Yirminci Yüzyılda BM Güvenlik Konseyi Daimi Temsilcisi 5 Devletin İşlediği Soykırım ve Katliamlar - Alparslan Aydar

Yirminci Yüzyılda BM Güvenlik Konseyi Daimi Temsilcisi 5 Devletin İşlediği Soykırım ve Katliamlar

Dünya’da barışın teminatı olduğu zannedilen Birleşmiş Milletler Teşkilatı 1945 yılında kurulmuştur. Güvenlik Konseyi’nde alınan kararları veto etme hakkına haiz olan  beş devlet, ABD, İngiltere, Fransa, Çin ve Rusya’nın, bugüne kadar sayısız işgal, katliam ve soykırım  gerçekleştirmiştir. Bu beş devlet, sürdürdükleri işgal, soykırım ve ambargoların yanısıra, kendi siyasi ihtiraslarını tatmin için diğer devletlerin  içişlerine karışıp, din, dil, etnik köken ve mezhep farklılıklarını körükleyerek, fesadın yayılmasına sebep olmaktadır.  Milyarlarca dolarlık silah satışını gerçekleştirebilmek için, bölgesel savaşları körüklemektedirler.  İnsanlık tarihinin en vahşi uygulamalarının altında imzası olan ABD; Vietnam’dan Afganistan’a, Irak’tan Güney Amerika ülkelerine kadar dünyanın her bölgesinde sayısız askerî müdahale gerçekleştirmiştir. Bu askeri müdahaleler sonucunda milyonlarca masûm sivil insan hayatını kaybetmiş, bunun kat be kat fazlası da vatanını terk  ederek, mülteci haline gelmiştir.  Tanıtımını yaptığımız kitap, BM Teşkilâtı’nın imtiyazlı üyelerinin işledikleri savaş suçlarını konu almaktadır.

Yirminci Yüzyılda BM Güvenlik Konseyi
Daimî Temsilcisi 5 Devletin İşlediği
Soykırım ve Katliamlar
Fadime Türkölmez – Hüseyin Türkan
UHİM (Uluslararası Hak İhlalleri Merkezi)
Mîsak Dergisi
Sayı: 305 / Nisan 2016

Dünyada barışın teminatı olduğu iddiasındaki Birleşmiş Milletler Teşkilatı (BM), ‘adalet ve güvenliği, ekonomik kalkınma ve sosyal eşitliği, uluslararasında tüm ülkelere sağlamak’ amacıyla 1945 yılında kurulmuştu. Ancak dünya, mutlak veto yetkisine sahip Güvenlik Konseyi Daimi Temsilcisi konumundaki beş ülke, ABD, İngiltere, Fransa, Çin ve Rusya’nın, bugüne kadar sayısız işgal, katliam ve soykırım gerçekleştirdiğine şahit oldu.

Bu beş ‘adalet dağıtıcısı’ ve ‘demokrasi aşığı’ devlet, dünyaya ahkâm kesip insan haklarını ihlal ettikleri gerekçesiyle bazı ülkeleri ‘cezalandırırken’; bir taraftan da milyonlarca masum sivilin yaşamını yitirmesine sebep oldukları işgal ve soykırımları gerçekleştirdiler ve gerçekleştirmeye devam ediyorlar. Sürdürdükleri bu işgal, soykırım ve ambargoların yansıra, kendi politikalarını gerçekleştirebilmek adına devletlerin içişlerine karışıyor, din, dil, etnik köken ve mezhep farklılıklarını körükleyerek çatışma ortamı yaratıyor, ardından bu bölgelere milyarlarca dolarlık silah satışı yaparak iç savaşları körüklüyorlar. İnsanlık tarihinin en vahşi uygulamalarının altında imzası olan ABD; Vietnam’dan Afganistan’a, Irak’tan Güney Amerika ülkelerine kadar dünyanın her bölgesinde sayısız işgal ve askerî müdahale gerçekleştirdi. Bu işgaller sonucunda milyonlarca insan hayatını kaybederken, kat be kat fazlası da vatanını terk etmek zorunda kaldı.

Çarlık döneminde başlattığı katliam ve soykırımları Sovyet rejimi sırasında da sürdüren Rusya; hâkimiyeti altındaki coğrafyada yaşayan milyonlarca insanı vatanlarından çıkartarak sürgüne maruz bıraktı. Kırım’dan Çeçenistan’a, Ahıska’dan Volga Almanlarına kadar onlarca halk, toplu katliamlar ve soykırımlarla yok edilmeye çalışıldı.

Asya ve Afrika’da işgal ettiği toprakların tüm kaynaklarına el koyarak birer sömürge imparatorluğuna dönüşen Fransa ve İngiltere; bu iki kıtanın neredeyse tamamında yüzyıllarca süren ve milyonlarca insanın katledildiği soykırımlar gerçekleştirdi. 2. Dünya Savaşı sonrasında sömürgelerinden çekiliyormuş imajı oluştururken, yerlerine bıraktıkları kukla yönetimler ve bağlayıcı antlaşmalarla çıkarlarını muhafaza eden Fransa ve İngiltere, bugün Asya ve Afrika kıtasındaki pek çok bölgeyi emperyalist politikalarla kontrol altında tutmaya devam ediyor.

Son yıllarda dünya siyaset ve ekonomisindeki etkinliğini giderek arttıran ve yeni bir ‘süper güç’ olma yolunda hızla ilerleyen Çin de, bu hızlı yükselişini, doğal kaynaklar bakımından dünyanın en zengin iki bölgesi, Doğu Türkistan ve Tibet’i sömürerek gerçekleştiriyor. Yüzyıllardır işgal altında tuttuğu bu bölgelerde akıl almaz asimilasyon ve soykırım politikalarına imza atan Çin, uyguladığı karartmayla, bu vahşeti dünya gündeminin dışında tutmayı başarıyor.

Bu beş devlet, insanlık dışı politikalarını hayata geçirirken, başta BM olmak üzere NATO, AİHM, UCM, IMF, Dünya Bankası gibi tüm insanlığın ortak faydası için faaliyet gösterdiği iddiasındaki uluslararası kurum ve kuruluşların desteğini de arkasına alıyor. Böylece ülkelerin bölünmesine ve siyasî istikrarsızlıkların derinleşmesine zemin hazırlıyor, küresel finans kurumları eliyle dayattıkları politikalarla ülkeleri ekonomik çıkmazlara sürüklüyor, halkların demokratik tercihlerini hiçe sayarak statükocu işbirlikçileri eliyle darbe yapılmasını sağlıyor ve bütün bu uygulamaları söz konusu devletlere yardım etmek, oraya demokrasi götürmek, barış ve huzuru sağlamak adına gerçekleştirdiklerini iddia ediyorlar.

Türkiye Cumhuriyeti tarihine baktığımızda, bu uygulamaların sayısız örneği olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Başta 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat darbeleri olmak üzere ülke tarihimizdeki belli başlı kırılma noktalarının tamamında söz konusu devletlerin etkisi göz ardı edilemez.

Öte yandan son dönemdeki uygulamalarına bakıldığında, bu beş devletin artık uzun yıllar devam eden işgal politikalarından ziyade, neo-emperyal yöntemleri tercih ettikleri görülüyor. Özellikle ‘Arap Baharı’ olarak adlandırılan süreç sonrasında Ortadoğu ve Afrika kıtasında yaşanan gelişmeler küresel sistemin ülkeleri siyasi kaosa sürüklemek, din, mezhep, etnik köken ve aşiret farklılıklarını körükleyerek çatışma ve iç savaş ortamına zemin hazırlamak, kısa süreli askeri operasyonlarla ülkeyi talan etmek gibi yöntemlere yöneldiğini gösteriyor. Başta Suriye olmak üzere, Mısır, Tunus, Libya, Sudan, Mali, Orta Afrika Cumhuriyeti, Somali gibi ülkelerde yaşananlar bunun en açık kanıtı olarak duruyor.

Bütün dünyayı tehdit eden bu uygulamalar, uluslararası hukuk mercileri, sivil yapılanmalar ve dünya devletleri tarafından sorgulanmalı ve sorumlular yargılanmalıdır. Hepsinden önemlisi, insanlığı uçuruma sürükleyen bu uygulamaların sorumlularının vicdanlarda yargılanması ve cezalandırılmasıdır.

UHİM tarafından hazırlanan ve bu beş ülkenin 20. yüzyılda gerçekleştirdiği katliam ve soykırımları konu alan elinizdeki bu çalışma, söz konusu bilincin toplumsal zemine yayılmasına ve etkin bir hesap sorma hareketinin başlatılmasına katkı sağlamayı hedeflemektedir. (UHİM - Temmuz 2012)

 

ABD’nin Vietnam işgali

Vietnam, uzun yıllar Çin hâkimiyetinde kaldıktan sonra bağımsızlığına kavuşmuş, ancak 17. yüzyıldan itibaren başlayan misyonerlik çalışmalarıyla Fransızlar tarafından hammadde kaynağı olarak sömürülmeye başlanmış bir Güneydoğu Asya ülkesidir.

Halkı ucuz işgücü olarak kullanıp köleleştiren Fransa, yerli halktan gaspederek aldığı topraklarda ileri tarım teknikleri uygulayarak elde edilen pirinci Japonya ve Çin’e ihraç etmiş, ülkenin diğer bir zenginliği olan kauçuk için de benzer uygulamalar gerçekleştirilmiştir. Bu sistemden dolayı ülkede insan avcıları çoğalırken, Vietnam kauçuğunun bugün dünyanın en büyük lastik firmalarından Fransız menşeli Michelin’in ana kaynağı olduğu bilinmektedir.

Amerika ve İngiltere’nin desteğini alan Fransa, bölgenin Japonlardan temizlenmesi maksadıyla 1945’te Vietnam’a girmiş, 1946’da bölgenin Fransız birliği kapsamında düşünülen Hindiçin Federasyonu’nun bir parçası olacağını açıklamıştır. Bu durumu kabul etmeyen Vietnam halkının, bütün Batılı güçlere karşı mücadele ettiği söylenebilir; zira giderek ağır darbeler alan Fransa’nın neredeyse tüm masraflarını Amerika’nın karşıladığı belirtilmiştir.

Amerikan halkına Vietnam’ı elinde tutacağına söz veren Johnson, Vietnam’da halkın giderek yönetimi ele geçirmesi ve Kuzey’le Güney’in birleşmesi tehdidi karşısında savaş için bir neden aramış ve sonunda 1964’te Vietnam’ın kuzeyindeki Tonkin Körfezi açıklarında Amerikan savaş gemilerine kuzeyden saldırıldığı iddiasıyla savaş için aradığı gerekçeyi bulmuştur.

Amerika, başlattığı ‘Rolling Thunder’ operasyonlarıyla şehirleşme ve sanayileşmenin yaygın olmadığı Vietnam’da, havadan, özellikle tarım arazilerine zarar vererek halkın direncini kırma yoluna gitmiştir. 1965’te başlayan bu bombardımanlarla Amerika psikolojik bir yıpratma harekâtı başlatmış, hava saldırıları ile Güneyli gerillalar pasifize edilmeye Kuzeylilerinse direnci kırılmaya çalışılmış, ancak meydana gelen sivil katliamları daha fazla direncin oluşmasına yol açmıştır.

ABD Vietnam’da 8 milyon tondan fazla bomba kullanmıştır. Bu bombaların II. Dünya Savaşı’nda tüm ülkelerin kullandığının 3 katı ve ayrıca ABD’nin Hiroşima’ya attığı atom bombasının 640 katı büyüklüğünde olması nasıl bir soykırımın yaşandığının göstergesidir. Zira hava harekâtı ile sürdürülen ve tamamen yok etmeye yönelik operasyonlarda hiçbir insanî yaklaşımın olmadığı 3 milyon insanın acımasızca katledilmesiyle netleşmiştir.

Savaş sonrası pek çok kitaba konu olan Amerikan askerlerinin tutumundan en çok zarar gören kadın ve çocukların yaşadıklarıysa dile getirilmeyecek kadar vahşicedir.

Özellikle bu savaşla özdeşleşen napalm bombaları ve ‘Agent Orange’ zehiri insanların savaş sonrasında da mağduriyetlerinin devamına neden olmuştur. Pelteleşmiş benzinden yapılan ve uçaklardan atılan napalm bombaları çarptıkları yerde yanmaya başlamaları ve özellikle pelteleşmiş olması sebebiyle insan vücuduna yapışmalarından dolayı insanlara ciddi zararlar vermiştir.

 

ABD’nin Guantanamo Toplama Kampı

Üzeri açık ve dikenli tellerle çevrili bir düzine çelik parmaklıklı kafesten oluşan Guantanamo, 13 Kasım 2001’de dönemin ABD Başkanı George W. Bush’un ABD vatandaşı olmayan belli kişilerin ‘Teröre Karşı Savaş’ kapsamında tutulmalarına ve bu kişilere ilişkin yapılacak muamele ve yargılamalara dair verdiği emirle temelleri atılan bir merkezdir. Bush’un emriyle Amerikan güçleri uluslararası hukukun üstünde bir güç olarak şüpheli olma ihtimalindeki insanları toplayıp hapsetmeye ve asgarî insan haklarını dahî bu insanlardan uzak tutmaya karar vermişlerdir. Bunda da başkanın emriyle yakalananların ülke içinde ya da dışında bir yerde tutulabileceklerine dair verilen izin etkili olmuştur. 10 Ocak 2002’den başlayarak Afganistan’dan ve dünyanın pek çok yerinden getirilen 42 farklı devletin vatandaşı Guantanamo’ya gönderilirken bu insanların gerçekte kim oldukları, neyle suçlandıkları ve akıbetlerinin ne olacağı tamamen ABD insafına bırakılmıştır.

 

ABD ve İNGİLTERE’nin Afganistan işgali

11 Eylül dünyaya ‘terörle mücadele’ olarak lanse edilen Afganistan işgali, İngiltere’nin de desteği ile 7 Ekim 2001 tarihinde gerçekleşmiş, amaç Usame Bin Ladin’i ele geçirmek ve Afgan halkını demokratik düzene kavuşturmak olarak dünya kamuoyuna sunulmuştur. Ancak bu operasyonun halka yönelik olduğunun ilk kanıtı 3 yıldır kuraklık ve açlıkla mücadele eden insanlara gelen yardım konvoylarının Amerika tarafından engellenmesidir. Pakistan’a yapılan baskı sonucu halk yardım alamazken işgalin söylentisi bile ülkede tedirginliğe yol açarak dış destekli yardımların önünü kesmiş, sivil halkın ölümüne sebep olmuştur. Sovyetler’in yaşadığı hüsranı yaşamak istemeyen ABD’nin hava harekâtı ile başlattığı bombardıman ise sivil halkı hedef alarak hayatları bir savaş arenasına dönüşen Afgan halkının tekrar zulme uğramasına neden olmuştur. Kısacası Afganistan; önce İngiltere, ardından Rusya ve sonunda İngiltere’nin büyük desteği ile ABD tarafından işgal edilmiştir.

Taliban’ın Kabil’i ele geçirmesinin ABD ve Pakistan tarafından desteklenmesindeki en önemli etken, Türkmen doğalgazı ve Kazak petrollerinin Afganistan üzerinden Pakistan’ın Karaçi Limanı’na ulaşabilmesinin sağlanması olmuştur. Ancak Taliban, kendilerine verilen destekle onları boyunduruk altına almaya çalışan dış güçlerin beklemediği şekilde hareket etmiştir. Taliban’ın kendi düzenini kurma çabası ve doğal zenginlikler üzerinden ülke menfaatlerine uygun arayışlar içerisine girmesi, ABD için büyük bir tehdit olarak algılanmış, yaşanan süreçte ABD Taliban’dan kurtulma arayışına gitmiştir.

 

ABD ve İNGİLTERE’nin Irak işgali

Soğuk Savaş sonrasında kurmayı planladığı ‘Yeni Dünya Düzeninde, yeni bir tehdit algılaması oluşturmak isteyen ABD, çok geçmeden bu yeni düşmanı ‘terörist İslam’ olarak belirledi. 11 Eylüle kadar siyaset, medya ve kültür-sanat alanında uygulanan politikalarla bu algıyı dünya kamuoyunda yaygınlaştırmayı başaran ABD, 11 Eylül’le birlikte Orta Asya ve Ortadoğu’ya yeniden yerleşmek için aradığı işgal zeminini bulmuş oldu. Böylece önce Afganistan, ardından Irak işgal edilerek küresel hegemonik düzen için son derece stratejik öneme sahip iki bölgedeki ABD varlığı güçlü bir şekilde tesis edilmiş oldu. Körfez Savaşı sonrasında sürdürülen ambargolarla zaten tükenme noktasına gelen, açlık ve salgın hastalıklar sebebiyle 1 milyondan fazla insanını kaybeden Irak’ta, işgalle birlikte sadece birkaç yıl içinde yine 1 milyona yakın insan hayatını kaybetti. işgal, ülkedeki alt ve üstyapıyı kullanılmaz hale getirirken, 4 milyon insan hayatta kalabilmek için göç etti, 5 milyon çocuk yetim kaldı. Ayrıca işgal güçlerinin Irak’taki etnik-sekter zenginliği ayrışma ve çatıştırmaya dönüştüren politikaları, ülkede bir iç savaş ve kaos ortamının oluşmasına yol açtı. Ekilen kin ve nefret tohumlarıyla amaçlanan ‘bölünme’nin, bugün gelinen noktada çok da uzak bir ihtimal olmadığı açıktır.

Ortadoğu uzmanı gazeteci İbrahim Karagül, 11 Eylül sonrası süreçte dünyada yaşanan süreci şöyle yorumluyor:

“Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra başlayan yeni küresel sistem arayışı, 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra küresel iktidarın, kaynakların ve pazarların paylaşılmasına yönelik açık savaşa dönüştürüldü. (...) Yeni küresel sistemi belirleyecek güçler, kendi aralarında keskin bir paylaşım mücadelesi yürütürken, İslam’ın ve İslam dünyasının yeni yüzyıla dönük bütün hesaplar için tehdit oluşturduğu konusunda hemfikir. Bu nedenle, ‘terörizmle savaş’ adı altında yürütülen ve asıl amacı hedef alınan bölgelerin direnç noktalarını kırmak olan operasyonlarda ortak hareket ediyorlar. (...) Müslüman coğrafya, Haçlı Savaşları, Moğol istilası ve Osmanlı siyasal otoritesini yokedip bütün bölgeyi sömürgeleştiren Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra dördüncü şok dalgasıyla karşı karşıya. Yeni küresel sistem arayışında hiçbir temsil yetkisi tanınmayan bu coğrafya ve Müslümanlar, topyekün bir dönüşüm projesinin hedefi durumunda. Bu açıdan bakıldığında, Afganistan ve Irak’ın işgalinin, dönüştürme/denetleme yolunda sadece bir başlangıç olduğu söylenebilir. Fas’tan Endonezya’ya uzanan, yeryüzünün enerji kaynaklarını, kara ve deniz ticaret yollarını ve dünya su yollarının büyük bölümünü barındıran Müslüman Orta Kuşak üzerinde bir dünya savaşı yaşanıyor.”

Bu süreçte siyaset, medya ve kültür-sanat kanalları aracılığıyla ‘Radikal İslam’, ‘Fundamentalist İslam’, ‘İslamcı Terör’ gibi söylemler sıklıkla işlendi, Islamofobya üretildi. Hollywood ‘dünyanın İslamcı teröristlerden kurtarıldığı’ filmlerle sürece destek verdi, bilgisayar oyunları dahi bu anlayışa hizmet etti ve terörist İslam algısı dünyanın her ülkesinde evlerin içine, çocukların zihinlerine kadar girdi.

işgal sonrasında Tony Blair, ABD Kongresi’ndeki konuşmasında, ‘Irak’ta kitle imha silahları bulunamasa da en azından Saddam rejimini devirdiklerini’ söyledi. George Bush ise, daha önceki açıklamalarında kullandığı ‘Irak’ın kitle imha silahı vardı’ ifadesi yerine ‘Irak’ın kitle imha silahları programı vardı’ ifadesini tercih etti. İlerleyen dönemde ortaya çıkan istihbarat raporlarıysa, Bush yönetiminin Irak’ta kitle imha silahı olmadığını zaten bildiğini ortaya koyuyordu.

Afganistan işgali ile birlikte ABD, işgale kadar Rusya’nın SSCB sonrası süreçte yeniden etkinliğini hissettirmeye başladığı Orta Asya’da hâkimiyeti ele geçirirken, Afganistan’ı çevreleyen ülkelerde açtığı pek çok askerî üsle Orta Asya’yı kontrolü altına aldı. Bu süreçte özellikle Özbekistan, Kırgızistan ve Kazakistan’la yapılan askerî, siyasî ve ekonomik antlaşmalar çerçevesinde ABD, bölgedeki Rusya egemenliğini büyük ölçüde lehine çevirmeyi başardı. Irak işgali de Ortadoğu coğrafyasında benzer bir işlev gördü ve bölgedeki pek çok ülkede ABD hegemonyası tahsis edilmiş oldu.

 

FRANSA’nın Cezayir işgali Ve Soykırımı

1830 yılında işgal ettiği Cezayir topraklarını tam 132 yıl boyunca sömüren ve insanlık tarihinin en büyük soykırımlarından birini gerçekleştiren Fransa, Cezayir halkının 1954 yılında bağımsızlık mücadelesini başlatması üzerine 8 yıl içerisinde 1.5 milyon insanı katletti. Cezayir’in tüm yeraltı ve yerüstü kaynaklarını gaspederek zenginleşen Fransa, 1962 yılında bu topraklardan ayrılırken geriye 132 yıllık işgal sürecinde katlettiği 5 milyon masum insan ve harap olmuş bir ülke bıraktı. Bağımsızlık kazanıldığında 2 milyon insan toplama kamplarında bulunuyordu, yarım milyon insan komşu ülkelere sığınmıştı, ekonomi çökmüştü ve halkın % 80’i okuma-yazma bilmiyordu.

Fransa, İkinci Dünya Savaşı sırasında, diğer sömürgelerinde yaptığı gibi Cezayirli onbinlerce insanı da zorla cephelere sürdü ve hiçbir alakalarının olmadığı bir savaşta onbinlerce Cezayirli hayatını kaybetti. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Cezayir halkında giderek daha baskın biçimde hissedilmeye başlayan bağımsızlık düşüncesi, Fransa’nın savaştan büyük yaralar da alması sebebiyle günyüzüne çıktı. 8 Mayıs 1945’te, Fransa yüzünden içine sürüklendikleri İkinci Dünya Savaşı’nın bitişini kutlayan Cezayir halkının, ‘Müslümanlar Uyanın!’ pankartları ve Cezayir bayrakları taşıması üzerine, Fransız sömürge güçleri yine şiddete başvurdu. 8 Mayıs 1945’te gerçekleşen Setif ve Guelma Katliamı’nda, halkın üzerine ateş açıldı ve 45 bin kişi katledildi. Bu katliam sırasında Fransız kuvvetleri, savaş uçakları ve tank gibi ağır silahlar kullandı. Önceleri ölü sayısının 1.500 olduğunu iddia eden Fransa, katliamın boyutlarının netleşmeye başlaması üzerine rakamı 20 bine kadar arttırdı. Bu katliam sırasında Fransız askerler dışında, Fransa’nın Afrika kıtasındaki sömürgelerinden topladığı kıta yerlisi Fransa askerleri de yeraldı. Günlerce devam eden bu katliam sırasında, Fransız sömürge kuvvetleri tarafından oluşturulan ‘İnfaz Timleri’, insanları toplu halde kurşuna dizdi ve katledilen binlerce insan bizzat halka kazdırılan toplu mezarlara atıldı. İkinci Dünya Savaşı boyunca Almanya’ya karşı Fransa kuvvetlerinin safında savaşmak zorunda bırakılan Cezayirliler, savaşın bittiği gün başlayan bu katliamla ‘ödüllerini’ almış oldular.

Cezayir halkının kurtuluş mücadelesini sürdürdüğü yıllarda her türlü vahşete başvurmaktan çekinmeyen Fransa, çeşitli işkence yöntemleriyle halkı bezdirmeye ve direnişten vazgeçirmeye çalışıyordu. Bu dönemde Cezayir’de görev alan pek çok Fransız subayının itiraf niteliğindeki aktarımları, insanın kanını donduracak örneklerle doludur. 1955-57 yılları arasında Cezayir’de görev yapan ve buradaki icraatları sebebiyle generalliğe terfi ettirilerek Fransa devletinin en büyük onur nişanı olan Legion D’honour ile ödüllendirilen Paul Aussaresses, Cezayir halkı üzerinde elektroşoktan tecavüze kadar her türlü işkence yöntemini uyguladıklarını itiraf etti. Bu ‘tecrübelerini’ ilerleyen yıllarda Vietnam halkı üzerinde uygulamaları için Pentagon subaylarıyla da paylaşan Aussaresses, dünyanın pek çok bölgesinde işkence konusunda eğitim verdi.

 

FRANSA’nın Tunus ve Çad’daki Sömürgeciliği

Tunus ve Çad, Fransa’nın Afrika kıtasındaki sömürgeci uygulamalarına maruz kalmış pek çok ülkeden yalnızca ikisidir. Bölgedeki hâkimiyetini 19. yüzyıldan bugüne kadar sürdüren Fransa; Tunus ve Çad’ın doğal kaynaklarını yüzyıldan fazla bir süre sömürmüş ve bu amaç uğrunda milyonlarca insanı katletmekten çekinmemiştir. 2. Dünya Savaşı sonrasında Tunus ve Çad’a sözde bağımsızlıklar verilmiş ve kukla yöneticiler eliyle Fransız sömürüsü devam etmiştir. 2011 yılında Ortadoğu’da başlayan ‘Arap Baharı’ sonrasında Tunus’taki diktatörlük rejimi sona ermiş gibi gözükse de, sürecin hangi sonuçları doğuracağı önümüzdeki yıllarda daha net görülecektir.

 

FRANSA’nın Zemin Hazırladığı Ruanda Soykırımı

1994’te Ruanda’da yaşananlar dünyaya ‘vahşi Afrikalıların törensel bir kurban ayini’ olarak sunulmaya çalışılırken, katliamın senelerdir bölgeyi sömüren güçlerin politikalarının, siyasi ve ekonomik çıkarların, bir sonucu olduğu her zamanki gibi görmezden gelindi. Özgürlüklerin teminatı oldukları iddiasındaki BM Güvenlik Konseyi Daimi Üyesi 5 devletin soykırım karşısında aldıkları vahşi tutum ve geleneksel Batı söylemleri ise Batılı devletlerin, sadece menfaatleri gerektirdiğinde demokrasiden yana olduklarını ortaya koydu.

Keşifler ile yeni yaşam alanlarına hükmetme azmindeki sömürgeci güçler Ruanda’ya ilk geldiklerinde buradaki kültür ve medeniyet karşısında şaşırmışlar ve sömürge politikasının devamı için her yerde yaptıkları gibi önce bölgeye sonradan yerleşen halkı öne çıkararak, yönetimi onlara vermiş ardından bir azınlık eliyle çoğunluğa hükmetmişlerdir.

6 Nisan 1994’te devlet başkanı Habyarimana’nın uçağının düşürülmesi ülkedeki soykırımın başlaması için beklenen ortamı oluşturmuştur. Zira kazanın duyulmasının ardından çok planlı bir şekilde harekete geçen Hutu milisleri 15 dakika gibi kısa bir sürede organize olup ellerindeki listelere göre Tutsilere yönelik katliamlara başlamışlardır. Ayrıca kurulan kontrol noktalarında kadın ve çocuk ayrımı dahî yapmadan kimliklerinde Tutsi yazan herkesi öldürmeleri de bu katliamın bir soykırıma dönüşmesinde en büyük faktördür.

Dakikada 6 kişinin öldürüldüğü, toplu mezarlar, toplu ortadan kaybolmalar ve büyük ilticalardan dolayı kesin rakamların bilinemediği Ruanda’da, Hutu muhaliflerinin ve Tutsi aydınlarının hızla temizlenmesiyle birlikte gerçekleşen soykırımda 100 gün içinde yüzbinlerce Tutsi; ülkenin her köşesinde machete adı verilen, tarımda kullanılan kılıç türü bıçaklar, çekiçler, ateşli ve ateşsiz silahlarla katledilmiştir. Kızıl Haç’ın ölü sayısını 500 bin olarak açıklamasından sonra BM bölgeye 5.500 asker göndermiş 29 Nisan 1994’te de bir soykırım işlenmiş olabileceğine dair açıklamada bulunmuştur. Olaylar ancak Temmuz ortasında Ruanda Yurtsever Cephesi’nin Kigali’yi ele geçirmesiyle son bulmuştur.

Ruanda soykırımında büyük ölçekli katliamların neredeyse tamamı kiliselerde gerçekleşti. Üstelik, kimi durumlarda, kilise liderlerinin de suç ortaklığıyla. Rahiplerin ihaneti herkesçe bilinir hale geldiğinde, bu çok yoğun bir Hristiyan nüfus barındıran ülkede nice insan inancını kaybetti.

Yaşanan tüm katliamlara rağmen üzerine düşeni yapmayan BM ve uluslararası kamuoyu, dile getirilen pek çok iddia ve görgü tanıklarının ifadeleri nedeniyle Ruanda’da yaşananlarla ilgili ciddi bir prestij kaybına uğramıştır. Fransa’nın olaylarda baş sorumlu olması, BM’nin olaylara göz yumması ciddi eleştiriler alırken, BM 1994’te bir mahkeme kurarak Ruanda Soykırımı’nın sorumlularının yargılanmasına karar vermiştir.

Tüm olaylarda başta Fransa olmak üzere olayları önleyebilecek olmalarına karşılık yaşananlar için zemin hazırlamayı seçen Batılı güçlerin etkisi tartışılmazken, bu soykırımın hazırlanmasında başrolde olan güçler, aslında Ruanda’da yaşananlar ve verilen demeçlerle Batı’nın ırkçı söyleminin değişmediğini ortaya koymuşlardır. Olayların başlamasından sonra BM’nin etkinliğini kısıtlayan ABD’nin birinci ağızdan yaptığı şu açıklama, çıkarları olmadan hiçbir şey yapmayan güçlerin bakış açısını yansıtmaktadır: “Dünyanın herhangi bir yerinde etnik çatışmalara müdahale edip etmeyeceğimiz, son tahlilde, bu konunun Amerikan çıkarlarının bütünü içinde taşıdığı ağırlığa bağlı olmak zorundadır.” Clinton bu sözleri söylediğinde ölü sayısının 400 bini bulduğu bilinmektedir.

Tarihinde pek çok soykırımı gerçekleştirmiş ve pek çoğunun da gerçekleşmesine zemin hazırlamış olan Fransa, başta Cezayir olmak üzere henüz yüzleşmeye yanaşmadığı pek çok soykırıma imzasını atmıştır.

Son olarak Ruanda’da da yaşanan soykırımın hazırlayıcısı ve destekleyicisi olarak suçlanan Fransa’nın 1994’te, 3 ay gibi kısa bir sürede 1 milyona yakın kişinin ölümünden sorumlu olduğu bilinmektedir. Bu iddiaları hiçbir şekilde kabul etmeyen Fransa, Hutu milislerinin devlet desteği ve Fransa’nın eğitimi ile gerçekleştirdikleri katliamları da kabul etmemektedir. Ancak yaşananlar, veriler ve tanıklıklar Fransa’nın soykırımdaki rolünü ortaya koymaktadır. Eski sömürgelerinden dolayı bölgede etkisi bulunan Fransa’nın bağımsızlığından sonra Belçika’ya üstünlük sağlamak için Ruanda’ya duyduğu ilgi ve yakınlık Belçika’nın çekilmesinden sonra da devam etmiş, Fransa, bölgeyi özellikle siyasî çıkarları uğruna kullanmıştır.

Fransa Eski Cumhurbaşkanı Mitterand’ın imparatorluk kurma arzusunun bir sonucu olarak Afrika’ya genel bakışın ifade eden sözleri Mitterand sömürgecilik mantığıyla hareket edildiğinin en büyük kanıtıdır: “Bu tür ülkeler için soykırımın önemi yoktur.”

 

FRANSA ve ABD’nin Libya işgali

‘Arap Baharı’ sürecinin önemli ayaklarından biri olan Libya ’da, Kaddafı’yi ele geçirme bahanesiyle gerekli müdahale zemini hazırlanmış ve Fransa’nın öncülüğünde Libya’ya askerî müdahale gerçekleştirilmiştir. Müdahalenin arkasında Avrupa’nın içinde bulunduğu ekonomik sıkıntıların olduğu iddiası gündeme gelmiştir. Kaddafı’nin devrilmesinin ardından Ulusal Geçiş Konseyi ile yapılan anlaşmalarla Libya’nın zenginliklerinin sorunsuz bir şekilde Avrupa’ya akışının sağlanacak olması da bu iddiaları kuvvetlendirmiştir. Dünyanın en büyük 9. petrol rezervine sahip Libya’nın doğalgaz rezervlerindeki önemi de göz önüne alındığında, Avrupa’nın içinde bulunduğu darboğazdan çıkışı için eski sömürge bölgelerine döndüğü ve bu uğurda ‘insani müdahale’ bahanesiyle gerçekleşen katliamları meşrulaştırdığı dikkat çekmektedir. 50 bini aşkın insanın hayatına mal olan iç çatışma ve BM müdahalesinin, isyanların sadece petrol kaynakları ve Avrupalı yatırımcıları tehdit etmesi endişesi içinde gerçekleşmesi ise Batı’nın kalkınması için her yolun mubah olduğunu bir kez daha göstermiştir.

 

RUSYA’nın Kırım Sürgünü

Kırım Tatarlarının Osmanlı topraklarına toplu göçleriyle ilgili olarak Hakan Kırımlı şunları söylemektedir:

Büyük göç dalgalarının çoğunun Osmanlı-Rus savaşlarının hemen sonrasında gerçekleşmesi tesadüfi değildi. Her Rus-Osmanlı savaşı patlak verdiğinde Osmanlılar’a yardım edecekleri ve Ruslar’ı arkadan vuracakları gerekçesiyle Kırım Tatarları büyük baskılar altına alınmaktaydı. Bilhassa 22 Haziran 1853’te başlayan ve Kırım harbi olarak tarihe geçen Osmanlı-Rus savaşı sırasında Rus idarecileri Kırım Tatarları’na karşı çok sert tedbirler aldı. Savaş esnasında Kırım Tatarları’nın Kırım’dan sürülmesi bile düşünüldü. Rusya, 1856’da imzalanan Paris Antlaşması’nın ardından Kırım Tatarları’na daha büyük idari ve iktisadi baskılar uygulamaya başladı. Toprakları ellerinden alınan ve Slav toprak sahiplerinin insafına terkedilen Kırım Tatar köylülerinin durumu dayanılmaz hale gelince 1860’ta büyük bir göç başladı. 200.000’e yakın Kırımlı malını mülkünü bırakarak Osmanlı Devletine göç etmek zorunda kaldı. Bu olaydan sonra Kırım Tatarları Kırım’da nüfus olarak azınlık durumuna düştü. Kırım Tatarları’nın Kırım’dan ayrılması hemen her seferinde Rus idarecileri tarafından olumlu bir gelişme olarak görüldü ve hatta teşvik edildi. Kırım’dan göç eden Kırım Tatarları’nın tam sayısını tesbit etmek mümkün değilse de en az 1.800.000 Kırım Tatarı’nın Osmanlı Devletinin Rumeli ve Anadolu ’daki topraklarına göçtüğü tahmin edilmektedir. ”

Bolşevik Devrimi’nden sonra da durum değişmemiş ve Rusya’nın Kırım politikası aynen devam etmiştir. Yaşadıkları yerlerin isimleri değiştirilen, alfabeleri 10 yıl içerisinde iki kez değiştirilerek eğitim imkânları ellerinden alınan, kültür varlıkları tahrip edilen, vakıflarına el konulan, ekonomik yaptırımlara maruz bırakılan, kendi topraklarında azınlık durumuna düşürülen Kırım’a son darbe, 18 Mayıs 1944’teki toplu sürgünle vurulmuş ve yaklaşık 250 bin masum sivil, insanlık dışı şartlarda haftalarca sürecek olan ölüm yolculuğundan sonra, başta Özbekistan olmak üzere Sovyetler Birliğinin çeşitli bölgelerine sürülmüştür. Zorlu sürgün koşullan nedeniyle yolculuk esnasında ve sürgünü takip eden ilk 18 ay içerisinde 100 binden fazla insan hayatını kaybetmiştir.

Sürgünden sonra Kırım halkı bir varoluş mücadelesine başlamış, bütün varlıklarına el konularak komünist rejimin fabrikalarında çalışmaya zorlanmış, sürgün bölgesinden ayrılmaları da yasaklanmıştır. Dünya kamuoyundan gizlenen sürgünden sonra Kırım Tatarları yok sayılmaya devam edilmiş ve bir millet yok edilmeye çalışılmıştır. Ancak bütün olumsuz ve ağır şartlara rağmen Kırım halkı onurlu bir varoluş mücadelesi vermiş ve kısıtlı imkânlarla vatana dönüş sürecini bugüne kadar sürdürmüştür.

 

RUSYA’nın Afganistan işgali

Sovyetler Birliğinin 1979’da Hafızullah Emin rejimini devirmesiyle başlayan işgal yeni lider Babrak Karmel’in ülkesine Sovyet askerlerini davet etmesi sonucu meşrulaştırılmıştır. Tüm dünyanın gözü önünde 10 yıllık bir süreçte Afgan halkı Sovyetleştirme politikalarına maruz kalırken 1,5 milyon insanın hayatını kaybettiği tahmin edilmektedir. 10 yıllık süreç içinde 5 milyon Afganlı mülteci kamplarına sığınmıştır, işgal sonrası yürütülen politikalar sonucunda ise Afganistan bir iç savaşın içine çekilmiş, işgal sırasında halkı için mücadele eden gruplar işgal sonrası birbirleriyle çatışmaya başlamıştır. Sonuç itibariyle Afganistan 10 yıllık bir süreçte öncesi ve sonrası ile dünyanın gözü önünde bir soykırıma tâbî tutulmuştur.

 

RUSYA’nın Çeçenistan İşgali ve Soykırımı

19. yüzyılda, içlerinde Kafkasların efsaneleşen lideri Şeyh Şamil’in de bulunduğu ‘İmamlar Dönemi’nde Ruslara karşı çetin mücadeleler verildi. Bu süreçte on binlerce insan çatışmalar esnasında hayatını kaybetti.

Kafkas halkları 19. yüzyılın ortalarından itibaren zorunlu göç uygulamalarına maruz bırakıldı. Özellikle 1862-65 yıllarında artan göç dalgası, daha sonra 1887-88 Osmanlı-Rus Savaşı’nda ve 1890-1908 yılları arasında devam etti. Rusya’nın bu zorunlu göç politikasındaki amacı Kafkas topraklarını kendisine karşı mücadele veren etnik unsurlardan arındırarak Ruslaştırmaktı. Bu süreçte göçe mecbur bırakılan insanların sayısının 1 ila 2 milyon civarında olduğu bilinmektedir. Bunların içinde yaklaşık 100 bin Çeçen de bulunmaktadır.

Yüzyıllar boyunca Kafkasya üzerindeki sömürgeci politikalarına devam eden Rusya, 20. yüzyılın sonlarında dünyanın gözü önünde Çeçen halkına karşı büyük bir soykırım hareketine girişti. Genç-yaşlı, kadın-erkek demeden yüzbinlerce sivili katlederken ‘terörizmle mücadele’ söyleminin arkasına sığınan Rusya, hayatta kalanların büyük kısmım da göçe zorladı. 1994 ve 1999’daki iki işgal sonrasında 1 milyona yakın Çeçen’in vatanını terk etmek zorunda kaldığı işgale, başta ABD ve İngiltere olmak üzere dünya siyasetine yön veren devletler politik, ekonomik ve askerî destek vererek ortak oldular. Barışın teminatı BM ise, yüzbinlerce insanın hayatını kaybettiği bu soykırıma sessiz kaldı.

Rusya’nın 20. yüzyılın sonlarında dünyanın gözü önünde işlediği soykırımın görmezden gelinmesinin en önemli nedeninin, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte küresel kapitalist sisteme eklemlenme sürecine giren Rusya’nın, bu süreçte yalnız bırakılmaması ve desteklenmek istenmesidir. Bu süreci Alev Erkilet şöyle özetler:

“İlginç olan nokta, Çeçen-İçkerya Cumhuriyetinin BM ilkelerine, uluslararası hukuka ve kapitalist dünya-sistemin ürünü olan ulus- devlet modeline uygun olarak kurulduğu ve önüne çok-partili demokratik bir devlete ulaşma hedefi koyduğu halde, kapitalist dünya-sistem tarafından tümüyle göz ardı edilmiş olmasıdır. Dünya-sistem ile onun ilkelerini gerçekleştirmek üzere kurulmuş ulus-üstü örgütlerin en büyüğü, en kapsayıcısı olan Birleşmiş Milletler Teşkilatı, kısaca ‘gelişme hakkını’ kullanma iradesi olarak adlandırılabilecek bu ulus-devletleşme sürecini, kendi vazettikleri ilkelerle ters düşmek pahasına yoksaymışlardır. Bunun temel nedeni, 1990’lara gelindiğinde Rusya’nın sosyalist idealleri tümüyle terk ederek, kapitalist dünya-sisteme eklemlenme sürecine girmiş olmasıdır. Çeçenistan’ın BM’de temsil edilemeyen ülkelerden biri olması ve Afganistan dışında hiçbir ülke tarafından tanınmaması bundandır. ”

Rusya’nın Çeçenistan’ı işgali üzerine bir açıklama yapan dönemin ABD Başkanı Bill Clinton: “Bu bir iç meseledir, düzenin en az kan ve şiddetle tekrar sağlanacağını umuyoruz!” diyebilmiştir.

 

ÇİN’in Tibet İşgali

Dünyaya Çin tarafından kasıtlı olarak bir devrim olarak tanıtılan Tibet işgali, 1949’daki Çin devriminden sonra Çin’in bölge üzerindeki hâkimiyetini güçlendirmek ve yerel halkları ortadan kaldırıp Güney Asya’ya komünist düşünceyi yaymak için gerçekleştirilmiş bir işgaldir. Her fırsatta bir bağımsızlık değil gerçek bir özerklik istediğini belirten Tibet halkının direnişini ayrımcılık ve bölücülük olarak yorumlayan Çin yönetimi, ayaklanmaları halkın yok edilmesi için fırsat olarak görmüştür. Yaklaşık 1,5 milyon kişinin hayatını kaybettiği bu işgalde Tibet halkının kültürüne yönelik düzenlenen operasyonlar ise Budizm’e açılmış bir savaş olarak gözükmektedir. Çin, yürüttüğü politikalarla bir halkı olduğu kadar bir inancı da kendi himayesinde ve kontrolünde sürdürmek, menfaatleri uğruna kullanmak istemektedir.

Ginsburg ve Mathos’un, “Tibet’e hâkim olan güç, Himalaya Dağları’nı kontrol eder; Himalayalar’a hâkim olan Güney Asya’yı kontrol eder; Güney Asya’ya hâkim olansa tüm Asya’yı kontrol eder.” sözleri Güney ve Doğu Asya’nın kontrol anahtarı olarak değerlendirilen Tibet sularından dolayı günümüzde sadece Asya değil tüm dünyanın Çin tehdidiyle karşı karşıya olduğunu göstermektedir

 

ÇİN’in Doğu Türkistan’da Sürdürdüğü Asimilasyon ve Soykırım

Yaklaşık yarım asırdır devam eden bir soykırım. Doğu Türkistan topraklarının yaşadığı, bir zamanların kültür başkenti verimli topraklar, Çin’in görülmemiş işkenceleri ile inlerken doğal kaynakları sömürülüyor; insanlar köklerinden kopartılıyor, bir millet tüm dünyanın gözü önünde sessizce asimile ediliyor. Ölü ve yaralı sayısının dahi bilinmediği bu toprakların kendi adıyla anılması bile yasaklanırken, bölgede bir Türk hâkimiyetini istemeyen İngiltere ve Rusya’nın da çabalarıyla Türkistan ismi de artık anılmıyor. Doğu Türkistan halkının varlığını ve toprak bütünlüğünü reddeden Çin; 1995’ten itibaren ‘Sincan-Uygur Özerk Bölgesi’ diyerek dünyanın gözünü boyamaya çalışsa da Doğu Türkistan toprakları gerçek bir özerklikten bile mahrum. 21. yüzyılda BM Güvenlik Konseyinin 5 daimi üyesinden birinin baskısı altında asimile olmaya, belli periyotlarla toplu katliamlar yaşanmaya devam ediyor. 11 Eylülden sonra ‘ayrılıkçı ve terörist Müslümanlar’ olarak nitelenen Doğu Türkistan halkının yaşadıkları özellikle 2009’daki olaylardan sonra daha yakından takip edilmesine ve Uluslararası Af Örgütü ile İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün her yıl yayımladıkları raporlara rağmen nedense yaşanan vahşet dünyadaki hiçbir kurum tarafından ciddi bir eleştiriye ya da Çin üzerinde bir yaptırıma dönüşmüyor. Çünkü bölgenin küresel ekonomik dengeleri değiştirecek potansiyeli hiç bir emperyalist gücün gözden çıkaramayacağı büyüklükte. Kısacası Doğu Türkistan toprakları stratejik, ekonomik ve siyasî konumundan ötürü belli periyotlarla soykırıma tâbî tutulmaya devam ediyor.

 

BM ve NATO’nun Göz Yumduğu Bosna-Hersek işgali ve Srebrenica Soykırımı

Soğuk Savaş sonrasında küresel aktörlerin Balkanlar üzerindeki güç mücadelesi, Avrupa’nın ortasında ve dünyanın gözü önünde işlenen bir soykırıma sebep oldu. Bir tarafta Soğuk Savaş yıllarından bu yana dış politikasını kritik bölgelerde Rusya’yı saf dışı etmek üzerine kurgulayan ve Yugoslavya sonrası süreçte bölgede doğacak boşluğu doldurmak isteyen ABD, bir tarafta tek dinli, tek kültürlü bir Avrupa hayali kuran AB ülkeleri, bir tarafta tarih boyunca hayalini kurduğu Balkanlar üzerindeki hesaplarını, ‘Büyük Sırbistan’ hayali kuran ırkçı Sırpları destekleyerek gerçekleştirmeye çalışan Rusya... Ve diğer tarafta adım adım yok edilmeye çalışılan bir ülke... Önce uluslararası kuruluşlar tarafından koruma altına alınarak savunmasız terkedilen, ardından gözü dönmüş canilerin eline bırakılan masum bir halk... Her tarafın hesabında gözden çıkartılan ilk piyon...

Bağımsızlığı dünya tarafından kabul görmüş bir ülkenin topraklarını işgal eden Sırplar tarafından 1992-1995 yılları arasında gerçekleştirilen soykırımında, 250 bine yakın insan hayatını kaybetti, 2 milyondan fazla insan göç etmek zorunda bırakıldı, 170 bin kişi soykırım sürecinde gerçekleştirilen saldırılar sonucunda sakat kaldı, 50 bin kadın tecavüze uğradı ve 1000’e yakın cami, medrese ve tarihî eser yok edildi.

Soğuk Savaş sonrası dönemde Balkanlar üzerinde sürdürülen iktidar mücadelesinde Boşnak halkı feda edilirken, üç yıl süren soykırım sürecinden sonra Rus yanlısı Sırp kadrolar tasfiye edildi. Pek çok esrarengiz ölümün gerçekleştiği bu süre sonunda, Sırbistan; ABD ve AB’nin himayesi altına alındı, savaş sürecinde çöken Sırbistan ekonomisini kurtarmak adına Sırbistan’a büyük yardımlar yapıldı. Avrupa ülkeleri ve ABD yöneticileri uluslararası kamuoyunda Sırbistan’ı refere edecek açıklamalarda bulunarak soykırım sürecinde Sırbistan üzerinde oluşan olumsuz bakış açısının silinmesine yardımcı oldular.

Bu konuda, kendisiyle yapılan bir röportajda Boşnak halkının piyon olarak kullanıldığını ileri süren Aliya İzzetbegovic, şunları söylemiştir: “Rus yanlısı Sırp egemen kadrosu üzerinden bizi piyon olarak yedirip Rusları Balkanlar’da şah-mat yaptılar. Rus yanlısı faşist Sırp milliyetçi kadrolarının tasfiye edilerek Rusya’nın balkanlardan kovulmasını biz de istiyorduk. Ancak bizim üzerimizden ve bu şekilde değil.”

Yirminci Yüzyılda BM Güvenlik Konseyi Daimî Temsilcisi 5 Devletin İşlediği Soykırım ve Katliamlar Raporu için bakınız: uhim.org/Uploads/GenelDosya/yirminci-yuzyilda-soykirim-ve-katliamlar-9617-d.pdf

 

Mehmed Zahid Aydar

Mîsak Dergisi

Sayı: 305 / Nisan 2016