Türkiye 1876 tarihli Kanun-i Esasi’den başlayarak bugüne kadar 1924, 1961 ve 1982 Anayasaları ile yönetildi. Bunların tamamı ferman anayasalardır. 1921 Anayasası ise Türkiye Toplumunun farklılıklarıyla yansıma bulduğu bir meclis tarafından hazırlandı. Çoğulculuğa imkân sağlayan bu anayasa, çoğulculuğu esas alan bir devlet iktidarını üretemediği, diğer yandan anayasayı ayakta tutabilecek toplumsal araçlara da sahip olamadığı için, iki yıl içinde etkinliğini kaybetti. 1924 Anayasası Tek Parti hâkimiyetine giren bir sonraki meclis tarafından, 61 ve 82 Anayasaları ise askeri darbeler tarafından üretildi. Tüm bu tarihsel süreci herkes ve her politik akım kendi perspektifinden okuyabilir ve olumlu veya olumsuz bir anlam yükleyebilir. Ancak 21 Anayasası istisnası dışında Türkiye’de toplum kendi gelecegi hakkında hiçbir zaman karar verme imkânı bulamadı. Anayasaları devlet aygıtı/bürokrasi üretti. Toplum uymak zorunda kaldı. Tanıtımını yaptığımız kitap; Türkiye ve Dünya anayasacılık deneyimlerinden yararlanarak, Türkiye’de egemen olan derin anayasanın ‘ne olduğu’ sorusuna cevap arama iddiasındadır.
Yol Ayrımında
|
Türkiye 1876 tarihli Kanun-i
Esasi’den başlayarak bugüne kadar 1924, 1961 ve 1982 Anayasalarıyla yönetildi.
Bunların tamamı ferman anayasalardır. 1921 Anayasası ise Türkiye Toplumunun
farklılıklarıyla yansıma bulduğu bir meclis tarafından hazırlandı. Çoğulculuğa
imkân sağlayan bu anayasa, çoğulculuğu esas alan bir devlet iktidarı
üretemediği, diğer yandan anayasayı ayakta tutabilecek toplumsal araçlara da
sahip olamadığı için, iki yıl içinde etkinliğini kaybetti. 1924 Anayasası Tek
Parti hâkimiyetine giren bir sonraki meclis tarafından, 61 ve 82 Anayasaları
ise askeri darbeler tarafından üretildi. Tüm bu tarihsel süreci herkes ve her
politik akım kendi perspektifinden okuyabilir ve olumlu veya olumsuz bir anlam
yükleyebilir. Ancak 21 Anayasası istisnası dışında Türkiye’de toplum kendi
kaderi hakkında hiçbir zaman karar verme imkânı bulamadı. Anayasaları devlet
aygıtı/bürokrasi üretti. Toplum uymak zorunda kaldı. S.11
Elinizdeki kitap Türkiye ve Dünya
anayasacılık deneyimlerinden yararlanarak, Türkiye’de egemen olan derin
anayasanın ‘ne olduğu’ sorusuna cevap arama iddiasındadır.
Ancak bu cevapla yetinmemekte, ‘Peki ne yapılmalı?’ sorusuna
da cevap vermeye çalışmaktadır. S.15
ANAYASA
Anayasa, siyasallaşmış, siyasal
teşkilatını kurmuş, kısacası devlet üretmiş bir toplumda, geçerli en üst hukuki
statüyü ifade eder. Bu statüyü yansıtan hukuki belgenin toplumsal iradeye
dayanıp dayanmaması tartışması bir yana, bu belge, toplumun kaderi hakkında
verilen kararların dayanağını ve imkânını oluşturmaktadır. Hangi ceza kanununun
geçerli olacağına, hangi ekonomi modelinin takip edileceğine, hangi sosyal
programların öncelikli olarak uygulanacağına, kentleşmeden başlayarak,
hayvancılık, ithalat ve ihracat rejimine kadar pek çok konuda hangi kuralların
geçerli olacağına karar verecek olanlar, bu yetkiyi anayasadan alırlar. Bunun
da ötesinde, insanların inanç, ibadet, ticaret, mülkiyet, sanat, eğitim, dil,
kültür gibi temel hak ve özgürlüklerinin olup olmadığı, varsa ne oranda geçerli
olduğu, devlet pratiğine bakarak belirlenir. Devlet pratiği ise, devletin nasıl
teşkilatlandığıyla doğrudan bağlantılıdır. Kısacası, devlet teşkilatını bir yandan
düzenlerken, diğer yandan onu hukuken meşrulaştırmaktadır. S.19
Mesela 1924 Anayasası’nda herkes
özgürlüklere sahiptir: seyahat özgürlüğü, mülkiyet özgürlüğü, inanç özgürlüğü.
Ama gerçekte vatandaşların bu özgürlüklerini bir kenara bırakalım, yaşam özgürlükleri
dahi yoktur. İstiklal Mahkemeleri eliyle yürütülen devlet terörüne,
Cumhurbaşkanı’ndan başlayarak Başbakan ve Genel Kurmay’ın bizzat sevk ve
idaresi altında gerçekleştirilen Zilan ve Dersim katliamlarına baktığımızda
bunun ne anlama geldiğini açıkça görürüz. Dönemin başbakan ve adalet
bakanlarının ‘Türk ırkından olmayanların yalnızca hizmetçi ve köle olma
hakları olabilir’ şeklindeki açıklamaları da bir göstergedir. 61 ve 82
Anayasalarında temel haklarla ilgili 63’ün üzerinde madde varken, devlet pratiğinin
nasıl gerçekleştiği herkesin bilgisi dâhilinde. Bu durumda vatandaşın tabii ki
kafası karışır ve yabancılaşma başlar. S.37
Anayasa yapımına baktığımızda üç farklı
durum dikkatimizi çeker. Bunlardan biri, toplumun önemli bir siyasal gelişmenin
ardından bir araya gelip ‘Nasıl bir devlet inşa edelim, nasıl bir
düzende yaşamak istiyoruz?’ sorusuna cevap araması ve buna uygun bir
toplum sözleşmesi ortaya koymasıdır. (ABD) (1) İkinci
durumda, ülkedeki sınıflar arası dengesizlikler ve sorunlar siyasal sistemde
bir kırılma meydana getirir. Düzeni değiştirmek isteyen güçler devrim yapar ve
devrimin aktörleri, ideolojik tasavvurlarına göre bir anayasa üretir. Anayasa,
toplum sözleşmesinin değil, devrim aktörlerinin iradesinin bir ürünüdür. Her
iki durumda da yeni bir devlet düzeni inşa edilir. (İNGİLTERE)
Üçüncü durumda ise dış gelişmelere karşı
kendini korumak isteyen yerleşik devlet erkânı veya devlete egemen güçler,
mevcut devlet için bir anayasa yazarlar. Burada bir İnşa değil, mevcudu
meşrulaştırma çabası öne çıkar.(TÜRKİYE) S.56
Yukarıda, üçüncü tanımlamaya uyan bir
anayasa, hayatın her alanını kuşatma, geleceğimizi belirleme, tüm sorunları
yapıcıların idealine veya idealize ettikleri, ancak ne olduğuna yine
kendilerinin karar verdiği bir kurucu ideale uygun bir şekilde çözmenin
hukuksal aracıdır. Onsuz çözüm mümkün değildir. Onun idealine uygun olmayan
çözüm ‘rejim karşıtlığı’dır. Bireyler ve toplum bu tür temel
konuları çözme yeteneğine hiçbir zaman sahip görülmez. O yüzden kutsiyetlerden
meşruiyet devşirilerek herkesin bu kutsal ideallere itaat etmesi, sorgulamadan
ve değiştirme iradesi ortaya koymadan uyması beklenir. Öyle ya, ülkenin %99’u
dahi anayasanın bazı maddelerini değiştiremez. Örneğin, ‘Türkiye’nin
başkenti Ankara değil de, Sinop olsun’ diye 550 milletvekili el
kaldırsa bile yetmez; çünkü böyle bir şey teklif dahi edilemez. Toplumun ezici
çoğunluğu Türkiye’nin politik tercihlerinde bir değişimi arzuladığında buna
engel olacak güç toplum olamayacağına göre, bu durum ancak azınlık
diktatörlüğünün kanıtı olabilir. Öyleyse aynı anayasadaki ‘Egemenlik
kayıtsız şartsız milletindir!’ ifadesi de anlamını yitirir. Buna bağlı
olarak anayasanın, dolayısıyla ideal hukuk metninin neye ve hangi amaca hizmet
ettiği sorusunun cevabı da ortaya çıkar. S.47
Osmanlı’da Anayasacılık
Bir yandan bozulan devlet düzeniyle
başlayan Yeniçeri isyanları, bir yandan milliyetçilik akımlarının sonucu olarak
başlayan Sırp, Yunan ve sair ayaklanmalar nedeniyle Osmanlı devlet seçkinleri
ordunun ve devletin idari teşkilatının modernleştirilmesi gerektiğine karar
verdi. Kadim bürokrasinin buna isyanı, III. Selim’in öldürülmesiyle sonuçlandı.
Ölümden son anda kurtulan II. Mahmut, Alemdar Mustafa Paşa’nın isyanı
bastırmasının ardından tahta geçti. Fakat tam anlamıyla bir otorite kurmak için
ayanlara ihtiyaç duydu ve meşhur Sened-i İttifak’ı imzaladı. Bu belgeyle
özellikle 18. yüzyılda devlet otoritesinin zayıflamasıyla birlikte ortaya çıkan
Ayanlar, padişaha bağlılık yemini ederken, diğer yandan padişah da onlar lehine
merkezi hükümetin yetkilerini sınırlandırmayı kabul etti. Bu II. Mahmut’a
sadece zaman kazandırdı. Kısa sürede ‘Senet’ geçersiz hale geldi. 1826 yılında
Vakayı Hayriye adı verilen olayla yeniçeri ocağı kaldırıldı. İdari yapı
ve ordunun modernleştirilmesi çalışması, yeni bir bürokratik sınıfın doğmasına
yol açtı. Bunun kaçınılmaz sonucu, devletin otoriter bir
merkeziyetçiliğe doğru evrilmesi ve bürokrasinin de bu yeni merkezin en güçlü
unsuru haline gelmesi oldu. Devletin yeniden örgütlenmesiyle ortaya çıkan ve
devlete egemen olmaya başlayan yeni aktörler bakımından devletin çöküşten
kurtarılmasının yöntemi, Batılıların yaptığı gibi bir anayasa kabul etmekten
geçiyordu. Böyle bir anayasanın, Osmanlı tebaasının farklı ve karşıt
taleplerine cevap vereceği, milliyetçilik akımlarını dengeleyeceği ve bu
şekilde devletin bütünlüğünü koruyabileceği düşünüldü. S.71
1831 tarihli Belçika ve 1850 tarihli
Prusya Anayasası örnek alınarak yapılan anayasa, Kanun-i Esasi olarak 1876
yılında yürürlüğe girdi. Bu haliyle, Hıristiyan Batı geleneği dışında kabul
edilen ilk modern anayasa oldu.
Bu anayasayı ortaya çıkaran dinamikler,
toplumun ihtiyacından çok, Genç Osmanlılar olarak nitelendirilen seçkinler ve
bürokrasinin, devleti yeniden tanzim etme isteği ile Balkanlarda başlayan
ayaklanmalar nedeniyle Batılıların iç işlerine müdahalesini engelleme amacı
olarak tanımlanabilir. Ali Fuat Başgil’in, umera, ulema, kalemiye (bürokrat)
ve seyfiyye (asker) olarak tanımladığı Osmanlı siyasal sistem
seçkinlerinin bulduğu reçetenin ifadesi olan bir anayasadan söz ediyoruz. S.72
Bu yüzden, çok iyi niyetlerle (2) oluşturulmuş
olsa da, bu devlet yapısının Türkiye’yi uçuruma sürüklemesi, en azından uçuruma
sürüklenmekten koruyamayacağı pek tabiidir. Yine de, politik açıdan II.
Meşrutiyet dönemi demokrasi tarihi bakımından önemsenmesi gereken bir dönemdir.
Sosyalist, liberal ve feminist hareketliliğin ilk kez ciddi anlamda ortaya
çıktığı ve örgütlendiği bir dönemdir. Çok partili yaşamın bir daha asla
göremeyeceğimiz tek örneği bu dönemde görülür. Ancak bu dönem bir yıl sürdü.
31 Mart Vakası bahane edilerek, İttihat ve
Terakki Cemiyeti sahip olduğu askeri gücü (Harekat Ordusu) kullanarak
İstanbul’a hâkim olur. Bütün politik çeşitlilik dağıtıldı, dernekler ve
partiler kapatıldı. Gerici/şeriatçı ayaklanması olarak sunulan bu isyandan
sonra liberalizmi savunan Osmanlı Ahrar Fırkası’nın kapatılması, Osmanlı
bürokrasisinin bugünlere yansıyacak olan temel eğilimini ortaya koydu ki bunu
anti-liberal, merkeziyetçi, jakoben olarak kabul edebiliriz. S.74
Bu gelişme üzerine Ermeniler, Rumlar ve
Kürtler, bu devlet yapılanmasının kendilerine yaşam hakkı tanımayacağı
tehlikesini sezmeye başlarlar. Haklıdırlar(3); çünkü bu
bürokratik yapı, özellikle 1905’ten sonra, memleketi kurtarmak için etnik ve
laikçi bir ulus-devlet yapılanmasını bir paradigma olarak içselleştirmeye
başlamıştı. 1909’dan sonra ise Osmanlı’nın parçalanmasına ve yüzbinlerce Müslim
ve gayrimüslimin yok olmasına neden olan milliyetçilik, artık Osmanlı
seçkinleri için de tek geçerli ideolojiye dönüşür. Milliyetçiliğin en somut
siyasal yapılanması olan ulus-devlet, doğası gereği, çoğunluğu oluşturan ulus
dışında kalanların artık ikinci sınıf vatandaş olacağının garantisidir. S.75
Türkiye Cumhuriyeti’nin
Anayasacılık Serüveni ve Katılımcı Bir Anayasa:
1921 Anayasası
Savaş sonrası imzalanan Mondros Ateşkes
Antlaşması’nın bir hükmüne göre, İtilaf Devletleri asayişin bozulduğu ve
azınlıkların tehlikeye düştüklerini düşündükleri anda, gerekli bölgeyi işgal
etme hakkına sahiptirler. Diğer taraftan, İstanbul’da görevini sürdüren bir
hükümet ve devam eden anayasal bir düzen vardır. İşgaller başlamış ve Arap bölgesi
elden çıkmıştır. Ülkeyi savaşa sürükleyen İttihat ve Terakki Partisi iktidardan
düşmüş ve lider kadro, Cemal, Enver ve Talat Paşalar dâhil yurtdışına
kaçmıştır. Sonrasında Cemal Paşa Gürcistan’da, Enver Paşa Tacikistan’da, Talat
Paşa ise Berlin’de öldürülmüştür. Bunlar dışındaki çoğu bürokrat ve subay,
Anadolu’ya gider ve Kuva-yi Milliye hareketlerine katılır. Kuva-yi Milliye,
belirli ölçülerde halk hareketi sayılmakla birlikte, bunların esas
örgütlenmesinin ittihatçı subaylara dayandığını söylemek gerekir. İstanbul’da
iktidarı kaybeden ittihatçı bürokrasinin ayakta kalabilmesinin tek yolu,
Anadolu’ya geçerek, milli bir direniş içinde kendine alan yaratmak,
Anadolu’nun, içlerine sindiremedikleri dini duygularını da kullanarak ülkenin
kaderine yeniden hâkim olmaktı. Anadolu’nun işgalden kurtarılması kaybolan
meşruiyeti yeniden sağlayabilirdi. İtilafçıların ve tabii ki işgalcilerin
kontrolüne geçmiş Osmanlı Hükümeti’nin Anadolu’da gücünün hissedilmemesinden
doğan boşluk da buna imkân sağlıyordu. S.76
İttihat ve Terakki’nin ‘B Kadrosu’ diyebileceğimiz,
en azından ittihatçı ideolojinin içinde yer alan Mustafa Kemal ve
arkadaşlarının direnişe katılmasıyla sistematik bir yol haritasına sahip olmaya
başlayan hareket, sırasıyla Erzurum ve Sivas Kongrelerini topladıktan sonra
Ankara’da bir meclisin toplanmasıyla sonuçlanır.
23 Nisan 1920’de dualarla ve kurbanlarla
açılan bu ilk meclis, farklılıkları barındırması bakımından çok önemli bir
örnektir. İttihatçılar Anadolu’da bir direnişin örgütlenmesi, toplumun bütün kesimlerinin
katılımıyla ve desteğiyle mümkün olabileceğini düşünmüştür. Zira toplumsal
mobilizasyonun siyasal meşruiyetin sağlanmasındaki gücünü fark eden
ittihatçılar, Anadolu halkını mobilize etmek suretiyle Batı’nın mantığına da
hitap ederek sonuca gidebilirlerdi. Misak-ı Milli sınırlarının çizilmesinde
Wilson ilkelerinin referans alınması ve milli mücadele süresince Batı’nın
kamuoyuna sıkça hitap edilmesi de bu açıdan önemlidir. S.77
Meclisin açılışı, özellikle Cuma gününe
denk getirilir ve açılışta kurban kesilir, dualar okunur. O sırada Atatürk ve
arkadaşlarının yanında müftüler, şeyhler ve imamlar vardır. Ancak bu insanlarla
yola devam etmek istemedikleri sonradan anlaşılır. 1905 yılında İttihat ve
Terakki’nin ideolojik kuruluşuna baktığımızda ve bu insanların hepsinin İttihat
ve Terakki’nin ideolojisini paylaştığını düşündüğümüz zaman, Anadolu’nun her
tarafına yayılmış kadronun o imamlarla, şeyhlerle ve müftülerle ortak bir
paydada buluşabilmesi çok fazla mümkün değildir. S.78
Bu anayasanın hiçbir maddesinde Türk
kelimesi geçmez ve yine şaşırtıcı bir şekilde, bilinenin aksine, 1921
Anayasası’nın ilk halinde “Devletin dini İslam’dır” diye bir ifade yoktur. Bu
ifade, Cumhuriyet’in ilan edildiği akşam, tepkileri dengelemek amacıyla 1923’te
anayasaya eklenmiştir. S.85
II. Meşrutiyet’ten sonra 31 Mart
Vakası’nı bahane ederek Hareket Ordusu ile İstanbul’daki muhalif
dinamikleri çökerten yapı, kısa sürede ülkenin kaderine nasıl hâkim olup 1913
Darbesi’yle de diktatörlüğünü ilan ettiyse, aynı yöntem Anadolu’da da
tekrarlanır. Ankara’da örgütlenen İttihatçı gelenek, ‘İttihatçı değiliz’ dese
de, bu yalnızca Enver Paşa’nın hiyerarşisine tabi olmadıkları anlamına gelir.
İttihatçı geleneğin milliyetçilik/ırkçılık, jakobenizm ve laiklik özellikleri
itibariyle farklı olduklarını zaten iddia etmezler. İşte bu gelenek artık ordu
gücüne sahiptir ve ordu başarı kazanmıştır. S.87
Meclis artık ciddi bir baskı altındadır ve
Ankara’ya hâkimiyeti yavaş yavaş ortadan kalkar. Ardından 1923’te I. Meclis’in,
bu kadar baskıya rağmen Lozan Barış Antlaşması’nı imzalama niyetinde olmaması
bardağı taşıran son damladır. Musul, Kerkük ve On İki Adalar meselelerinin
halledilmediği ve İstanbul ile boğazların statüsünün netlik kazanmadığı bir
antlaşmanın, I. Meclis tarafından kabul edilmesi çok zordur.
Bu meclisin devre dışı bırakılması
gerekir. Bunun için biraz da ortamın hazırlanması gerekir. Mustafa Kemal’in
muhafız alayı komutanı Topal Osman’ın muhalif Ali Şükrü’yü öldürmesiyle
birlikte başlayan terör havası, meclisin anayasaya aykırı bir şekilde feshini
kolaylaştırır. Hâlbuki 1921 Anayasası’ndaki geçici madde uyarınca,
meclis, görevi tamamlanmadığı sürece feshedilemez. Görevinin ne zaman
tamamlanmış sayılacağına ise yine meclis 2/3 oy çoğunluğu ile karar
verecektir. 1 Nisan 1923’te, bu çoğunluğun olmadığı sırada,
bazılarının da fikirleri zorla değiştirilerek, üstelik salt çoğunlukla dahi
değil, basit çoğunluğun kararıyla, meclisin yenilenmesi kararı aldırılır. S.89
Haziran ayındaki seçimlerde Anadolu ve
Rumeli Müdafaayı Hukuk Cemiyeti’nin Halk Fırkası adıyla partileşerek örgütlü
çalışması sonucu, ittihatçı gelenek meclisin neredeyse bütün üyeliklerini
kazanır. Meclis tam anlamıyla tek partili bir meclise dönüşür ve tek parti
diktatörlüğüne giden süreç de başlamış olur. Mustafa Kemal, dikensiz gül
bahçesine dönüştürülen II. Meclis’in açılış konuşmasında ise çok farklı bir
görüntüyle çıkar. Türklükten söz edilir. İslam ve inanç gibi kavramlar
kaybolur. Çok daha dikkat çekici olanı ise orduya yapılan vurgudur: ‘Devletin
bağımsızlığı ile millet ve vatan varlığının koruyucusu ve tek varlığı ise,
Kahraman Ordumuzdur. Bu nedenle askeri kuruluşlarımızın özel bir özenle
düzenlenmesi ve yüceltilmesi en önemli konulardan biridir.’ Bu
ifadenin günümüze kadar süren ve anayasal düzenin temelini oluşturduğu, onu
yansıttığı çok açıktır. Hemen hemen muhalefetsiz bu mecliste, Lozan
Barış Antlaşması sorunsuz bir şekilde imzalanır ve ardından Cumhuriyet ilan
edilir. S.90
1945 yılı, yani II. Dünya Savaşı’nın
faşizmin yenilgisiyle sonuçlanması, Türkiye’de de etkisini hissettirir. Fakat
bu etki Almanya veya İtalya’daki gibi değil, İspanya’daki gibidir. Yani Faşizm,
tüm kurgusu, devlet yapısı ve ideolojik tercihleri itibariyle aynı kalır.
Yalnızca muzaffer Batı demokrasilerinin safında yer almaktan kaynaklanan
göstermelik düzenlemelerle yetinilir. 1924’ün yarattığı, daha doğrusu, 1922
itibariyle Ankara’ya egemen olan ve kendini 1924 ile meşrulaştıran yapı 1944
sonu itibariyle dilini değiştirse de, 27 Mayıs 1960 sabahı yeniden hâkimiyetini
ilan edecektir. S.98
‘Maskeli’ Anayasalar
Dönemi: 1961 Anayasası
1945’te dünyada sağ diktatörlükler
çoğunlukla yıkılmış ve Batı’da demokrasiler kazanmıştır. Türkiye’nin bir
şekilde demokratik dünya içinde yer edinme gerekliliği doğar. Zira Batı
dünyasına tek alternatif, Sovyet Rusya’dır. Ancak o da Türkiye’den toprak
talebinde bulunur. Doğu sınırlarının 1914 öncesi gibi çizilmesini, yani Kars,
Ardahan ve Iğdır bölgesinin geri verilmesini, ayrıca boğazların da Rus
kontrolüne terk edilmesini ister. Tercih mecburen Batı’yı gösterir. S.99
Devlet aygıtı, Yüzüklerin Efendisi
filminde olduğu gibi, kendi taşıyıcısı olan Demokrat Parti’yi, kendisini
iktidara taşıyan toplumsal ve siyasal dinamiklerden bağını kopararak zayıflattı
ve hata yapmaya sevk etti. Hedefe ulaşınca da doğasına uygun davranarak
sahibine ulaştı denebilir. S.101
Evet, Demokrat Parti’nin Atatürkçü
olduğunu kanıtlama (Atatürk’ü Koruma Kanunu) çabası, Celal Bayar gibi
Atatürk’ün son başbakanı olma özellikleri de partiyi kurtaramadı. Devlet, kendi
partisinin, askerin, yargının, sivil bürokrasinin ve üniversite hocalarının
dâhil olduğu bir koalisyon ile 27 Mayıs 1960 sabahı bir darbe yaptı. Darbe
gerekliydi, çünkü 1924 Anayasası tek parti diktatörlüğüne imkân veren bir
anayasa olsa da, Batı bloğu içinde kalırken tek partili bir rejimi sürdürme
imkânı yoktu. Seçimle de devlet partisinin hâkimiyet sağlaması mümkün değildi.
Mecliste çoğunluğa ulaşan parti, devletin tamamını kontrol edebiliyor, bu da
1922 ve sonrasında inşa edilen ittihatçı yapıyı riske atıyordu. Bu gerçek
karşısında ittihatçı yapı için darbe yapmak suretiyle yepyeni bir anayasal
düzen inşa etmek en doğru yöntem olarak öne çıktı. S.102
27 Mayıs Darbesi’ni müteakiben anayasal
düzen hakkında kanun çıkarıldı ve bir kurucu meclisin oluşturularak anayasa
yapılması esası benimsendi. Kurucu meclis, biri temsilciler meclisi, diğeri de
darbeyi fiilen yapan Milli Birlik Komitesi olmak üzere iki kanattan oluşuyordu.
Adı temsilciler meclisi olmakla birlikte oluşturulan yapının demokratik
temsille herhangi bir ilişkisi yoktu. Bir siyasi partinin gösterdiği bazı
kişiler, üniversiteden, basından, yargıdan ve bürokrasiden pek çok isim bu
mecliste yar aldı.
Esasen parlamentoyla birlikte
üniversitelerin de bir tehdit unsuru sayılması gerekirdi, fakat özellikle 1933
üniversite kıyımından sonra üniversite, Kemalizm’in bilimsel taşıyıcılarından
oluşmaktaydı ve darbenin hazırlık çalışmaları buralarda yürütülmüştü. 1960’ta
darbe yapıldığı zaman bu darbenin gayrimeşru olduğunu yüksek sesle ilan eden
tek hukukçu Ali Fuat Başgil’di. O da, darbeden sonra sakıncalı bulunarak
üniversiteden atılan 147’ler listesine eklendi. Geriye kalan hukukçuların,
darbeci hatta darbecileri de aşan bir tutum içine girdikleri rahatça
söylenebilir. Örneğin, bazı kesimlerin hürriyet şehidi diye nitelendirdiği
Muammer Aksoy, darbecilere ‘Elinizden gelirse çobanından çayırcısına,
kuzucusundan esnafına ve siyasetçisine kadar bütün hepsini toplayın ve zindana
tıkın. Suçsuzlukları kanıtlanıncaya kadar da salıvermeyin’ minvalinde
öğütler verebiliyordu. S.107
1961 Anayasası yürürlüğe girdikten sonra
Demokrat Partili’lerin affedilmesi ihtimali ortaya çıktığında, yeni Demokrat
Parti Genel Başkanı Fuat Köprülü ‘Siyasi kanaatten dolayı kimseye ceza
verilemeyeceğine göre, af ancak bir haksızlığın tamiri olacaktır’ dediği
için hakkında, 27 Mayıs’ı eleştirdiği ve onun ruhuna aykırı davrandığı
gerekçesiyle dava açılır. Köprülü ‘Anayasanın 20. maddesi’nde
düşüncelerin yasayla sınırlandırılması mümkün değildir, ben düşünce özgürlüğümü
kullandım,’ diye itiraz edince Ankara Ağır Ceza Mahkemesi, 27 Mayıs’ın
ve Mendereslerin idamına karar veren Yüksek Adalet (!) Divanı kararlarının ima
yoluyla dahi olsa eleştirisini cezalandıran maddeyi Anayasa Mahkemesi’ne şu
gerekçe ile gönderir: Sözü edilen kanunun “Anayasanın sözüne ve ruhuna
uygunluk derecesinin, demokrasimizin en baş dayanağı olan Anayasa Mahkemesi’nce
de kontrolü ile bu kanunun en küçük ne bir itiraz ve ne de herhangi bir
aykırılık iddialarına yer vermeyecek kesinlikte bir uygulama üstünlüğüne ve
sonuç olarak da yayınlandığı günden beri her çeşit basının maksada göre anlayış
çerçevesindeki yaptıkları ayrı ve şaşırtıcı yayınlar karşısında güvensizliğe
düşürülmüş olan umumi efkârın yatıştırılması” için Anayasaya
uygunluğunun tescil edilmesi gerekir (!). Anayasa Mahkemesi de, ‘Düşünce
özgürlüğü beyin içinde kaldığı sürece sınırsızdır. Ancak dışa yansıdığı zaman
her yönden sınırlandırılabilir. 27 Mayıs Devrimi’nin (!) eleştirisi toplumsal
düzenin ve barışın sağlanmasına zarar verir. Böyle bir eleştiri düşünce
özgürlüğü kapsamında görülemez’ mealinde karar verir. Kısacası düşünce
özgürlüğü 27 Mayıs’a aykırı düşüncelerin korunması için tanınmış değildir.
S.111
1960 Darbesi ve onun getirdiği anayasal
düzen, esas itibariyle 1924 ile inşa edilen, belki ittihatçılıkla inşa edilip
1924 ile restore edilen demokrasi karşıtı yapının, bu defa anayasal düzeyde
hukuki meşruiyete kavuşturulmasının bir ifadesidir. Sistem, kendini korumak
için anayasal düzeyde yeni kurumlara ve güvencelere ihtiyaç duymuş ve kendini
anayasal garantiye almıştır. Bunun yanında bolca, temel hak ve özgürlük
maddelerini anayasaya eklemekle, Cumhuriyet’in temel nitelikleri arasında insan
haklarına dayalı, demokratik, laik, sosyal hukuk devleti maskeleri takmak
suretiyle, öteden beri oryantalist bakış nedeniyle zaten pekiyi göremeyen Batı
dünyasının eleştirilerini ortadan kaldırmak amaçlanmıştır. Tabii ki bir miktar
entelektüeli ve solcuyu susturmak da amaçlar içinde yer almış olabilir. S.115
Militarizasyon ve
Liberalizasyon Karışımı:
1982 Anayasası
1980’e gelindiğinde, 1971-1973 anayasa
değişiklikleriyle sağlanan tedbirlerin de işe yaramadığı ve Türkiye’nin bu
anayasal sistemle daha fazla yürüyemeyeceği anlaşılır. Türkiye’de devletin
sübvanse ettiği bir sermaye sınıfı da ortaya çıkmaya başlamıştır. Yine de, son
tahlilde bu bir ekonomik aktördür ve kazancına dikkat etmek zorundadır. 27
Mayıs’ın anayasal düzeniyle, onların sermayelerini sürdürebilmeleri ve ülke
yönetiminde söz sahibi olmaları pek mümkün değildir. Tam tersine, işleyemeyen,
hızla karar alamayan ve kendi içinde istikrar sağlayamayan bu yapıyla bu
sermaye iktidarının devam edemeyeceği anlaşılır. 1980’e gelindiğinde, sermaye
gruplarının, ordunun, baştan beri orduyla ittifak kuran Demirel grubunun
(AP’nin) ve önemli ölçüde de CHP’nin mevcut anayasal düzenle ülkenin devam
edemeyeceğine dair ittifakı ortaya çıkar. Bu yüzden ekonomiye müdahale edilir
ve 24 Ocak 1980’de ekonomik reform programı başlatılır. Bu kararlar, tam
anlamıyla serbest piyasa ekonomisine geçiş, paranın convertible hale
getirilmesi, günlük kur ilanına geçiş, yabancı sermayenin teşvik edilmesi ve
özelleştirmelere izin verilmesi anlamına gelir.
Fakat bir problem vardır: 1961
Anayasası’nın dayattığı ekonomik sistemde bu kararların yürütülmesi mümkün
değildir. Bu yüzden, biraz da şartların olgunlaşmasını bekledikten sonra,
generaller 12 Eylül’de sisteme müdahale ederler ve mevcut yazılı anayasa rafa
kaldırılır. S.119
27 Mayıs ile 12 Eylül arasında önemli
farklar vardır:
İlki, 27 Mayıs’ı yapan hareketin içinde,
tek parti ideolojisinin temsilcisi olan CHP de vardır. 27 Mayıs, tek parti
ideolojisi üzerinde yükselmiş olan bir harekettir ve o dönemin bazı kent
merkezleri bu hareketin arkasındadır. Bunun karşısında ise DP’yi savunan geniş
bir kitle vardır. 1961 Anayasası da, kent merkezli, üst gelir grubuna mensup ve
eğitim düzeyi yüksek kesimi arkasına alan, fakat bunun dışındakileri yok sayan,
hatta düşman olarak gören ve her hâlükârda vesayet altına almak isteyen bir
anayasadır. S.120
İkinci fark, darbenin fiili aktörüyle
ilgilidir. 27 Mayıs Darbesi’ni yapan 38 kişilik cunta, darbe yapma iradesi
bulunmayan bir ordu karşısında, silahlı bir müdahaleyi zorunlu gören CHP,
üniversite, yargı, medya ve sair bürokratik yapının özel çabalarıyla harekete
geçerek, emir ve komuta zincirinin dışında sisteme müdahale etmiştir. Buna
karşın 12 Eylül Darbesi, 1980’e kadar kendi içinde kurumsallaşmasını ve
hiyerarşi düzenlemesini tamamlamış bir ordunun bir kurum olarak sisteme
müdahale etmesidir.
Üçüncü olarak, 1960 Darbesi’nin tersine,
1980 Darbesi belirli bir toplumsal kesime karşı yapılmaz. Amaç kötü
siyasetçilerin kötü yönetiminin yarattığı kardeş kavgasından ülkeyi kurtarmak,
güvenliği tesis etmek ve sistemi yeniden çalışabilir hale getirmek olarak
sunulur. S.123
Dördüncü fark, iki darbenin ürettiği
Anayasaların başlangıç kısımlarının içeriğidir. 1961 Anayasası’nın girişinde,
yukarıda belirttiğim gibi, darbenin Türk milleti tarafından yapıldığı söylenir.
Yani hareketi millete mal etme, ihtiyacı vardır. 1982 Anayasası’nda ise, ‘Türk
Milletinin ayrılmaz parçası olan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin; milletin
çağrısıyla gerçekleştirdiği 12 Eylül 1980 Harekâtı’ denerek, orduya ciddi
bir şekilde vurgu yapılır. Burada millet ihtilal yaptı tarzı bir maske ya da
ihtiyacı okunmamakta, adeta görülen lüzum üzerine ‘Biz yaptık, doğru
yaptık!’ özgüveni okunmaktadır. Kurumsallaşmasını tamamlamış olan
ordunun güven farkı bu noktada ortaya çıkar. S.124
İki hareket ve sonuçları itibariyle
beşinci fark şudur: 1961 Anayasası’nın başlangıcında, Türk milliyetçiliğine
yapılan vurgu, 1982’de yerini Atatürk milliyetçiliğine bırakır; yani kısmen
rasyonelleşme ve ilerlemeden söz edebiliriz. Zaman içinde milliyetçiliğin,
Atatürkçülüğü de absorbe ederek geleneksel ırkçı politikaları meşrulaştırma
aracına dönüştürdüğünü göreceğiz. S.125
Son fark olarak, 1982 Anayasası’yla, 1961
Anayasası’nın öngördüğü, devletçi ve planlı ekonomi anlayışından
vazgeçilmesinden söz edilebilir. 24 Ocak Kararlarıyla ekonominin, serbest
piyasa kurallarına göre işletilebilmesi mümkün hale getirilir. Özelleştirmelere
geçiş yapılmaya başlanır. Arazilerin yabancılara satılması mümkün hale
getirilir ve serbest ticaret bölgeleri oluşturulur. Diğer yandan, grev ve
örgütlenme özgürlüğüne ciddi kısıtlamalar getirilir. Bunun ekonomik dinamikleri
yok etmesi engellenir. Muhalefete imkân bırakılmayan bu yöntem sayesinde bu
kararlar ve tedbirler çok hızlı ve biraz da kuralsız şekilde sermaye birikimine
yol açar. S.127
Giderek artan ciddi bir sermaye girişi,
alım gücünde artış, orta sınıfın ortaya çıkmaya başlaması ve çok hızlı bir
kentleşme yaşar Türkiye. Ekonomik gelişim sağlanır, altyapı çalışmaları
hızlanır, yurtdışına çıkışlar kolaylaştırılır ve bu sayede, kültürlerin
karşılaşması sağlanır. Güneydoğu’da sürdürülen güvenlik politikaları sebebiyle
boşaltılan köyleri de buna eklediğimiz zaman, kuralsız kentleşme ve rant
paylaşımları ortaya çıkar ve bütün bunlar toplumu çok daha karmaşık ve hiyerarşik
bir şekilde kontrol edilemez bir hale getirir. Bunda, gittikçe artan oranda
insanın, yurtdışına çıkarak farklı ülke uygulamaları, rejimleri, toplumsal ve
siyasal düzenleri hakkında alternatif bilgi ve gözlem sahibi olmalarının esaslı
payı vardır. Yüksek öğretimden geleneksel kent merkezleri dışındakilerin de
yoğun bir şekilde yararlanmaya başlaması, 100 yıllık elitlerin ekonomik ve
kültürel hegemonyalarına ek olarak entelektüel hegemonyalarını da sarsmaya
başlar. S.128
Süreç içinde askerî ve bürokratik
vesayetin, toplum üzerindeki kontrolü zayıflamaya başlar. 12 Eylül döneminde
olağanüstü bir güven duygusu içinde bütün ülke siyasetini kontrol edebileceğini
düşünen ordu, artık toplumun ve ülke dinamiklerinin karmaşıklığı karşısında
kontrol yeteneğini ve gücünü kaybetmeye, kendine güven sorunu yaşamaya başlar.
Bu yüzden, 1990’lara gelindiğinde ordu, 27 Mayıs’taki ittifaklara benzer
şekilde medyayla, yargıyla, üniversiteyle ve meslek kuruluşlarıyla ittifaka
girer. Bu durum, 28 Şubat olarak karşımıza çıkar ve ordu için sonun başlangıcı,
Türkiye için ise başka bir aşamaya geçmenin ifadesidir. S.129
Devletin bir toplumda var olan en yüce
değer olduğunu söyleyen Anayasa Mahkemesi kararını da göz önünde
bulundurduğumuzda, değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen anayasanın 2.
maddesinin genetiğini çözmüş oluruz. Bu genetik, iki dünya savaşında Avrupa’yı
ve dünyayı cehenneme çeviren Almanya’nın devlet anlayışının dayandığı Hegelci
düşünceyi işaret etmektedir.
Daha sonra, bu anayasanın başlangıç
kısmı, “Hiçbir faaliyet Türk milli menfaatlerinin, Türk varlığının,
devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihi ve manevi
değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin
karşısında koruma göremeyeceği ve laiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din
duygularının devlet işlerine kesinlikle karıştırılamayacağı...” diyerek
Cumhuriyet’in dayandığı temel ilkeleri sıralamış olur. Cumhuriyet, eğer bu
temel ilkelere dayanıyorsa, özgürlük ve demokrasinin çok fazla bir anlamı
yoktur. Bu yüzden 12. maddedeki ‘Herkes doğuştan, vazgeçilmez,
devredilmez temel haklara sahiptir’; 24. maddedeki ‘Herkes inanç ve
ibadet özgürlüğüne sahiptir’; 25. maddedeki ‘Herkes düşünce ve
kanaat özgürlüğüne sahiptir’; 26. maddedeki ‘Herkes ifade özgürlüğüne
sahiptir’; 28. maddedeki ‘Herkes basın özgürlüğüne sahiptir’; 23.
maddedeki ‘Herkes seyahat özgürlüğüne sahiptir’ ifadelerinin
devleti bağlayıcı boyutu yoktur. Bunlar anayasanın maddeleri olarak
sıralanmıştır, ama esas olan yukarıda belirttiğim çerçevedir. Özetle, bu
anayasanın ortaya koyduğu anlayış, “Söz konusu devlet ise gerisi
teferruattır” anlayışıdır. S.132
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 316 / Mart 2017
__________________
1-Amerikan Anayasası’nı yapanlardan
Benjamin Franklin, 235 yıldır yürürlükte olan, dünyanın en başarılı anayasa
metni ortaya çıktığında ‘Nihai metin dahi kimseyi memnun etmiyor, zira mükemmel
bir anayasa yapma imkânı yok’ gerekçesiyle anayasanın kabul edilmesini
istemişti. Alt maddeleriyle birlikte 24 maddelik bu anayasa, ‘dünyanın en iyi’
anayasası olarak gösteriliyor. S.47
Yazarın ‘dünyanın en iyi anayasası’ olarak
ifade ettiği ABD anayasası belkide dünya tarihinin eli en kanlı devletine
aittir. Son örneğini Irak’ta ya gördüğümüz vahşeti, Moğollar gibi her zaman
bizzat kendileri gerçekleştirmeyip dönem dönem değişen yöntem ve aracılarla
perdelemişlerdir. Garip olan yazarın Kemalist kadroları eleştirirken gösterdiği
hassasiyeti söz konusu ABD olduğunda görmezden gelmesidir.
2-Yeni Osmanlıların çok iyi niyetlerle
Osmanlıya anayasa metni yazdığı iddiasının hiç bir delili yoktur. Aksine 2010
referandumu tecrübesinden de anlaşıldığı üzere ‘derin dünya’ ile bağlantısı
olan çevrelerin toplumun beklentilerinden faydalanmakta mahir oldukları
malumdur.
3-Bu çevrelerin haklı olmaları ‘derin
dünya’ ile yapılan işbirliğine meşruiyet sağlamayacağı da ortadadır.