Sorulunca Söylenenler - Alparslan Aydar

Sorulunca Söylenenler

Bu sayımızda tanıtacağımız eser, Hüsnü Aktaş Hocaefendi ile yapılan ve çeşitli gazete ve dergilerde yayınlanan soruşturma ve röportajlardan meydana gelen ‘Sorulunca Söylenenler’ isimli eserdir. Röportajlar ve soruşturmalar yapıldığı yıllara göre değil, Siyâsî Meseleler, Usûl Problemi, Kitap Üzerine Yapılan Söyleşiler ve Düşünce Suçları (açılan davalar)’ olmak üzere dört ayrı bölümden meydana gelmektedir. Resmî ideolojiye iman eden sivil ve asker bürokratların, uzun yıllar kendileri gibi düşünmeyen herkesi düşman olarak gördükleri mâlumdur. Üstâd Cemil Meriç ‘Mağaradakiler’ isimli eserinde, şu tesbitte bulunmuştur: ‘Her aydınlığı yangın sanıp, söndürmeye koşan zavallı insanlarım: Karanlığa o kadar alışmışsınız ki, yıldızlar bile rahatsız ediyor sizi! Düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı bu ülkede, düşünce adamı nasıl çıkar?’

Sorulunca Söylenenler
Hüsnü Aktaş
Mîsak Yayınları
Mîsak Dergisi
Sayı: 320 / Temmuz 2017

“Resmî ideolojiye iman eden sivil ve asker bürokratların, uzun yıllar kendileri gibi düşünmeyen herkesi düşman olarak gördükleri mâlumdur. Üstâd Cemil Meriç ‘Mağaradakiler’ isimli eserinde, şu tesbitte bulunmuştur: ‘Her aydınlığı yangın sanıp, söndürmeye koşan zavallı insanlarım: Karanlığa o kadar alışmışsınız ki, yıldızlar bile rahatsız ediyor sizi! Düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı bu ülkede, düşünce adamı nasıl çıkar?’

Bu eserde, yayın organlarının yetkililerine teslim edilen metinler esas alınmıştır. Günlük gazetelerde, haftalık-aylık dergilerde yayınlanan soruşturma ve röportajlardan meydana gelen bu eserin ilk baskısı, 2008 yılında yapılmıştır. Röportajlar ve soruşturmalar yapıldığı yıllara göre değil, Siyâsî Meseleler, Usûl Problemi, Kitap Üzerine Yapılan Söyleşiler ve Düşünce Suçları (açılan davalar)’ olmak üzere dört ayrı bölümden meydana gelmektedir. Bu eserin ilaveli yeni baskısının hayırlara vesile olmasını dileriz.” S.12

 

Perçinlenmiş Bir Mîsak’a Yüreğinden Bağlıdır.

“1970’lerin ortalarından bu yana bir aşkla davasının mücadelesini veren; cezaevlerini, işkenceleri, mahrumiyetleri, ortalığı velveleye vermeyen bir asaletle sineye çeken Hüsnü Aktaş niye bugünlerde gündeme gelmez? Adı anılmaz? Asalet zor zamanda gündeme gelebilmeyi bilmektir. Ziyafetlere çağrılmayanlar; davasına bedel ödetmeden sahip çıkanlardır da ondan Hüsnü Aktaş.

Tevhid ve Şura dergilerinden beri bu yolun öncüsü; mücadele meydanının tam ortasındadır. Bugünlerde gündeme gelmiyorsa hüzün en çok Hüsnü Aktaş’a yakışandır da ondan. Bir davanın askeri olmak kaderinde yazıldığı için Burdur-Askeriye’de doğdu. Doğuştan dava adamı yani. Sonradan olma değil; iktidar, ganimet, ziyafet için değil; hakikate vasıl olmak için çıktığı yol, bitmeyen bir yürüyüş, Büyük Yürüyüş’tür.

Büyük Türkiye’nin imanlı olmasına azmetmiş bir Türkiye rüyası görür her zaman. O yüzden en çok sükûnette tezahür eden bir celadet içinde hatırlarız onu. İsyan Çiçekleri ile İsyan Ahlâkı’na nefer yazılmış, Şeytanın Düzeni’ni açık etmeyi başarmış, Şen Olasın Laiklik’le yürüyüşüne şenlik katmış, davanın fedaisi olduğunu belgeleyen Fedailer romanı ile çok yönlü bir yazar olduğunu gösterebilmiş bir bütünleniş içindedir.

Görünür olmanın mahcubiyetinden herkes göremez O’nu. Ancak vefa, dostluk ve Vahdet teleskopundan bakanlar görebilir. Ülkesini ve davasını suskunlukla; ortalığa saçılmayan faaliyetlerle de yüceltmenin yeni yollarını bulur. Vahdet Vakfı bu amaçla yola çıkmıştır.

İktidar dokunulmazlığına değil, yıldızların dokunulmazlığına sahiptir. Davanın süreklilik ve ihtişamında parlar; ganimet savaşında ve ekranlarda değil. Görünenlerin göz kamaştırıcılığına karşın görünmeyenin esrarlı halesine sahiptir. İnsanı gerilime itmez; huzura, dinginliğe, suhulete, Vahdet’e çağırır.

Kelimeler ve Kavramlar’la bir dünya örer Türkiye’de. Sağın, antikomünizmin Müslümanlık sanıldığı bir ülkede kelimeler ve kavramlar onun elinde yerli yerine ve bağlamına oturmuştur. Tek dişi kalmış canavara teslim olmayan, ulaşılması gereken bir uygarlık düzeyi gösteren resmî ideolojiye, eğitim müfredatına, devlet uygulamalarına karşı medeni bir cesaret örneği göstererek Medeni Vahşet diyebilmiş bir yazardır. Yalanın egemenliğine dayanak olan sütunları bu kitaplarla yıkmış, küflenmiş mabetler, sulanmış beyinler yerine yeryüzünü mabed kılmanın cihadına gençliğin coşkusuyla katılmıştır Hüsnü Aktaş.

Bir dönem özgüven içinde dik durmamızı sağlayan ve dilimizdeki Kelimeler ve Kavramlar’la susuzlukları gideren bir çeşme olabilmiştir. Misak’ın yayıncısı, hepimizi ortak bir dile ve kavramlar dünyasına ulaştırmaya çalışan kaptandır.

Kibre karşı parçalayıcı, tevazuun mücessem halidir. Dili, her türlü cinayetin işlendiği zamanlarda ve buna itirazın bedel ödettiği bir ortamda, hasımlarını dehşete salan bir celadet ve cesaret timsali olmuştur. Bu nedenle yağma karşısında hücresine çekilir, ganimetin uzağındadır. Davanın yükünü çeker; gamını çekmez ve dengeler adına sözünü esirgemez; fikrin çilesinden sefaya ve rehavete zaman bulamayan mücahittir.

Her türlü güzelliğin dağılıp eridiği bir Türkiye’de iman ateşinin ocağıdır. Zaferle yüz yüze gelmenin şımarıklığından uzak, Ankara’da yalın bir yalnızlık abidesidir. Hastalığın ateş nöbetlerinde serinleten bir el iken; sağlıkta uzaktan duacı; devr-i iktidarımızda saklanmanın hikmetine ulaşan bir gerçekliktir. İktidara uzanan yol diye bir şey yoktur; her anı imtihanda bir muhasebe vardır. Hakikati utandıran gülüşler yerine mahcup bir tebessüm simasıdır. Güzelliklerin yıkıma uğradığı mekânlardan çok viranelerde sultanlar gibidir. Şöhretin afet olduğunu en çok idrak eden meşhurumuz. Zamanın dışında değil ötesinde, hüznün bahçesinde nadide bir çiçek; çınar gibi gölgesinin ihtişamında yer bulmak her zaman imkân dâhilindedir.

Dağ başında değil, Ankara’nın Cihan sokağındadır. Sokağı bile cihan(lar) barındırır.

Belirsiz bir zamandan çıkıp gelen, günümüzün tanığı ancak asla zamaneden olmayan bir derviştir. Kolay bozulan yeminler yerine perçinlenmiş bir Misak’a yüreğinden bağlıdır. Rastlantıların hazırladığı kalabalıklar yerine Misak’ta ahitleşmiş azınlıklara meftun; dar bir kadro ile eylemini sürdürmeyi zühdün bir çeşidi sayar.

Hüsnü Aktaş; hem güzel, hem ak, hem de Kâbe’yi belirleyen karataş gibi davamızın kilometre taşıdır. Rüya görürken kimse gülmez ama ‘İmanlı Büyük Türkiye’ rüyası Hüsnü Aktaş’ın yola çıkış andıdır.

Hududullah’ı aşmaz; dağları aşırır müntesiplerine. Heva ve hevesleri uğruna Allah’ın kelamını eğip bükenlerin karşısında nefsinin bileğini bükmekle meşgul.

Bugünler, kimilerinin gündüzü olabilir; hâlâ davaya ayarlı olanların ise vakt-i kerahati, bitmeyen gecesidir.” (Mustafa Everdi, Dünya Bizim Sitesi, 6 Şubat 2013) S.497-501

“Haziran 1995’te İnter-Star Televizyonu sonradan akıl hastası olduğu resmen tescil edilen bir şahsı eline bir miktar para vererek ekrana çıkararak iftiralarını yayınlar. ‘Ankara Terörle Mücadele Şubesi’nde altı gün süren gözaltı süreci sonrası serbest bırakılır. Çok konuşulmaz fakat bu operasyon adeta 28 Şubat sürecinin işaret fişeğidir. O dönem yapılan röportajlara kulak verelim:

“Lise öğrencisi iken (1960’lı yıllarda) arkadaşlarım bana ‘ümmetçi’ diye hitap ederlerdi. 1969 yılında; devletin temel nizamlarını İslâm’a uydurmak için propaganda yaptığım (TCK ‘nın 163’ncü maddesini ihlâl ettiğim) gerekçesiyle mahkemeye verildim. Mahkeme reisi, önce ‘müellifin onsekiz yaşına girip-girmediğinin araştırılmasına’ diye karar verdi. O tarihlerde ne İran devrimi söz konusuydu, ne ülkücülük, ne Refah hareketi! Elime kalemi aldığım günden bu yana kendimi; ‘Şu’cu veya Bu’cu’ diye nitelendirmediğim gibi, bu çeşit tasnifleri de reddettim. Reddetmeye de devam edeceğim. Ben sadece Allah’a (cc) teslimiyeti ifâde eden ‘Müslüman’ ismini ve vasfını kabul ederim.” S.421

“1969 yılından itibaren; günlük gazetelerde, haftalık ve aylık mecmualarda yayınlanan makalelerimden veya kitaplarımdan dolayı; defalarca gözaltına alındım ve tutuklandım. 1969-1996 yılları arasında; düşüncelerimden ve inançlarımdan dolayı, tam 20 defa mahkeme huzuruna çıkarıldım. Mahkûm olmadan mecburi ikamete tâbi tutuldum. 12 Eylül’de yapılan askeri darbeden sonra; televizyon ve radyodan, arandığımı öğrendim. Askeri Cezaevi’nin durumunu bildiğim için teslim olmadım. Üç yıl ‘Yusuf Kerimoğlu’ müstear ismi ile kaçak olarak yaşadım. O yılları unutmamak için, hâlâ bu müstear ismi kullanıyorum. 1984 yılının Kasım ayında yakalandım ve 1985 yılının sonuna kadar; tutuklu olarak, Ankara-Ulucanlar Cezaevi’nde ve Mamak Askeri Tutukevi’nde, ‘Medrese-i Yusufiye’ talebesi olarak tahsilime devam ettim. Hem İstanbul, hem de Ankara ‘Sıkıyönetim Mahkemeleri’nde yargılandım.” S.430

Hüsnü Aktaş daha çok eski kuşakların tanıdığı, değer verip, saygı duyduğu bir isimdir. Zira zor dönemlerde öndedir, öncüdür. Yeniler daha az tanırlar. Zira iktidar ve iktidar nimetlerine mesafelidir. Tercih edilmiş bir yalnızlıktır sözünü ettiğimiz. Garip olan iktidarı yeterince eleştirmediği için de eleştirilmesidir.

Soru: Hocam, büyük bir değişim yaşadığımızdan dem vuruluyor. Değişiyor muyuz, başkalaşıp özümüze mi yabancılaşıyoruz, nasıl görüyorsunuz hal-ü ahvalimizi ?

“Türkiye’de yaşanan siyâsî ve iktisâdî değişimin, Müslümanları etkisi altına almadığını söylemek kolay değildir. Aslında şu anda bizim yaşadığımız durum yabancılaşmaktır. Müslümanlar burada hem kendi özlerine yabancılaşıyorlar, hem de hicret etmeyi göze almıyorlar. Sonra, öbürlerine benzemeye başlıyorlar. Bir noktada herkes bukalemuna iftira edip duruyor. Müslümanlar da son dönemlerde o hale geldiler. Ama bu yabancılaşma birden olmadı. Ahlaki değerlerin hafife alınması, yirmi yıl önce başladı. Refah Partisi’nin 1994’lerde belediye seçimlerini kazanmasından itibaren, yeni bir imtihan süreci başladı. Senelerdir iktidardan ve belediye imkânlarından uzak kalmanın getirdiği bir problem, erozyonu hızlandırdı.

Soru: Biz eskiden kendimizi rejimin zencileri yerine koyuyorduk. Şimdi galiba, rejimin sahibi gibi görmeye başladık. Muhalif, alternatif olma özelliğimizi mi kaybettik?

Cevap: Bu, iktidar imkânının getirdiği bir problemdir. Geçen bir delikanlı geldi. ‘Sen, 1974’te bu sisteme şeytani düzen dedin. Ağır ağır bizi bu sistemden kopardım Oysa bu sistem iyiymiş. İhaleler vs. alıyoruz. O kadar da şeytani değilmiş, kazanç yolu var bu işte’ diyor. İnsanoğlu, hakikaten malı biriktiren ve biriktirdiği mal sebebiyle ölümsüz olacağını zanneden bir varlıktır. Garip bir iştir. Ve insanın şehvetlerinden birisi de mal şehvetidir. Ölürken bile adam, mal şehvetinden vazgeçemez. İnsanoğlunun böyle garip hastalıkları ve zaafları vardır. Peygamberimiz Efendimiz’in (sav) ‘Ümmetim hakkında endişe ettiğim hususların en tehlikelisi, hevâya uymak ve tûl-i emeldir. Hevâya uymak insanı hak yoldan saptırır, tûl-i emel ise âhireti unutturur’ buyurduğu malumdur. Vasıf değişiyor, kalp değişiyor. Onun için Fahrettin Er Razi, ‘bütün mesele kalbin niyetidir’ diyor. Kalbin niyeti fesada uğrarsa, insanın bütün amellerinin fesada uğraması mümkündür. Onun için bütün ibâdetlerin rüknü ihlas ve ihsandır. Şimdi bizim kalbimiz değişti. Yani biz, yıllar önce her şeyi göze alan radikal akıncılar, şunlar ve bunlar değiliz artık!.

Soru: Şu anki durumu doğal bir değişim mi görmek lâzım?

Cevap: Hayır, hayır. Bu bir imtihandır. İmtihan böyle olur. Avamda şöyle bir genel kanaat da var: ‘Hükümet olduk, rejimin sahibi olduk Müslümanlar giderek güçlendi, zenginleşti, iyiye doğru bir gidişat var.’ Böyle bakmak da mümkün. 1970’li yıllarda ben Yeni Ölçü Dergisi’ni çıkarıyordum. Bir büro tutma imkânım yoktur. Elimdeki çanta adetâ büro gibiydi. Çantanın içindeydi yazılar, gidiyordum matbaaya. Bir posta kutusu adresim oluyordu. Şimdi Müslümanların ellerinin altında her şey var. Türkiye’de vaktiyle 163. madde varken, doğru dürüst yazar bulamazdın. Şimdi istediğin kadar bulabilirsin. Çünkü şu anda söylenen sözün de makalenin de bir bedeli yok. Ama dikkat edin, o dönemdeki eserler, maalesef bugün verilemiyor. İmtihan dünyası böyle bir şey. Aslında hesap gününü unutmak, Allah’ı unutmak gibi feci bir hastalıktır. Çünkü muhkem âyetlerde ‘Allah’a ve âhiret gününe iman’ bir arada zikredilmiştir. Derdimizin rüknü bu inceliği kaybetmemizdir. Hakikaten iyi niyetle, şöyle veya böyle, sloganlar bizi biraz daha dünyevileştirdi. Ağır ağır bu noktaya geldik. Dünyevileşme hastalığına tutulduğumuzdan bu yana tevbe etmeyi unuttuk!” (Ahmet Yavuz, Milli Gazete, 26 Temmuz 2014) S. 220-230

Kitaptaki en ilginç röportajlardan birisi İktibas Dergisi’nden M. Kürşat Atalar ve Erhan Aktaş tarafından gerçekleştirilen (Kasım 1996) röportajdır:

 

Usûl Konusunda Bir Ufuk Turu

Soru: Biz yine deminki konuya, Cum’a konusuna değinmek istiyoruz. Biraz daha müşahhas hâle getirmek için. Somut bir şeyler söylerseniz daha iyi olur. Anlaşılsın anlamında söylüyoruz. Yıllarca Türkiye’de bir kısım insan Cum’a namazını terk etti; bu terk edenlerin terketmelerindeki sebeplerden birisi de sizin anlayışınız, görüşünüz ve bu konudaki düşüncelerinizi beyân etmeniz.

Cevap: Benim şahsi görüşlerimden mi?

Soru: Sizin şahsi görüşlerinizden. Özellikle Milli Gazete’de fıkıh köşesinde bunu siz gündeme getirdiniz. Bir kısım insanlar size hak verdiler ve cuma namazını uzun bir süre terkettiler. Bilâhare aradan epey bir süre geçtikten sonra tekrar Cum’a namazını şartlar biraz daha değiştiği için kılınabileceğine karar verdiler. Ne değişti de daha önce kılmadığınız Cum’a namazını kılmaya başladınız. Kılınabileceği konusunda tekrar bir görüş sarf ettiniz.

Cevap: Tekrar mı ettik, yoksa ilk yazdığımda da aynı şeyi ‘eğer mü’minlerin emiri yoksa Müslümanlar kendi içlerinden bir cuma imamı seçerler ve kılarlar’ diye kaynağını vermedik mi? İki durumu da izâh ettik ve ‘Azimetin mahiyeti şudur, ruhsat ise şöyledir’ dedik ve delillerini ortaya koyduk. Cuma kelimesi nedir? Cemâat! Türkiye’de İslâm cemâatı var mı?

Soru: Yok.

Cevap: Elbette resmen yok demek durumundasınız. Eğer ‘İslâm cemâati vardır’ derseniz, muhbirlik yapmış olursunuz. Çünkü ‘İslâm cemâatini kurmak veya insanları kurulmuş bir İslâm cemâatine katılmaya teşvik etmek’ suçtur. Hem de terör suçudur. DGM’de yargılanırsınız. Cum’a namazı ise, bir cemâat namazıdır. Resmen kurulması suç olan bir cemâatin namazı! Çelişki buradadır. Müslümanlar birbirlerini suçlamayı bir kenara bırakıp, içinde bulundukları hâli iyi düşünmelidirler. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Hıristiyanlar’ın ve Yahudiler’in; ‘dini cemâatleri’ vardır. Bunu hepimiz biliyoruz. Peki, bu hak Müslümanlara niçin tanınmıyor? Hüsnü Aktaş’ı suçlamak kolaydır da, bu suallere cevap vermek zordur.” S.294-325

12 Eylül 1980 Askeri İhtilâli sonrasında Milli Gazete’de Yusuf Kerimoğlu müstear ismiyle Fıkıh Köşesi’nde gelen sorulara cevaplar daha sonra Fıkhi Meseleler (iki cilt) adıyla kitaplaştırılmıştır. Yayınlandığı dönem açısından öncü kabul edilebilecek bu incelemeler temel kaynakların geniş kitlelerce tanınmasına ve dolayısıyla tercümesini vesile olmuştur. Zaman içinde yeni soruların da eklenmesiyle kitabın ilaveli yeni baskısının (altı cilt) yapılması kararlaştırılmış ve ilk dört cildi yayınlanmıştır. (Mîsak Yayınları, Ank. 2013) Bir başka ifadeyle zaten bu eser sorulan sorulara verilen cevaplardan oluşmaktadır. O halde elimizdeki eseri farklı kılan husus nedir?

Bu noktada rahmetli Zeki Soyak Hocaefendi’nin dönem dönem zikrettiği ‘Kendimizi, rakibimizi ve bulunduğumuz zemini iyi tanımalıyız’ tavsiyesini hatırlamakta fayda vardır. Hüsnü hocamızın dönem dönem hayranlıkla da zikrettiği son Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi (rha)’nin en önemli vasıflarından birisi de Batılı tüm felsefi akımlara derinlemesine vâkıf olmasıdır. Zira bu noktada genel bir zaafımızın olduğu da ortadadır. Bu kitabı farklı kılan en önemli noktalardan birisi de hocamızım dünya sistemine ve siyasetine olan vukûfiyeti dolayısıyla bizlere sunduğu rehberliktir:

 

Tarihin Dönüm Noktaları ve Emperyalist istilâ Hareketi

Soru: Berlin Duvarı’nın yıkıldığı ve iki Almanya’nın birleştiği tarihten itibaren dünya siyâsetinde taşların yerinden oynadığı görülmektedir. Dünya siyâsetinde belirleyici güce sahip olan devletlerin, uluslararası sistemi değiştirdikleri ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ni köşeye sıkıştırdıklarını söylemek mümkün müdür? İçinde yaşadığımız zaman diliminin, tarihin dönüm noktası olduğunu iddia eden Siyâset uzmanlarının tezleri doğru mudur?

Cevap: Bazı Siyâset uzmanları tarihi, devamlı hareket hâlinde olan bir trene benzetmişlerdir. Bu teşbihin sebebi; tren güzergâhında olduğu gibi, tarihte de ‘makas değiştirme’ noktalarının bulunmasıdır. Dünya siyâsetinde belirleyici güce sahip olan devletlerin, uluslararası düzeni bir hâlden, başka bir hâle dönüştürmeleri mümkündür. Tarihin dönüm noktaları; uluslararası hukuk ve dünya düzeni açısından son derece hassas olan, hatta ülkelerin istikbâlini belirleyen noktalardır. Eski soğuk savaş döneminin sona erdiği 1989 yılı; uluslararası düzen ve hukuk sistemi açısından, tarihin makas değiştirdiği bir yıl olmuştur. Komünist ideolojinin iflâsı ve SSCB’nin dağılması; ABD’nin dünya siyâseti üzerinde hem sanal, hem de gerçek boyutları olan hegemonyasını ortaya çıkarmıştır. Sanal hegemonya dememizin bir değil, birden fazla sebebi vardır.

ABD’nin küresel üretimdeki payı, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana sürekli olarak gerilemektedir. 1947 yılında ABD, dünya gayr-i safi hâsılasının neredeyse yarısına (% 48) sahip olan bir devlettir. Bu oran 1960 yılında %28’e, 1970 yılında % 25’e, l990’lı yıllarda ise % 22’nin altına düşmüştür. ABD’nin dış yatırımları ile diğer ülkelerin ABD’deki yatırımları arasındaki dengesizlik hızla artmaktadır. ABD’nin dış ticaret açığı, 1999 yılında bir trilyon doların üzerine çıkmıştır. Sanayileşmiş yedi ülkenin (G-7) iktisâdî performansı dikkate alındığı zaman, 1999 yılından itibaren ABD’nin gücünün belirli ölçüde azaldığı görülmektedir. Dünya Bankası’nın satın alma gücü paritelerini kullanarak yaptığı hesaplara göre, önümüzdeki bir-kaç yıl içerisinde Çin’in iktisâdî gücü, ABD’yi geride bırakacaktır. Gerçek hegemonya dememizin sebebi şudur: ABD’nin nükleer, kimyasal ve biyolojik silâhları üretmek için yaptığı harcama, bütün dünya ülkelerinin savunma bütçelerinden daha fazladır. Yayınlanan istatistiklere göre 2002 yılında Amerika, müttefiki olan ülkelere 49.7 milyar dolarlık silâh ihraç etmiştir. Gelişmiş silâh sanayiine sahip olan diğer ülkelerin toplam ihracatı ise 43.4 milyar dolar civarındadır. 1989 yılından itibaren ABD’nin küresel hegemonyasını devam ettirebilmek için, petrole ve enerji kaynaklarına el koymaya karar verdiğini gizlemenin bir anlamı yoktur. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin daimi üyelerinden bazılarının; özellikle Rusya, Fransa ve Çin’in, ABD’nin önce ‘Çöl Fırtınası’ harekâtıyla Basra Körfezi’ne, sonra ‘Sonsuz Özgürlük’ operasyonuyla Afganistan’a yerleşmesinden rahatsız oldukları mâlumdur. Tarihçi Paul Keyder’in ileri sürdüğü şu siyâsî tezi, dikkate almakta fayda vardır: ‘Birleşmiş Milletler Teşkilâtı; ABD’nin iznini ve desteğini almadan, kendi başına bir şey yapamaz hâle gelmiştir. Avrupa Birliği (AB) ülkelerinden bazıları ile Rusya ve Çin’in, BM Teşkilâtı’nın kararlarıyla şekillenen bir uluslararası düzeni arzu etmelerine rağmen, şimdilik ABD’nin hegemonyasına karşı çıkmaya cesaret edemedikleri görülmektedir.’ İnsanların istikbale matuf kanaatlerini ifâde için kullandıkları ‘perşembenin gelişi, çarşambadan belli olur’ darb-ı meseli, siyâsî hadiseler için de geçerlidir. Bundan beş yıl önce (11 Eylül 2001) ABD’de yaşanan terör felaketi, tarihin dönüm noktalarından birisidir. New York ve Washington’da yaşanan terör hadisesinin; hem ABD ve Avrupa’da yaşayan Müslümanları, hem de George W. Bush Yönetimi’nin terörist ilân ettiği ülkeleri zor duruma düşürmüştür. Siyâset uzmanlarının ‘Bush Doktrini’ şeklinde ifâde ettikleri Siyâset anlayışı, uluslararası hukuku ortadan kaldırabilecek bir keyfiyete haizdir. Bu açıdan bakıldığı zaman 11 Eylül 2001’de yaşanan ve şaibelerle dolu olan bu terör hadisesinin, tarihin yeni bir dönüm noktası olduğunu söylemek mümkündür.

Soru: Son yıllarda 11 Eylül 2001 ’de yaşanan terör hadisesinin, ABD’de darbe yapmak isteyen bazı güçlerin tezgâhladığı bir hadise olduğu iddia edilmektedir. Siz de bu hadisenin ‘şaibeli’ olduğunu söylüyorsunuz? Şaibeden kastınız nedir?

Cevap: ABD araştırma kuruluşlarından olan ‘Strafor’un Yönetim Kurulu Başkanı George Freidman’ın; ‘Niyeti vardı veya yoktu bilemem. Fakat büyük ikramiye İsrail’e çıktı’ başlıklı raporunda, bu terör hadisesinin İsrail’e yaradığını ifade etmektedir. İsrail istihbarat teşkilâtı MOSSAD’ın ‘Böyle bir saldırının olacağını daha önce CIA’ya haber vermiştik’ şeklindeki açıklaması, CIA tarafından yalanlanmıştır. Ancak New York’taki ‘Dünya Ticaret Merkezi’ binalarında çalışan dört binden fazla Yahudiden hiç birisinin o gün işe gelmemesi, tesadüfle açıklanabilecek bir hadise değildir. ABD Başkanı George W. Bush’un ‘bir numaralı şüpheli’ ilân ettiği Usame Bin Ladin’in ‘Bu terör hadisesi ile ilgisinin olmadığını’ açıklaması ve Afganistan Hükümeti’nin ‘ABD, bu eylemi Usame Bin Ladin’in yaptığını ispat ederse, derhal kendisini teslim ederiz’ demesi, hadisenin bir başka boyutudur.

New York’taki ‘Dünya Ticaret Merkezi’nin (ikiz kulelerin) iki yolcu uçağı ile değil, iki tanker uçakla vurulduğunu iddia eden bazı strateji uzmanları, başka ihtimaller üzerinde durmaktadırlar. İlluminati Çetesi’nin sözcülerinin, ısrarla ‘Bush Doktrini’ savunmalarının bir değil, birden fazla sebebi vardır. (ABD’nin Afganistan ve Irak’ı işgâline gerekçe gösterdiği ‘11 Eylül Saldırıları’, İlluminati Çetesi’nin gerçekleştirdiği postmodern bir darbedir. George W. Bush’un iktidarı; ABD’de etkili olan üç grubun koalisyonunu temsil etmektedir. Bunlar silâh ve petrol şirketlerinden oluşan büyük sermaye gurubu, İsrail’in emellerine hizmet eden Musevi lobisi ve yeni muhafazakâr politikacılar ve Evangelist Hıristiyan tarikatlardır. Bunlar arasında ahengi sağlayan ‘İlluminati Çetesi’, bütün dünyayı tehdit eden şeytani bir organizasyondur.” (Salih Eren, Doğru Haber Ajansı Bülteni, Ağustos 2006) S.155-158

 

Pragmatizm veya ‘Hak ile Bâtılı’ Birbirine Karıştırma Hastalığı

“Pragmatizm; hak ile bâtılı birbirine karıştıran ve hakikatin varlığını (inkâr etmemekle birlikte) tahrif eden nihal ehli arasında hızla yayılabilen bir ideolojidir. Filozof Giovanni Papini: ‘Bütün felsefi doktrinleri bir otele benzetirsek, pragmatizmi bu otelin koridoru olarak vasıflandırmamız gerekir. Her felsefi hareketin mensupları, şu veya bu gerekçe ile pragmatizmin koridorunu kullanmak mecburiyetindedirler’ demiştir. Pragmatizme göre düşüncenin, duygunun ye her türlü biginin kaynağı; insanın kendini koruyabilmesi, geliştirebilmesi ve hayattan zevk alabilmesi için yaptığı faaliyetlerle (fiillerle/pragmalarla) sınırlıdır. Dolayısıyla bilginin değeri mutlak değildir, izâfîdir. Pratiğin (amelin) bir değeri söz konusudur. Bu felsefi ekole göre, ‘insana pratik hayatta faydası olan şeylere hakikat denilir.’ İnsanoğlu, bugün elde edebildiği hakikatleri ile (pratik menfaatleriyle) yetinmek ve bir gün sonra, dünün hakikatlerine ‘bâtıldır’ demeye hazırlıklı olmak zorundadır. Klasik Hellenizm kültüründe önemli yeri olan Kyrene Ekolü’nün Hedonizmi ile ‘Hakikat yoktur, hakikat zannedilen şeyler vardır’ diyen Septisizm (şüphecilik) ekolünün dünya görüşünden etkilenen Charles Peirce (1839-1914) ve William James (1842-1910) Pragmatist felsefenin teorisini şekillendirmişlerdir. ABD’de John Dewey, İngiltere’de John Stuart Mill ve İtalya’da Giovanni Papini, bu felsefi ekolün önde gelen isimleridir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında (1924) John Dewey; (Çin seyahatini tamamlayıp ABD’ye dönerken) Türkiye’ye uğramış ve ‘Türk Maarif Sistemi’nin nasıl olması gerektiği hususunda bir rapor hazırlamıştır. John Dewey’in hayranı olan bürokrat Avni Başman’ın (1887-1965) gayretleri sonucunda; Türkiye’nin eğitim sisteminde, Pragmatizm ideolojisi esas alınmıştır.

Pragmatizmi esas alan ve Çağdaş Uygarlık adına dayatılan; ‘Ulusal mecburi eğitim sistemi’; bu zihniyetteki vatandaşların yetişmesine vesile olmuştur. Vatandaşların hevalarında dağınık vaziyette bulunan ve adına “sağduyu” denilen sistemleşmemiş (pratik) dünya görüşü ile diplomalı aydınların (!) felsefi mahiyetteki pragmatizmi, siyâsî faaliyetlerin temelini teşkil etmektedir. Siyâsî faaliyetlerin diğer bir unsuru da şudur: Osmanlı Devleti’nde; Islahat Fermanı’nın ilânından sonra ‘Encümen-i Daniş’ adı verilen bir müessese kurulmuştur. Meşhur vatan şairi Namık Kemal de, bu müessesede görev almıştır. Encümen-i Dâniş’in kararı ile batı dilinden tercüme edilen ilk eser Niccola Machiavelli’nin ‘İl Principe’ (Hükümdar) isimli kitabıdır. O dönemde başlayan ‘Makyavelizm’ ideolojisi, Cumhuriyet’i kuran kadroların tamamını etkisi altına almıştır. Niccola Machiavelli’ye göre ‘Devlet gücünü dinden değil, ulustan almak’ mecburiyetindedir. TBMM’de yer alan ‘Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur’ vecizesi, bu ideolojik değişimin bir sonucudur. N. Machiavelli, ‘Politik bir amaca ulaşmak için her türlü hileye ve şiddete başvurulabileciğini’ iddia ettiği için, şeytani tavsiyelerde bulunmakla suçlanan bir filozoftur. Fakat görünen odur ki; N. Machiavelli, zâlim politikanın temel ilkelerini ortaya koymuştur. Vahyi reddeden, hakikat mefhumunu tahrif eden, şüpheleri ve çirkin fiilleri ön plâna çıkaran zâlim politikacıların; rağbet ettikleri ve dillerinden düşürmedikleri slogan şudur; ‘Dün dündür, bugün bugündür.’ Türkiye’deki siyâsî kadroların tamamı; dünya görüşleri ne olursa olsun; hem Pragmatizm’den, hem Makyavelizm’den etkilenmiştir.”( Haksöz Dergisi, Ağustos 1996) S.115-118

 

Sivil Din, Kutsal Devlet Kimliğini Şekillendiren Bir Araçtır

Soru: Türkiye’de Demoklesin Kılıcı gibi inançlı insanlar üzerinde sallandırılan Laisizm, gerçek anlamının dışında kullanılıyor mu? Laisizm bir din hâline mi getiriliyor? Laikliği savunduğunu iddia eden kişiler, dini ve dindarları potansiyel tehlike olarak görüyorlar. Medyanın dindar insanlara ve İslâmiyet’e bakış açısında bir çarpıklık var. Kartel medyası kime hizmet ediyor?

Cevap: Büyük Fransız Devrimi’nden sonra ortaya çıkan siyâsî manzarayı tahlil etmeden, laisizm ideolojinin keyfiyetini kavramak mümkün değildir. Bu devrimi gerçekleştiren burjuva aydınlarının; ruhban sınıfının siyâset sahnesinden silinmesini, hâkimiyetin insana tahsis edilmesini ve ‘Kralsız-Tanrısız’ bir siyâsî rejimin ön plâna çıkarılmasını savundukları malumdur. İslâm toplumlarında ruhban sınıfı olmadığı için, laiklik ideolojisi ‘Din ile dünya işlerinin veya din ile siyâsetin birbirinden ayrılması’ şeklinde tercüme edilmiştir. Cumhuriyet rejimini kuran kadroların, ‘dini inançlarını ve değerlerini, kamu alanına taşımayan modern vatandaşların yetiştirilmesini, yani din ile devlet işlerinin birbirlerinden ayrılmasını’ esas aldıklarını söylemek mümkündür. Ancak Türkiye’ye mahsus olduğu iddia edilen lâiklik tatbikatı; din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması değil, dini anlayışların devlet tarafından denetlenmesini ve yönlendirilmesini ön plâna çıkarmıştır.

İslâm fıkhına meydan okuyan devlet adamları; önce laiklik felsefesine uygun olduğuna inandıkları kanunları çıkarmışlar, daha sonra kendi çıkardıkları kanunları Mukaddes Metinler gibi savunmaya başlamışlardır. Artık onların ‘değişmez ve değiştirilmesi dahi teklif edilemez’ (mukaddes) ilkeleri vardır. Vatandaşlarının neye inanacaklarını, hangi kıyafetlerle sokağa çıkacaklarını, neyi düşüneceklerini ve bu düşüncelerini nasıl ifade edeceklerini tesbit eden sivil ve asker bürokratları Cumhuriyet adına ‘Totaliter Devlet’ anlayışını ön plâna çıkarmışlardır. Türkiye’de resmi ideolojiye iman eden ve ‘Hikmet-i Hükümet’ felsefesini savunan çevreler, kendi anlayışlarını ‘sivil din’ hâline getirmişlerdir. Bilindiği gibi sivil din kavramı ilk olarak Fransız filozof J.J. Rousseau 1762 yılında yayınlanan ‘Le Contrat Social’ (Sosyal Sözleşme) isimli eserinde kullanmıştır. Bu filozofa göre, temelinde din olmayan hiçbir devlet yoktur. Ancak O’nun kasdettiği din, kendisinin ‘çoğulcu bir toplumun ahengi açısından tehlikeli bulduğu Hıristiyanlık gibi semavi bir din’ değil, devletin ‘vatandaşların önce kendisine sadakatini, sonra yürürlükteki anayasasına itaat etmesini’ sağlayacak olan yapay/suni bir dindir. Savunduğu tezin mahiyeti, özet olarak şudur: ‘Devlet, vatandaşlarının kanunlara bağlılığını sadece yazılı müeyyideler yoluyla sağlayamaz. Kendisine sadakati sağlayabilmek için, halk ile arasında mânevî bir bağın oluşturulması gerekir.’ Filozof J.J. Rousseau’ya göre sivil din, toplumun dini sadakatini tekrar toplumun kendisine ve devlete göstereceği bir doktrin olmak zorundadır. Her kavim, dini değerlerle zenginleştirdiği bir kimlikle yaşayabilir. Sivil din, kutsal devlet kimliğini şekillendiren bir araçtır. Kurtuluş günleri, kahramanlık türküleri, ulusal bayrak gibi semboller ve resmi törenler, bu kimliğin devamı için elzemdir.

Modern-sivil din projesi sadece Fransa’da değil; aydınlanma felsefesini benimseyen bütün dünya ülkelerinde, her ülkenin kendi özel şartlarına göre şekillenmiştir. Mesela: Amerikan sivil dini hem Protestan geleneğinden, hem de Aydınlanma Felsefesinden etkilenmiştir.

Araştırmacı Robert Bellah’a göre, ABD’nin sivil din projesi’nin iki temel fonksiyonu vardır. 1) Amerikan ideali temasıdır. ABD vatandaşları yeryüzündeki yeni bir toplumsal düzen kurma iradesini yerine getirmekle yükümlüdürler. 2) Kurban temasıdır. Amerikan ulusunun ilâhi vazifelerini yerine getirme sürecinde, kendini yenileyebilmesi ve güçlenmesi için, bazı Amerikan vatandaşlarının kendilerini belirli aralıklarla (periyodik) ve sürekli bir şekilde kurban etmeleri gerekir. Amerika’nın sivil dini, savaşı teşvik eden bir karaktere hâizdir.

Türkiye’nin sivil din projesinde, Aydınlanma Felsefesinin ve Fransa’da uygulanan Lâisizm (Laikçilik) anlayışının önemli bir yeri vardır. Eski Yargıtay Başkanlarından Doç. Dr. Sami Selçuk, ‘laiklik felsefesi ile laikçilik tatbikatı arasındaki çelişkiyi’ ortaya koymuş ve şu tesbitte bulunmuştur: ‘Fransa’yı örnek alan Türkiye; din-devlet ilişkisi açısından, Fransa’nın yaşadığı hastalıklardan bir türlü kurtulamamanın sıkıntısını çekmektedir. Lâiklik, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yumuşak karnı olmayı sürdürmektedir. (..) Türkiye Cumhuriyeti egemenliğin kaynağı açısından laik, devlet örgütlenmesi açısından teokratik, dini yönlendirme açısından laikçi bir devlettir.’

Hilâfeti ilgâ eden ve halifenin yetkilerini güya TBMM’ye devreden politikacılar; Lâisizm (lâikçilik) adına, yeni bir sivil din anlayışını şekillendirmişlerdir. Bu din anlayışının temel hedefi, İslâmî cemâat yapısının ortadan kaldırılması, yerine dernek-cemiyet türü ilişkilerin ikame edilmesidir. Ayrıca ‘Aydın Din Adamı(!)’ yetiştirmeye ve uygar insana yakışan bir akıl dinini ortaya çıkarmaya karar vermişlerdir.” (Nurullah Akgül, Anadolu Gençlik Dergisi, Aralık 2007) S.163-176

 

Mehmed Zahid Aydar

Mîsak Dergisi
Sayı: 320 / Temmuz 2017