Son yıllarda bizlere mezhep diye tanıtılan, fakat gayr-i meşrû sözleri ve tavırlarıyla ön plâna çıkan zümreler, Sahabe-i Kiram’ı hedef tahtası hâline getirmişlerdir. Halbuki Rasûl-i Ekrem’in (sav)’in: “Ashabım hakkında Allahû Teâlâ (cc)’dan korkun!.. Onları hedef edinmeyin. Kim onları severse, muhakkak beni de sevmiş olur ve kim onlara eziyet ederse, alettahkik bana da eziyet etmiştir” tesbitini, özellikle de içinde yaşadığımız bu zaman diliminde hiç hatırdan çıkarmamız gerekir.
Ebû Ubeyde b. Cerrâh
|
Bu sayımızda siyer alanında araştırma ve
eğitim faaliyetleri ile tanıdığımız Muhammed Emin Yıldırım’ın yaptığı
çalışmalara örneklik teşkil etmesi açısından Ebû Ubeyde b. Cerrâh isimli
eserini tanıtmaya gayret ettik.
Genel olarak sohbet ve seminer notlarının
düzenlenmesiyle ortaya çıkan eserlerin belki de en önemli vasfı sohbetlerdeki o
latif havanın kitaplara yansımış olmasıdır.
İslâm Milleti’nin çoğunluğu ya
da bir başka ifadeyle ana damarı, alemlere rahmet olarak gönderilen
Peygamberimiz Efendimiz’i (sav) anlamanın ve sevmenin imanın ‘olmazsa olmaz’
şartlarından birisi olduğunu ifade etmişlerdir. Son yıllarda bizlere mezhep
diye tanıtılan, fakat gayr-i meşrû sözleri ve tavırlarıyla ön plâna çıkan
zümreler, Sahabe-i Kiram’ı hedef tahtası hâline getirmişlerdir. Halbuki Rasûl-i
Ekrem’in (sav)’in: “Ashabım hakkında Allahû Teâlâ (cc)’dan korkun!..
Onları hedef edinmeyin. Kim onları severse, muhakkak beni de sevmiş olur ve kim
onlara eziyet ederse, alettahkik bana da eziyet etmiştir” tesbitini,
özellikle de içinde yaşadığımız bu zaman diliminde hiç hatırdan çıkarmamız
gerekir. Bu sayımızda siyer alanında araştırma ve eğitim faaliyetleri ile
tanıdığımız Muhammed Emin Yıldırım’ın yaptığı çalışmalara örneklik teşkil
etmesi açısından Ebû Ubeyde b. Cerrâh isimli eserini tanıtmaya gayret ettik.
Genel olarak sohbet ve seminer notlarının düzenlenmesiyle ortaya çıkan
eserlerin belki de en önemli vasfı sohbetlerdeki o lâtif havanın kitaplara
yansımış olmasıdır.
Giriş
Önce, bu yiğit sahabînin şahsiyetinin
anahtar kavramları üzerinde biraz durmamız gerekmektedir.
Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ın şahsiyetinin
anahtar kavramları: Emniyet, eminlik ve teslimiyettir.
Böyle her bir sahabî efendimizin bir
alanda abideleşmesi sanki Efendimiz’in de özel bir tercihidir. Tabir caiz ise,
nebevî eğitim müfredatının bir projesi gibidir. Allah Râsulü kurmuş olduğu
nübüvvet potasında her bir sahabîyi bir alanda abideleştirerek, sonraki
nesillere örnek olacak şahsiyetler olmasını sağlamıştır. Tirmizi’de geçen bir
hadis bu görüşümüzü destekler niteliktedir. Allah Râsulü ilgili hadiste şöyle
buyurmaktadır:
‘Ümmetimin en
merhametlisi Ebû Bekir, Allah’ın emri hususunda en titizi Ömer, en hayâlısı
Osman, davalarda en isabetli hükümler vereni Ali’dir. Helali ve haramı en iyi
bileni Muaz b. Cebel, feraiz ilmini (miras
hukukunu) en iyi bileni Zeyd b. Sabit, Allah’ın kitabını en iyi okuyanı
ise Übey b. Ka’b’dır. Her ümmetin bir emini vardır. Benim ümmetimin emini ise
Ebû Ubeyde b. Cerrâh’tır. Doğru sözlülük bakımından Ebû Zer’den daha iyisini ne
yeryüzü barındırmış ne de gökyüzü gölgelendirmiştir. Verâ bakımından İsa’ya en
fazla benzeyen de odur.” S.15
“Bu pencereden Ebû Ubeyde’nin hayatına
baktığımız zaman, Allah Râsulü’nün hayatının en önemli parçası olan eminliğin
zirve olacak düzeyde Ebû Ubeyde’nin hayatına düştüğünü görürüz. Unutmayalım ki
Peygamberlerin ortak özellikleri / sıfatları sayılırken beş temel sıfat
sayılır. Bunlar: Sıdk ve Doğruluk,Tebliğ, Fetanet, İsmet, Emanet ve
emin olmaktır.
İşte bu beş sıfattan biri olan ‘emanet
ve emniyet’ Allah Râsulü’nde nübüvvetten önce bile zirvelerde idi. O
Muhammedün Resulullah olmadan önce Muhammedü’l-Emin’di.
Eminliğine/güvenilirliğine dost düşman herkes hayrandı. Nübüvvetten sonra da bu
sıfat daha da âlî noktalara taşındı.” S.17
Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ın
Çocukluk ve Gençlik Yılları
“Yıl; Miladî, 583 Âlemlerin Sultanı on üç
yaşında delikanlılığa doğru yürüyor. Abdullah b. Cerrâh’ın evinde bir erkek
çocuğu dünyaya geliyor. Baba Abdullah, doğan erkek çocuğuna Amir ismini verir.
Amir daha sonra Ebû Ubeyde diye künyelenecek ve dedesi Cerrâh’a nispet
edilerek, Ebû Ubeyde b. Cerrâh diye anılacaktır.” S.21
Ebû Ubeyde’nin çocukluğunda öğrendiği her
şey bir tarafa, o gün için çok önemli bir hususiyet olan okuma ve yazma
öğrenmesi, ayrıca üzerinde durulması gereken bir konudur. O günün Mekke ve
Medine’si üzerine araştırma yapan tarihçilerimiz Mekke’de okuma ve yazmayı
bilen insan sayısının on yedi, Medine’de ise Evs ve Hazreç kabilesinin ikisinde
toplam sadece on bir kişi olduğunu söylerler. Tabi bu rakamlar sadece okuma ve
yazmayı her ikisini birlikte bilenler içindir. Yoksa okumayı bilip de yazıyı
bilmeyen daha fazla kişi vardı. Mesela; Hz. Peygamber’in zevcelerinden Hz.
Hafsa hem okuma hem yazma bilirken, Hz. Aişe ve Ümmü Seleme validelerimiz
sadece okuma bilirlerdi. Mekke’de okuma-yazma bilen on yedi kişiden bir tanesi
de Ebû Ubeyde b. Cerrâh’tı. Çok ilginçtir Allah Râsulü’nün Daru’l-Erkam’a
aldığı ilk kırk beş talebenin yedisi bu okuma yazma bilenlerden oluşuyordu.
Daha İslâm namına hiçbir şey ortada yokken o, Mekke’de tanınırdı. İyi bir
tüccar, seviyeli bir delikanlı, devrini merak eden ve bazı şeylerin ızdırabını
çeken bir insandı. Onun İslâm öncesi dönemini şu söz özetlemektedir: ‘Kureyş’in
iki dâhisi vardır; bunlar Ebû Bekir ve Ebu Ubeyde b. Cerrâh’tır.” S.25
“Daha nübüvvetin ilk günleriydi ve daha
Peygamber’in etrafındaki nurdan halka bir elin parmaklarının sayısını
geçmemişti. O gün bereketli bir gündü, kim yoktu ki Peygamber’in evinin önünde;
Ebû Ubeyde b. Cerrâh, Abdurrahman b. Avf, Osman b. Maz’ün, Ubeyde b. Hâris ve
Ebû Seleme b. Abdülesed. Bu beş yiğit huzur-u risalete girmek için sıra
bekliyor, sabırsızlanıyorlardı. Kim önce girdi, kim önce halini Allah Râsulü’ne
arz etti, hepsi beraber mi girdi, ayrı ayrı mı girdi bilmiyoruz ama bildiğimiz
bir tek şey var ki o gün bu beş insan da sahabî olma şerefine nail oldu. Bu beş
insan da Efendimiz’in iman davetini kabul etti ve Allah Râsulü’nün arkasında
olmaları gereken yerlerini aldılar.” S.31
“Ebû Ubeyde de çok iyi tanıyordu babasını.
Onun inanç dünyasında putların yerini çok iyi biliyor ve asla babasının bir
anda bu sözleri kabullenmeyeceğinin farkında idi. Ama ne yapılabilirdi ki,
olacakların önüne geçmek imkânsızdı. Bir gün mutlaka farkına varacak ve bir gün
bu iş için baba-oğul karşı karşıya kalacaktı.” S.34
“Bir gün baba Abdullah, oğlunun da bu yeni
dini kabul ettiğini öğrendi, onun da diğerleri gibi Erkam’ın evine gidip
geldiğini fark etti. Çılgına dönmüştü, baba Abdullah. . .
Derken işkenceler başladı, eve
hapsedilmeler, dövülmeler, aç bırakılmalar ve daha neler neler... Ama hiçbir
şey Ebû Ubeyde’yi iman yolundan ayırmıyor, hiçbir şey onun aşkına ve şevkine
engel olamıyordu.” S.36
Habeşistan Yılları
“Nübüvvetin ilk beş yılı, bazen
şiddetlenip, bazen azalsa da hep baskı ve işkencelerle devam etti. Allah Râsulü
elinin altındaki bu iman kafilesine bir çıkış yolu bulmak istiyordu. İşte bu
vesile ile Nübüvvetin beşinci yılında Habeşistan’a hicret etmeleri için izin
verildi.
Habeşistan’a hicret eden ikinci ve büyük
kafile içinde yer alan Ebû Ubeyde b. Cerrâh yaklaşık yedi sene Habeşistan’da
kaldı. Bu dönem zarfında Allah Râsulü ve Mekke’de kalan Müslümanlar birçok acı
olaya şahit oldular.
Habeşistan’daki Müslümanlar, Mekke’de
yaşanan birçok acı olayı yaşamamalarına rağmen Allah Râsulü’nden ayrı kalma
acısını her gün yüreklerinde taşıyorlardı. Onlar kavuşmayı ve dönmeyi
bekliyorlardı... Bir gün Muhammede, yoluna baş koydukları sevdalarına kavuşma
hasreti ile bekliyorlardı. Ama beklemek çok da kolay bir şey değildi.
Çünkü ‘Beklemek, ateşten (yanmaktan) daha zordur.’ Bu zorluğa
daha fazla dayanamayan bir grub Müslüman bir müddet sonra artık ne olursa olsun
diyerek Mekke’ye dönmeye karar verdi. Dönenler arasında Ebû Ubeyde b. Cerrâh da
vardı. Ebû Ubeyde döndüğü zaman tarihler nübüvvetin on üçüncü yılını
gösteriyordu.” S.39
Medine’ye Hicreti
“Nübüvvetin on üçüncü yılında iman davası,
artık Mekke’ye dar gelmeye başlayınca Allah, Müslümanlara yeni bir mekân ve
imkân sağladı. Artık Yesrib, imana ev sahipliği yapacak ve böylelikle Medine
olacaktı. Mekke’deki Müslümanların büyük bir kısmı Medine’ye hicret etti.” S.40
“Ebû Ubeyde b. Cerrâh, Medine’ye ya da o
günkü adı ile Yesrib’e gelince ilk olarak ileride Kuba Mescid’i olacak olan
Külsüm b. Hidm’in evine misafir oldu. Orada bir müddet kalıp Efendimiz’in
yolunu gözledi. Efendimiz, Kuba’ya varıp orada takva üzerine kurulan ilk
mescidin temellerini atıp, oradan Neccaroğulları’nın mahallesine gidince Ebû Ubeyde
de, o güzide topluluğun içerisinde yerini aldı.” S.41
“Mekke’de başlayan bu kardeşlik süreci
Medine’de çok daha farklı bir boyut kazandı. İman adına evlerini, yurtlarını
terk eden Muhacirler ile, yine ‘ iman adına evlerini, yurtlarını, daha da ötesi
kalplerini Muhacir kardeşlerine açan Ensar arasında Allah Râsulü, tarihte eşine
benzerine rastlanmamış ve rastlanmayacak olan bir kardeşlik tesis etti.” S.42
Bedir’de
“Bedir günü saflar düzenlendi, ordu savaş
emrini beklemeye başladı. Allah Râsulü o ara çadırına çekildi ve beşer olarak
ellerinden ne geliyorsa yaptıktan sonra aynı elleri semaya kaldırdı. Allah
Râsulü öyle bir dua ediyordu ki o güne kadar hiç öyle dua etmemişti. Ellerini
açabileceği en son noktaya kadar açmış: ‘Ya Rab! Bana vaadini,
zaferini ulaştır. Allah’ım! Bana zaferini eriştir. Ya Rabbi! Eğer İslâm’ın
ehlinden olan şu küçücük cemaati helak edersen yeryüzünde senin adını
yüceltecek hiç kimse kalmayacak’ diye dua dua yakarıyordu. Allah
Râsulü bu duayı defaatle tekrarladı. Çadırın önünde duran Hz. Ebû Bekir,
Efendimiz’in o hâline daha fazla dayanamadı, içeriye girerek, Allah Râsulü’nün
omuzlarından düşen ridayı tekrardan omuzlarına koydu: ‘Ya Resulallah! Allah
seni asla mahcup etmeyecektir!’ dedi. Efendimiz bir anda tebessüm etmeye
başladı ve Ebû Bekir’e dönerek dedi ki ; ‘Ey Ebû Bekir! İşte Cibril,
meleklerin komutanı olarak size yardıma gelmişler.’ Bedir, Kur’an’ın
deyimi ile Yevmü’l Furkan’dı; (Enfal, 8/41) Hak ile batılın,
hidayet ile dalaletin, karanlık ile aydınlığın, inkâr ile imanın birbirinden
tamamen ayrılacağı gündü. O gün cahiliyenin yüzyıllardır en büyük anlayışı olan
asabiyet hastalığı ayaklar altına alınacaktı.
Asabiyet/ırkçılık... O günün Mekkesi,
hatta Hicaz’ın tamamının en büyük hastalığıydı. İnsanlar hak ve hakikatin
yanında değil, bile bile yalanın ve yanlışın yanında yer alırlardı. Tek bir
dayanak noktaları vardı, o da; ‘Eğer bizdense haklıdır’ mantığı
idi.” S.56
“İşte dönem, böyle bir dönemdi.. Çamurdan
olsun ama bizden olsun mantığı.. Gerçi bu mantık sadece 1500 sene öncesinin bir
saplantısı değil ne yazık ki.. Şu anda ümmet ne çekiyorsa bu asabiyet
hastalığından çekmiyor mu? Irk, kavim, mezhep, meşrep, aile ve bölge
asabiyeti.. Hak ve hakikat yanında yer almaktansa dünyevi bazı mülahazalarla
bile bile batılın ve yanlışın yanında yer almak..
Allah Râsulü, daha Mekke’de iken bu
asabiyet hastalığıyla mücadeleye başlamış, onu ayakları altına almıştı. O gün,
O’nun mübarek dudaklarından çıkan sözlere gönül veren bir avuç yiğit, tüm asabi
/ ırkî duyguları terk ettiler. Yıllardır aileler arasındaki çekişmeleri bir
tarafa bırakarak tek bir bayrak ve mesaj etrafında birleştiler.” S.58
“Muhammed O günün insanına ve bugün
insanına şöyle haykırıyordu: ‘Asabiyete/ ırkçılığa davet eden bizden
değildir. Asabiyet / ırkçılık uğruna kavga eden, dövüşen bizden değildir.
Asabiyet ırkçılık uğruna ölen bizden değildir.’
Allah Râsulü’nün mübarek lisanından ‘bizden
değildir’ sözünü duyan artık asabiyete dair bir iz taşıması mümkün
müdür?
‘Kendi için istediğini,
kardeşi için istemeyen kâmil iman etmiş olamaz’ yani bizden olamaz diyen bir Peygamber’in sözünü
duyanın, asabiyet duygularını taşıması mümkün müdür?
‘Kim kavmiyetçilik
duygularıyla öfkelenip ayaklanmışken veya kavmiyetçiliğe çağırırken ya da ona
arka çıkıp yardım ederken ve bu kör ırkçılık bayrağı altında ölürse onun ölümü
cahiliye ölümü üzere olur’ diyen
bir Peygamber’in sesini duyan birinin artık asabiyete dair izler taşıması
mümkün müdür?” S.60
“Bir gün Medine’de ilklerden olan iki
sahabî, bir mesele hakkında tartışmışlardı. Biri Bilal-i Habeşi idi, diğeri
zühd ve mücadelenin abidesi Ebû Zer el-Ğifarî idi. Aralarındaki tartışma biraz
uzayınca Ebû Zer sinirlenmiş ve Bilal’e: ‘Sus! Ey siyah kadının
oğlu!’ demişti. O yumuşak yürek bu söze çok kırılmıştı. Hemen her
derdinin dermanı olan Allah Râsulü’ne gitmiş ve Ebû Zer’in kendisine dediği
sözü anlatmıştı: ‘Ya Resulallah! Ebû Zer ile aramızda şöyle bir tartışma çıktı
ve Ebû Zer bana: ‘Sus! Ey siyah kadının oğlu !’ dedi. Allah Râsulü, Rahmet
Peygamberi gadaplandı, sinirlenince şişen mübarek alnındaki o damar şişti ve
şöyle dedi: ‘Çabuk bana Ebû Zer’i çağırın!’ dedi. Ebû Zer, gelince
Allah Râsulü dedi ki: ‘Ey Ebû Zer! Sen hâlen cahiliyenin kokusunu
üzerinden atmadın mı? Senden cahiliyenin kokusu geliyor!’ Ebû Zer
söylediği sözün yanlışlığını anlamıştı. O an özür dilemeliydi, ama özrü de
sahabîce olmalıydı. Orada hiçbir şey demedi. Çıktılar huzur-u risaletten... Ebû
Zer, Bilal’in evine gitti. Başını Bilal’in evinin eşiğine koydu ve şöyle
dedi: ‘Vallahi Ey Bilal! Eğer ayağını Allah Râsulünü gadaba getiren o
sözü söyleyen bu ağza basmazsan başımı eşiğinden kaldırmam.’ Bilal
sahabîce yapılan bu özürden hoşnut olmuştu: ‘Tamam, seni affettim,
kalk!’ dedi. Ebû Zer: ‘Hayır; ayağını ağzıma koyana kadar
kaldırmayacağım.’ diyordu. Bilal, Ebû Zer’in kararlılığını görünce
ayağını yavaşça Ebû Zer’in ağzının üzerine koydu. Ebû Zer ancak öylece kalktı
ve iki dost birbirlerine sarılıp kucaklaştılar. Hz. Ebû Zer’e, Efendimiz’in
söylediği sözü duyan birinin asabiyete dair bir iz taşıması artık mümkün müdür?
Hz. Ebu Bekir öz oğlu Abdurrahman’a karşı
savaşacaktı. Hz. Ömer Bedir’in öncesi kabilesi olan Adiyoğulları’nı uyararak
şöyle demişti: ‘Sizden biri eğer bir savaş olur da karşıma çıkarsa
elimdeki kılıç ile onu paramparça ederim.’ Akrabaları Ömer’in bunu
yapacağını çok iyi bildikleri için korkularından savaşa girişememişlerdi. Ama
Hz. Ömer de dayıları Mahzûmoğulları ile savaşacaktı. Hz. Osman Bedir’e önceki
bölümde zikrettiğimiz mazereti dolayısı ile gelememişti. Hz. Ali, kardeşi Akîl
ile savaşacaktı. Hz. Hamza öz kardeşi Abbas ile savaşacaktı. Mus’ab b. Ümeyr,
abisi Ebû Aziz ile; Talha b. Ubeydullah, abisi Osman b. Ubeydullah ile Ebû
Ubeyde öz babası Abdullah b. Cerrâh ile savaşacaktı.” S.64
Uhud’da
“Tarihler, Hicrî 3.yılın şevval ayını
gösteriyordu. Kureyş günlerdir Bedir’in intikam ateşi ile yanıp kavruluyordu.
Bedir Gazvesi’ne sebep olan kervanın sermayeleri sahiplerine dağıtılmış, elde
edilen kâr ise bir havuzda toplanmıştı. Özellikle yakınlarını Bedir’de kaybeden
Mekke’nin sayılı aileleri bu havuzu var güçleri ile destekliyor ve büyük bir
ordunun hazırlanması için ellerinden gelenleri yapıyorlardı. Derken üç bin
kişilik büyük ve güçlü bir ordu oluşturularak Medine’ye doğru yola çıkıldı.
Efendimiz, Müslümanlarla istişare ederek,
kendi görüşü farklı olmasına rağmen düşmanı Medine dışındaki yaklaşık beş-altı
km uzaklıkta bulunan Uhud’da karşılamaya karar verdi. Bin kişi ile yola çıkmış,
ancak yolun yarısında münafıkların reisi İbn Selül üç yüz askeri telkinleri ile
savaşa katılmaktan vazgeçirmiş, bunun üzerine İslâm ordusu ancak yedi yüz kişi
ile Uhud’a varmıştı. S.76
“Daha sonra savaşın en zorlu safhası olan
üçüncü safha başlıyordu. Bu safhada canlar vardı, cananın yoluna feda edilen;
canlar vardı, meleklerle yarışan; canlar vardı, Efendimiz’in etrafında etten
duvar olan; canlar vardı, birer birer uzuvlarını ve bedenlerini o en sevgilinin
yoluna feda eden..
Bu safhada Efendimiz’in rubai dişleri
kırıldı, tuzak için kazılan bir çukura düştü ve her taraftan okların,
kılıçların, mızrakların muhatabı oldu. Allah Râsulü yanaklarına batan miğfer
halkalarından çok muzdarip olmuş, Ebû Ubeyde efendimizin canının daha fazla
yanmasına engel olmak için halkaları dişleriyle çıkartmaya karar vermiş ve bu
sebeple ön dişlerini kaybetmişti. Bu zor dönemde Efendimizin yanında sadece
ancak yirmi insan vardı. Ama bu yirmi yiğit, Allah Râsulü’nü koruma adına
tarihin görüp yazmadığı bir fedakârlık ortaya koydular. Canlarını Efendimiz’in
mübarek canının selameti uğruna feda ettiler. Kimi kılıç salladı kimi ok attı
kimi bedenini Efendimiz’e kalkan etti. Yiğitler yıkılıyorlardı, birer birer
Efendimiz’in önünde... Ensar’ın gençleri Uhud’un O can pazarında Allah
Râsulü’nü koruma adına canlarını satıyorlardı.” S.80
Uhud’un Ardından
Uhud’dan sonra Ebû Ubeyde b. Cerrâh
Kaynukaoğulları Gazvesi’ne iştirak etmiş, ardından yüreklerin ağızlara geldiği
Hendek Gazvesi’nde de olması gereken yerde yerini almıştır. O da Allah Râsulü
ile beraber Selman-ı Farisi’nin görüşünün bir neticesi olarak hendekler kazan
yüzlerce sahabîden biri olmuş, O da Ahzap ordularına karşı Efendimiz’in
kendisine verdiği görevleri yerine getirmiş ve O savaş sonrasında
Kurayzaoğulları Yahudileri’nin ihanet kalelerini bir bir deviren yiğitlerden
biri de O olmuştur.
Tarihler Hicrî 6. yılı gösterdiğinde Allah
Râsulü 1400 sahabî ile birlikte Mekke’ye doğru umre maksadı ile yola çıkacaktı.
Ebû Ubeyde de bu 1400 sahabîden biri olacaktı. O da Hudeybiye kuyularının
başında konaklayacak, Hz. Osman’ın Mekke’de başına bir iş geldiği haberine
üzülecek, Semûre ağacının altında Rıdvan Beyatı’na katılarak, Allah’ın
övgüsüne, Râsulü’nün ise müjdesine muhatap olacaktır. Daha sonra Mekke
tarafının elçisi olan Süheyl b. Amr’ın Hudeybiye sulhu için gelişine şahit
olacak ve bu sulhta Ebû Ubeyde’nin ismi de şahitlerden biri olarak
yazılacaktı.” S.89
“Hicrî 8: yılda Allah Râsulü on bin yiğit
ile Mekke üzerine sefer düzenlerken Ebû Ubeyde de Allah Râsulü nün hemen yanı
başındadır. O gün Allah Râsulü de Onun yoluna baş koyan sahabe de bir başkadır.
Kovalandıkları, sürülüp çıkarıldıkları, bin bir işkencelere maruz kaldıkları öz
yurtlarına şimdi muzaffer bir komutan edası ile giriyorlardı.
Efendimiz Mekke’ye girerken on bin kişilik
ordusunun dört komutanından biriydi.” S.89
‘Ümmetin Emini’ Olarak
Adlandırılması
“Medine’ye gelen heyeteler üzerine, iki
kez Allah Râsulü’nün Ebû Ubeyde’nin eminliğini / güvenirliğini âleme
duyurduğuna şahit oluyoruz.
Yemenlilerden bir grup Allah Râsulü’ne
müracaat ederek: ‘Ya Resulallah! Bizlere bir öğretmen göndersen de,
bizlere Kur’an ve sünneti öğretse! ‘ dediler. Bunun üzerine Allah
Râsulü Ebû Ubeyde’nin elini tutarak: ‘Her ümmetin bir emini vardır,
benim ümmetimin emini de Ebû Ubeyde b. Cerrâh’tır’ diyerek ümmetin
eminini, emniyet gerektiren bir görev olan muallimlik, öğretmenlik yapması için
Yemenlilere göndermiştir.
Ebû Ubeyde’nin eminliğinin ikinci kez
Allah Râsulü’nün mübarek lisanı ile âleme duyurulmasını başta Buhari ve Müslim
olmak üzere yine birçok kaynakta görmekteyiz. Hicri 9. yılda Medine’ye Necran
Hıristiyanları’ndan bir heyet geldi. Heyet çeşitli konularda Allah Râsulü ile
görüştükten sonra Efendimiz’den aralarındaki para, maliye ve çeşitli
ihtilaflarda hâkim sıfatı ile bulunacak güvenilir bir rehber talebinde
bulundular. Allah Râsulü heyetin bu talebine karşılık şöyle buyurdu: ‘Size
ashabım arasından güçlü, sağlam, emin ve güvenilir birini rehber olarak
göndereceğim.’
Bundan sonrasını Hz. Ömer şöyle
anlatır: ‘Allah Râsulü öyle güzel vasıflar dile getirdi ki ben anılan o
vasılarda olmayı ne kadar da arzu ederdim.’ Düşünsenize, Âlemlerin
Sultanı, sizi âleme; güçlü, sağlam, emin ve güvenilir diye takdim ediyor. Hz.
Ömer devam ediyor: ‘O gün öğle namazına erkenden geldim, en ön safta
yerimi aldım, Allah Râsulü nün beni hemen fark edebileceği bir yerde oturdum.
Efendimiz geldi, namazı kıldırdı ve cemaate doğru döndü, o mübarek gözleri ile
birini aramaya başladı. Ben hafifçe kalkıyor, O’nun beni görmesini sağlamak
için çaba gösteriyordum. Ama O seçeceğini seçmişti. İki saf arkada Ebû Ubeyde
yi gördü: ‘Gel, Ey Ümmetimin emini! Necranlılarla birlikte git ve
aralarındaki her türlü ihtilâfı adaletle çözüme kavuştur’ dedi.” S.96
Hz. Ebû Bekir ve Hz.
Ömer Dönemlerinde
“Ebû Ubeyde b. Cerrâh yoluna baş koyduğu
Allah Râsulünden sonra yedi yıl daha yaşayacak, o yedi yılda yetmiş yıllık
hayırlı hizmetlere imza atacak ve Efendimiz’in kendisini nitelendirdiği
emniyetine en küçük bir leke sürmeyecekti.
Allah Râsulü’nün vefatı sahabenin
tamamında çok derin bir üzüntü meydana getirmişti. Olayın şokunu yaşayan nice
sahabeyi Hz. Ebû Bekir, o tarihi konuşması ile sükûnete erdirmişti. Yüreklerde
kopan fırtınalar kısmen dinince sahabe ve özellikle de Ehl-i Beyt, Efendimiz’in
defin işleri ile uğraşmaya başlamışlardı. Tam bu esnada Ensar’dan bazı
Müslümanlar Saideoğulları çardağında toplanmış, Efendimiz’den sonra kimin
halife olacağını tartışmaya başlamışlardı. Bu gelişmelerden haberleri olmayan
Muhacir Müslümanlar, Efendimiz’in defin işleri ile uğraşırlarken; bazı
kimseler, Saideoğulları çardağında konuşulanları Muhacir Müslümanlara haber
verdiler. Hz. Ebû Bekir, yine ısrarla Hz. Ömer ve Ebû Ubeyde’yi aday
gösteriyordu. Bu ikisi ise Hz. Ebû Bekir’in kendilerinden daha faziletli
olduğunu ve bu işe daha layık olduğunu söylüyorlardı. İşte tam bu anda Hz.
Ömer, Hz. Ebû Bekir’in elini tutarak ona biat etti ve sonrasında orada bulunan
sahabe, birkaç kişi dışında neredeyse tamamı biat ettiler. Böylelikle Allah
Râsulü’nün vefatından sonra biraz da beklenilenin dışında bir şekilde İslâm’ın
ilk halifesi seçilmiş oldu. Müslümanlar ertesi gün Mescid’te genel biat almak
üzere karar alıp, toplantıyı sona erdirerek dağıldılar.
Bu olayda gerek bazı Müslümanların Ebû
Ubeyde’ye gelip ona biat etme istekleri, gerekse Hz. Ebû Bekir’in onu halife
adayı olarak gösterme istediği Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ın şahsiyetinin değer ve
kıymetini anlamamız açısından önemlidir. Daha ilk günlerde adının halife
adayları arasında geçmesi onun ne kadar önemli bir şahsiyet olduğunu bize
gösterir.” S.104
Ebû Ubeyde b Cerrâh Medine’de Hz. Ebû
Bekir’ın yanında yönetim işinde ona yardımcı oldu. Genelde o mali işlere, Hz.
Ömer ise yargı işlerine bakarak yeni halifenin yükünü paylaşıyorlardı. Ebû
Ubeyde b. Cerrâh’ın mali işler sorumlusu olarak ilk uygulamasının ise Halife
Hz. Ebû Bekir’e maaş bağlamak olduğunu görüyoruz.” S. 106
“Hz. Ebû Bekir irtidat hareketleri
karşısında İslâm topraklarını beş bölgeye ayırmış, her bir bölgeye komutan
tayin etmiş ve şu önemli talimatı hepsine bildirmişti: ‘Eğer İslâm
ordularının kolları bir cephede birleşirlerse başkumandan Ebâ Ubeyde b. Cerrâh
olacaktır.’ Yani Ebû Ubeyde, o dönemde Hz. Ebû Bekir’in talimatıyla
ordularının genel komutanı olarak atanmıştı.” S.108
“Bizans ordusu Ebû Ubeyde’nin adalet
dağıtan kılıcı ile birer birer kalelerini İslâm’ın askerlerine terk etmek
zorunda kalıyordu. Ebû Ubeyde bu dönem zarfında, diğer İslâm komutanları ile
beraber Şam bölgesinin tamamının, Antakya ve çevresinin, Cizre, Ceylanpınar ve
Anadolu’nun büyük bir kısmını, Ürdün ve Filistin’in tabî ki Kudüs’ün, Muhammedî
sancak ile tanışmalarında büyük emekleri olmuştur.
Ebû Ubeyde’nin bu dört buçuk yıllık hayatı
inanın kırk beş yıllık ömre bedel bir bereketle geçmiştir. Bu bereket sadece
toprak fethi değildir. Zaten sahabe Allah Râsulü’nden bunun terbiyesini çok iyi
görmüştü. Asıl olanın toprak fethi değil gönül fethi olduğunun bilinci ile
hareket etmişlerdir. Çünkü Kutlu Nebi bir insanın hidayete erişmesini bir
âlemin fethi ile eş değer görmüştü. Sahabe bu bilinç ile hareket ediyordu. Ebû
Ubeyde birçok toprağı, sergilediği İslâm ahlakı ile nerdeyse savaşsız
fethediyordu. Onun bu yüce ahlakını bize birçok alanda örnek olabilecek bir
hatırası ile daha iyi anlayabiliriz.
Ebû Ubeyde b. Cerrâh bölgedeki en önemli
şehirlerden biri olan Humus’u, Bizans’ın güçlü ordusunu yenerek ele geçirmişti.
Halk korku ve şaşkınlık içerisinde İslâm askerlerinin kendilerine ne yapacağını
bekliyorlardı. Şehrin meydanına toplanan kalabalığa, İslâm ordularının komutanı
Ebû Ubeyde bir konuşma yapacaktı. Ebû Ubeyde yüksekçe bir yere çıktı ve dedi
ki: ‘Ey Rum halkı! Allah bize zafer nasip etti ve biz buralara hâkim olduk.
Ama sizin açınızdan değişen bir durum yoktur. Ticaret yapanlar; pazarlarına,
ibadet yapanlar, mabetlerine; talebeler medreselerine aynen eskisi gibi,
rahatça gideceklerdir. Hiç kimse sizlerin malına, canına, ırzına
dokunmayacaktır. Hatta dışarıdan gelebilecek her türlü saldırıya karşı İslâm
askerleri sizleri koruyacaktır. İslâm askerleri bu hizmetlere karşı
Müslümanlardan zekât ve öşür alacak, sizlerden ise cizye alacaklardır.’ Ardından
cizye bedellerini söyleyerek konuşmasını bitirdi.
Rumlar hiç tahmin etmedikleri bir muamele
ile karşılaşmanın şaşkınlığı ve mutluluğu ile cizyelerini ödemeye başladılar.
Ebû Ubeyde, Hz. Ömer (ra)’den aldığı emir ile devlete ait tüm muameleleri kayıt
altına alıyor, yazdırıyordu. Alınan cizyeler de tek tek kayıt altına alınmıştı.
Rum halkı İslâm askerlerinden öyle bir memnun olmuşlardı ki birçokları bu
hayranlığın neticesinde İslâm’a girmişlerdi. Asıl hayranlık verecek olay daha
sonra gerçekleşecekti. Ebû Ubeyde b. Cerrâh (ra) bir müddet Humus’ta kalınca
Heraklius’un büyük bir ordu ile bölgeye doğru geldiğinin haberini alır. O zaman
İslâm askerleri çeşitli bölgelere dağılmış durumdadır. Ebû Ubeyde elinin
altındaki askerlerle Bizans ordusuna karşı koyamayacağını anlayınca geriye
doğru Antakya civarına çekilme kararı alır. Ama Humus’tan geri çekilirken
tarihte eşine rastlanmayacak bir adalete imza atar. Rum halkına tellallar
aracılığıyla şu tebliğatını yapar; ‘Ey Rum halkı! Bizler sizleri koruma
adına, sizlerden cizye (vergi) aldık. Ama şimdi sizleri koruyamadan şehri terk
etmek zorundayız. Size verdiğimiz bu sözü yerine getirmediğimizden dolayı özür
diliyor; aldığımız tüm vergileri geri vereceğimizi ilan ediyoruz. Herkes
Beytülmalden sorumlu Habib b. Mesleme’nin yanına gelsin ve verdiği parayı geri
alsın.’ Tellallar bu haberleri, Humus’un sokaklarında haykırmaya devam
ettiklerinde Rumlar hayret ediyor, ortaçağın karanlıkları altında ezilen bu
halklar, asıl özgürlüğün hem tadını hem de gerçek adresini öğreniyorlardı. Birçoğu
bu hadise üzerine Müslüman oluyor ve İslâm’ın adaleti nice kapalı yürekleri
elindeki adalet anahtarı ile açıyordu.
Kudüs kuşatması sonucunda halk, bizzat
Halife’nin kendisine kale kapılarını açabilecekleri şartını ileri sürünce Hz.
Ömer (ra) Kudüs’e doğru yola çıkar.
Günlerce süren yolculuktan sonra Hz. Ömer
Kudüs’e yaklaşmıştır. İbn Kesir, el-Bidaye’sinde Hz. Ömer ile Ebû Ubeyde’nin
birbirleriyle karşılaşmasını bize çok güzel ifadelerle anlatır: İki İslâm
yiğidi birbirlerine yaklaştıkları zaman atlarından inip, iki âşık gibi
birbirlerine koşmaya başladılar. Birbirleriyle buluşunca da ikisi de
birbirlerinin ellerini öpmeye çalıştılar. Koca Halife, Ebû Ubeyde’nin elini
öpmeye çalışıyor, Ebû Ubeyde de Halife Ömer’in elini öpmeye çalışıyordu. Sonra
birbirlerine sarılarak gözyaşı döktüler ve hasret giderdiler.
Sonrasında Kudüs’e birlikte girdiler. Hz.
Ömer selametle içeriye girdi, şehrin anahtarlarını aldı ve istirahat etmek için
Ebû Ubeyde’ye: ‘Ey Ebû Ubeyde! Haydi, beni çadırına götür’ dedi. Ebû Ubeyde
önde, Halife Ömer arkada İslâm ordusunun komutanı Ebû Ubeyde’nin çadırına
girdiler. Çadır çok sıradan ve basit bir çadırdı. İçeride bir kişinin bile zor
yatabileceği kadar küçük bir keçe vardı. Halife Ömer bu hali görünce
gözyaşlarını tutamayacak ve diyecekti ki: “Ey Ebû Ubeyde! Dünya hepimizi
değiştirdi, ama seni asla değiştirmedi.’
Hz. Ömer, Ebû Ubeyde’ye, çadırını biraz
düzeltmesini istediğinde, Ebû Ubeyde şöyle diyecekti: ‘Ey Müminlerin
Emiri! Onlar rahat ve rehavetimi, dünyaya bağlılığımızı artırır.’
Kudüs’ün fethinden sonra, Halife Ömer,
Medine’ye geri dönmüş, Ebû Ubeyde b. Cerrâh ise tekrardan Şam yolunu tutmuştu.
Halife Ömer Medine’ye varınca Ebû Ubeyde ile İslâm’ın diğer bir yiğidi olan
Mu’az b. Cebel’e dört yüzer dirhem, hediye olarak göndermişti. Gelen elçi bu
iki insana halifenin hediyelerini ulaştırınca, daha elçi Şam’dan ayrılmadan
ikisinin de bu hediyeyi halka dağıttıklarına şahit olur. Elçi, haberi Hz.
Ömer’e getirdiği zaman halife gözyaşlarını tutamayacak ve ellerini semaya
kaldırarak; ‘Ya Rabbi! İyi ki böyle adamlarım var: Eğer bunlar
olmasaydı, bu zorlu işler nasıl başarılırdı!’ diyecekti.
Evet, Hz. Ömer çok iyi biliyordu ki, bu
işler yiğitsiz olmazdı, bu işler ancak adam gibi adamların ellerinde olurdu.”
S.123
“Şam’da çok büyük bir veba salgını ortaya
çıkmıştı. Aradan bir müddet geçince, Halife Ömer hâlen bu veba salgınının devam
ettiğinin haberini aldı. Önce işin sonunda ne olursa olsun kardeşini gidip
ziyaret etmek istedi. Bu görüşünü sahabe ile paylaşınca sahabeden Abdurrahman
b. Avf, Hz. Ömer’e Allah Râsulü’nün bir hadisini hatırlattı. Bu hadiste
Efendimiz şöyle buyuruyordu: ‘Bir yerde veba salgınının olduğunu
duyarsanız, sakın oraya gitmeyiniz. Bulunduğunuz yerde salgın yayılmışsa sakın
oradan da dışarıya çıkmayınız.’ Allah Râsulü bu sözü ile aslında
bugün karantina dediğimiz koruyucu tedbiri dile getiriyordu. Hz. Ömer
Abdurrahman b. Avf ’tan bu sözü duyunca dizlerinin bağı çözüldü. Çünkü sahabe
sünnete ittiba konusunda çok titizdi. Allah Râsulü’nden kendilerine ulaşan her
söz ve fiilin önce maksadını anlar, sonra o maksat gereği amel eder, bu konuda
da oldukça hassas davranırlardı.
Hz. Ömer bu duygular içerisindeyken daha
fazla dayanamadı ve bir mektup yazdı. Mektupta diyordu ki; ‘Ey Ebû Ubeyde!
Sana çok acil ve zaruri bir iş için ihtiyacım var. Eğer mektubum sana gece
ulaşırsa sabahı bekleme, gündüz ulaşırsa geceyi bekleme hemen yola çık ve bana
doğru yol al.’
Mektup Ebû Ubeyde’ye ulaşınca, Ebû Ubeyde
Halife Ömer’in bu çağrı ile neyi amaçladığını anlamıştı. Tebessüm etti ve gelen
mektubun arka yüzüne cevabını yazarak halifeye gönderdi. Ebû Ubeyde diyordu
ki: ‘Ey Mü’minlerin emiri! Ben senin bana olan ihtiyacını çok iyi
biliyorum. Sen bana isabet edecek bir şeyden beni kurtarmak istiyorsun. Ama ben
askerlerimi burada bırakıp gelmeyi düşünmüyorum. Bu sefer senin emrini
dinlemediğim için özür diliyorum. Ne olur hakkını helal et ve benim burada
kalmam için izin ver.’ S.128
Vefatı
Hz. Ömer’in tahmini doğruydu, Ebû Ubeyde
çok geçmeden ağırlaştı ve yatağa düştü. Yatağa düşer düşmez, Sahabeden Muâz b. Cebel’i
çağırdı: ‘Ey Muaz! Bundan sonra Müslümanlara namazı sen kıldıracaksın’ dedi. Bu
emri ile meşhur sahabî Muâz’ b. Cebel’i hem namaz imamlığına hem de ordu
komutanlığına atadı.
Ümmetin emini olan, Allah Râsulü’nün
kendisinden razı olduğu, defaatle cennetle müjdelediği bu yiğit sahabî, şimdi
ölüm döşeğindedir. Yanında Müslüman askerler gözyaşı döktükleri bir sırada Ebû
Ubeyde onlara bakarak dedi ki: ‘Sizlere son vasiyetim şudur: Ne olur
namazlarınızı hakkı ile eda edin, oruçlarınızı tutun, zekâtlarınızı verin, hac
ve umre yapın, birbirinize hakkı tavsiye edin, idarecilerinize hayırlı
nasihatlerde bulunun, onlara dalkavukluk yaparak onları aldatmayın. Dünya
işlerinizin üzerine gereğinden fazla düşmeyin. Bir kişi bin yıl ömür sürse
bile, işin neticesinde ölüm ona kavuşacaktır: Çünkü Allah Ademoğullarına ölümü
bir hak olarak yazdı. Bu sebeple insanların tümü ölümlüdürler. Bundan dolayı
akıllı insan Rabbine karşı itaatkâr olur. Kıyamet günü amel defterleri
açıldığında salihatı çok olur. Allah’ın selamı ve bereketi üzerinize
olsun.” S.130
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 323 / Ekim 2017