Bu sayımızda Murat Özer kardeşimiz tarafından hazırlanan ve Cenk Kalesi’nde yitirdiğimiz kahramanların aziz hatırasına ithaf ettiği “Varoluş Savaşımız” isimli eseri tanıtmaya gayret edeceğiz. Bugün İslâm çoğrafyasında yaşayan insanların, Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçlanmamasının bedelini ödediklerini söyleyebiliriz. Osmanlı Devleti’nin çekildiği bütün topraklar üzerine çeşitli tonlarda savaş devam etmektedir. Her şeyin aslına rücu ettiği gibi, coğrafyamız da çeşitli kurtuluş reçetelerine sarıldıktan sonra gerçek kurtuluşun ümmetin ruhundaki ‘asıl’ olana dönmekle mümkün olacağını görecektir. Ne yapmalıyız sorusuna Plevne Müdafii Gazi Osman Paşa’nın verdiği ve hâlâ canlılığını koruyan o muhteşem çağrısıyla (1877) başlayalım: “Çürümüş yönetimi, entrikalara boğulmuş rütbelileri, kaynayan dedikodu kazanlarını unutun. Millet bir gün doğrulur ve onlara gereken cevabı elbette verir. Ama sizler bu milletin gönlündeki gerçek kahramanlar olmak istiyorsanız, vazgeçmeyeceksiniz, geri çekilmeyeceksiniz, asla yorulmayacaksınız ve kararsızlık göstermeyeceksiniz.” İslâm coğrafyasında işgalcilere ya da onların yerli işbirlikçilerine karşı verilen mücadele, kelimenin tam anlamıyla bir ‘varoluş savaşı’dır.
Varoluş Savaşımız
|
Bu sayımızda Murat Özer (1) kardeşimiz
tarafından hazırlanan ve Cenk Kalesi’nde yitirdiğimiz kahramanların aziz
hatırasına ithaf ettiği “Varoluş Savaşımız” isimli eseri tanıtmaya gayret
ettik. Son üç asrın ümmet açısından kan ve gözyaşlarına tekabül ettiği
hepimizin malumu. Ne yapmalıyız sorusuna Plevne Müdafii Gazi Osman Paşa’nın
verdiği ve hala canlılığını koruyan o muhteşem çağrısıyla (1877) başlayalım:
“Çürümüş yönetimi, entrikalara
boğulmuş rütbelileri, kaynayan dedikodu kazanlarını unutun. Millet bir gün
doğrulur ve onlara gereken cevabı elbette verir. Ama sizler bu milletin
gönlündeki gerçek kahramanlar olmak istiyorsanız, vazgeçmeyeceksiniz, geri
çekilmeyeceksiniz, asla yorulmayacaksınız ve kararsızlık göstermeyeceksiniz.”
Önsöz
“Trablusgarb’tan Sarıkamış’a,
Çanakkale’den Hindikuş Dağlarına, Felluce’den Halep’in dar ve izbe sokaklarına
uzanan çelikleşen bir imanla yoğrulmuş kalın bir hat uzanıyor. Vatan’ın
harimine uzanmasın küfrün çizmesi diye Plevne’de görkemli bir direniş
sergileyen, adalet ve sabrıyla düşmanın dahi tazimine mazhar olmuş Gazi Osman
Paşa’nın evlatlarının Türkmen Dağı’nda, Kerkük’te, Mezar-ı Şerif’te aynı inanç
ve kararlılıkla sürdürdüğü bir mücadelenin izlerini süreceğiz. Mavzerindeki son
kurşunu tükenene kadar Medine’yi, Ravza-i Mutahhara’yı müdafaa eden Fahreddin
Paşa’nın İngilizlere teslim etmeyip, Rasul-ü Ekrem’in (s) kabrine emanet ettiği
kılıcını bir asır sonra şakırtılarını Kandahar’da, Halep’te, Saraybosna’da,
Grozni’de, Doğu Türkistan’da duyuran mü’minlerin sadasına kulak vereceğiz.
Bu çalışmayı, Filistin Cephesinde
İngilizlere esir düşüp, Mısır’da asit havuzlarına atılarak gözleri kör edilen
15 bin Mehmetçiğin izinden giden ve onlar gibi mazlum bir şekilde esir edilerek
şehit düşmüş Cenk Kalesi (2) kahramanlarına ithaf
ediyorum.
Heybelerinde Kur’an vardı. Ne mal, mülk ne
de dünyevi bir mevki. Evleri dağlardı, yatakları kar. Bosna’nın iffetini,
Çeçenistan’ın namusunu beklediler. Sular durulduğunda, kendilerine ihtiyaç
kalmadığı düşünüldüğünde Bosna’dan sürülen de onlardı.
Ama ‘olsun’du. Sırada bekleyen yeni
cepheler vardı. Tacikistan, Özbekistan, Afganistan imdat istediğinde koşarak
geldiler. Ümmet bilincinin yitirilmesine varlıklarıyla, kardeşçe direnen bir
avuç mü’mindiler.
Heybelerinde iman vardı. Gözleri Kudüs’e
çevrili yedi yüz mü’mindiler..
Bizi affeder misin?” (S.11-14)
Giriş
“Bu çalışma, sınırları çok da belirli
olmayan ‘vatan savunması’nı merkeze koyan Milli Kurtuluş Savaşlarından,
düşmanın küreselleşmesi sebebiyle yeni bir evreye giren küresel direniş,
Ortadoğu intifadaları ve tüm bunların bileşkesi durumundaki Varoluş
Savaşı olgusuna işaret etmeyi amaçlamaktadır. 20. yüzyılın sona
ermesiyle birlikte Müslüman halkların düşmanlarının sadece ‘niyet ve
çıkar birliktelikleri’ değil, aynı zamanda askeri ve coğrafi hedefleri
de aynılaşmış, diğer bir ifadeyle zalimler ayrı ayrı hedeflere sahip olsalar da
Müslüman coğrafyalar ve halklar üzerindeki tasarruf ve niyetleri noktasında
birleşmişlerdir.
Bu çalışma, ümmetimizin mücadele pratiğini
çeşitli coğrafyalardan örnekler vererek anlatmaya çalışırken, asrımızdaki cihad
olgusu, mücadele bilinci-yöntemleri ve önümüzde aşmamız gereken engelleri de
tartışmaya açmayı hedeflemektedir.” (S.18)
Büyük Bedeller ve
Ulusalcı İhanetler
“İslâm ümmetinin ortaya koymuş olduğu
büyük gayretin neticesinde işgal güçleri topraklarımızı terk etmek zorunda
kaldılar. Sömürgecilerin cetvellerle çizdiği haritalar üzerinde kurulan sözde
bağımsız devletler ümmeti gerçek kurtuluştan uzaklaştıran türlü ideolojik
yapılara dönüşüyordu. Osmanlı’ya ihanet eden Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in bir
oğlu Ürdün’e, büyük oğlu Faysal önce Suriye’ye daha sonra ise Irak’a kral
yapılıyordu. Faysal bin Hüseyin’in kişiliği sanal kurtuluş savaşlarının bir
ideolojik kimliğinin olup olmadığı konusunda bize bir bilgi sunacaktır.
İngilizlerle anlaşarak 1918’de Şam’ı işgal
eden Faysal’ın birlikleri Arapları tek bayrak altında toplamayı ümit ediyordu.
Osmanlı Devleti’nden kopardıkları bu topraklar üzerinde İngilizlerin vesayetini
korurlarken kurtuluşun başka bir şekilde mümkün olmayacağını düşünüyorlardı.
Fakat Faysal 1919’da Barış Konferansı için Paris’e gittiğinde Fransızlar Lübnan
ve Suriye’yi işgale başlamışlardı. Faysal, işgalcilerle mücadele etmek yerine,
tüm Suriye kıyılarını Fransızlara terk ederken bir yıl dahi geçmeden Şam’ı
kaybetti. Fakat soluğu İngilizlerin yanında aldı. İngilizler kendisine 2 yıl
sonra Irak’ın krallığını verdiler.
Faysal ne Irak’ın ne de Suriye’nin
özgürleşmesini sağladı. Batı yanlısı diktatörlüklerin hâkim olduğu İslâm
coğrafyasında halk sürekli kurtuluş çareleri aradı. Suriye ve Irak’ta peş peşe
kurulan Arap-Sosyalizmi idealine bağlı Baas Partileri iktidarı kanla ele
geçirdiklerinde Müslüman halkların elinde yine sadece yitirilmiş ümitler vardı.
Türkiye’de tek parti diktatörlüğünün
kurulup, halkın sindirildiği ve Batılı bir kimliğe icbar edildiği bir dönem
yaşanıyordu. Doğal olarak İslâm ümmetinin yaşadığı sorunlar umurunda değildi.
Birkaç yıl öncesine kadar kendisine ait olan topraklar üzerinde işgalciler her
türlü vahşeti gerçekleştiriyorlardı. Türkiye’nin yöneticileri ise İslâm’a ait
ne varsa bu topraklardan kazımakla meşguldü. Irak ve Suriye’nin başına gelenler
benzer bir şekilde Mısır’da da gerçekleşiyordu. Kavalalı sülalesinden gelen
Ahmed Fuat Paşa İngilizlerden bağımsızlık ilan edip Mısır’da sultanlık
kuruyordu. Fakat ne o, ne de oğlu Faruk Mısır’ı bağımsız bir ülke haline
getiremedi. Halkın giderek artan hoşnutsuzluğunu fırsat bilen subaylar 1953’de
bir darbe ile iktidarı ele geçirdiler ve cumhuriyet ilan ettiler. Daha sonra
Arap milliyetçiliği ile adı özdeşlecek olan Cemal Abdülnasır’ın darbeyle
kurduğu cumhuriyet görece milli sayılırdı. Ne Sovyet ne de Batı bloğuna
girmeyen Nasır’ın ülkedeki İslâmi hareketlere karşı olan düşmanca tavrı
İsrail’le restleşmesiyle birlikte yumuşamıştı.
Osmanlı Ordusu Tarblusgarp’ı (Libya) büyük
bir mücadelenin ardından terk ederken, geride halkı ve toprakları koruyacak
düzenli bir ordu kalmamıştı. Cezayir’in ve Tunus’un kaderi de aynı şekildeydi.
Müslüman halkın kendini işgalcilerin tasallutundan koruyacak bir ordusu
bulunmuyordu. Tek çare, savaşmayı bilmeyen ve her türlü askeri teçhizattan
yoksun Müslüman halkların kendi imkânlarıyla işgalcilere karşı direnişe
kalkmasıydı.
Libya’da bir Kur’an öğretmeni olan Ömer
Muhtar önderliğinde 1923 yılında başlayan kurtuluş savaşı 1931 yılında direniş
önderi Ömer Muhtar’ın İtalyan kuvvetlerince idam edilerek şehid edilmesine
kadar kesintisiz sürdü. Libya’nın bağımsızlığını kazanması ancak 1951 yılında
gerçekleşiyordu. Fakat gerçekte hiçbir zaman bağımsız olamadı. 1969 yılında bir
darbe ile iktidara gelen Muammer Kaddafi Baas benzeri ‘İslâmi
Sosyalizm’ denilen bir ideoloji ile bir halk devrimiyle devrildiği
2011 yılına kadar ülkeyi demir yumrukla yönetti. Onun da tıpkı diğer refikleri
gibi düşmanı işgalciler değil, ülkede bağımsızlık ruhunu ayakta tutmaya çalışan
İslâmi Hareketler oldu. Kaddafi yönetimi, sadece bir günde Trablus
yakınlarındaki Ebu Selim Cezaevi’nde 1270 İslâmcı tutukluyu hapishanede vahşice
öldürerek adını Moğollar ve Haçlılarla aynı günah defterine yazdırmayı başardı.
Cezayir’in kaderi de Libya’dan farksızdı.
132 yıl boyunca ülkedeki Fransız işgal güçlerine karşı direnen halkın
önderliğini İslâmi Hareketler yapmıştı. Emir Abdülkadir önderliğindeki Müslüman
halk 1832’de başlattığı direnişi çeşitli fasılalarla bir asırdan fazla sürdürdü.”
(S.38)
1837’de Emir’in önderliğinde kurulan
Müslüman Cezayir Devleti üç yıl sonra yeniden işgal edilecek, direniş 1846’ya
kadar devam edecekti. Bundan sonra bütün bir halk Fransız işgal güçlerinin
esiri olarak I. ve II. Dünya Savaşları’nda sömürge askerleri olarak ölüme
gönderilecekti. Fransız Ordusu 2. Dünya Savaşı’nın bittiği gün 8 Mayıs
1945 tarihinde Cezayir bayraklarıyla gösteri yapan Müslümanların üzerine ağır
silahlarla düzenlediği saldırıda bir gün içerisinde 45 bin kişiyi katletmiştir. Fransızların
işgal dönemi boyunca ülkede gerçekleştirdiği çeşitli toplu katliamlarda
öldürdüğü Cezayirlilerin sayısının 1,5 milyonu bulduğu bilinmektedir.
Ancak 1962 yılında bağımsızlığına kavuşan
Cezayir’de Fransa asla ‘soykırım’ işlediğini kabul etmemiştir. Şeyh Abdülhamid
bin Bediş liderliğinde kurulan Cezayir Ulema Cemiyeti’nin 1954 yılında
başlattığı halk isyanı FLN ile ete kemiğe bürünüyor ve 8 yıl sürecek büyük bir
direnişe dönüşüyordu.
Bağımsızlık savaşı sonrası iktidara
gelenler ise tıpkı diğer İslâm ülkelerinde olduğu gibi Batı yanlısı kukla
idarecilerdi. 30 yıl boyunca süren istibdat rejimi 1990’lı yılların başında Ali
Belhac ve Abbas Medeni önderliğindeki İslâmi Selamet Cephesi’nin seçimlerde
elde ettiği zaferle sarsılıyordu ki, Fransa yine devreye girerek ülkede bir
darbe gerçekleştirilmesini sağlıyordu. Bu tarihten sonra ülkede Müslüman avı
başlatılacak ve 100 binden fazla Müslüman infaz edilerek,
darağaçlarında sallandırılarak ya da toplu katliamlarla öldürülecekti.
İslâmi Hareketler bağımsızlık savaşlarının
öncü unsurları olmalarına rağmen Batıcı kadrolar tarafından tasfiye
ediliyorlardı. Bu durum Türkiye’de olduğu gibi, Cezayir, Libya ve Mısır
örneklerinde de aynen tekrarlandı. Mısır’da 1928 yılında İngiliz işgalcilerine
ve onların yetiştirdiği Batıcı kadrolara karşı İslâmi bir kimlikle ortaya çıkan
Müslüman Kardeşler kısa sürede halkın teveccühünü kazanmaya başlamıştı. Fakat
İngiltere, cemiyetin kapatılması için büyük bir çabanın içine girdi. 1941
yılında elçiliği vasıtasıyla kraldan resmi olarak kapatma talep etti. Fakat bu
talep kabul edilmedi. İhvan’ın kapatılması, ulusalcı ve güya bağımsızlık
yanlısı olduğu iddia edilen Vafd Partisi’ne nasip oldu.
Mahmud Fehmi en-Nakraşi Hükümeti 1948’de
cemiyeti kapatırken bunu demokrasinin faşizme karşı zaferi olarak sunuyordu.
1949’da İhvan’ın kurucu lideri Hasan el Benna bir suikast sonucu şehid edildi.
1951 yılında iktidarda olan Başbakan Nehhas Paşa İngilizlerle kriz yaşayınca,
İhvan’ın üzerindeki yasağı kaldırdı. Çünkü ülkenin yeniden İslâmcılara ihtiyacı
vardı. Başbakan Nehhas Paşa, Mısır üzerinde İngiliz nüfuzunu kurumsallaştıran
‘1936 Savunma İşbirliği Anlaşması’nı ilga ettiğini açıklayınca Süveyş
Kanalı’nda İngiltere ve Mısır arasında çatışmalar başladı. İngiliz
birliklerinin 26 Ocak 1952’de İsmailiye’ye saldırmasıyla başlayan ‘Kanal
Savaşı’ sırasında İhvan da aktif olarak yer aldı.
İslâm dünyasının kalbinde, Müslümanların
ilk kıblesinin olduğu mübarek topraklar üzerine kurulan İsrail varlığıyla hem
küfrün küresel yüzünü hem de işbirlikçi yönetimlerin kirli yüzlerini daima ifşa
etmiştir. 1928’de başlayan ve 1948’de tamamlanan işgal sürecinin arkasında
Yahudileri himaye eden İngiltere’nin başını çektiği Avrupa ve daha sonra bu
ittifaka katılacak olan Amerika olduğu zaman içerisinde çok daha net anlaşılacaktı.
Siyonistlerin Filistin’de işlediği cürümler ümmetin gururunu incittiği gibi
Ortadoğu’daki diktatörlerin prestijini de yerle bir ediyordu.
1948’de başlayıp l967’deki Altı
Gün Savaşı’yla neticelenen ve İsrail’in ABD ve İngiltere desteğiyle kesin
zaferiyle sonuçlanan Arap-İsrail Savaşları Mısır, Suriye, Ürdün ve Irak başta
olmak üzere Ortadoğu’daki liderlere duyulan güveni tamamen yıktı. Müslüman
halklar, bir avuç siyonist karşısında bozguna uğrayan Arap ülkelerinin
liderlerinin ‘ihanet, kıskançlık ve desise ile iktidarını sağlamlaştırmak’ gibi
pek çok kötü haslete sahip olduğunu yaşayarak gördü. Tarih, İsrail’e karşı
savaşmak için Mısır Ordusu saflarına gönüllü olarak katılan binlerce İhvan
mensubunun satılmış liderler eliyle nasıl harcandığını yazmasa da, İslâmi
Hareketler için bu savaşlar, Batıcı iktidarlarla kurulması gereken ilişkiler
hususunda iyi bir tecrübe oldu. Filistin meselesi ise Müslümanların birinci
gündem maddesi olmaya devam etti.
11 Eylül 2001’de ABD’ye yönelik yapılan
saldırıların temel gerekçesi de ‘Filistin’ sorunu olmuştu. Bu saldırının tüm
kayıp ve kazanımları bir yana bırakılacak olursa geride bıraktığı en önemli şey
‘ABD öncülüğündeki Haçlı Koalisyonu’nun tüm maskelerini indirerek sahaya
inmesini sağlaması olmuştur. ABD’nin vazgeçilmez müttefiki İsrail’in tüm
şımarıklıklarına arka çıkması, önce Afganistan’ı daha sonra ise Irak’ı işgal
etmesi tüm İslâm dünyasında bir ‘çaresizlik sendromunu’ tetiklerken
aynı zamanda bir ‘direniş’ olgusunu da beraberinde getirdi.
Küresel saldırının sadece işgal ile
yetinmeyip, Ortaasya ve Ortadoğu’daki diktatörlükleri de daha fazla teslimiyete
icbar etmesi 21. yüzyılı yeni savaşlar çağına dönüştürdü. Aslında bu savaş 1.
Dünya Savaşı’nın henüz neticelenmediğinin de bir kanıtıydı.
İslâm dünyasına karşı askeri, siyasi ve
içtimai olarak çok boyutlu bir şekilde sürdürülen küresel saldırıya karşı
çeşitli tonlarda bir direniş ortaya koyulmaya başladı. Bu işgalin olduğu
coğrafyalarda kendini silahlı direniş olarak gösterirken, Tunus, Mısır, Libya
ya da Suriye örneklerinde olduğu gibi halk ayaklanmaları şeklinde kendini
göstermiştir.” (S.36-41)
İslâm Dünyasında İşgal
Olgusu ve Mücadele Tecrübemiz
“Tarihimizin son üç asrına baktığımızda
gördüğümüz, gücümüzü yitirdiğimiz ve bunun sonucu olarak etrafımızı çevreleyen
düşmanlarımızın adeta birer sırtlan gibi ümmetimize hücum ettiği gerçeğidir.
1783’te Kırım’ın işgaliyle başlayan ve Cezayir’in Fransa’dan bağımsızlığını
ilan ettiği 1962 yılına kadar süren 179 yıl boyunca Müslümanlar işgalcilere
karşı bağımsızlık savaşı verdiler. Bu süreç, Osmanlı Ordusu’nun tarih
sahnesinden çekildiği, asırlarca İslâm’ın bayraktarlığını yapmış Türkler’in
Anadolu’ya hapsedildiği ve sonuç olarak kendisini koruyabilecek nitelikte güçlü
herhangi bir orduya sahip olmayan ümmetimizin kendi kısıtlı imkânlarıyla
verdiği savaşlar olarak bilinmelidir. 1979’da Rusya’nın Afganistan’ı işgal
etmesiyle başlayan süreç ise yeniden varoluşumuzun işaret fişeği olarak
görülmelidir.
Bugün İslâm dünyasında yaşanan savaş,
işgal ve ayaklanmaları daha iyi anlayabilmek ve anlamlandırabilmek için şimdi
kısa ve panaromik bir gezintiye çıkmalıyız.” (S.62)
Yazar bu tespitinden sonra Kırım(S.63-65),
Filistin (S.65-70), Mısır (S.71-75), Afrika (S.76-87), Kafkasya (S.88-109),
Afganistan (S.110-129), Keşmir (S.130-139), Irak (S.140-163), Suriye
(S.164-176), Lübnan (S.177-186), ve Türkistan (S.187-195) topraklarında
yaşanan, işgalleri ve bu işgaller karşısında ortaya çıkan direnişi inceler.
Afganistan
Paylaşılamayan Toprak
“Afganistan toprakları işgal güçleriyle
neredeyse 2500 yıldır tanışık. M.Ö. 5OO’lü yıllarda Büyük İskender tarafından
işgal edilmesinin üzerinden geçen asırlar topraklarının kaderini hiç
değiştirmedi. Safeviler, İngilizler, Ruslar ve son olarak ABD. Ancak tarihi bir
hakikat olarak ortadadır ki, hiçbir işgal gücü bu toprakları uzun bir süre
elinde tutamamıştır.
İngilizlerin işgal teşebbüslerinden yıllar
sonra 1979’da SSCB Ordusu tarafından işgal edilen Afganistan ne yazık ki bu
savaşlar sebebiyle kadim tarihine, tarihte kurduğu büyük medeniyetlere aldırış
edilmeksizin sefalete sürüklendi. Afgan halkı her türlü yoklukla imtihan
edildi. Afganistan’ı sömürmeye kalkan Batı toplumları ve Rusya halkı her türlü
teknolojik ilerlemenin imkânlarını sonuna kadar kullanırken, Afgan halkı
ortaçağ şartlarında kanalizasyon şebekesinin dahi olmadığı bir yaşantıya mahkûm
edildi.” (S.110)
“11 Eylül 2001 tarihinde ABD’de düzenlenen
saldırılar sonrasında ABD yönetiminin misilleme olarak ilk saldırdığı ülke
Afganistan oldu. Bu saldırıların akabinde dönemin ABD Başkanı George Bush’un
tüm dünyaya özel olarak da İslâm dünyasına ‘ya bizdensiniz, ya da
onlardan’ diyerek tarihi restini çekmesinin üzerinden 26 gün sonra
7 Ekim 2001 günü ABD öncülüğündeki koalisyon uçakları Kabil, Kandahar ve
Mezar-ı Şerif başta olmak üzere Afgan şehirlerine ölüm yağdırdılar. Bu
saldırılarda kullanılan bomba miktarı, tüm 2. Dünya Savaşı boyunca tarafların
birbirlerine saldırırken kullandığı bomba miktarından fazla olmuştur. Öyle
ki, saldırılar sonrasında Afganistan’ın topografyasında değişiklikler meydana
gelmiş, hatta depremler olmuştur.” (S.111)
Taliban Hareketi ve
Komploculuk
“2001 yılında iktidardan düşürüldüğünde,
hem Batı medyası hem de onun Türkiye’deki uzantıları ABD desteğiyle iktidara
getirildiğini iddia ettikleri Taliban hareketinin misyonunu tamamlayarak,
Afganistan’ı sömürgecilere teslim ettiğini yazıyorlardı. Onlara göre Taliban,
Pakistan istihbaratı ISI tarafından kurulmuş taşeron bir örgüttü ve ABD’yle
danışıklı-dövüş yaparak, mücahitlerin Ruslara karşı büyük fedakârlıklarla elde
ettiği tüm kazanımları efendisine teslim ediyordu. 11 Eylül saldırıları,
Taliban’ın Usame bin Ladin’i ABD’ye teslim etmemesi gibi pek çok detay bu büyük
operasyonun sadece görünen yüzüydü. Hatta bu taşeron örgütün lideri olduğu
söylenen Molla Ömer’in medyada en ufak bir resmi dahi yayınlanmamıştı. Belki de
böyle bir kişi hiç yaşamamış, CIA’nın karargâhlarında üretilen sanal bir
kişilikti.” S.112
“Bu komplo teorileri, artık aradan geçen
onca yıl, katledilen on binlerce mücahit; fakat hala teslim alınamayan büyük
bir iradenin varlığı sayesinde anlamını yitirmiş olabilir. Belki bu geçen
yılları, medyanın büyüleyen atmosferi içinde doğru dürüst anlamaya, idrak
etmeye çalışmamış olabilir insanlar. Fakat Taliban direnişi hakkında kaleme
alınan pek çok yazı, sarf edilen onca söz ve yayınlanan onca kitap, hep
yukarıda karikatürize edilen komplo teorilerine dayandı. Taliban hakkında
yayınlanan kitapların -ki bir kısmı İslâmi yayınevlerinden çıkmıştır-
tamamı bu teorilerden besleniyordu. Bu teorilere en çok aldanan kitleler ise
İslâmcılar oldu. (3) Dünyayı ‘komplocu bir
zaviyeden’ okuma becerisine sahip aydınlar ve kitleler, kendilerine Batı
medyası tarafından verilen bu çözümlemenin ‘psikolojik bir harekâtın’ parçası
olabileceği ihtimali üzerinde ise hiç durmadılar.
İşte tam da burada Taliban öyle
beklenmedik uzun vadeli bir stratejiyle direndi ki, her geçen gün istilacıları
biraz daha şaşkına çeviren üst düzey eylemler gerçekleştirdi. Direniş boşa
çıkardı tüm komplo teorilerini.” S.114
Taliban Hareketi Kimdir?
“Afganistan Taliban Hareketi, Sovyet
işgali sebebiyle Pakistan’a hicret edip, burada kendilerine yeni bir hayat
kurmaya çalışan insanların çocukları eliyle kuruldu. Ne Pakistan’ın ne de
Afganistan’ın toprakları sayılmayan 2500 km uzunluğundaki sınırın Pakistan’a
bakan dağlık bölgelerinde; Veziri ve Peştun kabilelerin hâkimiyetindeki teslim
alınamayan topraklarda hayatlarını inşa etmeye çalışan mültecilerin çocukları;
şimdi sömürgecilere meydan okuyorlar. Çoğunluğu Diyobend ekolündeki Sünni
medreselerde eğitim gören talebeler, iç savaşın yorduğu Afgan halkı için bir
umut olmuş; kısa sürede Afgan topraklarının yüzde 95’ine hâkim olmuşlardı.
ABD işgaliyle tamamen biteceği hesap
edilen Taliban, tüm strateji uzmanlarının öngörülerine inat; sadece
Afganistan’a dönmekle kalmadı; neşet ettiği topraklarda da egemenlik alanını
arttırdı. Taliban asıl büyük gelişimini, Veziristan’da sağladı. Medyaya ‘Svat
saldırısıyla’ birlikte bazen yanlış bir şekilde yansıyan haberlerde, adeta
Afgan Taliban’ının Pakistan topraklarında ilerlediği gibi bir izlenim doğmuş
görünüyor. Oysaki durum hiç de böyle değildir. Svat Vadisi’ne, oradan
İslâmabad’a 100 km kadar yaklaşan Taliban Hareketi, tamamen Pakistanlılardan
oluşmakta. Zaten hareketin ismi de Tebrik-i Taliban-ı Pakistan. Yani, Taliban
ismi bölgede adeta bir fenomen durumundadır. Yayılma istidadı
gösteren şey, hareketin üyeleri değil, zihniyetin ve bu zihniyetin tezahürü
olan direnme bilincidir.
İşte Taliban’ın başarısı buradadır.
Afganistan’daki kabile ve hizip savaşlarını büyük ölçüde engelleyip iktidarda
kaldığı 5 yıl boyunca ülkede huzur ve sükûnu tesis eden hareket, asırlardır
kavgalı Veziri ve Peştun kabilelerini de ‘inanç ve eylem’ temelinde
birleştirmeyi başarmış görünüyor. Hiçbir zaman merkezi bir otorite tarafından
yönetilemeyen bu kabileler, Talibanın ‘şeriatın ve adaletin ikamesi ve
haçlılarla mücadele’ sloganı etrafında birleştiler.” (S.115)
Varoluş Savaşı’mızın
Önündeki Engeller
“İslâm ümmetinin bağımsızlık yolunda verdiği
‘varoluş savaşı’nın önünde içeriden yükselen önemli barikatlar bulunmaktadır.
Doğulu ve Batılı sömürgecilere karşı yürüttüğü siyasi, askeri ve ekonomik bu
savaşta İslâm coğrafyasının içinde, ümmetimizin kendisinden mülhem marazları
mevcuttur. Bunların en başında elbette cehalet gelmektedir. Batıya öykünen ve
süreci yaklaşık 200 yıldır yaşayan ümmetin çarpık din anlayışlarından, İslâm
ile alakası olmayan törelere varan pek çok algıdan beslenen cehaleti bir
çırpıda ortadan kalkacak gibi değildir.” (S.197)
1-Tekfircilik ve
Ötekileştirme
“İslâm düşünce mirası içerisinde
Haricilikle başlayan tekfirciliğin pek çok vechesi bulunmaktadır. Müminlerle
kâfirler arasındaki hukukun belirlenebilmesi; İslâm toplumunda Müslümanlarla
gayri müslimler arasındaki ilişkinin, kanunlar ve toplumsal düzen önünde net
çizgilerinin oluşabilmesi için ‘tekfir’ bir hukuki terim olarak zorunludur.
Çeşitli mezhepler, fıkıh ekolleri arasında bu konuda, yani çizginin nerede
çizileceği, irtidat mevzusunun keyfiyeti gibi hususlarda ihtilaflar mevcut olsa
da bunların tamamı fıkıh alanında ve devlet otoritesinin varlığında
tartışılacak konulardır.” (S.198)
“Afganistan, Irak, Kafkasya, Doğu
Türkistan gibi işgalci kâfirlere karşı verilen mücadelenin yanı sıra, Suriye’de
olduğu gibi yerli zalimlere karşı da cihad edildiği bir vasatta karşımızda
duran en büyük tehlike şüphesiz tekfirciliktir. Tekfircilik başlı başına
‘çeşitli sosyal ve psikolojik arızalardan mülhem bir anlayıştır ki, yazının
konusunu da İslâm düşünce mirasında güçsüz olduğumuz çeşitli zamanlarda zuhur
eden bu müstakil anlayış oluşturmaktadır.” (S.199)
“Bu kişilere göre kişinin Müslüman
olduğunu ikrar etmesi, bu yolda mücadele etmesi dahi hüccet değildir. Herkesin
akidesini önce bu kişilerin önüne getirmesi, test ettirmesi, onların onayına
sunması gerekmektedir. Görüldüğü üzere tekfirci, İslâm’ın düşmanlarıyla değil,
düşmanlarımıza söz ve amelleriyle zarar verme istidadında olan kişilere
düşmandır.
Selefi âlimlerin çağımızdaki önemli
isimlerinden Makdisi bir hatırasını şöyle aktarıyor: ‘Pakistan’da iken
tekfircilerden bir grup Bin Baz’ı tekfir ediyorlardı. Bin Baz’ı tekfir
etmeyenleri tektir ediyorlardı. Aynı şekilde silsileye devam ediyorlardı. Bana,
Bin Baz’ın durumunu sordular dedim ki: Bu gibi muayyenlerin kâfir olup
olmama konusunu bırakıyorum. Allah Rasulü (sav) şöyle buyurmaktadır: ‘İnsanlar
Muhammed, ashabını öldürüyor demesinler.’ (Buhari) Bugün insanlara
tağutları, ordularını, askerlerini tekfir etmek ağır geliyor ve
hazmedemiyorlar... Dolayısıyla bu aşamada onlarla meşgul olmamızın gerekli
olduğunu düşünmüyorum.... Bu sözümü beğenmeyip beni tekfir ettiler. Ben
muvahhid bir gruba cuma namazı kıldırdım, onları da beni tekfir etmiyorlar diye
arkamda namaz kılan herkesi tektir ettiler. Arkamda namaz kılanları tekfir
etmeyenleri de tekfir ettiler..” (S.203)
2-Irkçılık ve
Kavmiyetçilik: Bölücü Yaklaşımlar
“On dokuzuncu asırdan bu yana İslâm
toplumlarını sömürgecilerin bir uç beyi gibi tarumar etti ulusalcılık. Ümmeti
parçalayan ve daha sonra da bu küçük parçaları yutan emperyalistler, önce bizi
birbirimize düşman etmek için sahaya sürdüler ulusalcılığı. Balkanları daha
sonra ise Arapları Osmanlı’dan bu sayede kopardılar. İşgal ettikleri
topraklarda Müslümanlar kendilerine karşı direnmeye başladıklarında ise, bu
direnişin hakiki bir İslâm mecrasına kaymasını engellemek için yine
ulusalcılığa sarıldılar. Böylece büyük bedeller ödeyerek işgalden kurtulduğunu,
düşmanı topraklarından kovduğunu sanan Müslüman halklar, ulusal kimlik
etrafında ördükleri bu savunma hattında aslında nasıl da gönüllü bir taşeron
olduklarını çok geç anladılar, bir kısmı ise hala anlayabilmiş değil.
Anadolu, Cezayir, Libya, Mısır ve Irak..
Bu topraklarda verilen tüm istiklal mücadeleleri Batılı devletlerin yaptığı
oyunlar neticesinde zeminlerinden kayarak ulusal bir vecheye büründü. Varoluş
savaşımızın önünde belki de içinde barındırdığı potansiyel itibariyle en ciddi
tehdit şüphesiz kavmiyetçilikten beslenen bölücülüktür.
Ümmetimizin arasına yapay sınırlar
çizenler, İslâm’ın asırlarca bayraktarlığını yapmış olan halkımızı da Anadolu
sınırlarına hapsettiler. Bizler bu sınırların kendimize dar geldiğini
düşünürken sömürgeciler kendilerine yeni taşeronlar bularak var olan toprakları
daha da bölmeye parçalamaya çalışmaktalar. Arapçılık, Türkçülük gibi ümmeti
bölmek için üretilen ideolojiler kendisini ‘Nasırcılık, Kemalizm, Baasçılık’
gibi isimlerle piyasaya sürdüler. Fakat bu ideolojilerin şüphesiz en
tehlikelisi ‘Kürt Ulusçuluğu’dur. Zira Kürtçülük, diğerlerinin aksine tam
anlamıyla İslâm düşmanlığı üzerine kurgulanmıştır. Nasırcılık ya da Türkçülük
içerisinde az da olsa İslâm’dan izler taşısa da Kürtçülük bütünüyle din
karşıtlığı ile üretilmiştir. Bu sebeple bu çalışmada kavmiyetçi-bölücü anlayışı
daha iyi tanıyabilmek adına tipik bir örnek olduğu için Kürt Milliyetçiliğini
irdeledik.” (S.222)
3- Mezhepçilik Fitnesi: Şia ve
İran Yayılmacılığı
“Kendi varlığını küfre karşı
konumlandırmış Osmanlı’nın aksine İran, Şah İsmail’den itibaren daima kendisini
Ehl-i Sünnet’e karşı konumlandırdı. Türkiye ile kesin sınırlarının belirlendiği
1639 Kasr-ı Şirin anlaşmasına kadar sürekli olarak savaş hali yaşadığımız
Safevi İran’a karşı tutumumuz 1979’dakı devrimle birlikte yumuşamış ve yerini
zaman zaman hayranlığa bırakmış olsa da tarihi düşmanlık önce Afganistan daha
sonra Irak işgaliyle su yüzüne çıktı. Nihayet Suriye’de 2011 yılında başlayan
devrim sürecinin karşısında tüm gücüyle durmaya çalışan İran ve öncülüğünü
ettiği Şii koalisyon artık İslâm dünyasıyla açık bir savaşa başlamış oldu.”
(S.230)
“Hama Katliamından sonra İhvan üyelerinin
İran’dan bekledikleri desteği bulamadıkları için, İran’a sırtlarını
çevirdiklerini, Said Havva’nın İran’dan eli boş döndükten sonra, Irak’a
sığınıp, İran-Irak Savaşında Saddam Hüseyin’i desteklediğini yıllarca küçük
harflerle konuştuk. Çünkü bunları yüksek sesle dillendirmek, sürekli Batılı
güçlerin çıkarmaya çalıştığını düşündüğümüz mezhep savaşına odun taşımak
anlamına gelecekti. Yirmi bin kardeşimizi katleden ve bir o kadarını da
zindanlara doldurup infaz eden bir rejimi, İslâm devrimi nasıl destekleyebilirdi?
Sustuk.. Çünkü boğulmaya çalışılan İran devriminin nefes alabildiği tek ülkeydi
Suriye.
Mezhepçilik Fitnesini
Kim Kışkırtıyor?
lrak işgal edilip, İran destekli bir rejim
ABD güdümüyle kurulduğunda da susmayı tercih ettik. Çünkü ABD Saddam’ı devirip,
ordusunu lağvedince mecbur kalmıştı İran destekli Irak İslâm Devrimi
Konseyi’ne, El Hekim’in Bedir Tugaylarına, Dava Partisi’ne, Maliki ve
Caferi’ye.. İşgale karşı direnenlerin tamamı Sünni, işgali destekleyen
Arapların neredeyse tamamının Şii olması karşısında sustuk. Mezhep
savaşının bir argümanı olmamalıydık. Şii direnişçiler aradık; böylece mezhep
bağnazlığına karşı söyleyecek sözümüz olabilirdi. Mukteda Sadr’ın kısa direnişi
dahi bizi ümitlendirdi. Oysaki direnişi, altı bakanlık ve hükümette
kilit bir rol almayla kesilince, bu yapay direniş de derdimize derman
olamadı.
Felluce’ye saldıran ABD ordusuyla birlikte
hareket eden Bedir Tugayları’ndan bahsetmemeliyiz. Üç ay boyunca Nehr-ül
Berid’e saldırıp, binlerce Filistinliyi katleden Lübnan Ordusu’na ses çıkamayan
Hizbullah’ın tutumunu da gündemleştirmemeliyiz. Zalim Hariri’yle birlikte
yaşayamayacağını söyleyen Nasrallah’ın, bu güçler Filistinlileri katlederken,
‘Bizler Lübnan Devleti’nin huzur ve asayişinden yanayız’ sözlerini de geçmişte
bırakmalıyız.” (!) (S.232)
“Oysaki savaşın ilerlemesi ile birlikte
hüsn-ü zannımızın klasik Sünni iyimserliği olduğunu, muhatabımızın ise
takiyyeyi bir akide haline getirdiğini acı bir tecrübeyle yaşadık. 2011-2015
yılları arasında İran destekli Hizbullah ve Esed milisleri yaklaşık 350 bin
Sünni Müslümanı vahşice öldürdüler. On binlerce kadın-erkek ve çocuğa tecavüz
edildi. Tutsakların sayısı on binlerle ifade edildi. Katliam ve dehşet
sahneleri o kadar korkunçtu ki, artık bunu dünyanın gözlerinden gizleyebilmenin
takiyye yapabilmenin imkânı kalmadı. Nihayet hem İran hem de bölgedeki taşeron
uzantısı olan Hizbullah ya da Irak’taki çeşitli Şiî örgütlerin gerçek yüzü
apaçık bir şekilde ortaya çıktı.” (S.234)
“Bizler için Kur’an’ın çağrısı ve ezilen
Müslümanların yanında olma sorumluluğunun üstünde hiçbir çıkar, hiçbir menfaat
olmamalıdır. ‘Mezhepçilik fitnesi’ ifadesi katliamların, üzerini örten
bir argümana dönüşmemelidir. Bu düsturlar, bizi olduğu kadar; Şu anda
tarih önünde büyük bir imtihan veren Hizbullah ve İran’ı çok daha fazla
ilgilendirmelidir.” S.235
“Irak’ın 2003 yılında aslında İran
tarafından işgal edildiği zaman içerisinde anlaşıldı. ABD öncülüğündeki
koalisyonun yıktığı Saddam rejimi 8 yıl boyunca İran ile savaşmıştı. Her iki
tarafın da kazanmadığı bu savaşı İran ABD işgali sayesinde zaferle sonlandırdı.
Fakat tüm dünya IŞİD isimli bir örgütün Musul gibi Irak’ın en büyük ikinci
kentini birkaç gün içerisine ele geçirmesiyle dehşete düşüyordu.
Televizyonlarda boy gösteren siyasi analistler, politikacılar, yazarlar
yaklaşmakta olan mezhep savaşı tehlikesine dikkatleri çekerek felaket
senaryoları üretirken, IŞİD isimli bir heyulanın bu savaşın fitilini ateşlediği
iddiası etrafında yazdılar, konuştular.
İnsan bazen bu kişilerle aynı çağda
yaşayıp, yaşamadığı konusunda tereddüt ediyor? Nasıl olur da bu kişiler,
Irak’ın 2003’te ABD ve koalisyon güçleriyle birlikte işgal edildikten sonra
yönetimin Saddam Hüseyin’den alınıp El Hekim-Dava Partisi-Sadr koalisyonuna,
bir başka değişle Sünnilerden alınıp Şiilere verildiğini; Irak’ta fiilen
2003’ten itibaren bir mezhep savaşı olduğunu; Suriye savaşını diğer Ortadoğu
intifadalarından ayrılan temel yönünün bu savaşın bir devamı olduğu gerçeğini
nasıl görmezler?
2001 yılından bu yana Afganistan işgal
altında. On binlerce Müslüman, Taliban savaşçısı ya da destekçi olduğu
iddiasıyla katledildi. Kızılhaç’ın bile giremediği Bagram
Hapisanesi’nde yüzlerce Müslüman dünyanın en korkunç işkenceleriyle
öldürüldü. Fakat İran yanlısı çevreler, o gün de, bu gün de bu
katliama ses çıkartmadılar. Tıpkı İran Dışişleri bakanı Muttaqi’nin söylediği
gibi ‘Başlarından büyük bir belayı (Taliban) def ettikleri için ABD’ ye
teşekkür ettiler’.” (S.236)
İran Yanlısı Ajanların
İkiyüzlülüğü
“İran destekçileri bu kadar ikiyüzlü
olmasaydı, kendileriyle Irak savaşındaki tutumlarını da konuşabilirdik. Fakat
onlarla artık bir şeyi konuşabilmenin imkânı yok. ABD’ye karşı savaşmanın haram
oluğuna dair bir çağrıda bulunsak şaşırmayacağını söyleyenler Irak’ın en büyük
Şii mercii olan Ayetullah Sistani’nin söz konusu fetvayı verdiğini ne çabuk
unuttular.
ABD işgalcilerinin tanklarıyla birlikte
Irak’a girenlerin, Şii Irak İslâm Devrimi Komuta Konseyi liderleri
el Hekim’ler, Şii Dava Partisi liderleri İbrahim Caferi ve Maliki olduğunu ne
çabuk unuttular. Irak’ta ABD işgaline ve işbirlikçi bu yönetime karşı
verilen İslâmi direnişin sadece Ehl-i Sünnet’e mensup Arap, Kürt ve Türkmenler
eliyle yükseldiğini bile bile, inanılmaz bir ikiyüzlülükle Irak direnişinin
yanında yer aldıklarını söylediler.
Hizbullah lideri Nasrallah, ABD
askerlerinin Bağdat’tan çekilmeye başladığı gün yaptığı konuşmada Nuri el
Maliki, Mukteda Sadr ve El Hekim ailesine ABD işgaline karşı direndikleri için
teşekkür ediyordu. Allah’ım! Bu nasıl bir çarpıtma. Bu nasıl bir akıl
tutulmasıdır? Daha Irak direnişinin üzerinden 50 yıl geçmedi. Hala gözlerimiz
önünde cereyan ediyor tüm olaylar. Kim direnişçi, kim satılmış, kim hain apaçık
ortada. ABD’ye ve onun kuyruğuna takılıp Irak’a gelen haçlı sürülerine karşı
direnen mücahidlerin kim olduğu gizli mi, bir sır mı? Felluce’yi, el Anbar’ı,
Musul’u, Ramadi’yi ABD askerleriyle birlikte önlerine gelen Peşmerge’ye, Bedir
Tugayları’na, Sadr’ın katillerine karşı kahramanca savunan kimlerdi? Sizler
daha biz hayattayken, gözlerimizin içine baka baka yalan söylüyorsunuz. Ya
geçmişte yaptıklarınız”?” (S. 237)
Cihadcıların Dibinde
Olmasından Rahatsızlar
“Binlerce Müslümanı, mücahidi vahşice
öldüren ABD askerlerinin önünde onlarla birlikte katliama katılanlar kimlerdi?
Irak’ın İçişleri Bakanlığı’nın zindanlarında yaptıkları işkenceler ABD’lileri
dahi rahatsız edecek kadar ayyuka çıkanlar İran’da eğitim alan Bedir Tugayları
değil miydi? Filistinli Mültecileri Suriye sınırındaki çöllerde yaşamaya mecbur
edenler kimlerdi? Kimin çıkarları ABD’ninkiyle örtüştü bugüne kadar?
Amerika’nın yağlı sofralarından
kalkmayanlar, Suriyeli kardeşlerimizi Amerikancı olmakla itham ettiler.
‘Allah’tan başka yardımcımız yok, Lebbeyk Ya Allah’ nidalarıyla ölüme koşan bir
halka iftira edenler, kendilerinin dışarıdan nasıl göründüklerinin farkındalar
mı acaba?
Bir ucu İşçi (Vatan) Partisine, diğer ucu
İran’a uzanan bu sözde direniş hattını savunanlar bilmelidirler ki ,’ İslâm
ümmeti hamasete, boş laflara, manipülasyonlara kulaklarını ve gözlerini
kapatmış durumdadır. Tunus’dan Libya’ya, Mısır’dan Suriye’ye kadar ıslahı,
tecdidi ve merhaleyi gözeten güçlü bir İslâmi damar harekete geçmiş ve halklara
öncülük etmeye başlamıştır. Bu durumdan en fazla mustarib olanların ABD ve
Emperyalist küfür güçleri olduğu aşikârdır. Fakat Türkiye’deki uzantılarına
baktığımızda karşımıza 28 Şubat’ın aktörleri, Kemalist-ulusalcı ırkçı İslâm
düşmanları ve onlarla kol kola gezen İrancıları görmek artık hiç şaşırtıcı
değil. Şaşırtıcı olan bu çevrelerin, Müslümanlar üzerinde hala
inandırıcı oldukları zannına kapılmaları. Büyü bozuldu. Gözümüz açıldı
artık. Size bu kapıda yemek yok artık!” (S.238)
Sonsöz
“Bugün tüm dünya Birinci Dünya Savaşı’nın
sonuçlanmamasının bedelini ödüyor. Sömürgecilerin nihayetinde haritaları
oturdukları yerden cetvelle çizdiği ve bizi bir cendereye mahkûm ettiği bu
savaş 1918’de bitmiş olsaydı, bugün dünya üzerinde tüm şiddetiyle devam eden
bir savaştan bahsediyor olmazdık. Oysaki Osmanlı Devleti’nin çekildiği tüm
topraklar üzerine çeşitli tonlarda savaş devam etmektedir. Her şeyin aslına
rücu ettiği gibi, coğrafyamız da çeşitli kurtuluş reçetelerine sarıldıktan
sonra gerçek kurtuluşun ümmetin ruhundaki ‘asıl’ olana dönmekle mümkün olacağını
görecektir.
Bugün, Doğu Türkistan’dan başlayıp, Orta
Asya bozkırlarına, Semerkand’dan Bağdat’a, Kafkas dağlarından Şam’a,
Filistin’den Tunus’a, Mali’den Büyük Sahra çöllerine kadar uzanan tüm
coğrafyamızda işgalcilere ya da onların yerli işbirlikçilerine karşı verilen
mücadele henüz ‘Varoluş Savaşı’nın olarak tanımlanabilir. Çünkü bu her biri
farklı ton, farklı üslup taşıyan, bir kısmı istikametini henüz bulamamış, bir
kısmı içerisinde ciddi marazlar taşıyan bu mücadeleler var olmak için direnen,
fakat birbirinden henüz kopuk olan nehirler gibiler. Bu nehirleri tek bir hedef
ve istikamet üzerinde toplamak oldukça güç ve büyük bedeller ödenmesi gereken
süreçlerdir şüphesiz. Fakat artık coğrafyamız ve ümmetimizin kaderi çatlamış
suyu çekilmiş, ümit kesilmiş toprak gibi değildir. Bazıları küçük ırmaklar,
kimileri coşkun nehirler gibi akıyorlar artık.” (S.259-260)
________________
1-Murat Özer:1976’da İstanbul’da doğdu. Ortaöğrenimini
İstanbul Pertevniyal Lisesi’nde tamamladı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Sanat Tarihi Bölümünü 1999’da bitirdikten sonra İstanbul Teknik Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde ‘Osmanlı Kervansaraylarında Sosyal Hayat’
başlıklı teziyle yüksek lisansını tamamladı. Türkiye’deki çeşitli gazete ve
dergilerde Kültür Tarihi, Sanat Tarihi ve Uluslararası İlişkiler alanlarında
makaleleri yayınlandı. 1994’de Beklenen Vakit Gazetesi’nde muhabir olarak
gazeteciliğe başladı. Haftalık Selam Gazetesi’nde yaptığı Kültür Sanat
Editörlüğü görevini gazetenin 28 Şubat darbesi sonrasında gelen baskılar
sebebiyle kapanmak zorunda kaldığı 2000 yılına kadar sürdürdü. İnsan hakları
alanında da faaliyet yürüten Özer, 2009 yılından itibaren çeşitli insan hakları
örgütlerinde görev yaptı. Ulusal ve uluslararası kongrelerde ‘mülteci sorunu’,
‘muhacirlerin sosyal hayata adaptasyonu’ ‘Orta Asya ve Kafkasya’da insan
hakları ihlalleri’ gibi konularda tebliğler sundu. 2011 yılından bu yana insan
hakları ve insani yardım örgütü İMKANDER’in Genel Başkanlığı görevini
yürütmektedir.
2-Cenk Kalesi Katliamı: 25 Kasım 2001’de Afganistan’da
ABD işgal güçlerine karşı savaşan çoğunlu Afgan olmayan mücahidler, Burhanettin
Rabbani liderliğindeki eski mücahid gruplarla (Kuzey İttifakı) Kızılhaç
aracılığıyla bir antlaşma yaparak silahlarını teslim etmişlerdi. Esir alınan
8.000 kişinin önemli bir kısmı konteynerlarda havasızlıktan boğularak
öldürüldü. Esirlerin 1.500 kadarı Mezar-ı Şerif yakınlarındaki tarihi Cenk
Kalesi’ne götürüldü. Kale, ABD uçakları tarafından havadan bombalanırken, Raşid
Dostum’a bağlı milisler yaralı ve silahsız 700 kişiyi infaz ettiler. Dostum’un
birliklerine ABD ve İngiliz istihbarat görevlilerin refakat ettiği
bilinmektedir. Katliam bazı TV kanalları tarafından görüntülenmiştir. S.13
3-Misak Dergisi adı geçen komplo teorilerinin ortalığı
kasıp kavurduğu dönemde Taliban Hareketi hakkındaki değerlendirmeleri
bağlamında adeta yalnız kalmıştır. Yaşadığımız tecrübe göstermiştir ki:
Türkiye’de, İran’ın lobi faaliyetleri noktasındaki gücü ibretlik olup, bizlerin
dünya siyasetini okuma noktasındaki zaaflarımız ise ciddi bir muhasebeyi hak
etmektedir.
Mîsak Dergisi
Mehmed Zahid Aydar
Sayı: 321 / Ağustos 2017