Varoluş Savaşımız - Alparslan Aydar

Varoluş Savaşımız

Bu sayımızda Murat Özer kardeşimiz tarafından hazırlanan ve Cenk Kalesi’nde yitirdiğimiz kahramanların aziz hatırasına ithaf ettiği “Varoluş Savaşımız” isimli eseri tanıtmaya gayret edeceğiz. Bugün İslâm çoğrafyasında yaşayan insanların, Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçlanmamasının bedelini ödediklerini söyleyebiliriz. Osmanlı Devleti’nin çekildiği bütün topraklar üzerine çeşitli tonlarda savaş devam etmektedir. Her şeyin aslına rücu ettiği gibi, coğrafyamız da çeşitli kurtuluş reçetelerine sarıldıktan sonra gerçek kurtuluşun ümmetin ruhundaki ‘asıl’ olana dönmekle mümkün olacağını görecektir. Ne yapmalıyız sorusuna Plevne Müdafii Gazi Osman Paşa’nın verdiği ve hâlâ canlılığını koruyan o muhteşem çağrısıyla (1877) başlayalım: “Çürümüş yönetimi, entrikalara boğulmuş rütbelileri, kaynayan dedikodu kazanlarını unutun. Millet bir gün doğrulur ve onlara gereken cevabı elbette verir. Ama sizler bu milletin gönlündeki gerçek kahramanlar olmak istiyorsanız, vazgeçmeyeceksiniz, geri çekilmeyeceksiniz, asla yorulmayacaksınız ve kararsızlık göstermeyeceksiniz.” İslâm coğrafyasında işgalcilere ya da onların yerli işbirlikçilerine karşı verilen mücadele, kelimenin tam anlamıyla bir ‘varoluş savaşı’dır.

Varoluş Savaşımız
Murat Özer
Ekin Yayınları
Mîsak Dergisi
Sayı: 321 / Ağustos 2017

Bu sayımızda Murat Özer (1) kardeşimiz tarafından hazırlanan ve Cenk Kalesi’nde yitirdiğimiz kahramanların aziz hatırasına ithaf ettiği “Varoluş Savaşımız” isimli eseri tanıtmaya gayret ettik. Son üç asrın ümmet açısından kan ve gözyaşlarına tekabül ettiği hepimizin malumu. Ne yapmalıyız sorusuna Plevne Müdafii Gazi Osman Paşa’nın verdiği ve hala canlılığını koruyan o muhteşem çağrısıyla (1877) başlayalım:

“Çürümüş yönetimi, entrikalara boğulmuş rütbelileri, kaynayan dedikodu kazanlarını unutun. Millet bir gün doğrulur ve onlara gereken cevabı elbette verir. Ama sizler bu milletin gönlündeki gerçek kahramanlar olmak istiyorsanız, vazgeçmeyeceksiniz, geri çekilmeyeceksiniz, asla yorulmayacaksınız ve kararsızlık göstermeyeceksiniz.”

 

Önsöz

“Trablusgarb’tan Sarıkamış’a, Çanakkale’den Hindikuş Dağlarına, Felluce’den Halep’in dar ve izbe sokaklarına uzanan çelikleşen bir imanla yoğrulmuş kalın bir hat uzanıyor. Vatan’ın harimine uzanmasın küfrün çizmesi diye Plevne’de görkemli bir direniş sergileyen, adalet ve sabrıyla düşmanın dahi tazimine mazhar olmuş Gazi Osman Paşa’nın evlatlarının Türkmen Dağı’nda, Kerkük’te, Mezar-ı Şerif’te aynı inanç ve kararlılıkla sürdürdüğü bir mücadelenin izlerini süreceğiz. Mavzerindeki son kurşunu tükenene kadar Medine’yi, Ravza-i Mutahhara’yı müdafaa eden Fahreddin Paşa’nın İngilizlere teslim etmeyip, Rasul-ü Ekrem’in (s) kabrine emanet ettiği kılıcını bir asır sonra şakırtılarını Kandahar’da, Halep’te, Saraybosna’da, Grozni’de, Doğu Türkistan’da duyuran mü’minlerin sadasına kulak vereceğiz.

Bu çalışmayı, Filistin Cephesinde İngilizlere esir düşüp, Mısır’da asit havuzlarına atılarak gözleri kör edilen 15 bin Mehmetçiğin izinden giden ve onlar gibi mazlum bir şekilde esir edilerek şehit düşmüş Cenk Kalesi (2) kahramanlarına ithaf ediyorum.

Heybelerinde Kur’an vardı. Ne mal, mülk ne de dünyevi bir mevki. Evleri dağlardı, yatakları kar. Bosna’nın iffetini, Çeçenistan’ın namusunu beklediler. Sular durulduğunda, kendilerine ihtiyaç kalmadığı düşünüldüğünde Bosna’dan sürülen de onlardı.

Ama ‘olsun’du. Sırada bekleyen yeni cepheler vardı. Tacikistan, Özbekistan, Afganistan imdat istediğinde koşarak geldiler. Ümmet bilincinin yitirilmesine varlıklarıyla, kardeşçe direnen bir avuç mü’mindiler.

Heybelerinde iman vardı. Gözleri Kudüs’e çevrili yedi yüz mü’mindiler..

Bizi affeder misin?” (S.11-14)

 

Giriş

“Bu çalışma, sınırları çok da belirli olmayan ‘vatan savunması’nı merkeze koyan Milli Kurtuluş Savaşlarından, düşmanın küreselleşmesi sebebiyle yeni bir evreye giren küresel direniş, Ortadoğu intifadaları ve tüm bunların bileşkesi durumundaki Varoluş Savaşı olgusuna işaret etmeyi amaçlamaktadır. 20. yüzyılın sona ermesiyle birlikte Müslüman halkların düşmanlarının sadece ‘niyet ve çıkar birliktelikleri’ değil, aynı zamanda askeri ve coğrafi hedefleri de aynılaşmış, diğer bir ifadeyle zalimler ayrı ayrı hedeflere sahip olsalar da Müslüman coğrafyalar ve halklar üzerindeki tasarruf ve niyetleri noktasında birleşmişlerdir.

Bu çalışma, ümmetimizin mücadele pratiğini çeşitli coğrafyalardan örnekler vererek anlatmaya çalışırken, asrımızdaki cihad olgusu, mücadele bilinci-yöntemleri ve önümüzde aşmamız gereken engelleri de tartışmaya açmayı hedeflemektedir.” (S.18)

 

Büyük Bedeller ve Ulusalcı İhanetler

“İslâm ümmetinin ortaya koymuş olduğu büyük gayretin neticesinde işgal güçleri topraklarımızı terk etmek zorunda kaldılar. Sömürgecilerin cetvellerle çizdiği haritalar üzerinde kurulan sözde bağımsız devletler ümmeti gerçek kurtuluştan uzaklaştıran türlü ideolojik yapılara dönüşüyordu. Osmanlı’ya ihanet eden Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in bir oğlu Ürdün’e, büyük oğlu Faysal önce Suriye’ye daha sonra ise Irak’a kral yapılıyordu. Faysal bin Hüseyin’in kişiliği sanal kurtuluş savaşlarının bir ideolojik kimliğinin olup olmadığı konusunda bize bir bilgi sunacaktır.

İngilizlerle anlaşarak 1918’de Şam’ı işgal eden Faysal’ın birlikleri Arapları tek bayrak altında toplamayı ümit ediyordu. Osmanlı Devleti’nden kopardıkları bu topraklar üzerinde İngilizlerin vesayetini korurlarken kurtuluşun başka bir şekilde mümkün olmayacağını düşünüyorlardı. Fakat Faysal 1919’da Barış Konferansı için Paris’e gittiğinde Fransızlar Lübnan ve Suriye’yi işgale başlamışlardı. Faysal, işgalcilerle mücadele etmek yerine, tüm Suriye kıyılarını Fransızlara terk ederken bir yıl dahi geçmeden Şam’ı kaybetti. Fakat soluğu İngilizlerin yanında aldı. İngilizler kendisine 2 yıl sonra Irak’ın krallığını verdiler.

Faysal ne Irak’ın ne de Suriye’nin özgürleşmesini sağladı. Batı yanlısı diktatörlüklerin hâkim olduğu İslâm coğrafyasında halk sürekli kurtuluş çareleri aradı. Suriye ve Irak’ta peş peşe kurulan Arap-Sosyalizmi idealine bağlı Baas Partileri iktidarı kanla ele geçirdiklerinde Müslüman halkların elinde yine sadece yitirilmiş ümitler vardı.

Türkiye’de tek parti diktatörlüğünün kurulup, halkın sindirildiği ve Batılı bir kimliğe icbar edildiği bir dönem yaşanıyordu. Doğal olarak İslâm ümmetinin yaşadığı sorunlar umurunda değildi. Birkaç yıl öncesine kadar kendisine ait olan topraklar üzerinde işgalciler her türlü vahşeti gerçekleştiriyorlardı. Türkiye’nin yöneticileri ise İslâm’a ait ne varsa bu topraklardan kazımakla meşguldü. Irak ve Suriye’nin başına gelenler benzer bir şekilde Mısır’da da gerçekleşiyordu. Kavalalı sülalesinden gelen Ahmed Fuat Paşa İngilizlerden bağımsızlık ilan edip Mısır’da sultanlık kuruyordu. Fakat ne o, ne de oğlu Faruk Mısır’ı bağımsız bir ülke haline getiremedi. Halkın giderek artan hoşnutsuzluğunu fırsat bilen subaylar 1953’de bir darbe ile iktidarı ele geçirdiler ve cumhuriyet ilan ettiler. Daha sonra Arap milliyetçiliği ile adı özdeşlecek olan Cemal Abdülnasır’ın darbeyle kurduğu cumhuriyet görece milli sayılırdı. Ne Sovyet ne de Batı bloğuna girmeyen Nasır’ın ülkedeki İslâmi hareketlere karşı olan düşmanca tavrı İsrail’le restleşmesiyle birlikte yumuşamıştı.

Osmanlı Ordusu Tarblusgarp’ı (Libya) büyük bir mücadelenin ardından terk ederken, geride halkı ve toprakları koruyacak düzenli bir ordu kalmamıştı. Cezayir’in ve Tunus’un kaderi de aynı şekildeydi. Müslüman halkın kendini işgalcilerin tasallutundan koruyacak bir ordusu bulunmuyordu. Tek çare, savaşmayı bilmeyen ve her türlü askeri teçhizattan yoksun Müslüman halkların kendi imkânlarıyla işgalcilere karşı direnişe kalkmasıydı.

Libya’da bir Kur’an öğretmeni olan Ömer Muhtar önderliğinde 1923 yılında başlayan kurtuluş savaşı 1931 yılında direniş önderi Ömer Muhtar’ın İtalyan kuvvetlerince idam edilerek şehid edilmesine kadar kesintisiz sürdü. Libya’nın bağımsızlığını kazanması ancak 1951 yılında gerçekleşiyordu. Fakat gerçekte hiçbir zaman bağımsız olamadı. 1969 yılında bir darbe ile iktidara gelen Muammer Kaddafi Baas benzeri ‘İslâmi Sosyalizm’ denilen bir ideoloji ile bir halk devrimiyle devrildiği 2011 yılına kadar ülkeyi demir yumrukla yönetti. Onun da tıpkı diğer refikleri gibi düşmanı işgalciler değil, ülkede bağımsızlık ruhunu ayakta tutmaya çalışan İslâmi Hareketler oldu. Kaddafi yönetimi, sadece bir günde Trablus yakınlarındaki Ebu Selim Cezaevi’nde 1270 İslâmcı tutukluyu hapishanede vahşice öldürerek adını Moğollar ve Haçlılarla aynı günah defterine yazdırmayı başardı.

Cezayir’in kaderi de Libya’dan farksızdı. 132 yıl boyunca ülkedeki Fransız işgal güçlerine karşı direnen halkın önderliğini İslâmi Hareketler yapmıştı. Emir Abdülkadir önderliğindeki Müslüman halk 1832’de başlattığı direnişi çeşitli fasılalarla bir asırdan fazla sürdürdü.” (S.38)

1837’de Emir’in önderliğinde kurulan Müslüman Cezayir Devleti üç yıl sonra yeniden işgal edilecek, direniş 1846’ya kadar devam edecekti. Bundan sonra bütün bir halk Fransız işgal güçlerinin esiri olarak I. ve II. Dünya Savaşları’nda sömürge askerleri olarak ölüme gönderilecekti. Fransız Ordusu 2. Dünya Savaşı’nın bittiği gün 8 Mayıs 1945 tarihinde Cezayir bayraklarıyla gösteri yapan Müslümanların üzerine ağır silahlarla düzenlediği saldırıda bir gün içerisinde 45 bin kişiyi katletmiştir. Fransızların işgal dönemi boyunca ülkede gerçekleştirdiği çeşitli toplu katliamlarda öldürdüğü Cezayirlilerin sayısının 1,5 milyonu bulduğu bilinmektedir.

Ancak 1962 yılında bağımsızlığına kavuşan Cezayir’de Fransa asla ‘soykırım’ işlediğini kabul etmemiştir. Şeyh Abdülhamid bin Bediş liderliğinde kurulan Cezayir Ulema Cemiyeti’nin 1954 yılında başlattığı halk isyanı FLN ile ete kemiğe bürünüyor ve 8 yıl sürecek büyük bir direnişe dönüşüyordu.

Bağımsızlık savaşı sonrası iktidara gelenler ise tıpkı diğer İslâm ülkelerinde olduğu gibi Batı yanlısı kukla idarecilerdi. 30 yıl boyunca süren istibdat rejimi 1990’lı yılların başında Ali Belhac ve Abbas Medeni önderliğindeki İslâmi Selamet Cephesi’nin seçimlerde elde ettiği zaferle sarsılıyordu ki, Fransa yine devreye girerek ülkede bir darbe gerçekleştirilmesini sağlıyordu. Bu tarihten sonra ülkede Müslüman avı başlatılacak ve 100 binden fazla Müslüman infaz edilerek, darağaçlarında sallandırılarak ya da toplu katliamlarla öldürülecekti.

İslâmi Hareketler bağımsızlık savaşlarının öncü unsurları olmalarına rağmen Batıcı kadrolar tarafından tasfiye ediliyorlardı. Bu durum Türkiye’de olduğu gibi, Cezayir, Libya ve Mısır örneklerinde de aynen tekrarlandı. Mısır’da 1928 yılında İngiliz işgalcilerine ve onların yetiştirdiği Batıcı kadrolara karşı İslâmi bir kimlikle ortaya çıkan Müslüman Kardeşler kısa sürede halkın teveccühünü kazanmaya başlamıştı. Fakat İngiltere, cemiyetin kapatılması için büyük bir çabanın içine girdi. 1941 yılında elçiliği vasıtasıyla kraldan resmi olarak kapatma talep etti. Fakat bu talep kabul edilmedi. İhvan’ın kapatılması, ulusalcı ve güya bağımsızlık yanlısı olduğu iddia edilen Vafd Partisi’ne nasip oldu.

Mahmud Fehmi en-Nakraşi Hükümeti 1948’de cemiyeti kapatırken bunu demokrasinin faşizme karşı zaferi olarak sunuyordu. 1949’da İhvan’ın kurucu lideri Hasan el Benna bir suikast sonucu şehid edildi. 1951 yılında iktidarda olan Başbakan Nehhas Paşa İngilizlerle kriz yaşayınca, İhvan’ın üzerindeki yasağı kaldırdı. Çünkü ülkenin yeniden İslâmcılara ihtiyacı vardı. Başbakan Nehhas Paşa, Mısır üzerinde İngiliz nüfuzunu kurumsallaştıran ‘1936 Savunma İşbirliği Anlaşması’nı ilga ettiğini açıklayınca Süveyş Kanalı’nda İngiltere ve Mısır arasında çatışmalar başladı. İngiliz birliklerinin 26 Ocak 1952’de İsmailiye’ye saldırmasıyla başlayan ‘Kanal Savaşı’ sırasında İhvan da aktif olarak yer aldı.

İslâm dünyasının kalbinde, Müslümanların ilk kıblesinin olduğu mübarek topraklar üzerine kurulan İsrail varlığıyla hem küfrün küresel yüzünü hem de işbirlikçi yönetimlerin kirli yüzlerini daima ifşa etmiştir. 1928’de başlayan ve 1948’de tamamlanan işgal sürecinin arkasında Yahudileri himaye eden İngiltere’nin başını çektiği Avrupa ve daha sonra bu ittifaka katılacak olan Amerika olduğu zaman içerisinde çok daha net anlaşılacaktı. Siyonistlerin Filistin’de işlediği cürümler ümmetin gururunu incittiği gibi Ortadoğu’daki diktatörlerin prestijini de yerle bir ediyordu.

1948’de başlayıp l967’deki Altı Gün Savaşı’yla neticelenen ve İsrail’in ABD ve İngiltere desteğiyle kesin zaferiyle sonuçlanan Arap-İsrail Savaşları Mısır, Suriye, Ürdün ve Irak başta olmak üzere Ortadoğu’daki liderlere duyulan güveni tamamen yıktı. Müslüman halklar, bir avuç siyonist karşısında bozguna uğrayan Arap ülkelerinin liderlerinin ‘ihanet, kıskançlık ve desise ile iktidarını sağlamlaştırmak’ gibi pek çok kötü haslete sahip olduğunu yaşayarak gördü. Tarih, İsrail’e karşı savaşmak için Mısır Ordusu saflarına gönüllü olarak katılan binlerce İhvan mensubunun satılmış liderler eliyle nasıl harcandığını yazmasa da, İslâmi Hareketler için bu savaşlar, Batıcı iktidarlarla kurulması gereken ilişkiler hususunda iyi bir tecrübe oldu. Filistin meselesi ise Müslümanların birinci gündem maddesi olmaya devam etti.

11 Eylül 2001’de ABD’ye yönelik yapılan saldırıların temel gerekçesi de ‘Filistin’ sorunu olmuştu. Bu saldırının tüm kayıp ve kazanımları bir yana bırakılacak olursa geride bıraktığı en önemli şey ‘ABD öncülüğündeki Haçlı Koalisyonu’nun tüm maskelerini indirerek sahaya inmesini sağlaması olmuştur. ABD’nin vazgeçilmez müttefiki İsrail’in tüm şımarıklıklarına arka çıkması, önce Afganistan’ı daha sonra ise Irak’ı işgal etmesi tüm İslâm dünyasında bir ‘çaresizlik sendromunu’ tetiklerken aynı zamanda bir ‘direniş’ olgusunu da beraberinde getirdi.

Küresel saldırının sadece işgal ile yetinmeyip, Ortaasya ve Ortadoğu’daki diktatörlükleri de daha fazla teslimiyete icbar etmesi 21. yüzyılı yeni savaşlar çağına dönüştürdü. Aslında bu savaş 1. Dünya Savaşı’nın henüz neticelenmediğinin de bir kanıtıydı.

İslâm dünyasına karşı askeri, siyasi ve içtimai olarak çok boyutlu bir şekilde sürdürülen küresel saldırıya karşı çeşitli tonlarda bir direniş ortaya koyulmaya başladı. Bu işgalin olduğu coğrafyalarda kendini silahlı direniş olarak gösterirken, Tunus, Mısır, Libya ya da Suriye örneklerinde olduğu gibi halk ayaklanmaları şeklinde kendini göstermiştir.” (S.36-41)

 

İslâm Dünyasında İşgal Olgusu ve Mücadele Tecrübemiz

“Tarihimizin son üç asrına baktığımızda gördüğümüz, gücümüzü yitirdiğimiz ve bunun sonucu olarak etrafımızı çevreleyen düşmanlarımızın adeta birer sırtlan gibi ümmetimize hücum ettiği gerçeğidir. 1783’te Kırım’ın işgaliyle başlayan ve Cezayir’in Fransa’dan bağımsızlığını ilan ettiği 1962 yılına kadar süren 179 yıl boyunca Müslümanlar işgalcilere karşı bağımsızlık savaşı verdiler. Bu süreç, Osmanlı Ordusu’nun tarih sahnesinden çekildiği, asırlarca İslâm’ın bayraktarlığını yapmış Türkler’in Anadolu’ya hapsedildiği ve sonuç olarak kendisini koruyabilecek nitelikte güçlü herhangi bir orduya sahip olmayan ümmetimizin kendi kısıtlı imkânlarıyla verdiği savaşlar olarak bilinmelidir. 1979’da Rusya’nın Afganistan’ı işgal etmesiyle başlayan süreç ise yeniden varoluşumuzun işaret fişeği olarak görülmelidir.

Bugün İslâm dünyasında yaşanan savaş, işgal ve ayaklanmaları daha iyi anlayabilmek ve anlamlandırabilmek için şimdi kısa ve panaromik bir gezintiye çıkmalıyız.” (S.62)

Yazar bu tespitinden sonra Kırım(S.63-65), Filistin (S.65-70), Mısır (S.71-75), Afrika (S.76-87), Kafkasya (S.88-109), Afganistan (S.110-129), Keşmir (S.130-139), Irak (S.140-163), Suriye (S.164-176), Lübnan (S.177-186), ve Türkistan (S.187-195) topraklarında yaşanan, işgalleri ve bu işgaller karşısında ortaya çıkan direnişi inceler.

 

Afganistan Paylaşılamayan Toprak

“Afganistan toprakları işgal güçleriyle neredeyse 2500 yıldır tanışık. M.Ö. 5OO’lü yıllarda Büyük İskender tarafından işgal edilmesinin üzerinden geçen asırlar topraklarının kaderini hiç değiştirmedi. Safeviler, İngilizler, Ruslar ve son olarak ABD. Ancak tarihi bir hakikat olarak ortadadır ki, hiçbir işgal gücü bu toprakları uzun bir süre elinde tutamamıştır.

İngilizlerin işgal teşebbüslerinden yıllar sonra 1979’da SSCB Ordusu tarafından işgal edilen Afganistan ne yazık ki bu savaşlar sebebiyle kadim tarihine, tarihte kurduğu büyük medeniyetlere aldırış edilmeksizin sefalete sürüklendi. Afgan halkı her türlü yoklukla imtihan edildi. Afganistan’ı sömürmeye kalkan Batı toplumları ve Rusya halkı her türlü teknolojik ilerlemenin imkânlarını sonuna kadar kullanırken, Afgan halkı ortaçağ şartlarında kanalizasyon şebekesinin dahi olmadığı bir yaşantıya mahkûm edildi.” (S.110)

“11 Eylül 2001 tarihinde ABD’de düzenlenen saldırılar sonrasında ABD yönetiminin misilleme olarak ilk saldırdığı ülke Afganistan oldu. Bu saldırıların akabinde dönemin ABD Başkanı George Bush’un tüm dünyaya özel olarak da İslâm dünyasına ‘ya bizdensiniz, ya da onlardan’ diyerek tarihi restini çekmesinin üzerinden 26 gün sonra 7 Ekim 2001 günü ABD öncülüğündeki koalisyon uçakları Kabil, Kandahar ve Mezar-ı Şerif başta olmak üzere Afgan şehirlerine ölüm yağdırdılar. Bu saldırılarda kullanılan bomba miktarı, tüm 2. Dünya Savaşı boyunca tarafların birbirlerine saldırırken kullandığı bomba miktarından fazla olmuştur. Öyle ki, saldırılar sonrasında Afganistan’ın topografyasında değişiklikler meydana gelmiş, hatta depremler olmuştur.” (S.111)

 

Taliban Hareketi ve Komploculuk

“2001 yılında iktidardan düşürüldüğünde, hem Batı medyası hem de onun Türkiye’deki uzantıları ABD desteğiyle iktidara getirildiğini iddia ettikleri Taliban hareketinin misyonunu tamamlayarak, Afganistan’ı sömürgecilere teslim ettiğini yazıyorlardı. Onlara göre Taliban, Pakistan istihbaratı ISI tarafından kurulmuş taşeron bir örgüttü ve ABD’yle danışıklı-dövüş yaparak, mücahitlerin Ruslara karşı büyük fedakârlıklarla elde ettiği tüm kazanımları efendisine teslim ediyordu. 11 Eylül saldırıları, Taliban’ın Usame bin Ladin’i ABD’ye teslim etmemesi gibi pek çok detay bu büyük operasyonun sadece görünen yüzüydü. Hatta bu taşeron örgütün lideri olduğu söylenen Molla Ömer’in medyada en ufak bir resmi dahi yayınlanmamıştı. Belki de böyle bir kişi hiç yaşamamış, CIA’nın karargâhlarında üretilen sanal bir kişilikti.” S.112

“Bu komplo teorileri, artık aradan geçen onca yıl, katledilen on binlerce mücahit; fakat hala teslim alınamayan büyük bir iradenin varlığı sayesinde anlamını yitirmiş olabilir. Belki bu geçen yılları, medyanın büyüleyen atmosferi içinde doğru dürüst anlamaya, idrak etmeye çalışmamış olabilir insanlar. Fakat Taliban direnişi hakkında kaleme alınan pek çok yazı, sarf edilen onca söz ve yayınlanan onca kitap, hep yukarıda karikatürize edilen komplo teorilerine dayandı. Taliban hakkında yayınlanan kitapların -ki bir kısmı İslâmi yayınevlerinden çıkmıştır- tamamı bu teorilerden besleniyordu. Bu teorilere en çok aldanan kitleler ise İslâmcılar oldu. (3) Dünyayı ‘komplocu bir zaviyeden’ okuma becerisine sahip aydınlar ve kitleler, kendilerine Batı medyası tarafından verilen bu çözümlemenin ‘psikolojik bir harekâtın’ parçası olabileceği ihtimali üzerinde ise hiç durmadılar.

İşte tam da burada Taliban öyle beklenmedik uzun vadeli bir stratejiyle direndi ki, her geçen gün istilacıları biraz daha şaşkına çeviren üst düzey eylemler gerçekleştirdi. Direniş boşa çıkardı tüm komplo teorilerini.” S.114

 

Taliban Hareketi Kimdir?

“Afganistan Taliban Hareketi, Sovyet işgali sebebiyle Pakistan’a hicret edip, burada kendilerine yeni bir hayat kurmaya çalışan insanların çocukları eliyle kuruldu. Ne Pakistan’ın ne de Afganistan’ın toprakları sayılmayan 2500 km uzunluğundaki sınırın Pakistan’a bakan dağlık bölgelerinde; Veziri ve Peştun kabilelerin hâkimiyetindeki teslim alınamayan topraklarda hayatlarını inşa etmeye çalışan mültecilerin çocukları; şimdi sömürgecilere meydan okuyorlar. Çoğunluğu Diyobend ekolündeki Sünni medreselerde eğitim gören talebeler, iç savaşın yorduğu Afgan halkı için bir umut olmuş; kısa sürede Afgan topraklarının yüzde 95’ine hâkim olmuşlardı.

ABD işgaliyle tamamen biteceği hesap edilen Taliban, tüm strateji uzmanlarının öngörülerine inat; sadece Afganistan’a dönmekle kalmadı; neşet ettiği topraklarda da egemenlik alanını arttırdı. Taliban asıl büyük gelişimini, Veziristan’da sağladı. Medyaya ‘Svat saldırısıyla’ birlikte bazen yanlış bir şekilde yansıyan haberlerde, adeta Afgan Taliban’ının Pakistan topraklarında ilerlediği gibi bir izlenim doğmuş görünüyor. Oysaki durum hiç de böyle değildir. Svat Vadisi’ne, oradan İslâmabad’a 100 km kadar yaklaşan Taliban Hareketi, tamamen Pakistanlılardan oluşmakta. Zaten hareketin ismi de Tebrik-i Taliban-ı Pakistan. Yani, Taliban ismi bölgede adeta bir fenomen durumundadır. Yayılma istidadı gösteren şey, hareketin üyeleri değil, zihniyetin ve bu zihniyetin tezahürü olan direnme bilincidir.

İşte Taliban’ın başarısı buradadır. Afganistan’daki kabile ve hizip savaşlarını büyük ölçüde engelleyip iktidarda kaldığı 5 yıl boyunca ülkede huzur ve sükûnu tesis eden hareket, asırlardır kavgalı Veziri ve Peştun kabilelerini de ‘inanç ve eylem’ temelinde birleştirmeyi başarmış görünüyor. Hiçbir zaman merkezi bir otorite tarafından yönetilemeyen bu kabileler, Talibanın ‘şeriatın ve adaletin ikamesi ve haçlılarla mücadele’ sloganı etrafında birleştiler.” (S.115)

 

Varoluş Savaşı’mızın Önündeki Engeller

“İslâm ümmetinin bağımsızlık yolunda verdiği ‘varoluş savaşı’nın önünde içeriden yükselen önemli barikatlar bulunmaktadır. Doğulu ve Batılı sömürgecilere karşı yürüttüğü siyasi, askeri ve ekonomik bu savaşta İslâm coğrafyasının içinde, ümmetimizin kendisinden mülhem marazları mevcuttur. Bunların en başında elbette cehalet gelmektedir. Batıya öykünen ve süreci yaklaşık 200 yıldır yaşayan ümmetin çarpık din anlayışlarından, İslâm ile alakası olmayan törelere varan pek çok algıdan beslenen cehaleti bir çırpıda ortadan kalkacak gibi değildir.” (S.197)

 

1-Tekfircilik ve Ötekileştirme

“İslâm düşünce mirası içerisinde Haricilikle başlayan tekfirciliğin pek çok vechesi bulunmaktadır. Müminlerle kâfirler arasındaki hukukun belirlenebilmesi; İslâm toplumunda Müslümanlarla gayri müslimler arasındaki ilişkinin, kanunlar ve toplumsal düzen önünde net çizgilerinin oluşabilmesi için ‘tekfir’ bir hukuki terim olarak zorunludur. Çeşitli mezhepler, fıkıh ekolleri arasında bu konuda, yani çizginin nerede çizileceği, irtidat mevzusunun keyfiyeti gibi hususlarda ihtilaflar mevcut olsa da bunların tamamı fıkıh alanında ve devlet otoritesinin varlığında tartışılacak konulardır.” (S.198)

“Afganistan, Irak, Kafkasya, Doğu Türkistan gibi işgalci kâfirlere karşı verilen mücadelenin yanı sıra, Suriye’de olduğu gibi yerli zalimlere karşı da cihad edildiği bir vasatta karşımızda duran en büyük tehlike şüphesiz tekfirciliktir. Tekfircilik başlı başına ‘çeşitli sosyal ve psikolojik arızalardan mülhem bir anlayıştır ki, yazının konusunu da İslâm düşünce mirasında güçsüz olduğumuz çeşitli zamanlarda zuhur eden bu müstakil anlayış oluşturmaktadır.” (S.199)

“Bu kişilere göre kişinin Müslüman olduğunu ikrar etmesi, bu yolda mücadele etmesi dahi hüccet değildir. Herkesin akidesini önce bu kişilerin önüne getirmesi, test ettirmesi, onların onayına sunması gerekmektedir. Görüldüğü üzere tekfirci, İslâm’ın düşmanlarıyla değil, düşmanlarımıza söz ve amelleriyle zarar verme istidadında olan kişilere düşmandır.

Selefi âlimlerin çağımızdaki önemli isimlerinden Makdisi bir hatırasını şöyle aktarıyor: ‘Pakistan’da iken tekfircilerden bir grup Bin Baz’ı tekfir ediyorlardı. Bin Baz’ı tekfir etmeyenleri tektir ediyorlardı. Aynı şekilde silsileye devam ediyorlardı. Bana, Bin Baz’ın durumunu sordular dedim ki: Bu gibi muayyenlerin kâfir olup olmama konusunu bırakıyorum. Allah Rasulü (sav) şöyle buyurmaktadır: ‘İnsanlar Muhammed, ashabını öldürüyor demesinler.’ (Buhari) Bugün insanlara tağutları, ordularını, askerlerini tekfir etmek ağır geliyor ve hazmedemiyorlar... Dolayısıyla bu aşamada onlarla meşgul olmamızın gerekli olduğunu düşünmüyorum.... Bu sözümü beğenmeyip beni tekfir ettiler. Ben muvahhid bir gruba cuma namazı kıldırdım, onları da beni tekfir etmiyorlar diye arkamda namaz kılan herkesi tektir ettiler. Arkamda namaz kılanları tekfir etmeyenleri de tekfir ettiler..” (S.203)

 

2-Irkçılık ve Kavmiyetçilik: Bölücü Yaklaşımlar

“On dokuzuncu asırdan bu yana İslâm toplumlarını sömürgecilerin bir uç beyi gibi tarumar etti ulusalcılık. Ümmeti parçalayan ve daha sonra da bu küçük parçaları yutan emperyalistler, önce bizi birbirimize düşman etmek için sahaya sürdüler ulusalcılığı. Balkanları daha sonra ise Arapları Osmanlı’dan bu sayede kopardılar. İşgal ettikleri topraklarda Müslümanlar kendilerine karşı direnmeye başladıklarında ise, bu direnişin hakiki bir İslâm mecrasına kaymasını engellemek için yine ulusalcılığa sarıldılar. Böylece büyük bedeller ödeyerek işgalden kurtulduğunu, düşmanı topraklarından kovduğunu sanan Müslüman halklar, ulusal kimlik etrafında ördükleri bu savunma hattında aslında nasıl da gönüllü bir taşeron olduklarını çok geç anladılar, bir kısmı ise hala anlayabilmiş değil.

Anadolu, Cezayir, Libya, Mısır ve Irak.. Bu topraklarda verilen tüm istiklal mücadeleleri Batılı devletlerin yaptığı oyunlar neticesinde zeminlerinden kayarak ulusal bir vecheye büründü. Varoluş savaşımızın önünde belki de içinde barındırdığı potansiyel itibariyle en ciddi tehdit şüphesiz kavmiyetçilikten beslenen bölücülüktür.

Ümmetimizin arasına yapay sınırlar çizenler, İslâm’ın asırlarca bayraktarlığını yapmış olan halkımızı da Anadolu sınırlarına hapsettiler. Bizler bu sınırların kendimize dar geldiğini düşünürken sömürgeciler kendilerine yeni taşeronlar bularak var olan toprakları daha da bölmeye parçalamaya çalışmaktalar. Arapçılık, Türkçülük gibi ümmeti bölmek için üretilen ideolojiler kendisini ‘Nasırcılık, Kemalizm, Baasçılık’ gibi isimlerle piyasaya sürdüler. Fakat bu ideolojilerin şüphesiz en tehlikelisi ‘Kürt Ulusçuluğu’dur. Zira Kürtçülük, diğerlerinin aksine tam anlamıyla İslâm düşmanlığı üzerine kurgulanmıştır. Nasırcılık ya da Türkçülük içerisinde az da olsa İslâm’dan izler taşısa da Kürtçülük bütünüyle din karşıtlığı ile üretilmiştir. Bu sebeple bu çalışmada kavmiyetçi-bölücü anlayışı daha iyi tanıyabilmek adına tipik bir örnek olduğu için Kürt Milliyetçiliğini irdeledik.” (S.222)

 

3- Mezhepçilik Fitnesi: Şia ve İran Yayılmacılığı

“Kendi varlığını küfre karşı konumlandırmış Osmanlı’nın aksine İran, Şah İsmail’den itibaren daima kendisini Ehl-i Sünnet’e karşı konumlandırdı. Türkiye ile kesin sınırlarının belirlendiği 1639 Kasr-ı Şirin anlaşmasına kadar sürekli olarak savaş hali yaşadığımız Safevi İran’a karşı tutumumuz 1979’dakı devrimle birlikte yumuşamış ve yerini zaman zaman hayranlığa bırakmış olsa da tarihi düşmanlık önce Afganistan daha sonra Irak işgaliyle su yüzüne çıktı. Nihayet Suriye’de 2011 yılında başlayan devrim sürecinin karşısında tüm gücüyle durmaya çalışan İran ve öncülüğünü ettiği Şii koalisyon artık İslâm dünyasıyla açık bir savaşa başlamış oldu.” (S.230)

“Hama Katliamından sonra İhvan üyelerinin İran’dan bekledikleri desteği bulamadıkları için, İran’a sırtlarını çevirdiklerini, Said Havva’nın İran’dan eli boş döndükten sonra, Irak’a sığınıp, İran-Irak Savaşında Saddam Hüseyin’i desteklediğini yıllarca küçük harflerle konuştuk. Çünkü bunları yüksek sesle dillendirmek, sürekli Batılı güçlerin çıkarmaya çalıştığını düşündüğümüz mezhep savaşına odun taşımak anlamına gelecekti. Yirmi bin kardeşimizi katleden ve bir o kadarını da zindanlara doldurup infaz eden bir rejimi, İslâm devrimi nasıl destekleyebilirdi? Sustuk.. Çünkü boğulmaya çalışılan İran devriminin nefes alabildiği tek ülkeydi Suriye.

 

Mezhepçilik Fitnesini Kim Kışkırtıyor?

lrak işgal edilip, İran destekli bir rejim ABD güdümüyle kurulduğunda da susmayı tercih ettik. Çünkü ABD Saddam’ı devirip, ordusunu lağvedince mecbur kalmıştı İran destekli Irak İslâm Devrimi Konseyi’ne, El Hekim’in Bedir Tugaylarına, Dava Partisi’ne, Maliki ve Caferi’ye.. İşgale karşı direnenlerin tamamı Sünni, işgali destekleyen Arapların neredeyse tamamının Şii olması karşısında sustuk. Mezhep savaşının bir argümanı olmamalıydık. Şii direnişçiler aradık; böylece mezhep bağnazlığına karşı söyleyecek sözümüz olabilirdi. Mukteda Sadr’ın kısa direnişi dahi bizi ümitlendirdi. Oysaki direnişi, altı bakanlık ve hükümette kilit bir rol almayla kesilince, bu yapay direniş de derdimize derman olamadı.

Felluce’ye saldıran ABD ordusuyla birlikte hareket eden Bedir Tugayları’ndan bahsetmemeliyiz. Üç ay boyunca Nehr-ül Berid’e saldırıp, binlerce Filistinliyi katleden Lübnan Ordusu’na ses çıkamayan Hizbullah’ın tutumunu da gündemleştirmemeliyiz. Zalim Hariri’yle birlikte yaşayamayacağını söyleyen Nasrallah’ın, bu güçler Filistinlileri katlederken, ‘Bizler Lübnan Devleti’nin huzur ve asayişinden yanayız’ sözlerini de geçmişte bırakmalıyız.” (!) (S.232)

“Oysaki savaşın ilerlemesi ile birlikte hüsn-ü zannımızın klasik Sünni iyimserliği olduğunu, muhatabımızın ise takiyyeyi bir akide haline getirdiğini acı bir tecrübeyle yaşadık. 2011-2015 yılları arasında İran destekli Hizbullah ve Esed milisleri yaklaşık 350 bin Sünni Müslümanı vahşice öldürdüler. On binlerce kadın-erkek ve çocuğa tecavüz edildi. Tutsakların sayısı on binlerle ifade edildi. Katliam ve dehşet sahneleri o kadar korkunçtu ki, artık bunu dünyanın gözlerinden gizleyebilmenin takiyye yapabilmenin imkânı kalmadı. Nihayet hem İran hem de bölgedeki taşeron uzantısı olan Hizbullah ya da Irak’taki çeşitli Şiî örgütlerin gerçek yüzü apaçık bir şekilde ortaya çıktı.” (S.234)

“Bizler için Kur’an’ın çağrısı ve ezilen Müslümanların yanında olma sorumluluğunun üstünde hiçbir çıkar, hiçbir menfaat olmamalıdır. ‘Mezhepçilik fitnesi’ ifadesi katliamların, üzerini örten bir argümana dönüşmemelidir. Bu düsturlar, bizi olduğu kadar; Şu anda tarih önünde büyük bir imtihan veren Hizbullah ve İran’ı çok daha fazla ilgilendirmelidir.” S.235

“Irak’ın 2003 yılında aslında İran tarafından işgal edildiği zaman içerisinde anlaşıldı. ABD öncülüğündeki koalisyonun yıktığı Saddam rejimi 8 yıl boyunca İran ile savaşmıştı. Her iki tarafın da kazanmadığı bu savaşı İran ABD işgali sayesinde zaferle sonlandırdı. Fakat tüm dünya IŞİD isimli bir örgütün Musul gibi Irak’ın en büyük ikinci kentini birkaç gün içerisine ele geçirmesiyle dehşete düşüyordu. Televizyonlarda boy gösteren siyasi analistler, politikacılar, yazarlar yaklaşmakta olan mezhep savaşı tehlikesine dikkatleri çekerek felaket senaryoları üretirken, IŞİD isimli bir heyulanın bu savaşın fitilini ateşlediği iddiası etrafında yazdılar, konuştular.

İnsan bazen bu kişilerle aynı çağda yaşayıp, yaşamadığı konusunda tereddüt ediyor? Nasıl olur da bu kişiler, Irak’ın 2003’te ABD ve koalisyon güçleriyle birlikte işgal edildikten sonra yönetimin Saddam Hüseyin’den alınıp El Hekim-Dava Partisi-Sadr koalisyonuna, bir başka değişle Sünnilerden alınıp Şiilere verildiğini; Irak’ta fiilen 2003’ten itibaren bir mezhep savaşı olduğunu; Suriye savaşını diğer Ortadoğu intifadalarından ayrılan temel yönünün bu savaşın bir devamı olduğu gerçeğini nasıl görmezler?

2001 yılından bu yana Afganistan işgal altında. On binlerce Müslüman, Taliban savaşçısı ya da destekçi olduğu iddiasıyla katledildi. Kızılhaç’ın bile giremediği Bagram Hapisanesi’nde yüzlerce Müslüman dünyanın en korkunç işkenceleriyle öldürüldü. Fakat İran yanlısı çevreler, o gün de, bu gün de bu katliama ses çıkartmadılar. Tıpkı İran Dışişleri bakanı Muttaqi’nin söylediği gibi ‘Başlarından büyük bir belayı (Taliban) def ettikleri için ABD’ ye teşekkür ettiler’.” (S.236)

 

İran Yanlısı Ajanların İkiyüzlülüğü

“İran destekçileri bu kadar ikiyüzlü olmasaydı, kendileriyle Irak savaşındaki tutumlarını da konuşabilirdik. Fakat onlarla artık bir şeyi konuşabilmenin imkânı yok. ABD’ye karşı savaşmanın haram oluğuna dair bir çağrıda bulunsak şaşırmayacağını söyleyenler Irak’ın en büyük Şii mercii olan Ayetullah Sistani’nin söz konusu fetvayı verdiğini ne çabuk unuttular.

ABD işgalcilerinin tanklarıyla birlikte Irak’a girenlerin, Şii Irak  İslâm Devrimi Komuta Konseyi liderleri el Hekim’ler, Şii Dava Partisi liderleri İbrahim Caferi ve Maliki olduğunu ne çabuk unuttular. Irak’ta ABD işgaline ve işbirlikçi bu yönetime karşı verilen İslâmi direnişin sadece Ehl-i Sünnet’e mensup Arap, Kürt ve Türkmenler eliyle yükseldiğini bile bile, inanılmaz bir ikiyüzlülükle Irak direnişinin yanında yer aldıklarını söylediler.

Hizbullah lideri Nasrallah, ABD askerlerinin Bağdat’tan çekilmeye başladığı gün yaptığı konuşmada Nuri el Maliki, Mukteda Sadr ve El Hekim ailesine ABD işgaline karşı direndikleri için teşekkür ediyordu. Allah’ım! Bu nasıl bir çarpıtma. Bu nasıl bir akıl tutulmasıdır? Daha Irak direnişinin üzerinden 50 yıl geçmedi. Hala gözlerimiz önünde cereyan ediyor tüm olaylar. Kim direnişçi, kim satılmış, kim hain apaçık ortada. ABD’ye ve onun kuyruğuna takılıp Irak’a gelen haçlı sürülerine karşı direnen mücahidlerin kim olduğu gizli mi, bir sır mı? Felluce’yi, el Anbar’ı, Musul’u, Ramadi’yi ABD askerleriyle birlikte önlerine gelen Peşmerge’ye, Bedir Tugayları’na, Sadr’ın katillerine karşı kahramanca savunan kimlerdi? Sizler daha biz hayattayken, gözlerimizin içine baka baka yalan söylüyorsunuz. Ya geçmişte yaptıklarınız”?” (S. 237)

 

Cihadcıların Dibinde Olmasından Rahatsızlar

“Binlerce Müslümanı, mücahidi vahşice öldüren ABD askerlerinin önünde onlarla birlikte katliama katılanlar kimlerdi? Irak’ın İçişleri Bakanlığı’nın zindanlarında yaptıkları işkenceler ABD’lileri dahi rahatsız edecek kadar ayyuka çıkanlar İran’da eğitim alan Bedir Tugayları değil miydi? Filistinli Mültecileri Suriye sınırındaki çöllerde yaşamaya mecbur edenler kimlerdi? Kimin çıkarları ABD’ninkiyle örtüştü bugüne kadar?

Amerika’nın yağlı sofralarından kalkmayanlar, Suriyeli kardeşlerimizi Amerikancı olmakla itham ettiler. ‘Allah’tan başka yardımcımız yok, Lebbeyk Ya Allah’ nidalarıyla ölüme koşan bir halka iftira edenler, kendilerinin dışarıdan nasıl göründüklerinin farkındalar mı acaba?

Bir ucu İşçi (Vatan) Partisine, diğer ucu İran’a uzanan bu sözde direniş hattını savunanlar bilmelidirler ki ,’ İslâm ümmeti hamasete, boş laflara, manipülasyonlara kulaklarını ve gözlerini kapatmış durumdadır. Tunus’dan Libya’ya, Mısır’dan Suriye’ye kadar ıslahı, tecdidi ve merhaleyi gözeten güçlü bir İslâmi damar harekete geçmiş ve halklara öncülük etmeye başlamıştır. Bu durumdan en fazla mustarib olanların ABD ve Emperyalist küfür güçleri olduğu aşikârdır. Fakat Türkiye’deki uzantılarına baktığımızda karşımıza 28 Şubat’ın aktörleri, Kemalist-ulusalcı ırkçı İslâm düşmanları ve onlarla kol kola gezen İrancıları görmek artık hiç şaşırtıcı değil. Şaşırtıcı olan bu çevrelerin, Müslümanlar üzerinde hala inandırıcı oldukları zannına kapılmaları. Büyü bozuldu. Gözümüz açıldı artık. Size bu kapıda yemek yok artık!” (S.238)

 

Sonsöz

“Bugün tüm dünya Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçlanmamasının bedelini ödüyor. Sömürgecilerin nihayetinde haritaları oturdukları yerden cetvelle çizdiği ve bizi bir cendereye mahkûm ettiği bu savaş 1918’de bitmiş olsaydı, bugün dünya üzerinde tüm şiddetiyle devam eden bir savaştan bahsediyor olmazdık. Oysaki Osmanlı Devleti’nin çekildiği tüm topraklar üzerine çeşitli tonlarda savaş devam etmektedir. Her şeyin aslına rücu ettiği gibi, coğrafyamız da çeşitli kurtuluş reçetelerine sarıldıktan sonra gerçek kurtuluşun ümmetin ruhundaki ‘asıl’ olana dönmekle mümkün olacağını görecektir.

Bugün, Doğu Türkistan’dan başlayıp, Orta Asya bozkırlarına, Semerkand’dan Bağdat’a, Kafkas dağlarından Şam’a, Filistin’den Tunus’a, Mali’den Büyük Sahra çöllerine kadar uzanan tüm coğrafyamızda işgalcilere ya da onların yerli işbirlikçilerine karşı verilen mücadele henüz ‘Varoluş Savaşı’nın olarak tanımlanabilir. Çünkü bu her biri farklı ton, farklı üslup taşıyan, bir kısmı istikametini henüz bulamamış, bir kısmı içerisinde ciddi marazlar taşıyan bu mücadeleler var olmak için direnen, fakat birbirinden henüz kopuk olan nehirler gibiler. Bu nehirleri tek bir hedef ve istikamet üzerinde toplamak oldukça güç ve büyük bedeller ödenmesi gereken süreçlerdir şüphesiz. Fakat artık coğrafyamız ve ümmetimizin kaderi çatlamış suyu çekilmiş, ümit kesilmiş toprak gibi değildir. Bazıları küçük ırmaklar, kimileri coşkun nehirler gibi akıyorlar artık.” (S.259-260)

________________

1-Murat Özer:1976’da İstanbul’da doğdu. Ortaöğrenimini İstanbul Pertevniyal Lisesi’nde tamamladı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümünü 1999’da bitirdikten sonra İstanbul Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde ‘Osmanlı Kervansaraylarında Sosyal Hayat’ başlıklı teziyle yüksek lisansını tamamladı. Türkiye’deki çeşitli gazete ve dergilerde Kültür Tarihi, Sanat Tarihi ve Uluslararası İlişkiler alanlarında makaleleri yayınlandı. 1994’de Beklenen Vakit Gazetesi’nde muhabir olarak gazeteciliğe başladı. Haftalık Selam Gazetesi’nde yaptığı Kültür Sanat Editörlüğü görevini gazetenin 28 Şubat darbesi sonrasında gelen baskılar sebebiyle kapanmak zorunda kaldığı 2000 yılına kadar sürdürdü. İnsan hakları alanında da faaliyet yürüten Özer, 2009 yılından itibaren çeşitli insan hakları örgütlerinde görev yaptı. Ulusal ve uluslararası kongrelerde ‘mülteci sorunu’, ‘muhacirlerin sosyal hayata adaptasyonu’ ‘Orta Asya ve Kafkasya’da insan hakları ihlalleri’ gibi konularda tebliğler sundu. 2011 yılından bu yana insan hakları ve insani yardım örgütü İMKANDER’in Genel Başkanlığı görevini yürütmektedir.

2-Cenk Kalesi Katliamı: 25 Kasım 2001’de Afganistan’da ABD işgal güçlerine karşı savaşan çoğunlu Afgan olmayan mücahidler, Burhanettin Rabbani liderliğindeki eski mücahid gruplarla (Kuzey İttifakı) Kızılhaç aracılığıyla bir antlaşma yaparak silahlarını teslim etmişlerdi. Esir alınan 8.000 kişinin önemli bir kısmı konteynerlarda havasızlıktan boğularak öldürüldü. Esirlerin 1.500 kadarı Mezar-ı Şerif yakınlarındaki tarihi Cenk Kalesi’ne götürüldü. Kale, ABD uçakları tarafından havadan bombalanırken, Raşid Dostum’a bağlı milisler yaralı ve silahsız 700 kişiyi infaz ettiler. Dostum’un birliklerine ABD ve İngiliz istihbarat görevlilerin refakat ettiği bilinmektedir. Katliam bazı TV kanalları tarafından görüntülenmiştir. S.13

3-Misak Dergisi adı geçen komplo teorilerinin ortalığı kasıp kavurduğu dönemde Taliban Hareketi hakkındaki değerlendirmeleri bağlamında adeta yalnız kalmıştır. Yaşadığımız tecrübe göstermiştir ki: Türkiye’de, İran’ın lobi faaliyetleri noktasındaki gücü ibretlik olup, bizlerin dünya siyasetini okuma noktasındaki zaaflarımız ise ciddi bir muhasebeyi hak etmektedir.

Mîsak Dergisi

Mehmed Zahid Aydar

Sayı: 321 / Ağustos 2017