Bu sayımızda tanıtacağımız eser, Hüsnü Aktaş Hocaefendi ile yapılan ve çeşitli gazete ve dergilerde yayınlanan soruşturma ve röportajlardan meydana gelen ‘Sorulunca Söylenenler’ isimli eserdir. Röportajlar ve soruşturmalar yapıldığı yıllara göre değil, Siyâsî Meseleler, Usûl Problemi, Kitap Üzerine Yapılan Söyleşiler ve Düşünce Suçları (açılan davalar)’ olmak üzere dört ayrı bölümden meydana gelmektedir. Resmî ideolojiye iman eden sivil ve asker bürokratların, uzun yıllar kendileri gibi düşünmeyen herkesi düşman olarak gördükleri mâlumdur. Üstâd Cemil Meriç ‘Mağaradakiler’ isimli eserinde, şu tesbitte bulunmuştur: ‘Her aydınlığı yangın sanıp, söndürmeye koşan zavallı insanlarım: Karanlığa o kadar alışmışsınız ki, yıldızlar bile rahatsız ediyor sizi! Düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı bu ülkede, düşünce adamı nasıl çıkar?’
Sorulunca Söylenenler
|
“Resmî ideolojiye iman eden sivil ve asker
bürokratların, uzun yıllar kendileri gibi düşünmeyen herkesi düşman olarak
gördükleri mâlumdur. Üstâd Cemil Meriç ‘Mağaradakiler’ isimli eserinde, şu
tesbitte bulunmuştur: ‘Her aydınlığı yangın sanıp, söndürmeye koşan zavallı
insanlarım: Karanlığa o kadar alışmışsınız ki, yıldızlar bile rahatsız ediyor
sizi! Düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı bu ülkede, düşünce adamı nasıl
çıkar?’
Bu eserde, yayın organlarının
yetkililerine teslim edilen metinler esas alınmıştır. Günlük gazetelerde,
haftalık-aylık dergilerde yayınlanan soruşturma ve röportajlardan meydana gelen
bu eserin ilk baskısı, 2008 yılında yapılmıştır. Röportajlar ve soruşturmalar
yapıldığı yıllara göre değil, Siyâsî Meseleler, Usûl Problemi, Kitap Üzerine
Yapılan Söyleşiler ve Düşünce Suçları (açılan davalar)’ olmak üzere dört ayrı
bölümden meydana gelmektedir. Bu eserin ilaveli yeni baskısının hayırlara
vesile olmasını dileriz.” S.12
Perçinlenmiş Bir Mîsak’a Yüreğinden
Bağlıdır.
“1970’lerin ortalarından bu yana bir aşkla
davasının mücadelesini veren; cezaevlerini, işkenceleri, mahrumiyetleri,
ortalığı velveleye vermeyen bir asaletle sineye çeken Hüsnü Aktaş niye
bugünlerde gündeme gelmez? Adı anılmaz? Asalet zor zamanda gündeme gelebilmeyi
bilmektir. Ziyafetlere çağrılmayanlar; davasına bedel ödetmeden sahip
çıkanlardır da ondan Hüsnü Aktaş.
Tevhid ve Şura dergilerinden beri bu yolun
öncüsü; mücadele meydanının tam ortasındadır. Bugünlerde gündeme gelmiyorsa
hüzün en çok Hüsnü Aktaş’a yakışandır da ondan. Bir davanın askeri olmak
kaderinde yazıldığı için Burdur-Askeriye’de doğdu. Doğuştan dava adamı yani.
Sonradan olma değil; iktidar, ganimet, ziyafet için değil; hakikate vasıl olmak
için çıktığı yol, bitmeyen bir yürüyüş, Büyük Yürüyüş’tür.
Büyük Türkiye’nin imanlı olmasına azmetmiş
bir Türkiye rüyası görür her zaman. O yüzden en çok sükûnette tezahür eden bir
celadet içinde hatırlarız onu. İsyan Çiçekleri ile İsyan Ahlâkı’na nefer
yazılmış, Şeytanın Düzeni’ni açık etmeyi başarmış, Şen Olasın Laiklik’le
yürüyüşüne şenlik katmış, davanın fedaisi olduğunu belgeleyen Fedailer romanı
ile çok yönlü bir yazar olduğunu gösterebilmiş bir bütünleniş içindedir.
Görünür olmanın mahcubiyetinden herkes
göremez O’nu. Ancak vefa, dostluk ve Vahdet teleskopundan bakanlar görebilir.
Ülkesini ve davasını suskunlukla; ortalığa saçılmayan faaliyetlerle de
yüceltmenin yeni yollarını bulur. Vahdet Vakfı bu amaçla yola çıkmıştır.
İktidar dokunulmazlığına değil,
yıldızların dokunulmazlığına sahiptir. Davanın süreklilik ve ihtişamında
parlar; ganimet savaşında ve ekranlarda değil. Görünenlerin göz
kamaştırıcılığına karşın görünmeyenin esrarlı halesine sahiptir. İnsanı
gerilime itmez; huzura, dinginliğe, suhulete, Vahdet’e çağırır.
Kelimeler ve Kavramlar’la bir dünya örer
Türkiye’de. Sağın, antikomünizmin Müslümanlık sanıldığı bir ülkede kelimeler ve
kavramlar onun elinde yerli yerine ve bağlamına oturmuştur. Tek dişi kalmış
canavara teslim olmayan, ulaşılması gereken bir uygarlık düzeyi gösteren resmî
ideolojiye, eğitim müfredatına, devlet uygulamalarına karşı medeni bir cesaret
örneği göstererek Medeni Vahşet diyebilmiş bir yazardır. Yalanın egemenliğine
dayanak olan sütunları bu kitaplarla yıkmış, küflenmiş mabetler, sulanmış
beyinler yerine yeryüzünü mabed kılmanın cihadına gençliğin coşkusuyla
katılmıştır Hüsnü Aktaş.
Bir dönem özgüven içinde dik durmamızı
sağlayan ve dilimizdeki Kelimeler ve Kavramlar’la susuzlukları gideren bir
çeşme olabilmiştir. Misak’ın yayıncısı, hepimizi ortak bir dile ve kavramlar
dünyasına ulaştırmaya çalışan kaptandır.
Kibre karşı parçalayıcı, tevazuun mücessem
halidir. Dili, her türlü cinayetin işlendiği zamanlarda ve buna itirazın bedel
ödettiği bir ortamda, hasımlarını dehşete salan bir celadet ve cesaret timsali
olmuştur. Bu nedenle yağma karşısında hücresine çekilir, ganimetin uzağındadır.
Davanın yükünü çeker; gamını çekmez ve dengeler adına sözünü esirgemez; fikrin
çilesinden sefaya ve rehavete zaman bulamayan mücahittir.
Her türlü güzelliğin dağılıp eridiği bir
Türkiye’de iman ateşinin ocağıdır. Zaferle yüz yüze gelmenin şımarıklığından
uzak, Ankara’da yalın bir yalnızlık abidesidir. Hastalığın ateş nöbetlerinde
serinleten bir el iken; sağlıkta uzaktan duacı; devr-i iktidarımızda
saklanmanın hikmetine ulaşan bir gerçekliktir. İktidara uzanan yol diye bir şey
yoktur; her anı imtihanda bir muhasebe vardır. Hakikati utandıran gülüşler
yerine mahcup bir tebessüm simasıdır. Güzelliklerin yıkıma uğradığı mekânlardan
çok viranelerde sultanlar gibidir. Şöhretin afet olduğunu en çok idrak eden
meşhurumuz. Zamanın dışında değil ötesinde, hüznün bahçesinde nadide bir çiçek;
çınar gibi gölgesinin ihtişamında yer bulmak her zaman imkân dâhilindedir.
Dağ başında değil, Ankara’nın Cihan
sokağındadır. Sokağı bile cihan(lar) barındırır.
Belirsiz bir zamandan çıkıp gelen,
günümüzün tanığı ancak asla zamaneden olmayan bir derviştir. Kolay bozulan
yeminler yerine perçinlenmiş bir Misak’a yüreğinden bağlıdır. Rastlantıların
hazırladığı kalabalıklar yerine Misak’ta ahitleşmiş azınlıklara meftun; dar bir
kadro ile eylemini sürdürmeyi zühdün bir çeşidi sayar.
Hüsnü Aktaş; hem güzel, hem ak, hem de
Kâbe’yi belirleyen karataş gibi davamızın kilometre taşıdır. Rüya görürken
kimse gülmez ama ‘İmanlı Büyük Türkiye’ rüyası Hüsnü Aktaş’ın yola çıkış
andıdır.
Hududullah’ı aşmaz; dağları aşırır
müntesiplerine. Heva ve hevesleri uğruna Allah’ın kelamını eğip bükenlerin
karşısında nefsinin bileğini bükmekle meşgul.
Bugünler, kimilerinin gündüzü olabilir;
hâlâ davaya ayarlı olanların ise vakt-i kerahati, bitmeyen gecesidir.” (Mustafa
Everdi, Dünya Bizim Sitesi, 6 Şubat 2013) S.497-501
“Haziran 1995’te İnter-Star Televizyonu
sonradan akıl hastası olduğu resmen tescil edilen bir şahsı eline bir miktar
para vererek ekrana çıkararak iftiralarını yayınlar. ‘Ankara Terörle Mücadele
Şubesi’nde altı gün süren gözaltı süreci sonrası serbest bırakılır. Çok
konuşulmaz fakat bu operasyon adeta 28 Şubat sürecinin işaret fişeğidir. O
dönem yapılan röportajlara kulak verelim:
“Lise öğrencisi iken (1960’lı yıllarda)
arkadaşlarım bana ‘ümmetçi’ diye hitap ederlerdi. 1969 yılında; devletin temel
nizamlarını İslâm’a uydurmak için propaganda yaptığım (TCK ‘nın 163’ncü
maddesini ihlâl ettiğim) gerekçesiyle mahkemeye verildim. Mahkeme reisi, önce
‘müellifin onsekiz yaşına girip-girmediğinin araştırılmasına’ diye karar verdi.
O tarihlerde ne İran devrimi söz konusuydu, ne ülkücülük, ne Refah hareketi!
Elime kalemi aldığım günden bu yana kendimi; ‘Şu’cu veya Bu’cu’ diye
nitelendirmediğim gibi, bu çeşit tasnifleri de reddettim. Reddetmeye de devam
edeceğim. Ben sadece Allah’a (cc) teslimiyeti ifâde eden ‘Müslüman’ ismini ve
vasfını kabul ederim.” S.421
“1969 yılından itibaren; günlük
gazetelerde, haftalık ve aylık mecmualarda yayınlanan makalelerimden veya
kitaplarımdan dolayı; defalarca gözaltına alındım ve tutuklandım. 1969-1996
yılları arasında; düşüncelerimden ve inançlarımdan dolayı, tam 20 defa mahkeme
huzuruna çıkarıldım. Mahkûm olmadan mecburi ikamete tâbi tutuldum. 12 Eylül’de
yapılan askeri darbeden sonra; televizyon ve radyodan, arandığımı öğrendim.
Askeri Cezaevi’nin durumunu bildiğim için teslim olmadım. Üç yıl ‘Yusuf
Kerimoğlu’ müstear ismi ile kaçak olarak yaşadım. O yılları unutmamak için,
hâlâ bu müstear ismi kullanıyorum. 1984 yılının Kasım ayında yakalandım ve 1985
yılının sonuna kadar; tutuklu olarak, Ankara-Ulucanlar Cezaevi’nde ve Mamak
Askeri Tutukevi’nde, ‘Medrese-i Yusufiye’ talebesi olarak tahsilime devam
ettim. Hem İstanbul, hem de Ankara ‘Sıkıyönetim Mahkemeleri’nde yargılandım.”
S.430
Hüsnü Aktaş daha çok eski kuşakların
tanıdığı, değer verip, saygı duyduğu bir isimdir. Zira zor dönemlerde öndedir,
öncüdür. Yeniler daha az tanırlar. Zira iktidar ve iktidar nimetlerine
mesafelidir. Tercih edilmiş bir yalnızlıktır sözünü ettiğimiz. Garip olan
iktidarı yeterince eleştirmediği için de eleştirilmesidir.
Soru: Hocam, büyük bir değişim
yaşadığımızdan dem vuruluyor. Değişiyor muyuz, başkalaşıp özümüze mi
yabancılaşıyoruz, nasıl görüyorsunuz hal-ü ahvalimizi ?
“Türkiye’de yaşanan siyâsî ve iktisâdî
değişimin, Müslümanları etkisi altına almadığını söylemek kolay değildir.
Aslında şu anda bizim yaşadığımız durum yabancılaşmaktır. Müslümanlar burada
hem kendi özlerine yabancılaşıyorlar, hem de hicret etmeyi göze almıyorlar. Sonra,
öbürlerine benzemeye başlıyorlar. Bir noktada herkes bukalemuna iftira edip
duruyor. Müslümanlar da son dönemlerde o hale geldiler. Ama bu yabancılaşma
birden olmadı. Ahlaki değerlerin hafife alınması, yirmi yıl önce başladı. Refah
Partisi’nin 1994’lerde belediye seçimlerini kazanmasından itibaren, yeni bir
imtihan süreci başladı. Senelerdir iktidardan ve belediye imkânlarından uzak
kalmanın getirdiği bir problem, erozyonu hızlandırdı.
Soru: Biz eskiden kendimizi rejimin
zencileri yerine koyuyorduk. Şimdi galiba, rejimin sahibi gibi görmeye
başladık. Muhalif, alternatif olma özelliğimizi mi kaybettik?
Cevap: Bu, iktidar imkânının getirdiği bir
problemdir. Geçen bir delikanlı geldi. ‘Sen, 1974’te bu sisteme şeytani düzen
dedin. Ağır ağır bizi bu sistemden kopardım Oysa bu sistem iyiymiş. İhaleler
vs. alıyoruz. O kadar da şeytani değilmiş, kazanç yolu var bu işte’ diyor.
İnsanoğlu, hakikaten malı biriktiren ve biriktirdiği mal sebebiyle ölümsüz
olacağını zanneden bir varlıktır. Garip bir iştir. Ve insanın şehvetlerinden
birisi de mal şehvetidir. Ölürken bile adam, mal şehvetinden vazgeçemez.
İnsanoğlunun böyle garip hastalıkları ve zaafları vardır. Peygamberimiz
Efendimiz’in (sav) ‘Ümmetim hakkında endişe ettiğim hususların en
tehlikelisi, hevâya uymak ve tûl-i emeldir. Hevâya uymak insanı hak yoldan
saptırır, tûl-i emel ise âhireti unutturur’ buyurduğu malumdur. Vasıf
değişiyor, kalp değişiyor. Onun için Fahrettin Er Razi, ‘bütün mesele kalbin
niyetidir’ diyor. Kalbin niyeti fesada uğrarsa, insanın bütün amellerinin
fesada uğraması mümkündür. Onun için bütün ibâdetlerin rüknü ihlas ve ihsandır.
Şimdi bizim kalbimiz değişti. Yani biz, yıllar önce her şeyi göze alan radikal
akıncılar, şunlar ve bunlar değiliz artık!.
Soru: Şu anki durumu doğal bir değişim mi
görmek lâzım?
Cevap: Hayır, hayır. Bu bir imtihandır.
İmtihan böyle olur. Avamda şöyle bir genel kanaat da var: ‘Hükümet olduk,
rejimin sahibi olduk Müslümanlar giderek güçlendi, zenginleşti, iyiye doğru bir
gidişat var.’ Böyle bakmak da mümkün. 1970’li yıllarda ben Yeni Ölçü Dergisi’ni
çıkarıyordum. Bir büro tutma imkânım yoktur. Elimdeki çanta adetâ büro gibiydi.
Çantanın içindeydi yazılar, gidiyordum matbaaya. Bir posta kutusu adresim
oluyordu. Şimdi Müslümanların ellerinin altında her şey var. Türkiye’de vaktiyle
163. madde varken, doğru dürüst yazar bulamazdın. Şimdi istediğin kadar
bulabilirsin. Çünkü şu anda söylenen sözün de makalenin de bir bedeli yok. Ama
dikkat edin, o dönemdeki eserler, maalesef bugün verilemiyor. İmtihan dünyası
böyle bir şey. Aslında hesap gününü unutmak, Allah’ı unutmak gibi feci bir
hastalıktır. Çünkü muhkem âyetlerde ‘Allah’a ve âhiret gününe iman’ bir arada
zikredilmiştir. Derdimizin rüknü bu inceliği kaybetmemizdir. Hakikaten iyi
niyetle, şöyle veya böyle, sloganlar bizi biraz daha dünyevileştirdi. Ağır ağır
bu noktaya geldik. Dünyevileşme hastalığına tutulduğumuzdan bu yana tevbe
etmeyi unuttuk!” (Ahmet Yavuz, Milli Gazete, 26 Temmuz 2014) S. 220-230
Kitaptaki en ilginç röportajlardan birisi
İktibas Dergisi’nden M. Kürşat Atalar ve Erhan Aktaş tarafından
gerçekleştirilen (Kasım 1996) röportajdır:
Usûl Konusunda Bir Ufuk Turu
Soru: Biz yine deminki konuya, Cum’a
konusuna değinmek istiyoruz. Biraz daha müşahhas hâle getirmek için. Somut bir
şeyler söylerseniz daha iyi olur. Anlaşılsın anlamında söylüyoruz. Yıllarca
Türkiye’de bir kısım insan Cum’a namazını terk etti; bu terk edenlerin
terketmelerindeki sebeplerden birisi de sizin anlayışınız, görüşünüz ve bu
konudaki düşüncelerinizi beyân etmeniz.
Cevap: Benim şahsi görüşlerimden mi?
Soru: Sizin şahsi görüşlerinizden.
Özellikle Milli Gazete’de fıkıh köşesinde bunu siz gündeme getirdiniz. Bir
kısım insanlar size hak verdiler ve cuma namazını uzun bir süre terkettiler.
Bilâhare aradan epey bir süre geçtikten sonra tekrar Cum’a namazını şartlar
biraz daha değiştiği için kılınabileceğine karar verdiler. Ne değişti de daha
önce kılmadığınız Cum’a namazını kılmaya başladınız. Kılınabileceği konusunda
tekrar bir görüş sarf ettiniz.
Cevap: Tekrar mı ettik, yoksa ilk
yazdığımda da aynı şeyi ‘eğer mü’minlerin emiri yoksa Müslümanlar kendi
içlerinden bir cuma imamı seçerler ve kılarlar’ diye kaynağını vermedik mi? İki
durumu da izâh ettik ve ‘Azimetin mahiyeti şudur, ruhsat ise şöyledir’ dedik ve
delillerini ortaya koyduk. Cuma kelimesi nedir? Cemâat! Türkiye’de İslâm
cemâatı var mı?
Soru: Yok.
Cevap: Elbette resmen yok demek
durumundasınız. Eğer ‘İslâm cemâati vardır’ derseniz, muhbirlik yapmış
olursunuz. Çünkü ‘İslâm cemâatini kurmak veya insanları kurulmuş bir İslâm
cemâatine katılmaya teşvik etmek’ suçtur. Hem de terör suçudur. DGM’de
yargılanırsınız. Cum’a namazı ise, bir cemâat namazıdır. Resmen kurulması suç
olan bir cemâatin namazı! Çelişki buradadır. Müslümanlar birbirlerini suçlamayı
bir kenara bırakıp, içinde bulundukları hâli iyi düşünmelidirler. Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşı olan Hıristiyanlar’ın ve Yahudiler’in; ‘dini cemâatleri’
vardır. Bunu hepimiz biliyoruz. Peki, bu hak Müslümanlara niçin tanınmıyor?
Hüsnü Aktaş’ı suçlamak kolaydır da, bu suallere cevap vermek zordur.” S.294-325
12 Eylül 1980 Askeri İhtilâli sonrasında
Milli Gazete’de Yusuf Kerimoğlu müstear ismiyle Fıkıh Köşesi’nde gelen sorulara
cevaplar daha sonra Fıkhi Meseleler (iki cilt) adıyla kitaplaştırılmıştır.
Yayınlandığı dönem açısından öncü kabul edilebilecek bu incelemeler temel
kaynakların geniş kitlelerce tanınmasına ve dolayısıyla tercümesini vesile
olmuştur. Zaman içinde yeni soruların da eklenmesiyle kitabın ilaveli yeni
baskısının (altı cilt) yapılması kararlaştırılmış ve ilk dört cildi
yayınlanmıştır. (Mîsak Yayınları, Ank. 2013) Bir başka ifadeyle zaten bu eser
sorulan sorulara verilen cevaplardan oluşmaktadır. O halde elimizdeki eseri
farklı kılan husus nedir?
Bu noktada rahmetli Zeki Soyak
Hocaefendi’nin dönem dönem zikrettiği ‘Kendimizi, rakibimizi ve bulunduğumuz
zemini iyi tanımalıyız’ tavsiyesini hatırlamakta fayda vardır. Hüsnü hocamızın
dönem dönem hayranlıkla da zikrettiği son Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi
(rha)’nin en önemli vasıflarından birisi de Batılı tüm felsefi akımlara
derinlemesine vâkıf olmasıdır. Zira bu noktada genel bir zaafımızın olduğu da
ortadadır. Bu kitabı farklı kılan en önemli noktalardan birisi de hocamızım
dünya sistemine ve siyasetine olan vukûfiyeti dolayısıyla bizlere sunduğu
rehberliktir:
Tarihin Dönüm Noktaları ve Emperyalist
istilâ Hareketi
Soru: Berlin Duvarı’nın yıkıldığı ve iki
Almanya’nın birleştiği tarihten itibaren dünya siyâsetinde taşların yerinden
oynadığı görülmektedir. Dünya siyâsetinde belirleyici güce sahip olan
devletlerin, uluslararası sistemi değiştirdikleri ve Birleşmiş Milletler
Güvenlik Konseyi’ni köşeye sıkıştırdıklarını söylemek mümkün müdür? İçinde
yaşadığımız zaman diliminin, tarihin dönüm noktası olduğunu iddia eden Siyâset
uzmanlarının tezleri doğru mudur?
Cevap: Bazı Siyâset uzmanları tarihi,
devamlı hareket hâlinde olan bir trene benzetmişlerdir. Bu teşbihin sebebi;
tren güzergâhında olduğu gibi, tarihte de ‘makas değiştirme’ noktalarının
bulunmasıdır. Dünya siyâsetinde belirleyici güce sahip olan devletlerin,
uluslararası düzeni bir hâlden, başka bir hâle dönüştürmeleri mümkündür.
Tarihin dönüm noktaları; uluslararası hukuk ve dünya düzeni açısından son
derece hassas olan, hatta ülkelerin istikbâlini belirleyen noktalardır. Eski
soğuk savaş döneminin sona erdiği 1989 yılı; uluslararası düzen ve hukuk
sistemi açısından, tarihin makas değiştirdiği bir yıl olmuştur. Komünist
ideolojinin iflâsı ve SSCB’nin dağılması; ABD’nin dünya siyâseti üzerinde hem
sanal, hem de gerçek boyutları olan hegemonyasını ortaya çıkarmıştır. Sanal
hegemonya dememizin bir değil, birden fazla sebebi vardır.
ABD’nin küresel üretimdeki payı, İkinci
Dünya Savaşı’ndan bu yana sürekli olarak gerilemektedir. 1947 yılında ABD,
dünya gayr-i safi hâsılasının neredeyse yarısına (% 48) sahip olan bir
devlettir. Bu oran 1960 yılında %28’e, 1970 yılında % 25’e, l990’lı yıllarda
ise % 22’nin altına düşmüştür. ABD’nin dış yatırımları ile diğer ülkelerin
ABD’deki yatırımları arasındaki dengesizlik hızla artmaktadır. ABD’nin dış
ticaret açığı, 1999 yılında bir trilyon doların üzerine çıkmıştır. Sanayileşmiş
yedi ülkenin (G-7) iktisâdî performansı dikkate alındığı zaman, 1999 yılından
itibaren ABD’nin gücünün belirli ölçüde azaldığı görülmektedir. Dünya
Bankası’nın satın alma gücü paritelerini kullanarak yaptığı hesaplara göre,
önümüzdeki bir-kaç yıl içerisinde Çin’in iktisâdî gücü, ABD’yi geride
bırakacaktır. Gerçek hegemonya dememizin sebebi şudur: ABD’nin nükleer,
kimyasal ve biyolojik silâhları üretmek için yaptığı harcama, bütün dünya
ülkelerinin savunma bütçelerinden daha fazladır. Yayınlanan istatistiklere göre
2002 yılında Amerika, müttefiki olan ülkelere 49.7 milyar dolarlık silâh ihraç
etmiştir. Gelişmiş silâh sanayiine sahip olan diğer ülkelerin toplam ihracatı
ise 43.4 milyar dolar civarındadır. 1989 yılından itibaren ABD’nin küresel hegemonyasını
devam ettirebilmek için, petrole ve enerji kaynaklarına el koymaya karar
verdiğini gizlemenin bir anlamı yoktur. Birleşmiş Milletler Güvenlik
Konseyi’nin daimi üyelerinden bazılarının; özellikle Rusya, Fransa ve Çin’in,
ABD’nin önce ‘Çöl Fırtınası’ harekâtıyla Basra Körfezi’ne, sonra ‘Sonsuz
Özgürlük’ operasyonuyla Afganistan’a yerleşmesinden rahatsız oldukları
mâlumdur. Tarihçi Paul Keyder’in ileri sürdüğü şu siyâsî tezi, dikkate almakta
fayda vardır: ‘Birleşmiş Milletler Teşkilâtı; ABD’nin iznini ve desteğini
almadan, kendi başına bir şey yapamaz hâle gelmiştir. Avrupa Birliği (AB)
ülkelerinden bazıları ile Rusya ve Çin’in, BM Teşkilâtı’nın kararlarıyla
şekillenen bir uluslararası düzeni arzu etmelerine rağmen, şimdilik ABD’nin
hegemonyasına karşı çıkmaya cesaret edemedikleri görülmektedir.’ İnsanların
istikbale matuf kanaatlerini ifâde için kullandıkları ‘perşembenin gelişi,
çarşambadan belli olur’ darb-ı meseli, siyâsî hadiseler için de geçerlidir.
Bundan beş yıl önce (11 Eylül 2001) ABD’de yaşanan terör felaketi, tarihin
dönüm noktalarından birisidir. New York ve Washington’da yaşanan terör
hadisesinin; hem ABD ve Avrupa’da yaşayan Müslümanları, hem de George W. Bush
Yönetimi’nin terörist ilân ettiği ülkeleri zor duruma düşürmüştür. Siyâset uzmanlarının
‘Bush Doktrini’ şeklinde ifâde ettikleri Siyâset anlayışı, uluslararası hukuku
ortadan kaldırabilecek bir keyfiyete haizdir. Bu açıdan bakıldığı zaman 11
Eylül 2001’de yaşanan ve şaibelerle dolu olan bu terör hadisesinin, tarihin
yeni bir dönüm noktası olduğunu söylemek mümkündür.
Soru: Son yıllarda 11 Eylül 2001 ’de
yaşanan terör hadisesinin, ABD’de darbe yapmak isteyen bazı güçlerin
tezgâhladığı bir hadise olduğu iddia edilmektedir. Siz de bu hadisenin
‘şaibeli’ olduğunu söylüyorsunuz? Şaibeden kastınız nedir?
Cevap: ABD araştırma kuruluşlarından olan
‘Strafor’un Yönetim Kurulu Başkanı George Freidman’ın; ‘Niyeti vardı veya yoktu
bilemem. Fakat büyük ikramiye İsrail’e çıktı’ başlıklı raporunda, bu terör
hadisesinin İsrail’e yaradığını ifade etmektedir. İsrail istihbarat teşkilâtı
MOSSAD’ın ‘Böyle bir saldırının olacağını daha önce CIA’ya haber vermiştik’
şeklindeki açıklaması, CIA tarafından yalanlanmıştır. Ancak New York’taki
‘Dünya Ticaret Merkezi’ binalarında çalışan dört binden fazla Yahudiden hiç
birisinin o gün işe gelmemesi, tesadüfle açıklanabilecek bir hadise değildir.
ABD Başkanı George W. Bush’un ‘bir numaralı şüpheli’ ilân ettiği Usame Bin
Ladin’in ‘Bu terör hadisesi ile ilgisinin olmadığını’ açıklaması ve Afganistan
Hükümeti’nin ‘ABD, bu eylemi Usame Bin Ladin’in yaptığını ispat ederse, derhal
kendisini teslim ederiz’ demesi, hadisenin bir başka boyutudur.
New York’taki ‘Dünya Ticaret Merkezi’nin
(ikiz kulelerin) iki yolcu uçağı ile değil, iki tanker uçakla vurulduğunu iddia
eden bazı strateji uzmanları, başka ihtimaller üzerinde durmaktadırlar.
İlluminati Çetesi’nin sözcülerinin, ısrarla ‘Bush Doktrini’ savunmalarının bir
değil, birden fazla sebebi vardır. (ABD’nin Afganistan ve Irak’ı işgâline
gerekçe gösterdiği ‘11 Eylül Saldırıları’, İlluminati Çetesi’nin
gerçekleştirdiği postmodern bir darbedir. George W. Bush’un iktidarı; ABD’de
etkili olan üç grubun koalisyonunu temsil etmektedir. Bunlar silâh ve petrol
şirketlerinden oluşan büyük sermaye gurubu, İsrail’in emellerine hizmet eden Musevi
lobisi ve yeni muhafazakâr politikacılar ve Evangelist Hıristiyan
tarikatlardır. Bunlar arasında ahengi sağlayan ‘İlluminati Çetesi’, bütün
dünyayı tehdit eden şeytani bir organizasyondur.” (Salih Eren, Doğru Haber
Ajansı Bülteni, Ağustos 2006) S.155-158
Pragmatizm veya ‘Hak ile Bâtılı’ Birbirine
Karıştırma Hastalığı
“Pragmatizm; hak ile bâtılı birbirine
karıştıran ve hakikatin varlığını (inkâr etmemekle birlikte) tahrif eden nihal
ehli arasında hızla yayılabilen bir ideolojidir. Filozof Giovanni Papini:
‘Bütün felsefi doktrinleri bir otele benzetirsek, pragmatizmi bu otelin
koridoru olarak vasıflandırmamız gerekir. Her felsefi hareketin mensupları, şu
veya bu gerekçe ile pragmatizmin koridorunu kullanmak mecburiyetindedirler’
demiştir. Pragmatizme göre düşüncenin, duygunun ye her türlü biginin kaynağı;
insanın kendini koruyabilmesi, geliştirebilmesi ve hayattan zevk alabilmesi
için yaptığı faaliyetlerle (fiillerle/pragmalarla) sınırlıdır. Dolayısıyla
bilginin değeri mutlak değildir, izâfîdir. Pratiğin (amelin) bir değeri söz
konusudur. Bu felsefi ekole göre, ‘insana pratik hayatta faydası olan şeylere
hakikat denilir.’ İnsanoğlu, bugün elde edebildiği hakikatleri ile (pratik
menfaatleriyle) yetinmek ve bir gün sonra, dünün hakikatlerine ‘bâtıldır’ demeye
hazırlıklı olmak zorundadır. Klasik Hellenizm kültüründe önemli yeri olan
Kyrene Ekolü’nün Hedonizmi ile ‘Hakikat yoktur, hakikat zannedilen şeyler
vardır’ diyen Septisizm (şüphecilik) ekolünün dünya görüşünden etkilenen
Charles Peirce (1839-1914) ve William James (1842-1910) Pragmatist felsefenin
teorisini şekillendirmişlerdir. ABD’de John Dewey, İngiltere’de John Stuart
Mill ve İtalya’da Giovanni Papini, bu felsefi ekolün önde gelen isimleridir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında (1924) John Dewey; (Çin seyahatini
tamamlayıp ABD’ye dönerken) Türkiye’ye uğramış ve ‘Türk Maarif Sistemi’nin
nasıl olması gerektiği hususunda bir rapor hazırlamıştır. John Dewey’in hayranı
olan bürokrat Avni Başman’ın (1887-1965) gayretleri sonucunda; Türkiye’nin
eğitim sisteminde, Pragmatizm ideolojisi esas alınmıştır.
Pragmatizmi esas alan ve Çağdaş Uygarlık
adına dayatılan; ‘Ulusal mecburi eğitim sistemi’; bu zihniyetteki vatandaşların
yetişmesine vesile olmuştur. Vatandaşların hevalarında dağınık vaziyette
bulunan ve adına “sağduyu” denilen sistemleşmemiş (pratik) dünya görüşü ile
diplomalı aydınların (!) felsefi mahiyetteki pragmatizmi, siyâsî faaliyetlerin
temelini teşkil etmektedir. Siyâsî faaliyetlerin diğer bir unsuru da şudur:
Osmanlı Devleti’nde; Islahat Fermanı’nın ilânından sonra ‘Encümen-i Daniş’ adı
verilen bir müessese kurulmuştur. Meşhur vatan şairi Namık Kemal de, bu
müessesede görev almıştır. Encümen-i Dâniş’in kararı ile batı dilinden tercüme
edilen ilk eser Niccola Machiavelli’nin ‘İl Principe’ (Hükümdar) isimli
kitabıdır. O dönemde başlayan ‘Makyavelizm’ ideolojisi, Cumhuriyet’i kuran
kadroların tamamını etkisi altına almıştır. Niccola Machiavelli’ye göre ‘Devlet
gücünü dinden değil, ulustan almak’ mecburiyetindedir. TBMM’de yer alan
‘Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur’ vecizesi, bu ideolojik değişimin bir
sonucudur. N. Machiavelli, ‘Politik bir amaca ulaşmak için her türlü hileye ve
şiddete başvurulabileciğini’ iddia ettiği için, şeytani tavsiyelerde bulunmakla
suçlanan bir filozoftur. Fakat görünen odur ki; N. Machiavelli, zâlim
politikanın temel ilkelerini ortaya koymuştur. Vahyi reddeden, hakikat
mefhumunu tahrif eden, şüpheleri ve çirkin fiilleri ön plâna çıkaran zâlim
politikacıların; rağbet ettikleri ve dillerinden düşürmedikleri slogan şudur;
‘Dün dündür, bugün bugündür.’ Türkiye’deki siyâsî kadroların tamamı; dünya
görüşleri ne olursa olsun; hem Pragmatizm’den, hem Makyavelizm’den
etkilenmiştir.”( Haksöz Dergisi, Ağustos 1996) S.115-118
Sivil Din, Kutsal Devlet Kimliğini
Şekillendiren Bir Araçtır
Soru: Türkiye’de Demoklesin Kılıcı gibi
inançlı insanlar üzerinde sallandırılan Laisizm, gerçek anlamının dışında
kullanılıyor mu? Laisizm bir din hâline mi getiriliyor? Laikliği savunduğunu
iddia eden kişiler, dini ve dindarları potansiyel tehlike olarak görüyorlar.
Medyanın dindar insanlara ve İslâmiyet’e bakış açısında bir çarpıklık var.
Kartel medyası kime hizmet ediyor?
Cevap: Büyük Fransız Devrimi’nden sonra
ortaya çıkan siyâsî manzarayı tahlil etmeden, laisizm ideolojinin keyfiyetini
kavramak mümkün değildir. Bu devrimi gerçekleştiren burjuva aydınlarının;
ruhban sınıfının siyâset sahnesinden silinmesini, hâkimiyetin insana tahsis
edilmesini ve ‘Kralsız-Tanrısız’ bir siyâsî rejimin ön plâna çıkarılmasını
savundukları malumdur. İslâm toplumlarında ruhban sınıfı olmadığı için, laiklik
ideolojisi ‘Din ile dünya işlerinin veya din ile siyâsetin birbirinden
ayrılması’ şeklinde tercüme edilmiştir. Cumhuriyet rejimini kuran kadroların,
‘dini inançlarını ve değerlerini, kamu alanına taşımayan modern vatandaşların
yetiştirilmesini, yani din ile devlet işlerinin birbirlerinden ayrılmasını’
esas aldıklarını söylemek mümkündür. Ancak Türkiye’ye mahsus olduğu iddia
edilen lâiklik tatbikatı; din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması değil,
dini anlayışların devlet tarafından denetlenmesini ve yönlendirilmesini ön
plâna çıkarmıştır.
İslâm fıkhına meydan okuyan devlet
adamları; önce laiklik felsefesine uygun olduğuna inandıkları kanunları
çıkarmışlar, daha sonra kendi çıkardıkları kanunları Mukaddes Metinler gibi
savunmaya başlamışlardır. Artık onların ‘değişmez ve değiştirilmesi dahi teklif
edilemez’ (mukaddes) ilkeleri vardır. Vatandaşlarının neye inanacaklarını,
hangi kıyafetlerle sokağa çıkacaklarını, neyi düşüneceklerini ve bu
düşüncelerini nasıl ifade edeceklerini tesbit eden sivil ve asker bürokratları
Cumhuriyet adına ‘Totaliter Devlet’ anlayışını ön plâna çıkarmışlardır.
Türkiye’de resmi ideolojiye iman eden ve ‘Hikmet-i Hükümet’ felsefesini savunan
çevreler, kendi anlayışlarını ‘sivil din’ hâline getirmişlerdir. Bilindiği gibi
sivil din kavramı ilk olarak Fransız filozof J.J. Rousseau 1762 yılında
yayınlanan ‘Le Contrat Social’ (Sosyal Sözleşme) isimli eserinde kullanmıştır.
Bu filozofa göre, temelinde din olmayan hiçbir devlet yoktur. Ancak O’nun
kasdettiği din, kendisinin ‘çoğulcu bir toplumun ahengi açısından tehlikeli
bulduğu Hıristiyanlık gibi semavi bir din’ değil, devletin ‘vatandaşların önce
kendisine sadakatini, sonra yürürlükteki anayasasına itaat etmesini’ sağlayacak
olan yapay/suni bir dindir. Savunduğu tezin mahiyeti, özet olarak şudur: ‘Devlet,
vatandaşlarının kanunlara bağlılığını sadece yazılı müeyyideler yoluyla
sağlayamaz. Kendisine sadakati sağlayabilmek için, halk ile arasında mânevî bir
bağın oluşturulması gerekir.’ Filozof J.J. Rousseau’ya göre sivil din, toplumun
dini sadakatini tekrar toplumun kendisine ve devlete göstereceği bir doktrin
olmak zorundadır. Her kavim, dini değerlerle zenginleştirdiği bir kimlikle
yaşayabilir. Sivil din, kutsal devlet kimliğini şekillendiren bir araçtır.
Kurtuluş günleri, kahramanlık türküleri, ulusal bayrak gibi semboller ve resmi
törenler, bu kimliğin devamı için elzemdir.
Modern-sivil din projesi sadece Fransa’da
değil; aydınlanma felsefesini benimseyen bütün dünya ülkelerinde, her ülkenin
kendi özel şartlarına göre şekillenmiştir. Mesela: Amerikan sivil dini hem
Protestan geleneğinden, hem de Aydınlanma Felsefesinden etkilenmiştir.
Araştırmacı Robert Bellah’a göre, ABD’nin
sivil din projesi’nin iki temel fonksiyonu vardır. 1) Amerikan ideali
temasıdır. ABD vatandaşları yeryüzündeki yeni bir toplumsal düzen kurma
iradesini yerine getirmekle yükümlüdürler. 2) Kurban temasıdır. Amerikan
ulusunun ilâhi vazifelerini yerine getirme sürecinde, kendini yenileyebilmesi
ve güçlenmesi için, bazı Amerikan vatandaşlarının kendilerini belirli
aralıklarla (periyodik) ve sürekli bir şekilde kurban etmeleri gerekir.
Amerika’nın sivil dini, savaşı teşvik eden bir karaktere hâizdir.
Türkiye’nin sivil din projesinde,
Aydınlanma Felsefesinin ve Fransa’da uygulanan Lâisizm (Laikçilik) anlayışının
önemli bir yeri vardır. Eski Yargıtay Başkanlarından Doç. Dr. Sami Selçuk,
‘laiklik felsefesi ile laikçilik tatbikatı arasındaki çelişkiyi’ ortaya koymuş
ve şu tesbitte bulunmuştur: ‘Fransa’yı örnek alan Türkiye; din-devlet ilişkisi
açısından, Fransa’nın yaşadığı hastalıklardan bir türlü kurtulamamanın
sıkıntısını çekmektedir. Lâiklik, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yumuşak karnı
olmayı sürdürmektedir. (..) Türkiye Cumhuriyeti egemenliğin kaynağı açısından
laik, devlet örgütlenmesi açısından teokratik, dini yönlendirme açısından laikçi
bir devlettir.’
Hilâfeti ilgâ eden ve halifenin
yetkilerini güya TBMM’ye devreden politikacılar; Lâisizm (lâikçilik) adına,
yeni bir sivil din anlayışını şekillendirmişlerdir. Bu din anlayışının temel
hedefi, İslâmî cemâat yapısının ortadan kaldırılması, yerine dernek-cemiyet
türü ilişkilerin ikame edilmesidir. Ayrıca ‘Aydın Din Adamı(!)’ yetiştirmeye ve
uygar insana yakışan bir akıl dinini ortaya çıkarmaya karar vermişlerdir.”
(Nurullah Akgül, Anadolu Gençlik Dergisi, Aralık 2007) S.163-176
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 320 / Temmuz 2017