Bu sayımızda İsmet Bozdağ’ın yayına hazırladığı ‘Kemal Tahir’in Sohbetleri’’ isimli eserini tanıtmaya gayret edeceğiz. Mütefekkir ve yazar Kemal Tahir Osmanlı toplum yapısını iyice araştırmadan, bugünkü toplum yapımızı kavrayamayacağımızı yüksek sesle söyleyen aydınlardan birisidir. Israrla "Batı devlet düzeni, sınıfların dengeli yaşamasını sağlamak için kurulmuştur, Doğuda devlet, ailelerin gelişmesini sürdürmek için ayaktadır. Hangi açıdan bakarsanız bakın, bu iki toplum benzemez birbirine. Öyleyse biz ne yapmalıyız?.. Yasalarımızı batıdan aktarmayacağız, biiir... Tutalım ceza kanununu Batıdan alsak, belki ceza geleneklerimize ters düşürür bizi ama, medenî kanunu Batıdan aldık mı, bizi bilgimize ve kültürümüze ters düşürür; sonunda kusar toplum bu kanunu.. Halka dayalı yönetim biçimini benimseyeceğiz ama, Batının sınıflararası denge sağlamak için geliştirilmiş demokratik yapısını aldık mı, sindiremeyiz bunu içimize, yıllar yılı akıntıya kürek çekmiş oluruz. Bir aşağılık duygusu basar bizi boşu boşuna.. Demokrasiyi öğrenemedik demeye kalkarız. Yönetim, toplum ve insan yapısı başka olunca, yönetimin de başka olmasından öte çıkar yol düşünebilir misiniz?..” dediği için solcu aydınlar tarafından afaroz edilmiştir.
Kemal Tahir’in
Sohbetleri
|
Kemal Tahir,(1) Türk
romanının doruğuna ulaştığı halde, ölümünden önceki aylarda ‘Tarih Notları’nı
yayına hazırlaması bir rastlantı değildir. Çünkü Kemal Tahir ‘in romanları
yayınlandıkları zaman nasıl büyük fırtınalar koparmışsa, kulaktan kulağa
yayılan sohbetleri, görüşleri de fırtınalar koparmıştır. Denebilir ki bugün
Kemal Tahir, yazıp yayınladıklarından çok, söyleyip yayınlamadığı fikirlerinden
ötürü tanınıyor. Kendisi de bunun farkında olduğu için, ciğer kanserinden
geçirdiği bir ameliyattan sonra, hemen tarih notlarını ele almış ve bunları
yayına hazırlamaya başlamıştır.
Kemal Tahir gerçek bir Türk aydını idi.
Osmanlı toplum yapısını iyice araştırmadan, bugünkü toplum yapımızı
kavrayamayacağımızı yüksek sesle söyleyen mütefekkirlerden birisidir. Gerek
Osmanlı tarihi ve gerekse, ‘Asyatik Toplum Yapısı’ üzerindeki çalışmaları,
üniversitelerimize ışık tutmuştur. Güncel ve sürekli ne kadar sorunumuz varsa,
Kemal Tahir bunların herbiriyle yakından ilgilenmiş ve çözümlerine yardımcı
olmaya çalışmıştır. Bu nedenle, edebiyatımızda önemli yeri olan romanlardan
çok, fikir dünyamızda tartışması hâlâ süren düşüncelerini, bugün her
zamankinden daha çok tanımak ihtiyacındayız.
Kemal Tahir’in sohbetlerinden günü gününe aktardığım
bu notları yayınlamayı düşünmüyordum. Bu notlar benim için, kitaplığıma konmuş
‘tek nüsha bir el yazması’ gibi bir şeydi. Çünkü bu notlara girenlerin yüzlerce
fazlası, Kemal Tahir’in ‘Tarih Notları’, ‘Edebiyat Notları’nda vardı. Yedi yıl
sabırla bu notların yayınlanmasını bekledim. Fakat notlar yedi yıl sonra bile
yayınlanmayınca, aktüel fikirlerin eskiyeceğini, sohbetlerinde yaydığı
fikirlerinin de kitaplara girmeye başladığını görerek elimde bulunan notları
yayınlıyorum.
İsmet Bozdağ
Kemal Tahir Üstüne
Tarih ona göre: Belli bir açıdan
bakılmıyorsa, hikâyedir. Çünkü hikâyelerin çoğu da, ya olup bitmiş olaylardan,
ya da olması mümkün olaylardan yararlanılarak yazılır. Tarihçi, olup bitmiş
olayları yazarken, kendi değer ölçülerini kullanacaktır; tıpkı bir hikâyecinin,
hikâyesini, kendi değer ölçülerini kullanarak yazdığı gibi.
İnsan tarafsız olamaz. En azından
kardeşinden, anne babasından yanadır. İnsan, içinde yaşadığı toplumdan yana
olmaktan da kurtulamaz. Böyle olunca, tarafsız tarih yazmak, insanı aşan bir
olaydır! Tarihçinin fikir yapısını bilmeden, yazdığı tarihi anlamak olası iş
değildir!. S.11
Bu dönemde Kemal Tahir’in Marksistliği,
bir şair coşkunluğundan başka bir şey değildi. Toplumun göbeği sayılacak bir
ortamda yaşıyordu. İyisini de kötüsünü de görüyor, değerlendiriyor ve
eleştiriyordu. Çevresi de; adı Marksiste çıkmış kimselerle dolu olduğu için,
komünist olmuş çıkmıştı!.. Bir konuşması sırasında bana: ‘Komünistlik suçundan
15 yıl hapse mahkum edildiğim gün kitaplığımı birisi elden geçirseydi, yüzlerce
sağ kitaba karşılık 5-6 sol kitap ya bulur, ya bulmazdı!.’ demiştir. O kadar
pisipisine 15 yıl hüküm giymişti..
Bu mahkumiyetten sonradır ki Kemal Tahir,
Marksizmi iyiden iyiye öğrenmeye koyuldu. Çok az kitap bulabiliyordu.
Çevresindeki kimselerden, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’dan, Nâzım Hikmet’ten kaptığı
fikirleri, kendi görüş açısı içinde değerlendirerek geliştirmeye çalışıyordu.
Daha sonraları, Marks’ın Kapitalini, Fransızcasından hak etmeye çalıştı! Bana
birçok defalar: ‘İşte Nâzım’ın bana yazdığı mektuplar ortada..; Marksizmden
haberi bile olmadığı; sadece sloganlarla düşünmeye çalıştığı meydanda. Hem
cezaevinde tezgâh kurup mahpuslann sırtından para kazanmanın, hem komünist
olmanın mümkün olduğunu sanıyordu. Marksizmin bir hayat biçimi olduğunun
farkında bile değildi. Benim kendisine yazdığım mektuplar kaybolmamış olsaydı,
bu konuları kendisiyle tartıştığımı görecektiniz.. Bunu söylerken, böbürlenmek
istemiyorum; sadece o dönemdeki fikir fukaralığımızı anlatmak istiyorum!’
demiştir. S.14
Dostlarına, arkadaşlarma cezaevinden
mektuplar yazdı ve kendisine tarih kitabı göndermelerini rica etti. Özellikle
‘Cevdet Tarihi’ni arıyordu. Eski günlerinde Mükrimin Halil, ‘Osmanlı’yı en iyi
ve en doğru anlatan tarihçinin Cevdet Paşa olduğunu’ altını çizerek söylemişti.
Cevdet Paşa, Batı’yı iyi bilen bir Doğulu
tarihçi idi. Osmanlının çöküş dönemini, hem batılı gözü ile, hem Osmanlı gözü
ile yazmıştı. Ama, nihayet ‘Osmanlı’ idi ve kazandığı kültürünün içinden
bakıyordu. Üstelik, Osmanlı’dan yana, Osmanlı’ya toz kondurmaya kıyamayan bir
yapıda idi. Oysa Kemal Tahir için gerekli olan, Osmanlı devlet ve toplum
hayatını yakından tanımak, hangi sosyal süreçlerle gelişip tarihe gömüldüğünü
araştırıp öğrenmekti... S.15
Batı toplum yapısı ile, Doğu toplum yapısı
arasında farklar vardı. Batıda mülkiyet hukuku vardı; Osmanlı toplumunda
mülkiyet hukuku, bin sekiz yüzlü yıllarda Padişah 2. Abdülmecit döneminde
yasallaşmıştı!
Batı, ‘feodalite’ denilen ve toprak
köleliğini de içeren bir dönemden geçmişti; Osmanlı toplumu ve Avrupa ülkeleri
dışında kalan bütün ülkeler, bu dönemi yaşamamışlar; bu kâbusun cenderesinden
geçmemişlerdi.
Batı, 16’ncı yüzyıldan bu yana, ‘iman
toplumu’ olmaktan kurtulmuş, ‘akıl toplumu’ haline gelmişti. Oysa Avrupa
dışındaki bütün ülkeler, hâlâ ‘iman toplumu’ sürecini yaşıyorlardı.
Daha da bazı farklar yüzünden, Avrupa’nın
kapitalist düzenine bir reaksiyon olarak doğmuş marksizm, acaba bizim
toplumumuzda, hangi ihtiyaçlarımıza cevap getirmekteydi?.
İşte Kemal Tahir’in ömrü boyunca araştırıp
soruşturduğu konu bu olmuştur. Bu çalışmalara cezaevindeyken başlamış, öldüğü
güne kadar bu yolda bulduklarını sohbetlerinde konuşmuş, yazılarında parça
parça kullanmıştır.
Osmanlı toplumu, ‘soylu sınıfı’ olmayan
bir toplumdu. Kapitalist sınıfı da yoktu! Tek soylu padişah, tek kapitalist,
yine padişahtı! Soylular sınıfı ve kapitalistler sınıfı olmayınca, böyle bir
toplum, Marks’ın, ileride oluşacağını umduğu topluma benzemiyor muydu?..
Osmanlı toplumu, iktidarın soylular ve
kapitalistler elinde toplandığı batı devletleri tarafından parçalanmak
istendiğine göre; Osmanlılar, batı toplumuna alternatif olarak geliştirilen
marksizme koşulacağına, acaba Tanzimatla neden düşmanının silahına teslim
oldu?. Bu hareket, bilinçli bir davranış mıdır; yoksa, batı ajanlarmın tuzağına
düşmek mi?. S.17
Kemal Tahir’in, ‘entellektüel’ üstüne sık
sık söylediği bir cümle vardır: ‘Her sabah açtığın gazetede ya da okuduğun bir
kitap sayfasında, rastladığın bir gerçek, seni, o güne kadar bütün
öğrendiklerini unutmaya, alfabeye yeniden başlamaya zorluyor ve sen buna razı
olamıyorsan, entellektüel değilsin, aydın değilsin, hatta namuslu bir okur
yazar bile değilsin.’
Kemal Tahir böyle bir aydın idi.”
İsmet Bozdağ S. 11-18
Sohbetleri
‘27 Mayıs Millî Birlik Komitesi’ üzerine:
(28 Haziran 1960)
“Kişiyi nasıl bilirsin’ hesabı, kim gelse
koşuyoruz peşi sıra; bu adam, ‘Kötüye karşı çıktı, iyidir her hâl’ diye...
Kimdir, nedir, neyin nesidir, arayıp sorduğumuz yok. Şu Millî Birlik Komitesi, söz
temsili, bir sabah paldır küldür geldi: ‘Nato’ya bağlıyız, Sento’ya bağlıyız,
kimseyle kavgalı değiliz, aranızda kapıştınız, biz ayıracağız.’ dedi. Öylesine
inandık ki, parmak şıklatıp oynamaya durduk sokaklarda.. Vazgeçtim, kimdir,
nedir, neyin nesidir diye araştırmayı, bari adamın sözüne baksak ya!..
‘Sento’ya bağlıyım, Nato’ya bağlıyım’ diyor, sonra biz, sonra marksist Kemal
Tahir, gelenlerden bir şey umuyor!.. ‘ Akıl göğe çekilmiş olmalı hiç kuşkusuz;
yoksa bu rezilliğe düşmeyecek insanoğlu...” S.23
Kemal Tahir’in o günlerde yaptığı bu
konuşmalar, belki kırk yıl sonra bugün doğal görülecektir. Bu fikirleri, 27
Mayıs’ın ikinci haftasında söylemeye başlayan Kemal Tahir’in, ne türlü
etkilerden kolayca sıyrıldığını anlatabilmek için, 27 Mayıs’ı yapanların içinde
yaşamış yazar, Bedii Faik’in 1967 yılında yayınladığı anılarındaki şu
cümleleri, ‘İhtilalciler Arasında Bir Gazeteci’ adlı kitabından (S. 36)
aktarıyorum:
‘Onlar söyledikçe, gönderdikçe (yani 27
Mayısçılar) biz yazıyor, biz yazdıkça da onlar söylüyorlardı. Bugün ihtimal:
‘İnanmasaydınız!’ demek, çok kimseye kolay gelir. O günleri anlayabilmek için,
sadece yaşamış olmak yetmez; onlardan öncesini de bizler gibi yaşamış olmalı.’
Bu sözlere karşı şunu söylemekle yetineceğim: Kemal Tahir: O günlerin öncesini
de sayın yazar gibi tedirgin yaşamış, hazırlanmış valizi kapının yanında,
tutuklanıp cezaevine götürülmesini haftalarca beklemişti...” S.24
“Bizim Marksistlerimiz hoş Marksist
demekle kendilerine haksızlık ediyorum ya, artık her neyse gözlerini Sovyetlere
dikmişler, maymun gibi oradakileri taklit ediyorlar. Sovyetler kerhane
işletmeye kalksa, bizimkiler karılarını da sermaye olarak yerleştirip bu işe
bulaşacaklar! Sovyetlere, bel bel, maymun gibi baktıklarından, orada ne olup
bittiğini de gördükleri yok... Marks, ‘İşçi sınıfı bir taraftan burjuva
sınıfını alaşağı edip bu sınıfı ortadan kaldırırken, bir yandan da kendi
sınıfını dağıtacak ve böylece sınıfsız bir topluma ulaşılacak!’ dediği halde
Sovyetlerin, burjuva sınıfının kaldırıldığını, fakat onun yerine teknokratların
yepyeni bir sınıf oluşturduklarını, işçi sınıfının da dağılmak şöyle dursun
perçinlendiğini fark etmiyorlar, bunun üstünde bir dakika bile düşünmek
ihtiyacını duymuyorlar.. O zaman nasıl olacak bu?.. Hem, maymun gibi
gördüklerini kopye edeceksin, hem, kafam eskir diye düşünmeyeceksin, yağma mı
var!.. Adamın başı derde bulaşır ki, en hafifi, akla ziyan getirmecesine!..
Biz bu Marksizmi kafamızı süslemek için mi
belledik, yoksa memleketimize insanca bir yönetim getirmek için mi okuyup öğrendik?..
Eğer memleketimiz insanı, şu Anadolu insanı içinse (gözünü seveyim içinde biz
de varız), sağına, soluna iyice bakmamız gerekir. Sadece Marksizmin mi sağına
soluna iyice bakacağız?.. Hayır!.. Memleketimizin de sağına soluna iyice
bakacağız... Anadolu insanı nasıl bir insandır? Yapısı nedir?.. Yüz elli yıldan
beri devleti ve aydını batıcılığa koşulmuşken halkı neden batıcılığa direnir?..
Anadolu köylerinin kapalı ekonomi ile direnişe geçmesi, bazılarının
söyledikleri gibi, yolsuzluktan, ekonomik hareket imkânsızlığından mı, yoksa,
(devlet ve aydınla mutabık olmadığı için) onlarla olan köprülerini atıp
direnişe geçmek kararından mı?.. Doğu dinlerinin yarattığı! altrüist ahlâkın
nasıl bir insan türü ortaya koyduğu, Batının egoist ahlâkiyle bu noktada nasıl
bir çatışma içinde bulunduğu iyice araştırılıp su yüzüne çıkarılmadıkça, değil
Türkiye’de rejim tazelemek, abdest tazelemek bile mümkün değildir! Binlerce
yıllık birikimimizi bilmeden, nereye gidiyoruz, arkadaş?.. İşte şu, bazı
şeylerin konuşulur hale geldiği dönemde, bundan yararlanıp, ülkemizin ve
insanlarımızın yapısını iyicene öğreneceğiz, ondan sonra Marksizm, ondan sonra
eylem!.. ‘Sosyalist Parti’ adıyle bir komünizan parti kurmayı tasarlıyorlar...
Kursunlar, görsünler!.. Kendi partilerine kendilerinden başka oy verecek adam
bulabilecekler mi bakalım!.. ‘İşçi sınıfı bizimle’ diyor! İşçi sınıfı ha, hem
de ‘sınıf!..’ Burjuva sınıfımız var da, bir de karşısında işçi sınıfımız
oluşmuş!.. Aferin! .. Bu ayıp onlara yeter ya, onlar farkında değil!.. Yahu,
hiç işçi sınıfı olsa, daha on yıl önce bizim Dr. Rebii (Barkın) ile Sabahattin
(Selek) Halk Partisi parasıyla sendika kurmak için işçilerin peşinde
yalvar-yakar dolaşırlar mıydı?..” S.31
27 Mayıs, sence, tarihin gelişim süreci
içinde hangi bölümü düğümlüyor?.. Durdu, düşündü; uzun uzun yüzüme baktıktan
sonra:
“Nereden çıktı bu soru arkadaş?.. Bu, can
alacak bir soru!.. Şaşkınlığımıza bak ki, bunu ben de kendime sormamışım!..
Şimdi düşünüyorum: İster olumlu yanından bir gelişimi belirlesin, ister olumsuz
yandan bir ilerlemeye işaret taşı olsun süreç, Tanzimat’tan başlıyor. Çünkü
Tanzimat, Osmanlı düzeninin tasfiyesi, Avrupa düzenini topluma yerleştirmek
girişimidir. ‘Genç Osmanlılar’ bu türküyü çağırırlar, ‘Jön Türkler’ bu türküyü
söyler... Yani, senin anlayacağın, ‘Devlet elden gidiyor, aman çare?’ diyenler,
bula bula Batılılaşma’yı çare bulmuşlar. Birinci Meşrutiyet, İkinci Meşrutiyet,
Mithat Paşa’lar, Namık Kemal’ler, Ziya Paşa’lar, İttihatçı akıldâneleri, taa
Mustafa Kemal Paşa’ya kadar, Türk okumuşu ve aydını kerameti Batı düzeninde
gördü... Halk katılmıyordu bu görüşe... Bu yüzden yöneten-yönetilen ikilemi
çıktı ortaya... Buna halk-aydın çatışması da diyebilirsin... Tanzimatla
başlayan süreç, hiçbir değişiklik göstermeden, imparatorluğun batılılaşması olarak
Cumhuriyete kadar geldi dayandı.
Aslında, Cumhuriyet döneminde pek de bir
şey değişmiş değildir; bu dönemde daha azgın bir Batıcılık yapıldı. O kadar ki,
takvimimizi, ağırlık ve uzunluk ölçülerimizi bile değiştirdik; tek Batıya
benzeyelim diye... Bu yüzden yöneten-yönetilen çatışması bu dönemde daha da
güçlenerek sürdü. Gerçi Osmanlı Devleti’nin son bulması, Türkiye
Cumhuriyeti’nin ortaya çıkması, yanıltmıştır bazılarımızı... Padişahın gitmesi,
Padişah gücünde bir Cumhurbaşkanının gelmesi içinse, değiştirmez hiçbir şeyi!..
Yeni Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı ülkesinin en küçük parçası üzerine
kurulmuştur. Elden çıkarılan parçalar, hangi toplum yapısında ise, elde kalan
da o yapıdadır; bir insan mozayiğidir yani... Mustafa Kemal Atatürk’ümüz bu
mozayiğin üstünde çalıştı, İsmet Paşa da öyle... Yöneten yönetilen çatışması,
şiddetini artırarak bu dönemde de sürmüştür, taa 1950’ ye kadar..
Milletin okumuşu, aydını, hep egemen
olmuştur 1950’lere kadar halk üzerinde. Çatışma sürmüştür ama, aydın kesimin
üstünlüğü içinde ve onun istediği biçimde... 1950 Mayısındaki seçimler, aslında
batılılaşma sürecine dokunmadığı halde, egemenliğin el değiştirmesine yol açtı.
Aydın-halk boğuşması sürüyordu ama, taraflar, bir tahtaravalli içinde yükselip
alçalarak... Ya da, öyle görünerek diyeceğim...” S.33
“Aslında, 1950 çok partili parlâmenter
dönem, seçim aldatmacasına, özgürlük çığırışlarına rağmen, sahici egemenliği
halka götürememiş, aydını sandalyesinden indirememişti. İndirememişti, diyorum;
çünkü, halk örgütlenmiş değildi ki, bu haklarını bu örgütler aracılığı ile
kullanabilsin ve okumuşun elinden yakasını sıyırsın!.. Dört yılda bir yapılan
seçimler, kendisine yararlı insanları seçmesine değil, daha az zararlı
insanları seçmesine yarıyordu. Bu parlâmenter sistem, olsa olsa, halkın seksen
yıldır yakasından düşmeyen ‘aydın’ın keskin dişlerini biraz törpülemiş oldu; bu
kadarı da Anadolu insanı için ferahlıktır...
İşte, halkın, aydını sırtında taşımaktan
kurtulduğu 1950 yılı, bu sürecin düğüm noktası, yeni bir sürecin başlangıcıdır,
bence... Aydın egemenliği zedelenmiştir! Biçimsel batıcılık zedelenmiştir!
Eğitim arttıkça, geniş halk kitlelerinin bilinçlenmesi ihtimali çoğalmıştır.
Benim gözümde bu, yeni bir halk sürecinin başlangıcı olarak değerlenir.
Bugün, içinde bulunduğumuz 27 Mayıs
hareketi, taa Osmanlı’dan beri sürüp gelen aydın egemenliğinin yeni baştan
kurulmak istenmesidir. Halktan umut kesenler, aydına umut bağlıyorlar..
Göreceğiz!.. Aydının, bizi yöneten bugünkü temsilcilerine bakıyorum da, içim
kararıyor arkadaş!.. Buradan, tutarlı bir yere varamayacağımızdan çok
korkuyorum.” S.34
“Batılı dediğimiz kravatlı yamyam, insan
eti yemekten başına aldığı bir sıra, her nasılsa nasıl, Hristiyan Kilisesi’nin
nas’larını rafa kaldırmış ve onun yerine akıl bayrağını göndere çekmiştir.
Burjuva marifeti olan bu iş, kısa bir zamanda Batıya bir üstünlük sağladı.
Hıristiyanlığa dayanan altrüist ahlâk yerine, aklın piçi olan egoist ahlâk
geldi oturdu. Osmanlı devlet adamları bu olup biteni görüyorlardı. İflas etmek
üzere olan namuslu mahalle bakkalınaa: ‘İflastan kurtulmak istiyorsan, kerhane
aç!’ diyen namussuz gibiydi Batı, Osmanlı’nın karşısında!.. Onurlu Osmanlı,
insan eti yiyen yamyam olmayı onuruna yediremediği için, benimseyemedi ‘egoist
ahlâk’ düzenini. Ve sonunda Osmanlı, bu amansız açmazda başına gelenin sebebini
düşündükçe, ‘Tanrıya karşı bir kusuru olduğu’ inancına vardı! ..” S.64
Eylem Ne Demek?
“Geçenlerde İstanbul Üniversitesi’ nden
birkaç genç geldi ve arkadaşları adına konuştuklarını söyleyerek beni eyleme
çağırdılar. Kendilerine, ne dediğimi biliyorsun: ‘Onlara uygun bir yer açmaya
karar verdiğim zaman, kendilerine haber göndereceğim, hiç telâş etmesinler!..’
dedim.
Beni bu kadar terbiyesiz olmaya
zorlamamalıydılar! Çünkü, eylemimdeyim ben! Mesleğimi en iyi biçimde yapmaya çalışıyorum.
Her önüme düşen sorunu, en iyi biçimde araştırmaya özen gösteriyorum. Benim
eylemim bu!.. Ben elime silahı alıp sokağa çıkacaksam, benim işimi kim
yapacak?.. Hem bu çocuklar, silahla ne yapabileceklerini umuyorlar?.. Birkaç
kişiyi öldürünce, devleti ele mi geçirmiş olacaklar?.. Kim dürteliyor bu
çocukları, kim akıl veriyor bu kızlara, oğlanlara?.. Verecek akılları olsa, hiç
kendileri için kullanamazlar mıydı?..
Silahı cebine sokmak, silahla öldürülmeyi
kabul etmek demektir. Bu gençler bunun farkında değil!.. Silah kendi ellerinde
ya... Sanıyorlar ki, sadece onlar öldürecekler, karşılarındaki insanların
elleri armut toplayacak!.. Yağma yok!.. Tahtaya yumruğumu vuruyorum, tahta
direnmek suretiyle bana karşı koyuyor. İnsanlar tahta değildirler üstelik...
Yumruğa yumruk, silaha silahla karşılık gelir. Her iki yandan yüzlerce insan
ölür ve hiçbir şey de olmaz. Ölenler, öldükleriyle, öldürenler cezaevlerinde
çektikleriyle kalırlar. Oysa, eyleme dökülecek kadar politize olmuş bir
gençlik, çok önemli bir şeydir! Bunun boş yere harcanması, cinayetin çok
ötesinde bir suç olsa gerek!..” S.68
Devlet Ana Safhası
“Cumhuriyet dönemi köy ve şehir hayatı ve
olayları üzerindeki düşünce ve gözlemlerini romanlarına aktardıktan sonra;
Osmanlı’nın kuruluş yıllarının romanını yazmaya karar verdi. Önce bu konuda,
yaklaşık üç bin sayfa not almıştı. Osmanlı’nın kuruluşu üzerinde yerli yabancı
kim ne yazmışsa, hepsini dikkatle okudu ve notladı. Sonra, ansiklopedileri açtı
ve buradan, o yıllarda Bizansta ve Selçukilerde yaşayan ünlü kişileri gözden
geçirdi ve romanında kahramanlara bu kişilerin adlarını verdi. ‘Yunus Emre’
gibi bazıları, doğrudan bir yorumla romana alınmıştır! Kemal, gece saat 3’de
4’de kalkar, öğleye kadar yazmasını ve çalışmasını sürdürdükten sonra, öğle uykusuna
yatardı. 2-3 saat uyuduktan sonra, kalkar, çoğu zaman kendisini görmeye
gelenlerle demli çayını içer; akşam sofrasında gece yarısına kadar konuşur,
sohbet ederdi.” S.96
“Devlet Ana romanı, konu olarak, Osmanlı
imparatorluğunun temel atma günlerini ele alıyor. Ertuğrul’un tükenmiş, yatalak
günlerine erişiyoruz. Osman’ın, babasının ölümünden sonra beyliği çekip
çevirişindeki üslubu görüyoruz. Osman bey kendisine Âhi Şeyhi Edebali’nin
kızını, oğlu Orhan’a da Yarhisar Tekfuru’nun kızı Nilüfer’i alıyor. Bu arada,
Karacahisar kalesinin bir baskınla ele geçirilişi var. 623 sahifelik romanda, 2
aylık zaman süresini kapsayan olaylar bunlar...
Böyle olunca, romanın durgun akması
gerekir. Oysa öyle tertiplenmiş ki, siz okurken olayların soluk soluğa
peşindesiniz. Hem bir sinema romanı gibi aksiyonla dolu olması, hem büyük
romanların alabildiğine derinliğini taşıması nasıl mümkün olabilmiştir, kolay
kolay çözemiyorsunuz...
1300’lerde devlet kurmaya koyulup,
1920’lerde son nefeslerini vermeye başlayan Osmanlı, nasıl bir insan yapısıdır?
Biraz şakacı, biraz abartıcı, ama büyük yanı ile daima gerçekçi ve yönetimci
Osmanlı, hangi çağ şartlarının elvermesinden faydalanıp Uçbeyliğinden
İmparatorluğa geçti? O günün Moğol’u, o günün Selçuk’unun elinde işe
yararlıktan çıkmış toplum düzeni, Osmanlı’nın eline geçince nasıl amansız bir
kılıç haline geliverdi? Anadolu’nun en büyük örgütü Ahiler ve bunların
yöneticileri nasıl kişilerdi? Osmanlı bu büyük gücü nasıl kullandı ve işe yarar
hâle koydu? Konya Selçuk tahtına dudak büken Uçbeyi Osman, batıya yönelirken
neye güveniyordu? Bütün bunları Devlet Ana’da Kemal Tahir’in pertavsızı altında
biraz şişmiş, biraz kabarmış, ama hiçbir zaman boyutları değişmemiş olarak
görüyorsunuz.
Kemal Tahir, Devlet Ana’da aslında büyük
bir şey yapmıyor: Türk sanat adamlarının romana girişirlerken düştükleri
yanlışı düzeltiyor. Batıdan romanın tekniğini alıyor, ama dünyaya bakış açısına
gelince, Dostoyevski’nin, Balzac’ın, Cervantes’in, kendi ulusları için doğru
olan dünya açılarını bırakıyor. Aşık Paşa’nın, Evliya Çelebi’nin, Naima’nın
bakış açısına sımsıkı yapışıyor. Çünkü Türk mizacı ve Türk ortak üslübuna ancak
buradan gitmek elverir. .
Taşbasması eski Binbir Gece masallarımızın
güzelim halk dili varken, saray aristokrasisi ve hareminin yılgın mizacında
biçimlenmiş İstanbul Türkçesinin, Türk insanını gerçek yönleriyle yansıtacağını
kolay kolay benimsemiyor. Anadolu halk Türkçesiyle İstanbul Türkçesini ayrı
ayrı değerlendiren ve bunları gerektikçe ayrı ayrı yerlerde kullanan
romancımızdır Kemal Tahir. Başarısının ilk temel taşı, kanımızca budur.
Binlerce sayfa, eski metin ve eski masallar okuyarak, aldığı notlarla stilize
ettiği bir dili getirip koydu Devlet Ana’ya... Bir başka deyimle, Anadolu
insanına, Anadolu insanı olarak bakmaya çabaladı.” S.105-107
“Biz Batı’dan gördüklerimizi alırız,
almakla kendi malımız olur.’ düşüncesi o kadar yanlış ki, yanlış kelimesi içine
bile sığmaz bu şaşkınlık!.. Batıdan gördüğünü alamazsın!.. Alırsın ama,
sindiremezsin içine, kusarsın!.. Çünkü Batı esvabı, dikenlidir. Onu giyebilmek
için, gergedan derisi ile kaplı bir sırtın olması gerekir. Oysa senin kelebek
kanadı gibi incecik bir derin var... Olmaz!.. Sırtına alır almaz kan içinde
kalırsın ki, bir avazın yerde, bir avazın gökte bağırıp ağlamaya çökersin!
Bizde feodalite ve derebeyliği
birbirlerine karıştırıyorlar. Derebeyi deyiminin kökeninde, suların geçit veren
sığ yerlerine oturup gelip geçenden haraç alan zibidi yatar! Bileği güçlüdür,
pazusu kuvvetlidir, ya da kılıcı keskindir, bu yüzden haraç toplar. Derken
kılıcı keskin, pazusu güçlü başka bir zibidi çıkar karşısına, yenisi eskisini
yener; olan değişmez ama, haracı alan değişir. Hiçbir meşruiyeti yoktur! Hiçbir
zaman kurumlaşamamıştır!
Feodal öyle mi ya! .. Bir kere meşruiyet
temeli vardır: ‘Ben sizi kılıcımla başkalarına karşı koruyorum, siz de bana
boyun eğeceksiniz.’ diyor. Tek taraflı bir teklif de olsa, eninde sonunda bir
anlaşmadır. Sözünden kaytarmıyor; gerçekten kılıcı ile (soylular olarak)
koruyor başkalarından kendi halkını. Ama bundan gerisi bir rezillik!
Batılı feodal, halkının kayıtsız şartsız
sahibidir. Halkının tek tek ne iş yapacağını, ne kadar çalışacağını, ne
alacağını O belirler. Evlenmek, boşanmak onun müsaadesine bağlıdır. Gelinin
‘ilk gece hakkı’ onundur. Çocuğu doğduğu zaman, feodalin damgasıyla damgalanır.
Hiç kimse feodalin izni olmadan, oturduğu yeri, yaptığı işi değiştiremez. Hele
başka bir feodale kaçıp sığınamaz. Daha, daha, feodalin savaş halinde olduğu
başka feodale bile kaçamaz; bu budalalığı yaparsa, bir güzel kırbaçlandıktan
sonra, eski sahibine geri verilir. Tabii, eski sahibi feodal, ‘Ne iyi ettin de
kaçtın!’ demeyecektir, artık ölümlerden ölüm beğen!..
Ortaçağ dediğimiz tarih mezarlığı, batıda
bu düzen içinde geçmiştir. Ama sadece Batıda ve Uzakdoğunun en ucundaki Japonya’da..
Dünyanın öbür bölgelerinde bu rezillik yoktu. Nitekim bugün de Batı Avrupa ile,
bu bölgeden giden insanların oluşturduğu Amerika ve Japonya teknokraside en
ileri aşamalara varmışlar; ama öteki bölgeler, soluk soluğa bunların peşinden
yetişmeye çalışıyorlar.
Batı insanı, özgürlüğüne kavuşabilmesi
için insanlığından vazgeçmek zorunda kalmıştır. Ortaçağ döneminde bir feodalin
dayandığı soylular özgürdü ve bir de özgürlüğü verilmiş az sayıda sanat erbabı
vardı. Toprağa bağlı kölelik, çekilir rezillik değildir: Ölüm, gülbahçesi gibi
görünür insanlara.. Ama insanın bir de yaşama direnci vardır. Yaşamanın yolu,
özgürlüğün satın alınmasından geçer. Nasıl satın alacak özgürlüğünü oranın
insanı, bakalım?.. Ortaçağ kölesinin bütün hayatı Senyörün elindedir. Kendisine
ancak yaşayacağı kadar yiyecek verilmektedir. Ama kendisine verilen bu
yiyeceğin saklanmasına, biriktirilmesine kimsenin bir diyeceği yoktur; çünkü
Roma Hukukundan kaynaklanan mülkiyet hakkı, Feodal Kiliseyi de bağlar;
Özellikle bu hakkın bekçiliğini Kilise yapmaktadır. Çünkü feodal, kendi
kölesinin birikimini çekip almaya kalkarsa, yarın da Kilisenin varlığını çekip
almaya kalkar; bu büyük bir felâkettir. Feodale gözdağı verebilmek için Kilise,
‘Hıristiyan’ dininin temelde meşru saymadığı özel mülkiyeti, hem
meşrulaştırmış, hem de kutsal hale getirmiştir! “
Batı İnsanı
“İşte Batı insanı, bu ortamdan yararlandı.
Feodalin kendisine verdiği yiyeceğin bir bölümünü canından, çocuklarından,
ana-babasından esirgedi ve biriktirdi. Santim santim üstüne koyarak topladığı
paraları, gömdü ve üstünde yatarak bekçiliğini yaptı. Gözü feodalde idi. İpek
Yolundan gelen baharat ve kumaşları satın almak için feodalin paraya ihtiyacı
olduğu sırayı bekledi ve tam böyle bir sırada önünde toprağa kapandı: ‘Merhamet
Senyör!’ Senyöre para, köleye özgürlük gerekti! değiştokuş ettiler! Böylece,
ilkin özgürlüğünü ele geçirdi Batı insanı; sonra da yine gıdım gıdım
biriktirip, bir karış toprak sahibi oldu...
Bu yüzden Batı insanı, özgürlüğün değerini
bilir; gerekirse, canını verir özgürlük için.. Mülkiyet fikri de böyledir
Batıda... Derindir, sağlamdır ve uğrunda ölüm göze alınır, kertesi gelince..
Bunları, dünya üstüne kalksa, savunur!.. Çünkü, ele geçirmesi hiç de kolay
olmamıştır. İnsanlıktan çıkma pahasına, kölelikten çıkan Batılı, sonraları
yeniden o insanlık yerine gelebilmek için, Rönesans sancılarını çekti,
insanlığa ağzının suları aktı ama, bugün de fırsat ele geçince, insandan sabun
yapma marifetinden vazgeçmemiştir. Çünkü bu gaddarlık, bu kıyıcılık, ona
ortaçağ mirasıdır. Nitekim sonraları burjuva olmuş, kapitalist olmuş, sömürgeci
olmuş ama, bir türlü ‘insan’ olamamıştır.
Hıristiyanlığın altrürist ahlâkını bile,
egoist ahlâk haline getirme rezilliğini sade bu Batı insanı başarabilmiştir!..
Batı, ailesiyle benzemez bize, kurumlarıyle
benzemez, devleti ile benzemez. Sınıfları, sınıflar arası kavgasıyla benzemez
bize.. Hiç mi hiç, bize bu kadar benzemeyen Batıdan, her şeyi nasıl alabiliriz,
nasıl almaya kalkarız! .. Aldığımız zaman bu sosyal kurum, ya da sosyal ürün,
nasıl bizde yaşayacak, kök salacak, yerlileşecek!.. Bunu umma saflığı da -her
hal- bizim okumuşlara has işlerden olmalı!.
Batının toplum yapısı -üç aşağı, beş
yukarı- bu! .. Bizim toplum yapımıza gelince, bunu uzun boylu anlatmaya gerek
yok.. Bizi ters çevirdikleri zaman Batı, Batıyı ters çevirdikleri zaman biz
çıkarız. İnsanı, toplum kalıbına yerleştiren ahlâk değil mi?.. Batının ahlâkı
egoist, Doğunun ahlâkı altrüist. Batıda mülkiyet fikrinin iki bin yıllık tarihi
var; Doğuda, Batı anlamındaki mülkiyet fikrinin tarihi yüz elli yıllık!..
Batıdaki insan, sınıfının içinde savunur; Doğudaki insan, ailesinin içinde
savunur. Batı devlet düzeni, sınıfların dengeli yaşamasını sağlamak için
kurulmuştur, Doğuda devlet, ailelerin gelişmesini sürdürmek için ayaktadır.
Hangi açıdan bakarsanız bakın, bu iki toplum benzemez birbirine..
Öyleyse biz ne yapmalıyız?.. Yasalarımızı
batıdan aktarmayacağız, biiir... Tutalım ceza kanununu Batıdan alsak, belki
ceza geleneklerimize ters düşürür bizi ama, medenî kanunu Batıdan aldık mı, bizi
bilgimize ve kültürümüze ters düşürür; sonunda kusar toplum bu kanunu.. Halka
dayalı yönetim biçimini benimseyeceğiz ama, Batının sınıflararası denge
sağlamak için geliştirilmiş demokratik yapısını aldık mı, sindiremeyiz bunu
içimize, yıllar yılı akıntıya kürek çekmiş oluruz. Bir aşağılık duygusu basar
bizi boşu boşuna.. Demokrasiyi öğrenemedik demeye kalkarız. Yönetim, toplum ve
insan yapısı başka olunca, yönetimin de başka olmasından öte çıkar yol
düşünebilir misiniz?..” S. 135-138
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 332 / Temmuz 2018
____________________
1-) Kemal Tahir (1910-1973): 13
Mart 1910’da İstanbul’da Vezneciler semtinde doğdu, asıl adı İsmail
Kemalettin’dir. Önceleri Tipi ve Benerci soyadlarını da kullandı, 1950’den
sonra Demir’de karar kıldı. Babası, alaylı deniz yüzbaşısı ve II. Abdülhamid’in
yaverlerinden Şebinkarahisarlı Tâhir Bey, Yıldız Sarayı marangozhanesindeki
özel çalışmalarında zaman zaman padişaha yardımcılık yapmıştır. Adapazarlı bir
Abaza ailesinin kızı olan annesi Nûriye Hanım küçük yaşta saraya alınarak Nâile
Sultan vasıtasıyla Tâhir Bey’le evlendirildi. Tâhir Bey, 1908’de II.
Meşrutiyet’in ilânını takip eden günlerde padişaha yakınlığı dolayısıyla
İttihatçılar tarafından rütbesi mülâzımlığa indirilerek emekliye sevkedildi.
Balkan ve I. Dünya savaşlarında yeniden askere alındı. Çanakkale’de savaşırken
yaralanınca geri hizmete verildi.
Kemal Tahir’in çocukluğu seferberlik ve
Millî Mücadele yıllarında geçti. İlköğrenimini babasıyla birlikte bulunduğu
çeşitli şehirlerde tamamladı. Mütareke’den sonra ailesi İstanbul’a dönünce
Kasımpaşa’daki Cezayirli Hasan Paşa Rüşdiyesi’ne girdi. 1923’te burayı
bitirerek Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi’ne kaydoldu. Onuncu sınıfta iken
annesinin ölümü üzerine okuldan ve evden ayrılarak hayata atıldı. Avukat
kâtipliği ve Zonguldak Kömür İşletmeleri’nde ambar memurluğunun (1928-1932)
ardından İstanbul’a dönerek gazeteciliğe başladı. Vakit, Haber ve Son Posta
gazetelerinde musahhihlik, röportaj yazarlığı ve tercümanlık yaptı. Yedigün ve
Karikatür dergilerinde sekreter, Karagöz gazetesinde başyazar (1935-1936), Tan
gazetesinde yazı işleri müdürü oldu. 1937’de Fatma İrfan’la evlendi.
19 Mayıs 1938’de Yavuz zırhlısındaki isyan teşebbüsü üzerine açılan Bahriye
davasında Nazım Hikmet’le birlikte askeri isyana teşvik etmekten suçlu
bulunarak on beş yıl ağır hapse mahkûm edildi. Çeşitli hapishanelerde yattıktan
sonra 1950 genel affıyla serbest bırakıldı. 1955’teki 6-7 Eylül olayları
sırasında halkı isyana teşvik suçlamasıyla altı ay tutuklu kaldı. Bir süre İzmir
Ticaret Gazetesi’nin İstanbul temsilciliğini yaptı, telif ve çeviri yazılar
yayımladı. Osmanlı padişahlarını anlatan bir kitap dizisinin neşrini başlattı.
1957’de Aziz Nesin’le birlikte kurduğu Düşün Yayınevi’nde birkaç romanının
yayımlanmasının ardından bu ortaklık on dört ayda bitti. Kemal Tahir bundan
sonra edebiyat çalışmalarıyla yetindi. 1968’de Sovyet Yazarlar Birliği’nin
davetlisi olarak Sovyetler Birliği’ni ziyaret etti. 1970’te yakalandığı kanser
sonucu 21 Nisan 1973’te İstanbul’da öldü ve Sahrayıcedid Mezarlığı’na gömüldü.
Çeşitli takma adlar kullanan yazar,
kendisine asıl şöhret kazandıran romanlarını 1955’ten sonra ve Kemal Tahir
adıyla yayımlamaya başladı.
Kendisinden önceki Türk romanını Batı
kopyacılığı ve yerlilikten kopuk olmakla suçlayan Kemal Tahir Sağırdere’den
başka Körduman (İstanbul 1957), Yedi Çınar Yaylası (İstanbul 1958), Köyün
Kamburu (İstanbul 1959) ve Kelleci Mehmet (İstanbul 1962) gibi romanlarında
Anadolu insan tipini kendi yaşantısı ve özgün hayat felsefesi içinde yansıtmaya
çalışmıştır. Rahmet Yolları Kesti’de (İstanbul 1957) eşkıyalık konusu
çevresinde halk kahramanlığı motifini işlemiş; Esir Şehrin İnsanları (İstanbul
1956), Esir Şehrin Mahpusu (İstanbul 1962) ve Yorgun Savaşçı’da (İstanbul 1965)
Millî Mücadele döneminde halk ile ordu mensuplarının ilişkileri, millî bilinç
ve milliyetçilik anlayışı konularını irdelemiştir. Bozkırdaki Çekirdek
(İstanbul 1967) ve Kurt Kanunu (İstanbul 1969) adlı romanlarında Cumhuriyet
Halk Partisi idaresinin eğitim ve ekonomi politikaları eleştirilmiştir. Yine
Kurt Kanunu ve Yol Ayrımı’nda (İstanbul 1971) Batılılaşma olgusuyla tabu haline
getirilen iç ve dış kandırmalar, dönemin siyasî mücadeleleri, devrimlerin
amaçları ve bunların yerleşmesinde bürokrasinin takındığı tutum ele alınmış, Türk
aydınının taşıdığı sorumluluk vurgulanmıştır. En fazla üzerinde durulan
romanlarından Devlet Ana’da (İstanbul 1967) feodal bir yapıya sahip olmamakla
Batı’dan ayrılan Osmanlı toplumunun yapısal ve idarî özgünlüğü gözler önüne
serilmeye çalışılmıştır. Üslûp ve anlatımda da yerliliğe önem veren yazar
özellikle Devlet Ana’da destan, masal ve halk hikâyelerinden gelen bazı anlatım
kalıplarını kullanmış, Dede Korkut ve Evliya Çelebi üslûbundan yararlanmıştır.
Yorgun Savaşçı’ya 1967-1968 Yunus Nadi ödülü, Devlet Ana’ya 1968 Türk Dil
Kurumu ödülü verilmiştir.
Ölümünden uzun bir süre sonra yayımına
başlanan ve sohbetleriyle kitap haline getirilmemiş notlarından hazırlanan on
beş cilt hacmindeki “Notlar” dizisinde Sanat Edebiyat (I, II, III, 1989; IV,
1990); 1950 Öncesi (I, II, 1990); Roman Notları (I, 1990; II, III, 1991);
Osmanlılık/Bizans (1992); Batılılaşma (1992); Çöküntü (1992); Sosyalizm, Toplum
ve Gerçek (1992); Kitap Notları (1993); Mektuplar (1993) adlı kitaplar
çıkmıştır. (İslâm Ansiklobedisi)