Resmî
ideolojiye iman eden cumhuriyet dönemi aydınları, modern hurafe hükmünde olan
sivil din anlayışını ‘ulusalcılık’ adı altında pazarlama yolunu seçmişlerdir.
Modern-sivil din anlayışı; insanı
yeryüzünün halifesi değil, sahibi olarak gören, münzel kitaba dayanan bütün
dinlerin iman esaslarını ve mukaddes değerlerini, pragmatik gerekçelerle
değiştiren ideolojik bir anlayıştır. Tek kelimeyle resmî ideoloji adına, İslâm
fıkhını mahkûm eden, vatandaşları kavimlerine göre değerlendiren ve ‘“Din Yok,
Milliyet Var” diyen siyaset anlayışı, Türkiye’de etnik-terör felâketinin
yaşanmasına vesile olmuştur. Bir filozofun dediği gibi; 'geçmiş asla
geçmiş bir zaman dilimi değildir, hatta geçmiş geçmiş bile değildir.'
Uzun yıllar ‘Türkiye Din Görevlileri Federasyonu Başkanlığı’ görevini deruhte eden ve ‘Hakses’ mecmuasını yayına hazırlayan Muhterem N. Mehmed Solmaz Hocaefendi’nin kaleme aldığı ‘Geçmiş zaman Olur ki..’ isimli eser, çok partili dönemde yaşanan siyasi hadiseleri merkeze alan bir denemedir. Bu eser, müellifin kendi hayatından bazı kesitleri sunması açısından 'hatıra' vasfını taşımaktadır. Dikkatlice okunmasında fayda vardır.
Geçmiş Zaman Olur ki
|
Zaman içerisinde yaşanan siyasi hadiselerin
ve içtimai alanda yaşanan değişimlerin değişik ihtilâfları beraberinde
getirdiğini unutmamak gerekir. Tarih ilminin konusu, zaman içerisinde meydana
gelen hadiselerin sebeplerini, vesilelerini ve sonuçlarını tahlil etmekle
sınırlıdır. Ancak tarih kitaplarında yer alan bilgilerin izafi olduğunu, yani o
tarihin yazılmasını sağlayan güçlerin 'resmi yorumlarını' da beraberinde
getirdiğini söylemek mümkündür. Tarihin ilim değil, bilimsel disiplin olduğunu
ileri süren uzmanlardan birisi olan Leon H. Halkın'ın ifade ettiği gibi, tarihî
gerçek, müşahhas hususiliği içinde geçmişin tasavvurundan ibarettir. Ancak her
insan gibi, tarih ilmiyle meşgul olan kimselerin de şahsi tercihleri vardır.
İster tarafsız olmaya gayret etsin, ister siyasi tercihlerini esas alsın herhangi
bir tarihçinin 'çevre kültürünün' etkisinden kurtulması kolay değildir. Hatırat
türü eserlerde; toplum tarafından tanınan bir kimsenin şahit olduğu hadiseleri
ve siyasi değişimleri, kendi tercihlerine göre tahlile tabi tuttuğu malûmdur.
Bu tür eserler, son tahlilde otobiyografi özelliğine haiz olurlar.
Tarih boyunca kendilerini devletin
kurucusu veya milletin kurtarıcısı ilân eden politikacılar (farklı zamanlarda
yaşamış olsalar da) 'tanrının oğlu' (!) rolünü oynamaktan adetâ
zevk almışlardır. Adaleti reddeden, hukukun üstünlüğünü hafife alan ve
Peygamberlerin tebliğ ettiği hakikatleri kabul etmeyen kavimlerin, ortak
sloganları şudur: "Biz atalarımızın yolundan ayrılmayız. "
Cemiyet halinde yaşayan insanlar için,
nesilden nesile aktarılan hayat tarzının ayrı bir önemi vardır. Atalar dini,
geçmişe karşı beslenen ölçüsüz saygıyı ve sevgiyi iman esası haline getiren
itikâdi tercihlerin hülâsasıdır. İnsanları kayıtsız ve şartsız kendilerine
itaate çağıran devlet adamlarının, hukuka ihtiyaçları yoktur. Keyiflerine göre
çıkardıkları kanunlarla her şeye müdahale edebilirler.
Aydınlanmacı filozofların etkisinde kalan
bazı müslüman aydınların; yirminci yüzyılın ilk yıllarından itibaren, din ile
devlet ve siyaset arasındaki münasebeti tartışma konusu haline getirdikleri
malûmdur. Tüzel kişiliği olduğu farzedilen devlet kurumu; her şeyin öznesi
haline getirilmiş, hatta 'insan devlet içindir' anlayışı
yaygınlaştırılmıştır. Yeryüzünün halifesi olan insanı hakir gören ve devletin
'mukaddes varlık' olduğunu ileri süren bu siyasi anlayış, her türlü fesadın
kaynağı haline gelmiştir.
Tanzimat ve Meşrutiyet münevverlerinin
'muasır medeniyet', günümüz aydınlarının 'çağdaş uygarlık' şeklinde ifade
ettikleri siyasi kültürün; Pozitivizm, Rasyonalizm, Nihilizm, Makyavelizm ve Pragmatizm
gibi ideolojilere dayandığı malumdur. Lâiklik felsefesinin ateist ve
tepeden inmeci yorumunu benimseyen, burjuva filozoflarının kiliseye yaptığı
itirazları ezberleyen ve aynı itirazları İslâm dinine yapan bu aydınların,
farklı inançlara ve düşüncelere saygı göstermeleri kolay değildir. Devlet
siyaseti haline getirilen aydınlanma felsefesinin; Müslüman olan Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşlarında, kimlik krizine sebep olduğunu gizlemenin bir
anlamı yoktur.
Resmi ideolojiye iman eden Cumhuriyet
Dönemi aydınları, modern hurafe hükmünde olan sivil din anlayışını
'ulusalcılık' adı altında pazarlama yolunu seçmişlerdir. Bütün 'sivil
din projeleri'nde, hüküm koyma hakkı, devlet adamlarına mahsus olan bir
haktır. Din, 'devletin temel hedeflerine hizmet ettiği ve devlet
adamlarının işine yaradığı' müddetçe önemlidir. Modern-sivil din
anlayışı; insanı yeryüzünün halifesi değil, sahibi olarak gören, münzel kitaba
dayanan bütün dinlerin iman esaslarını ve mukaddes değerlerini, pragmatik
gerekçelerle değiştiren bir anlayıştır. Nitekim 1927 yıllarında Abdülbaki
Gölpınarlı'nın ilkokullar için yazdığı Din Kültürü kitabında iman;
"dinî" ve "milli/ulusal" iman olmak üzere ikiye
ayrılmıştır. Milli/ulusal iman bahsinde; "Bizim bir de milli
imanımız vardır. Biz Türküz. Türkler medenidir. Milletimiz daima ileri gidecek,
düşmanlarımızı alt edecektir. Türk adı anılınca göğsüm iftiharla kabarır, başım
yükselir. Milletime, vatanıma faydası dokunanları severim, mübarek yurduma
fenalık edenleri hiç sevmem. İşte bu milli/ulusal iman, bizi yaşatacak,
ilerletecek imandır. Bugün Türkiye Cumhuriyeti hükümetine tabi olanların
hepsini bu iman birleştiriyor. Biz bu milli/ulusal imanı, büyük Cumhurreisimiz
Gazi Mustafa Kemal Hazretleri'nin ve onun vatansever arkadaşlarının gayretiyle,
Cumhuriyet sayesinde kazandık"denilmektedir. Aynı yıllarda Samsun
Milletvekili olan Ruşeni Barkur'un kaleme aldığı "Din Yok,
Milliyet Var" başlıklı bir eser, devlet tarafından
bastırılmıştır. Bu eserde ulusalcılık/milliyetçilik neredeyse dinin yerine
alternatif olarak teklif edilen bir inancı ön plâna çıkarmaktadır. Kitapta yer
alan şu ifadeler dikkat çekicidir: "Benim dinim benim
milliyetimdir. . . Bizim kutsal kitabımız, bilgiyi esirgeyen, varlığı taşıyan,
mutluluğu kucaklayan, Türklüğü yükselten ve bütün Türkleri birleştiren
ulusalcılığımızdır. O halde felsefemizde din kelimesinin tam karşılığı
ulusalcılıktır. Ulusunu seven, ulusunu yükselten ve ulusuna dayanan insan, her
zaman güçlü, herzaman namuslu ve her zaman onurlu bir insandır." Tek
kelimeyle resmi ideoloji adına, İslâm fıkhını mahkûm eden, vatandaşları
kavimlerine göre değerlendiren ve "Din Yok, Milliyet
Var" diyen siyaset anlayış, Türkiye'de etnik-terör felâketinin
yaşanmasına vesile olmuştur. Bir filozofun dediği gibi; geçmiş asla unutulmuş
bir zaman dilimi değildir, hatta geçmiş, geçmiş bile değildir.
Uzun yıllar 'Türkiye Din
Görevlileri Federasyonu Başkanlığı' görevini deruhte eden ve 'Hakses' mecmuasını
yayına hazırlayan Muhterem N. Mehmed Solmaz (1) Hocaefendi'nin
kaleme aldığı 'Geçmiş zaman Olur ki . . ' isimli eser, çok partili dönemde
yaşanan hadiseleri merkeze alan bir denemedir. Aynı zamanda hayatından kesitler
sunan bir hatırattır.
ARZ-I HAL
Kayseri İmam-Hatip lisesinden 1958 yılında
mezun oldum. Üniversite kapıları kapalı olduğu için askere gittim, geldim.
Üniversite kapıları yine kapalı idi. Üniversiteye kayıt olmak için tek çare,
lise diplomasına sahip olmaktı. İmamdım. Namaz vakitleri dışında gece gündüz
çalıştım. Kayseri lisesinde okutulan bütün derslerin imtihanını vererek diğer
arkadaşlarım gibi lise diplomasına sahip oldum. İlâhiyat fakültesine kaydımı
yaptırdım. Vazifemi Ankara'ya nakledemedim. Sene kaybettim. 1963'de Ankara'ya
naklim yapıldı. İlâhiyat fakültesinde eğitimim devam ederken, Kayseri'de
İmam-Hatip mektebine başlayınca bıraktığım medrese tahsilimi tamamlamak için
hoca aramaya başladım. Bu ara arkadaşların telkin ve teşviki ile "Türkiye
Hayrat Hademeleri Yardımlaşma Dernekleri Federasyonu" yönetimine seçildim.
Medrese eğitimim suya düştü. Federasyon, 1965 Ocak ayında "Hakses" adında
bir dergi yayınlamaya başladı. Federasyonun genel sekreteri derginin de idareci
durumunda idim. Zaman içerisinde yazmak mecburiyetinde kaldım. Zorlandım.
Zorlana zorlana yazdım, yazar oldum. 13 kitabım yayınlandı. Yayınlanmaya hazır
olanlar da vardır. Fakat hâlâ kendimi yazar olarak kabul edemiyorum. Bir yazar
da bulunması gerekli olan niteliklerin bende olmadığı kanaatindeyim. Nice yazma
kabiliyetli olanlar vardır ki, yazmazlar, kabiliyetleri heba olur gider.
Kabiliyeti olmayanlar da çalışırlar, benim gibi, zorlana zorlana yazarlar,
zaman içerisinde zorlanmalarına rağmen yazar olurlar ve yazar diye anılırlar.
Bu kitapta sunduğum ilk yazım, Hakses
dergisinde Şubat 1965'de, son yazım ise, Mîsak dergisinde, Ekim 2012'de
yayınlandı. İki tarih arasında 45 sene vardır. 45 senenin başlangıcında
memlekette, 27 Mayıs 1960 hükümet darbesinin sıkıcı havası vardı. Bir gecede on
yıllık millet iradesine dayalı merhum Adnan Menderes hükümeti idaresine son
verildi. Millet iradesince seçilenlere "düşükler", onları seçenlere
de "kuyruklar" dendi. Türkiye'nin her tarafında zamanın Halk
Partililerinin düşük ve kuyruk ihbarları ile yüz binler hapishane ve kışlalara
dolduruldu.
O zaman İzmir Narlıdere'de bulunan Sıhhiye
er Eğitim Alayında yedek subay olarak askerliğimi yapıyordum. Darbe haberi
üzerine alayda eğitim ve yapılması gerekli bütün işler durmuştu.
Gece gündüz düşüklerin üniversite
öğrencilerini kıyma makinelerine atmaları, hazinedeki devlet paralarını
İsviçre'deki kendi banka hesaplarına yatırmaları anlatılıyordu. Katiller ve
hırsızlardan memleketi kurtardıkları için darbeciler övülüyordu.
Yalanın ve iftiranın insanları nasıl
adîleştirdiğini 27 Mayıs 1960 darbesi ile ilk defa görüyordum. Derin bir üzüntü
içinde idim. Bir ay sonra terhisim yetişti de alaydaki zehirli havadan
kurtuldum. Memlekete gelince aynı zehirli havanın her tarafa hâkim olduğunu
gördüm.
Yassıada mahkemesi, her gün radyonun
verdiği "düşükler getirildi, bağlı olmayarak yerlerini aldılar"
sözleri ile başladı ve iğrenç haberler ile devam etti. Başvekil Adnan Menderes,
Maliye vekili Hasan Polatkan, hariciye vekili Fatin Rüştü Zorlu idam edildiler.
Diğer idareciler ve milletvekilleri de müebbed hapisve ağır hapis cezalarına
çaptırıldılar. Darbeciler, hazırladıkları yeni anayasa ile hayat boyunca tabiî
senatör oldular.
15 Ekim 1961'de seçimler yapıldı.
Darbecilerin bütün çabalarına ve Demokrat Parti oyları iki partiye bölünmesine,
Halk Partisi birinci parti çıkmasına rağmen gerekli milletvekili sayısına
ulaşamadı. Darbecilerin isteği ile darbenin arkasındaki adam diye bilinen İsmet
İnönü Başbakan'lığında koalisyon hükümeti kuruldu. İsmet İnönü, Başbakan'lığı
zamanında "ortanın solu" diye bir solculuk yolu açtı. İnönü'nün
açtığı "ortanın solu" yolunu yetiştirdiği Bülent Ecevit "ideoloji"
haline getirdi.
Yer altında yaşayan komünistler ortaya
çıktı. Ecevit'in sol ideolojisini sosyalizme dönüştürdüler. Karl Marks'ın,
Lenin'in, Mao'nun ve komünist yazarların eserlerini Türkçeye çevirdiler. Her
taraf Marks'ın, Lenin'in, Mao'nun ve komünist yazarların eserleri ile doldu.
Ecevit, "ortanın solu" yolunu açan İnönü'yü Halk Partisi başından
uzaklaştırdı, kendisi parti başkanı oldu. Gençlik solcu olan, olmayan diye
ikiye ayrıldı. Bu ayrılık birçok müessesede görüldü. Gazete sütunları sosyalizm
maskeli komünistler tarafından dolduruldu. Üniversitelerde sosyalizm
taraftarları tarafından işgaller ve çatışmalar başladı. Üniversitelerde bulunan
bazı mescidler tahrip edildi. Asayiş yok oldu, huzur kalmadı.
BASIN BİLDİRİSİ (TEMMUZ,1968)
İmran Öktem Yargıtay'ın kuruluşunun 100.
Yıldönümünde bir konuşma yapar Bu konuşmasında "İnsanlar olmasaydı
Allah da olmazdı. Allah'ı insanlar yarattı" der. İmran
Öktem'in bu konuşması halkımız tarafından nefretle karşılandı, protesto edildi.
Biz de bir basın bildirisi yayınladık. Bildirinin son bölümünde şunları
yazmıştım:"İmran Öktem, fert olarak sapık düşüncelere sahip
olabilir. Ateist olduğunu ilan edebilir. Durkheim'in, Oguste Comte'in, Marks'ın
din konusundaki batıl görüşlerini benimseyebilir. Ama Yargıtay Başkanı olarak 'İnsanlar
olmasaydı Allah da olmazdı. Allah'ı insanlar yarattı' diyemez, böyle
münkirane sözler söyleyemez. Dini konularda fetvalar vermek mevkiinde
olmadığını daima hatırlamak zorundadır. Bulunduğu makamı unutarak Müslüman
milletimizin itikadına saldırmaya, Türk adâletçilerine yanlış fikirlerini
telkin etmeye de hakkı yoktur. "
Bu konudaki sözlerini nefretle
karşıladığımız İmrân Öktem'in bundan sonraki beyanlarını takip edeceğiz. Batıl
düşüncelerinden vazgeçmediği takdirde, "Allah'ı insanlar yarattı"
hezeyanı görevimize aykırı olduğu için, inkâr ettiği Allah'ın huzuruna
giderken, yapılacak şekli dini merasimine iştirak etmeyeceğiz. İmrân Öktem'e
Allah'tan akl-ı selim ve hidâyet dilerken, durumu aziz milletimize ve din
görevlilerine duyururuz. " 17. 6. 1968
Bütün gazeteler bildirimizi, "Din
görevlileri İmrân Öktem'in cenaze namazını kıldırmayacak" diye
verdi. İmrân Öktem beni hemen mahkemeye verdi. Basın davasına bakan hâkimlerden
biri, bu bildirinin bilirkişiye havale edilmesi lazımdır, der. Mahkeme,
bilirkişi isteyen hâkimin isteği üzerine bir Avukatı bilirkişi tayin eder.
Bilirkişi, mürur-u zamana kadar raporunu göndermez. Dava düşer. Davanın
düşmesini Allah'ın bir lütfü olarak gördüm ve Elhamdülillah dedim.
İmrân Öktem 1 Mayıs 1969
tarihinde öldü. 3 Mayıs 1969 tarihinde Ankara Maltepe camisinde halkın tepkisi
ile cenaze namazı kılınamadı, cenaze namazı kılınmadan gömüldü.
YAZIK DEĞİL Mİ? (EYLÜL 1969)
Bu başlık altında cumhuriyet devrinin en
önemli ve en verimli kararı olan İmam-Hatip okullarının açılma dramlarını anlatmışım.
"Yazık değil mi?" demişim. Halk bu okulları ne kadar benimsedi ise;
bürokrasi, aydın taifesi tarafından da o kadar benimsenmedi. Okulların
açılmaması, düzenli ve sağlam bir eğitimin yapılmaması için her yola
başvuruldu. Süleyman Demirel Başbakan'dı. İktidarda muhafazakâr bir parti
vardı. Halk, seksen İmam-Hatip Okulu yapmış, okulların açılmasını istiyorlar.
Yazımızda Aksaray, Turgutlu, Bandırma, Emirdağ, Bucak, Dörtyol, Erdemli,
Senirkent, Kozan Akşehir, Sandıklı ve Kadınhanı İmam-Hatip okullarının yapılış
hikâyelerini anlatmaya çalışmışız.
1969-1970 eğitim döneminde iki okul Muğla
ve Kırklareli İmam-Hatip okulları açılır. Millî Eğitim Bakanı
İlhami Ertem'in şahane bina dediği Kadınhanı İmam-Hatip okulu
binası o yıl da çürümeye terk edilir. Yazık değil mi?
Gece gündüz çalışan, binbir emekle okul
binası yapan insanları üzüntüye sevk etmek, zamanın idarecileri için ne büyük
bir vebaldir. Nitekim bu vebalin altında kaldılar. Rahmetle anılmaktan
kendilerini mahrum ettiler. Eğer böyle düşünüyorlarsa çok yanılıyorlar. Her
türlü baltalamaya rağmen maarifimizin yüz akı olan İmam-Hatip okulları
çoğalacak, gelişecek ve vatanın istediği hizmetleri yürütecektir.
Elhamdülillah, İmam-Hatipliler vatanın istediği hizmetleri yürütüyorlar.
Allah'ın yardımı ve koruması ile de yürütecekler.
12 MART 1971 ASKERİ MUHTIRA
Süleyman Demirel 1969 seçimlerini de
kazandı. Tek başına iktidar oldu. Halk Partisi Genel Başkanı Bülent Ecevit
ortanın solu ideolojisini iktidar yapabilmek için gece gündüz çalışıyor,
sosyalizm azgınlarına da müsamaha gösteriyordu. Asayiş yine yok olmuştu. Huzur
kalmamıştı. Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç başkanlığında askeri bir heyet
Muhtıra verdi.
Süleyman Demirel,
şapkasını aldı, Başbakanlık'tan çekildi, gitti. Muhtıracılar Kocaeli
milletvekili Nihat Erim'i, Halk Partisi'nden istifa ettirdiler, bağımsız,
tarafsız Başbakan yaptılar. Nihat Erim 1950 öncesi Halk Partisi ileri
gelenlerinin biri idi. Asayişsizliğin sebebi İmam-Hatip Okulları imiş
gibi, İmam-Hatip Okullaranın orta kısımlarının kapatılması konuşulmaya
başlandı.
Hüsnü Dikeçligil, Maraşlı idi. Kayseri
Milli eğitim müdürlüğü yapıyordu. Okulumuzu çok sever, dersimize girerdi. 1960
hükümet darbesi yapılınca müdürlükten atıldı. Kayseri halkı seçimlerde Hüsnü
hocamızı senatör seçtiler.
Hocamız, bana 'yarın için Başbakan'dan
randevu aldım, beraber gidelim' dedi. Gittik. Hoş karşıladı. Hocamız söz
aldı. İmam-Hatip okullarını anlattı, beni İmam- Hatip mezunu
olarak takdim etti. Ben de "bizim hedefimiz milletimize, dinimize hizmet
etmektir" dedim. Hocamız konuşurken Nihat Erim, yazılması, okunması yasak
edilen Kur'ân harfleri ile not alıyordu. Kapatılmasını istiyorlar, ben de aynı
görüşteyim, inkılâplara aykırıdır dedi. Nihat Erim İmam-Hatip Okullarının orta
kısmını kapattı. Kartal'daki köşkünde sosyalizmin bir azgını tarafından
öldürüldü.
1973 seçimleri yapıldı. Sağ oylar
bölündüğü için Ecevit birinci parti olmasına rağmen, hükümet kuracak kadar
milletvekiline sahip olamadı. 48 milletvekili ile meclise giren Prof. Dr.
Necmeddin Erbakan Hoca liderliğindeki Millî Selâmet Partisi ile koalisyon
hükümeti kurmak mecburiyetinde kaldı. Merhum Erbakan Hoca, koalisyon
için İmam-Hatip Okulları'nın orta kısmı dâhil yeni okulların açılmasını
şart koştu. Koalisyon hükümeti kuruldu. Okulların orta kısmı açıldığı gibi
yeni okullar da açıldı.
Bu hal, 28 Şubat 1997 kadar devam etti.
İslâm'ı gönüllerden silme 28 Şubat olayı ile, İslâm'ın yaşayış şiarı olan
hareketler yasaklandığı gibi, Mesut Yılmaz hükümetinin 8 yıllık eğitim kararı
ile İmam-Hatiplerin orta kısmı yok edildi. Lise kısmında okuyanların
üniversitelere girişleri de kat sayı ile sınırlandırıldı. Okullarda öğrenci
sayısı süratle düştü. Dua ile sabırla, ümitle çalıştık. Hiç bir zaman Kur'ân'ın
hükümleri, sünneti- seniyenin edebi dışına çıkmadık. Ahlâkımızla, edebimizle,
hayır ve hasenatımızla, fedakârlığımızla örnek olduk. Allah yardım etti. Bir
İmam-Hatiplinin, Sayın Receb Tayyip Erdoğan'ın başa gelmesi ile çıkarılan
kanunlarla okullarımız yine öğrencilerle doldu. Yeni okullar da açıldı.
Elhamdülillah.
Hıristiyanlık hakkında üç makale yazdım.
Makalelerim bu kitapta yer aldı. Hıristiyanlık hakkında "Teslis Üçlü Tanrı
İnancı"ve "İncillerin Hikâyesi" adlı iki kitap yazdım.
Kitapların ikinci baskıları da yapıldı. 1960 hükümet darbesinden sonra ikinci
cumhurbaşkanı Cevdet Sunay hakkında da iki yazı yazmışım. Sebebine gelince,
Çankaya'da masasına oturunca "Bismillah" dedi. Bilcümle Kemalistler
ve sosyalistler ayağa kalktı. Laik devlette, Atatürk'ün masasında
"Bismillah" diyemezsin, dediler. Protesto ettiler.
Sayın Cevdet Sunay, 29. 4. 1967 tarihinde
Diyanet İşleri Başkanlığı'nı ziyaret etti. Başkanlığı ilk ziyaret eden
cumhurbaşkanı oldu. Merhum
Diyanet İşleri başkanı Ahmed Hamdi Akseki, İsmet İnönü döneminde
bayramlarda Çankaya'ya gider, defteri imzalar, dönermiş. Celal Bayar on
sene cumhurbaşkanlığı yaptı. Bir kere bile Diyaneti ziyarette
bulunmadı.
Aksine "Atatürk'çü sevmek bir
ibâdettir" dedi. Şahsa tapınma telkininde bulundu. Sayın Cevdet
Sunay Diyanet İşleri Başkanlığı'nı ziyaret etmekle kalmadı, 'Dinimiz
ahlâkımızdır' dedi, bir konuşma yaptı. O zaman genel ahlâktan
bahsediliyor. İslâm ahlâkı diye bir ahlâkın olamayacağı iddia ediliyordu.
Hakses Dergisinin Mayıs, 1967
sayısında Ahlâkımız diye bir makalem yayınlandı. Diğer
yazım ise, Sayın Sunay'ın Libya ve Suudi Arabistan'ı ziyaret etmesi, Kâbe'nin
içine girip dört rekât namaz kılması münasebetiyle "İslâm Kardeşliği"
konusunda oldu.
Merhum Cevdet Sunay, 27 Mayıs 1960 hükümet
darbesi havası içinde bir hizmet yapamadı ama besmele çekmesi, dinimiz
ahlâkımız demesi ve Kâbe'yi ziyaret etmesi, İslâm düşmanları ve sosyalizm
azgınlarına karşı halkımıza bir teselli desteği oldu. Allah rahmet etsin.
Sosyalim azgınları ile İslâm düşmanlarının
sesleri gürültülü çıkıyordu. Adam öldürmeler ve karşılıklı çatışmalar halkı
huzursuz ediyordu. Ama dinini, vatanını seven insanlar da durmuyordu.
Federasyonumuz 350'yi aşkın derneği ile vatanın her tarafında Kur'ân-ı Kerîm'in
hükümlerine ve Peygamberimiz (sav)'in sünnetine uygun olarak durmadan çalıştı.
İmam-Hatip mezunları federasyonu, Millî Talebe Birliği, Ülkücüler, Akıncılar,
Komünizmle Mücadele Dernekleri başta üzere bütün mukaddesatçı teşekküller canla
başla çalıştılar. Şehitler verdik ama meydanı mülhidlere ve azgın sosyalistlere
bırakmadık.
Bizim sınıfında şehidi vardır. Sınıf
arkadaşım Mustafa Güneş Ankara Tuzluçayır Lisesi'nde din bilgisi öğretmenliği
yapıyordu. Oğlu ile evine giderken azgın sosyalistler tarafından 15. 06. 1979
tarihinde 15 yerinden kurşunlandı. Şehit oldu. Oğlu da ağır yaralandı. Bütün
şehitlerimizin ruhları şad olsun.
Zaman içerisinde İslâm'ın temel meseleleri
ile ilgili makaleler de yazdım. En son yazım ise, Mîsak dergisi'nde, Ekim
2012'de Yayınlanan Suriye'yi bu feci hale getiren "Nusayriler"
hakkındadır. Kırk beş sene içinde Yayınlanan makalelerimi yeniden okudum. Allah'a
şükürler olsun, yaşayışımda ve düşüncemde ilâhî hükümlere ve sünnet-i
seniyye'ye bağlılığımın daha da kuvvetlendiğini müşahede ettim.
"Hakses" dergimizin beş yüzüncü
sayısı ile ilgili yazdığım makalenin ismine "Geçmiş Zaman
Olur Ki" demişim. Devamı olan "hayali cihan
değer" diyememişim. Çünkü kırk beş senenin çoğu sevinçli mücadele
günleri ile değil, hüzünlü mücadele günleri ile geçmiştir. Yine de Allah'a
şükür günlerimiz boşageçmedi. Boşa geçmeyen günlerin hatırı için makalelerimin
bir araya getirildiği kitabın adına "Geçmiş Zaman Olur
Ki" dedim. Bir İmam-Hatiplinin, Sayın Receb Tayyip Erdoğan'ın
Cumhurbaşkanı olması ile mücadelemize "Hayali cihan değer" de
diyebiliriz. Allah bütün mü'minlere helal rızıklar, makbul ibâdetler, Müslümanca
yaşamalar nasip etsin, sonumuzu hayreylesin. Âmîn. 7. 8. 2016, Ankara.
VAHDET VAKFI DÜNYA ÇAPINDA BİR ÖRNEKTİR
Mîsak Dergisi; Temmuz 1997 Şubat 1997
postmodern hükümet darbesini yapanların hedefinin milletimizin Müslüman gönlünü
İslâm'dan çevirmek olduğu yaptıkları ile belli oldu. Adamlar, İslâm'ı şeâiri
kendileri için tehlikeli gördüler. Sakallı mı, başörtülü mü, namaz kılıyor mu,
gümüş yüzük takıyor mu, evinin duvarlarını dini levhalar mı süslüyor, işe
başlarken besmele mi çekiyor, yazısında, kitabında, dergisinde, gazetesinde
Allah'ın emirlerinden mi bahsediyor; gerici dediler, yobaz dediler, tehlikeli
adam dediler, işten attılar. Her türlü kötülüğü yapmaya çalıştılar. Hak için
çalışanları çalışmaktan, konuşanları konuşmaktan, yazanları yazmaktan
alıkoymaya çalıştılar. Post modern İslâm düşmanlarının hedeflerinden biri de
"Vahdet Vakfı" oldu. Vahdet Vakfı'nın idarecileri hapisteki
Aczimendiler'e yardım ithamı ile gözaltına alındılar ve tutuklandılar.
Konu ile ilgili yazdığım yazı şöyledir:
"1 Haziran 1997 Pazargünü Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi'nden
arkadaşları ile birlikte tutuklanıp cezaevine götürülürken Hüsnü Aktaş Hoca
gazetecilere şöyle diyordu: "1989 yılından beri, mahkûm
ailelerine ve fakir öğrencilere yardım ediyorduk. Bundan sonra birkaç ay yardım
yapamayacağımız için özür dileriz." Hüsnü Aktaş ve
arkadaşları hapishaneye giderken bile yardım ettikleri insanları düşünüyor,
onlara yardım edemeyecekleri için üzülüyorlardı. Gerçekten de öyle oldu. Vakıf
yöneticileri tutuklandığı için Vakıf yöneticisiz kaldı. Muhtaç mahkûmlara,
muhtaç mahkûm ailelerine, Vakfın verdiği burslarla okuyan öğrencilere yardımlar
ulaştırılamadı. Vakfın yardımları ile okuyan yetim, öksüz ve yoksul öğrenciler
ne yapıyorlar? Vakfın yöneticilerinin tutuklanması ile bunlar kimsesiz
kaldılar. Vakıf bunların kimsesi idi. Vakıf yöneticilerinin tutuklanması ile
geçici de olsa bir hayır yolu kapandı. Hayırlara engel olundu. Hayrın yollarını
açmak dururken, bu yolları kapamak ne kötü bir şey!
Vakıf tüzüğü, mahkemece tescil edilmiş,
ilanı Resmi Gazete'de yapılmış, faaliyetleri de her sene, bağlı bulunduğu
Vakıflar Genel Müdürlüğü'nce denetlenmiştir. Vakıf, 1996 yılı içinde
2.437.276.000 lirayı hükümlü ve tutuklulara ve muhtaç ailelerine ulaştırmış ve
adli yardım için harcamıştır.
Vakfın kurulmasında; 12 Eylül 1980 hükümet
darbesinden sonra bir müddet Mamak cezaevinde kalan Hüsnü Hoca'nın cezaevinde
gördüğü hükümlü ve tutukluların perişan halleri etkili olmuştur. Vakıf
kurulduğu 1989 yılından bu yana tüzüğe uygun olarak çok hayırlı hizmetler
yapmıştır.
Tutuklu ve hükümlülere yardımlarını
hapishane savcı ve müdürleri ile işbirliği yaparak, onların onayını alarak
ulaştırmıştır. Tutuklu ve hükümlü ailelerine de yardımlar, bu ailelerin geçim
durumları vakıfça tespit edilerek verilmiştir. Tutuklu ve hükümlülere vakfın
yardımda bulunmasının tek ölçüsü, onların mahrum olmaları yani muhtaç
olmalarıdır. Yardım yapmada başka bir ölçü kullanılmamıştır. Hapishane savcı ve
müdürleri bunun canlı birer şahididir.
Savcılığın "Aczimendiler
bir örgüttür. Vakıf bu örgüte yardım
etmiştir" iddiası doğru ve isabetli bir iddia değildir. Çünkü
vakfın Aczimendi denilen insanlarla onlar tutuklanmadan önce hiçbir ilgi ve
münasebeti yoktur. Ne zaman onlar tutuklanmışlar, vakfın tüzüğüne göre yardıma
muhtaç bir hale düşmüşler, Vakıf onlara hapishane savcı ve müdürünün bilgisi
altında yardımda bulunmuştur. Vakfın tutuklu ve hükümlülere yardım etmesi bütün
Türkiye hapishanelerinde vakfın tanınmasına sebep olduğu için, konu ile
ilgilenen iç ve dış organların da dikkatini çekmiştir. Vakıf, çalışmaları ile
çok büyük hizmetler yapmış; mahkûmların, tutukluların ve ailelerinin vakar ve şeref
içinde yaşamalarına öncelik ve önderlik yapmıştır. Vahdet Vakfı'nın cezaevinde
bulunan mahkûm ve tutuklulara, onların himayesiz kalmış ailelerine götürmüş
olduğu hizmetler yalnız Türkiye çapında değil, dünya çapında örnek ve öncü bir
hizmettir. Sosyal dayanışmanın bir örneğidir. Muhtaç hükümlü ve tutukluları ve
onların kimsesiz kalmış ailelerini himaye etmenin bir örneğidir.
Vahdet Vakfı bu hizmetleri ile örnek
gösterilmeli, madalyalarla, plaketlerle takdir ve taltif edilmeli idi.
İdarecileri tutuklanıp cezaevine konmamalı idi. Vahdet Vakfı yöneticileri,
tüzükleri gereği, hükümlüleri ve tutukluları topluma yeniden kazandırmak için
kültürel faaliyetlere de çalışmalarında geniş yer vermişler. Kütüphanesi
olmayan cezaevlerinde kütüphaneler kurmuşlar, kütüphanesi olan cezaevlerine
kitaplar göndermişler, cezaevleri kütüphanelerini kitap yönünden
zenginleştirmişlerdir. Bu yolla birçok mahkûm ve tutuklu ıslah edilmiş ve
topluma kazandırılmıştır.
Vahdet Vakfı yöneticileri bu hizmetleri
yaparken asla tüzüklerinin belirttiği sınırlar dışarısına çıkmamışlar, sessizce
hizmet etmişlerdir. Vahdet Vakfı yöneticilerinin tutuklanması ile hayırlı
hizmetler durmuştur. Tutuklandıklarının ertesi günü Vahdet Vakfı'na uğradım.
Mardin'in bir ilçesinin hapishanesinden bir mahkûmun, hapishane müdürünün
onaylı mektubu geldi. Muhtaç olduğunu bildiriyor, yardım istiyordu. Yardım
gönderilmediği gibi, mektubuna cevap bile verilmedi. Çünkü vakıf yöneticileri
işbaşında değil, hapishanede idi.
Ümidimiz, ilk duruşmada yanlışlıktan
dönülmesi, başta muhterem Hüsnü Hocamız olmak üzere değerli arkadaşları
İbrahim Koca, Yusuf Akmaz, Ahmet Töret ve M. Emin Bostancıoğlu'nun beraat
etmeleri ile tahliye olmaları, vakıf hizmetlerine kalındığı yerden devam
etmeleridir. "
Vakıf yöneticileri, 58 gün hapishanede
kaldıktan sonra ilk duruşmada mahkeme kararı ile tahliye oldular. Savcının her
biri aleyhine istediği 15 yıl hapis cezasına karşılık mahkeme, hapiste olan
mahkûm ve tutuklulara hapishane müdürü ve ilgili savcının kararı ile yardım
ettikleri gerekçesi ile beraat kararı verdi. 28 Şubat 1997 zalimlerine gönüllü
savcılık yapan kişi emeline ulaşamadı, vakıf yöneticilerini mahkûm ettiremedi
ama "58 gün hizmetten alıkoydum ve tevkif yolu ile cezalandırdım"diye
kendini teselli edebilir. Bunun bir de İlâhî huzurda duruşması vardır.
N. Mehmet Solmaz, 1934 yılında Kayseri, Talas İlçesi Vengicek Köyü'nde
doğdu. Kayseri Mustafa Taşcıoğlu Kur'an Kursu'nda hıfzını tamamladıktan sonra,
özel olarak Arapça okudu. İlkokul diplomasını dışarıdan aldı. Tahsilini Kayseri
İmam-Hatip okulu ve Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde tamamladı.
Mahalle imamlığı ile dini vazifeye başladı. Kayseri Şeker ve Tolbaşı
Camii'leriyle, Ankara-Altındağ Yeşilöz Camii'nde imamlık yaptı. Amasya Bölge
Vaizliği ve Ankara Vaizliği vazifelerinde bulundu. Cemiyet çalışmalarına 1961
yılında Kayseri'de başladı. Ankara'da devam etti. Çeşitli meslekî ve kültürel
cemiyet ve federasyonlarda görev aldı. Türkiye Din Görevlileri Yardımlaşma
Dernekleri Federasyonu'nda Genel Sekreterlik ve Genel Başkanlık görevlerini
yürüttü. Hakses Mecmuası'nın sahip ve neşriyat müdürlüğünü yaptı. 1984 yılında
Ankara Vaizliğinden emekli oldu. Almanya ve İsviçre'de din görevlisi olarak
hizmet etti. Evli ve dört çocuk babasıdır.
Yayınlanmış eserleri: Kur'an-ı Kerime Göre
Peygamberler ve Tevhid Mücâdelesi (Prof. Dr. İsmail Lütfü Çakan'la birlikte),
Seçme Dualar, Mehmed Akif 'ten Seçmeler, Dört Büyük İmam, Gerçeğin Özü,
Peygamber Sözü: 301 Hadis, Âlim ve Mücahid Bediüzzaman Said-i Nursî (1998)
Teslis; Üçlü Tanrı İnancı (2005), Geçmişten Geleceğe Vengicek Yazılı (Necati
Solmaz ile Birlikte 2008), İki Ömer (2009), İncillerin Hikâyesi (2012), Yol
Gösterenler (2012), Dua İbâdeti ve Kur'an'da Dua (2014), Peygamberlik, Tebliğ
ve Hikmet (2014), Kur'ân-ı Kerim'de İlâhi Kitaplar (2018), Geçmiş Zaman Olur ki
(Hatıralar) (2018).
Mehmet Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 339 / Şubat 2019