kendi vazettikleri ilkelerle
ters düşmek pahasına yoksaymışlardır. Bunun temel nedeni, 1990’lara
gelindiğinde Rusya’nın sosyalist idealleri tümüyle terk ederek, kapitalist
dünya-sisteme eklemlenme sürecine girmiş olmasıdır. Çeçenistan’ın BM’de temsil
edilemeyen ülkelerden biri olması ve Afganistan dışında hiçbir ülke tarafından
tanınmaması bundandır. ”
Rusya’nın Çeçenistan’ı işgali üzerine bir açıklama
yapan dönemin ABD Başkanı Bill Clinton: “Bu bir iç meseledir, düzenin en az kan
ve şiddetle tekrar sağlanacağını umuyoruz!” diyebilmiştir.
ÇİN’in Tibet İşgali
Dünyaya Çin tarafından kasıtlı olarak bir devrim
olarak tanıtılan Tibet işgali, 1949’daki Çin devriminden sonra Çin’in bölge
üzerindeki hâkimiyetini güçlendirmek ve yerel halkları ortadan kaldırıp Güney
Asya’ya komünist düşünceyi yaymak için gerçekleştirilmiş bir işgaldir. Her
fırsatta bir bağımsızlık değil gerçek bir özerklik istediğini belirten Tibet
halkının direnişini ayrımcılık ve bölücülük olarak yorumlayan Çin yönetimi,
ayaklanmaları halkın yok edilmesi için fırsat olarak görmüştür. Yaklaşık 1,5
milyon kişinin hayatını kaybettiği bu işgalde Tibet halkının kültürüne yönelik
düzenlenen operasyonlar ise Budizm’e açılmış bir savaş olarak gözükmektedir.
Çin, yürüttüğü politikalarla bir halkı olduğu kadar bir inancı da kendi
himayesinde ve kontrolünde sürdürmek, menfaatleri uğruna kullanmak
istemektedir.
Ginsburg ve Mathos’un, “Tibet’e hâkim olan güç,
Himalaya Dağları’nı kontrol eder; Himalayalar’a hâkim olan Güney Asya’yı
kontrol eder; Güney Asya’ya hâkim olansa tüm Asya’yı kontrol eder.” sözleri
Güney ve Doğu Asya’nın kontrol anahtarı olarak değerlendirilen Tibet sularından
dolayı günümüzde sadece Asya değil tüm dünyanın Çin tehdidiyle karşı karşıya
olduğunu göstermektedir
ÇİN’in Doğu Türkistan’da Sürdürdüğü Asimilasyon ve
Soykırım
Yaklaşık yarım asırdır devam eden bir soykırım. Doğu
Türkistan topraklarının yaşadığı, bir zamanların kültür başkenti verimli
topraklar, Çin’in görülmemiş işkenceleri ile inlerken doğal kaynakları
sömürülüyor; insanlar köklerinden kopartılıyor, bir millet tüm dünyanın gözü
önünde sessizce asimile ediliyor. Ölü ve yaralı sayısının dahi bilinmediği bu
toprakların kendi adıyla anılması bile yasaklanırken, bölgede bir Türk
hâkimiyetini istemeyen İngiltere ve Rusya’nın da çabalarıyla Türkistan ismi de
artık anılmıyor. Doğu Türkistan halkının varlığını ve toprak bütünlüğünü
reddeden Çin; 1995’ten itibaren ‘Sincan-Uygur Özerk Bölgesi’ diyerek
dünyanın gözünü boyamaya çalışsa da Doğu Türkistan toprakları gerçek bir
özerklikten bile mahrum. 21. yüzyılda BM Güvenlik Konseyinin 5 daimi üyesinden
birinin baskısı altında asimile olmaya, belli periyotlarla toplu katliamlar
yaşanmaya devam ediyor. 11 Eylülden sonra ‘ayrılıkçı ve terörist Müslümanlar’
olarak nitelenen Doğu Türkistan halkının yaşadıkları özellikle 2009’daki
olaylardan sonra daha yakından takip edilmesine ve Uluslararası Af
Örgütü ile İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün her yıl
yayımladıkları raporlara rağmen nedense yaşanan vahşet dünyadaki hiçbir kurum
tarafından ciddi bir eleştiriye ya da Çin üzerinde bir yaptırıma dönüşmüyor.
Çünkü bölgenin küresel ekonomik dengeleri değiştirecek potansiyeli hiç bir
emperyalist gücün gözden çıkaramayacağı büyüklükte. Kısacası Doğu Türkistan
toprakları stratejik, ekonomik ve siyasî konumundan ötürü belli periyotlarla
soykırıma tâbî tutulmaya devam ediyor.
BM ve NATO’nun Göz Yumduğu Bosna-Hersek işgali ve
Srebrenica Soykırımı
Soğuk Savaş sonrasında küresel aktörlerin Balkanlar
üzerindeki güç mücadelesi, Avrupa’nın ortasında ve dünyanın gözü önünde işlenen
bir soykırıma sebep oldu. Bir tarafta Soğuk Savaş yıllarından bu yana dış
politikasını kritik bölgelerde Rusya’yı saf dışı etmek üzerine kurgulayan ve
Yugoslavya sonrası süreçte bölgede doğacak boşluğu doldurmak isteyen ABD, bir
tarafta tek dinli, tek kültürlü bir Avrupa hayali kuran AB ülkeleri, bir
tarafta tarih boyunca hayalini kurduğu Balkanlar üzerindeki hesaplarını, ‘Büyük
Sırbistan’ hayali kuran ırkçı Sırpları destekleyerek gerçekleştirmeye çalışan
Rusya... Ve diğer tarafta adım adım yok edilmeye çalışılan bir ülke... Önce
uluslararası kuruluşlar tarafından koruma altına alınarak savunmasız
terkedilen, ardından gözü dönmüş canilerin eline bırakılan masum bir halk...
Her tarafın hesabında gözden çıkartılan ilk piyon...
Bağımsızlığı dünya tarafından kabul görmüş bir ülkenin
topraklarını işgal eden Sırplar tarafından 1992-1995 yılları arasında
gerçekleştirilen soykırımında, 250 bine yakın insan hayatını kaybetti, 2
milyondan fazla insan göç etmek zorunda bırakıldı, 170 bin kişi soykırım
sürecinde gerçekleştirilen saldırılar sonucunda sakat kaldı, 50 bin kadın
tecavüze uğradı ve 1000’e yakın cami, medrese ve tarihî eser yok edildi.
Soğuk Savaş sonrası dönemde Balkanlar üzerinde
sürdürülen iktidar mücadelesinde Boşnak halkı feda edilirken, üç yıl süren
soykırım sürecinden sonra Rus yanlısı Sırp kadrolar tasfiye edildi. Pek çok
esrarengiz ölümün gerçekleştiği bu süre sonunda, Sırbistan; ABD ve AB’nin
himayesi altına alındı, savaş sürecinde çöken Sırbistan ekonomisini kurtarmak
adına Sırbistan’a büyük yardımlar yapıldı. Avrupa ülkeleri ve ABD yöneticileri
uluslararası kamuoyunda Sırbistan’ı refere edecek açıklamalarda bulunarak
soykırım sürecinde Sırbistan üzerinde oluşan olumsuz bakış açısının silinmesine
yardımcı oldular.
Bu konuda, kendisiyle yapılan bir röportajda Boşnak
halkının piyon olarak kullanıldığını ileri süren Aliya İzzetbegovic, şunları
söylemiştir: “Rus yanlısı Sırp egemen kadrosu üzerinden bizi piyon olarak
yedirip Rusları Balkanlar’da şah-mat yaptılar. Rus yanlısı faşist Sırp
milliyetçi kadrolarının tasfiye edilerek Rusya’nın balkanlardan kovulmasını biz
de istiyorduk. Ancak bizim üzerimizden ve bu şekilde değil.”
Yirminci Yüzyılda BM Güvenlik Konseyi Daimî Temsilcisi
5 Devletin İşlediği Soykırım ve Katliamlar Raporu için bakınız: uhim.org/Uploads/GenelDosya/yirminci-yuzyilda-soykirim-ve-katliamlar-9617-d.pdf
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 305 / Nisan 2016