Avrupa Tarihinin Oluşumu - Alparslan Aydar

Avrupa Tarihinin Oluşumu

Tanıtımını yaptığımız bu kitap; şimdiye kadar yazılan Avrupa uygarlığı tarihinin yazılış biçimlerini sil baştan gözden geçirmemize imkân tanıdığı için önemli bir kitaptır. Sözgelişi, Avrupa uygarlığını, özgürlükler tarihi olarak okumanın ve yazmanın bir anlamı ve karşılığı olmadığına dikkat çekmesi, dolayısıyla Avrupa'nın tarihinin metropolitan merkezlerin Toynbee'ci anlamda temas, cevap üretme ve meydan okuma süreçlerinin işlediği ve ancak bir medeniyet fikri ile anlamlandırılacak bir tarih olarak yeniden-okunduğu ve yeniden-kurulduğu zaman gerçek boyutlarıyla anlaşılabileceğine dikkat çekiyor. Yani özgürlükler tarihi, karşılığı olmayan aydınlanmacı, Batı merkezci, Avrupa'yı evrenselleştirdiğini zannettiği oranda gerçekte krizi derinleştirici bir ideolojik tarih kurgusu."

Avrupa Tarihinin Oluşumu
William Mc Neill
Külliyat Yayınları
Mîsak Dergisi
Sayı: 362 / Ocak 2021

Kadim zamanlarda, gücünün zirvesinde olduğu zamanlardaki Roma İmparatorluğu ya da ondan önceki Asur ve Pers imparatorlukları gibi, yalnızca iyi idare edilen devletler, lokal sınırların ötesine taşabilen bir yol haritasına sahiptir.

McNeill'in kitabının en temel vaadi, bir medeniyetin tarihi nasıl yazılabilir ya da hikâye edilebilir sorusunun izini sürüyor olması ve bizzat Avrupa özelinde ve örneğinde de bu sorunun cevabını veriyor olmasıdır. Yani, günümüzde bir medeniyetin tarihi nasıl yazılabilir sorusuna verilebilecek en güzel cevaplardan biri, belki de birincisi işte elinizde ki bu küçük kitaptır.

Elimizdeki metin, öncelikli olarak şimdiye kadar yazılan Avrupa uygarlığı tarihinin yazılış biçimlerini sil baştan gözden geçirmemize imkan tanıdığı için önemli bir metin: Sözgelişi, Avrupa uygarlığını, özgürlükler tarihi olarak okumanın ve yazmanın bir anlamı ve karşılığı olmadığına dikkat çekmesi, dolayısıyla Avrupa'nın tarihinin metropolitan merkezlerin Toynbee'ci anlamda temas, cevap üretme ve meydan okuma süreçlerinin işlediği ve ancak bir medeniyet fikri ile anlamlandırılacak bir tarih olarak yeniden-okunduğu ve yeniden-kurulduğu zaman gerçek boyutlarıyla anlaşılabileceğine dikkat çekiyor. Yani özgürlükler tarihi, karşılığı olmayan aydınlanmacı, Batı merkezci, Avrupa'yı evrenselleştirdiğini zannettiği oranda gerçekte taşralılaştırıcı, krizi derinleştirici bir ideolojik tarih kurgusu."

 

M.S. 10. Yüzyıla Kadar Avrupa Tarihi

Kadim zamanlarda, gücünün zirvesinde olduğu zamanlardaki Roma İmparatorluğu ya da ondan önceki Asur ve Pers imparatorlukları gibi, yalnızca iyi idare edilen [yönetim sistemi gelişmiş] devletler, lokal sınırların ötesine taşabilen bir yol şebekesine sahipti.

Tehdit edilen noktalara hızla yetişebilen askerî bir avantaja sahip olmak, Asur, Pers ve Romalı yöneticilerin gözünde yol yapımı için gerek duyulan baskıyla oluşturulan işgücünün toplanabilmesini ve çalıştırılabilmesini açıkça meşrûlaştırıyor; ve zaman zaman, ülkeler arasında malların ve ürünlerin daha ucuz ve daha kolayca taşınabilmesini mümkün kılıyordu. Bununla birlikte, en iyi yollar bile malları, gemiler kadar hızlı ve ucuz bir şekilde taşıyamıyorlardı. Bunun bir sonucu olarak, gemilerle ulaşılamayan şehirler, küçük ve görece önemsiz kalmıştı. Bu nedenledir ki su yolları, yakın zamanlara kadar, şehirlerin ve medeniyetlerin yeşerdiği yerlerin başlıca belirleyicileri olarak kalmıştı.

Avrupa'nın görünen yapısı, kıtayı, güney ya da Akdeniz havzası ile kuzey ya da Atlantik havzası olarak, deniz yolu ulaşımının ve akımının aktığı yöne göre ikiye böler. 1600'lere kadar kuzeyden gelen çeşitli askeri hücumlara rağmen Avrupa'nın Akdeniz havzası, kültürel olarak hâkim olagelmiştir; ama bu tarihten itibaren Avrupa'nın Atlantik havzası, güneyin kadim merkezlerini pek çok bakımlardan bastırmıştır.

5. yüzyıl boyunca, klasik Grek uygarlığının Ege metropolitan merkezi, kesin çizgilerle tanımlanmıştı. Üzüm bağlarının ve zeytinyağı ağaçlarının oldukça bol olduğu Ege'nin iki yakasında da, takriben 50-60 civarında şehir-devleti mevcuttu. Greklerin zanaatkârlık becerileri / hünerleri -gemi yapımı, silah imalatı, çömlek üretimi, madencilik, âbidevî taş inşacılığı vs-, profesyonel beceri düzeyleri açısından, Suriye kıyısında ve Küçük Asya'da uzun zamandır bilinen beceri düzeylerinden hiç de geri kalmamıştı. Öte yandan, polis ya da şehir-devleti, bütünüyle Greklere aitti.

Daha sonraki dönemlerde ise Akdeniz bölgesindeki ticârî öncelikler, şarap ve zeytinyağı üreticilerinin aleyhine gelişmişti. S.61 Sonraki yüzyıllarda, Grek klasik uygarlığının çeşitli yönlerinin, olağanüstü bir coğrafi alana yayılması, başlangıçtaki yeşermesini mümkün kılan sosyo-ekonomik yapıların radikal bir şekilde dönüştürülmesini gerektirmişti.

Mahalli derebeyleri ve vergi toplayıcıları, yardakçılarıyla birlikte, küçük kasabalarda ve şehirlerde bir araya toplanmışlar ve klasik Greklerin makul birer kopyesi olan şehir-devletleri kurmuşlardı. Bu yeni kurulan şehir-devletlerinin öncekilerden farklı tarafı şuydu: Askerî güç ve siyasî hükümranlık, Makedon İskender'in çağından itibaren, şehir-devletlerinin ellerinden alınmış, en son ve en büyük örneği Roma İmparatorluğu olan yeni teşekkül eden askerî monarşilere devredilmişti.

Yeni şarap ve zeytinyağı kaynakları üretilmeye başlanırken, eski üretim merkezleri zaman zaman pazarlarını kaybediyorlardı; şarap ve zeytinyağının hububata karşı fiyatı, Atina'nın en parlak günlerine kıyasla yüzyıllar içinde gözle görülür bir şekilde düşmüştü. Ege anayurdundaki küçük çiftçiler, üstünlüklerini, üçüncü ve dördüncü yüzyıllarda temelde İtalya ve Küçük Asya'da yerleşmiş rakip halklara kaptırmışlardı.

Akdeniz topraklarının, biri Latince, diğeri de Grekçe konuşan iki dil bölgesine ayrılması, kalıcı bir ayırım çizgisi hâline dönüştü; böylelikle reformcu imparatorların, İmparatorluğu, daha kolay yönetebilmek kaygısıyla doğu ve batı bölgeleri diye ikiye ayırmalarıyla birlikte, bu dil ayırımı, M.S. 3. yüzyıldan önce daha bir yerleşti, pekişti ve kurumlaştı. Hıristiyan idari hukukî yetki/otorite hatları da, yine bu dil ayırımına dayalı olarak gelişti. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak da, Grek bütünleşmesine ya da kaynaşmasına yahut da sıklıkla adlandırıldığı gibi, Ortodoks Doğu Akdeniz Hıristiyanlığı'nın teşekkülüne paralel olarak, Roma devletinin enkâzından batı bölgelerinde bir Batı Hıristiyanlığı doğdu.

Roma İmparatorluğu'nun nihâî olarak dağılmasında ve klasik kültürün çözülmesinde iki önemli faktör belirleyici olmuştu. Birincisi, 1. ve 6. yüzyıllar arasında bütün bir Akdeniz havzasını kasıp kavuran bulaşıcı ve ölümcül hastalıkların patlak vermesi ve bunun da gözle görülür bir şekilde nüfusun büyük oranda azalmasına yol açması.

İkincisi, Cermenlerin ve Roma'nın sınır boylarının ötesindeki diğer barbarların, artan ürkütücü işgal teşebbüsleri.

Almanlar arasında tarımın gelişmesi, (Akdeniz'in tırmık sabanlarının beceremediği) toprağı daha verimli bir şekilde sürebilmeyi mümkün kılan daha gelişmiş bir saban kullanmalarıyla ve tabiî olarak düz bir arazide yapay sun'î sulama sistemi geliştirebilmiş olmalarıyla yakından irtibatlıydı.

Bu tür bir sabanın yaygınlaşması ve bunun ne kadar etkili (ve verimli) olduğunun keşfedilmesi, Avrupa'nın geniş yeni bölgelerini tarıma açmıştı. Böylelikle, Batı Almanlar tarafından, yaygın ve zahmetli şekillerde kullanılmaya elverişli, yeni bir ekolojik bölge ortaya çıkarılmıştı.

M. S. 5. yüzyıldan itibaren İngiltere'ye Anglo-Sakson göçünün gerçekleşmesi, Sakson ve Frizye'li korsanların âşinası oldukları bir kıyıya ulaşıldığını gösteriyor. 5. ve 6. yüzyıllarda Sakson'ların kaynaşmalarını, 8. ve 9. yüzyıllarda, benzer bir şekilde İskandinavyalı deniz korsanlarının ve göçmelerinin kaynaşmaları takip etmişti. Vikingler'in, kendilerini Avrupa'nın su yollarının felaket ve dehşet saçan korsanları ilan ettikleri bir zaman diliminde, kuzey gemi yapımcılığı ve denizciliği, farklı şekillerde de olsa, Atlantik denizciliğinin, Akdeniz'in daha eski, köklü ve hünerli gemiciliğine kabaca denk bir gemicilik geliştirmesini mümkün kılmıştı. Kuzey, açıkça, Güney'i yakalamak üzereydi. S.51-88

 

M.S. 10. - 16. Yüzyıllar Arasında Avrupa

M.S. 900'lü yıllarda, Avrupa'nın çoğunda, nüfus yerleşimi son derece seyrekti. İletişim araçları, son derece gelişigüzel ve düzensizdi; eşkiyâlık her tarafta kol geziyordu. İnsanların çoğu, hayatlarını evlerinin civarında yaşıyor ve yine orada hayata veda ediyordu; pek azı, kimi zaman çok uzak mesâfelere düzenlenen akınlara ve savaşlara katılıyordu. Bu akınlar, hiç bir zaman bir savaş çetesinin hayatını idâme ettirmesini sağlayacak türden bir şey kazandırmıyordu; hatta en sert ve acımasız akınlar bile, gerçekleştirilen vurgunların ve soygunların, silahların, yelkenler ve sandalların, gıda, at, şahin, mücevher ve hayatlarını sürekli olarak ürettikleri ürünleri sıkı pazarlık yaparak satan, ya da zora / silaha başvurarak kazanan çeşitli satıcılardan satın alabildikleri diğer zarûri veya arzu edilen eşyaların / ürünlerin satıldığı noktalar / ‘Pazar'lar bularak, daha barışcıl yollarla yapılan ticaretle takviye edilmek zorundaydı. Bizans'da ve Ege-Akdeniz bölgesinin diğer bir kaç yerinde, şehirler, zanaatkârlarıyla, tüccarlarıyla, askerleriyle, vergi tahsildarlarıyla, gayrimenkul toplayıcılarıyla ve diğer uzman kişileriyle birlikte varlığını sürdürüyordu.

Ancak, 1500'lü yıllardan itibaren büyük bir değişim yaşanmaya başlandı, Kentler, bütün bir kıtaya hızla yayıldı; gemiler, kuzey bölgeleriyle Akdeniz'in denizleri arasında seferler düzenlemeye başladılar; barışçıl ticaret, hayatı idâme ettirme biçimi olarak korsanlığı ve akıncılığı bastırabilecek kadar gelişti. (Bütün bu faaliyetlerin sonucunda Avrupa'nın) Nüfus[u] hızla artış gösterdi.

Hıristiyan inancının ve kültürünün tabii câzibesi, bu tür Hıristiyanlık'a dönüşleri / ihtida hareketlerini, devlet politikası hâline getirmekle sürekli olarak desteklemiş ve muhkemleştirilmişti.

Kilise tarafından tesis ve tâyin edilen hukuk düzeni ve kilisenin mülkiyet hakları, seküler otoritenin etkisini ve yetkisini sınırlandırmakla sonuçlandı. Bu durum, Avrupa imtiyazları ve ideallerinde derinden kök salan bir ikiliğin oluşmasına neden oldu.

Avrupa'nın kültürler kalıplarının bu şekilde tanımlanmasının daha sonraki üç yüz yılda 1000-1300 yılları arasında iki büyük değişim gerçekleşti. Akdeniz havzasında, hem Bizans, hem de İspanyol Müslüman medeniyet merkezleri, büyük bir kargaşa ve iç karışıklıklara tanık oldu. Bununla birlikte, Akdeniz'in tam ortasında İtalya, büyük bir refah, güç ve kültürel etki toplayarak, gerçekten de, bütün Avrupa'nın tam anlamıyla yegâne metropolitan merkezi konumuna yükseldi.

Akdeniz'in merkezine doğru kayan ve yoğunlaşan bu değişim, Alplerin ötesindeki, karşıt bir kültür kalıbıyla karşı karşıya geldi. Kuzey-batıda, yeni tanımlanan bir uygarlık ve toplum tarzı, olağanüstü bir başarı elde etti; ve bütün Avrupa'da, özellikle de 13. yüzyılda, bazı açılardan İtalya'yı geride bırakan şâyân-ı dikkat bir taraftar ve destek topladı. Aynı yüzyılda, her ne kadar Hıristiyanlık, Rus nüfusunu Rusların yeni (artık Müslüman olan) efendilerinden ayırmaya devam etmişse de, Volga'nın orta ve aşağı havzası, askeri ve iktisadi meselelerde ve alanlarda, neredeyse bütün Rusya'ya hâkim olan ve hükmeden Moğol-Türk hayat tarzının yatağı oldu.

Bu büyük dalgalanmalar arasında en bilinen ve uzun vadeli gelecek açısından en fazla önem arzeden dalgalanma, kuzey-batı Avrupa'da yeni uygarlaşmış bir hayat tarzının yükselişe geçmesiydi. 1000 ile 1300 yılları arasında Loire (Fransa'da kuzey Atlantik'e dökülen nehir) ile (İngiliz Kanalı boyunca hiç de önemsiz olmayan bir tanık olarak İngiltere'nin güney-doğu bölgesiyle birlikte) Rhine Nehri arasındaki bölgede gerçekleşen bu harikulâde uygarlık sıçramasının teknik temeli, daha önceki dönemde atılmıştı. Bunlar, demir-sabana dayalı tarımcılığın yaygınlaşması, gemiciliğin gelişmesi ve Frenk şövalyelerini savaşta son derece dehşetengiz ve ürkütücü kılan süvari taktiklerinin icadıydı.

Kezâ aynı şekilde, şövalyeler için gerekli olan süvari taktikleri, Charles Martel'in sarayında 732 yılından itibaren geliştirilmişti; ancak uzunca bir süre, zırhlı bir at ve zırhlı bir kişiyi bu tür bir savaşçı konumuna yükseltebilecek teçhizat ve koruma masrafları bir hayli yüksekti. Ancak, Viking ve / veya Macar saldırılarına karşı mahalli savunma yapılması, kritik bir önem arzetmeye başladığı zaman, hür Almanlar, eski Roma sömürgesi kadar, kalıcı olarak bir şövalye istihdam edilmesini sağlayacak ücret ödenmesi ve yıkıcı saldırılara karşı derhal savaşa çıkacak şekilde yetiştirilmesi konusunda anlaşmışlardı; ve bu, bu tür saldırıların en azından durdurulması açısından çok daha iyi bir taktikti. İlgili herkes tarafından bu gerçek kavranılınca, feodal sistem filizlenmeye başladı. Kontlar ve diğer yöneticiler, bir ya da daha fazla sayıda köyün gelirlerini toplama hakkının verilmesine karşılık, askeri hizmeti yerine getirmeyi taahhüt eden şövalyeler tahsis etmeye başladılar.

Artık ‘tüccarlar' / esnaf, iletişim hatlarının sağlam olduğu yerlere yerleşiyorlar, kendilerini koruyacak surlar inşa ediyorlar; ve bu tür mahalli yeniliklerden / iyileştirmelerden yararlanan herkesin, bunun karşılığı olarak vergilerini ödemelerini sağlamak amacıyla şehir yönetimleri tesis ediyorlardı. Ardından, diğer ihraç türleri zuhûr etmekte gecikmedi: Öğretmenler, vaizler / papazlar, doktorlar, hukukçular vs, Böylelikle, süratle yaygınlaşan tarımla desteklenen ve yaşayan; her bir köyün tarıma açık hâle getirilen geniş bâkir ormanlarına kadar genişleyen uygarlığın ‘zırh takımı', hızla kuzey-batı Avrupa'da gelişmiş oldu. Kır bölgelerinden kısa süre içinde manzarayı / haritayı dolduran şehirlere akın eden ve hızla artan nüfus, toprağın işlenmesini kolaylaştırdı.

Bu patlama zamanları, 1270'li yıllara kadar devam etti. İşte o zamandan itibaren, tarıma elverişli bütün topraklar ekilmeye başlandı. Yakıt ve daha başka ihtiyaçları karşılamak için gerek duyulan ormanlık araziler temizlendi. Başka bir deyişle, yaklaşık üç asır süren bir genişleme ve yayılma sürecinden sonra, demir-sabanına dayalı tarıma bağlı olan insan ile tabiat arasında yeni dengenin tesis edildiği bölgelerde ilk büyük başarılar elde edildi ve bu başarıların tabii sınırlarına kadar ulaşıldı. 1270'li yıllardan sonra işlenmeye müsâit ormanlık arazilerin ortadan kalkması, ekonominin daha fazla genişlemesini güçlü bir şekilde frenlemeye ve bazı yerlerde ise hâlihazırda başarılması imkânsız olan geçim şartlarını engellemeye başladı.

‘Frenk' şövalyeliği ününü, Avrupa'nın ötelerine ve İslâm'ın (İslâm dünyasının) içlerine kadar yaydı. 11. yüzyılda, her yerde barbar kabileleri püskürten şövalyeler, Latin Hıristiyanlığı'nın bütün sınır cephelerinde saldırıya geçtiler. Normanlar ve Fleminge'ler, Kudüs'e kadar nüfüz eden, Suriye ve Filistin kıyılarında bir dizi Hıristiyan devleti kuran, çok daha görkemli Birinci Haçlı Seferi'nde (1097-99) de öncü rolü oynadılar.

Bununla birlikte, bu parlak Frenk uygarlığına, Ortaçağ Avrupası'ndaki tek önemli kültürel model olarak yaklaşmak bir perspektif hatasıdır. İncelediğimiz dönemin başlangıcında, bir bütün olarak Avrupa'daki kültürel üstünlük, apaşikâr bir şekilde Byzantium'a aitti. Bu üstünlük 1300'lü yıllardan itibaren yatağını, bir şehir-devletleri galaksisinin olduğu; ve (1378 yılından sonra) Papalık'ın hükümranlığının tesis edilmesinin, başarılı yaratıcılığın yatağı olarak Alplerin ötesindeki Avrupa'yı devre dışı bıraktığı orta ve kuzey İtalya'ya devredecekti.

Frenk şövalyeleri, Konstantinopol'ü zaptettikten kısa bir süre sonra ülkelerine döndüler ve yağmaladıkları her şeyi beraberlerinde götürdüler. Oysa Venedikliler orada kaldılar ve yeni konumlarının sunduğu ticari imkânları sonuna kadar kullandılar. 1204 yılından önce Bizans siyaseti, Karadeniz'i her zaman İtalyan gemilerine kapatmak şeklinde olmuştu. Ancak 1204 yılından sonra, orta Akdeniz ve Ege'de seyreden aynı tekneler / ‘gemiler', artık Karadeniz'e girebiliyorlar ve Azak Denizi'nin ağzındaki Don Nehri'nin yatağına kadar uzanan iç bölgelere nüfüz edebiliyorlardı artık. Bu, Venedik'in elinde mevcut olan ticari hinterlandın olağanüstü boyutlarda genişlemesi anlamına geliyordu. Bir süre karmaşık bir görünüm arzeden Karadeniz bölgesindeki siyasi şartlar, ticaretin gelişmesini engelledi; ve 1261 yılında, kısmen Cenevizliler tarafından kışkırtılan ve desteklenen âni bir darbe girişimiyle, Venedikliler, Konstantinopol'ün kontrolünü kaybettiler; ve böylelikle Rum imparatoru, Bizans tahtına yeniden oturdu. Ancak, Venediklilerin bu yenilgileri, İtalyanların ticâri üstünlüklerini yok etmeye yetmedi. Cenevizliler, Venediklilerin terkettiği yeri aldılar; ve sonraki yüzyılda iki şehir [devleti], Karadeniz ticaretini kontrol etmek için birbiriyle kıyasıya mücâdele etti.

Bir yüzyıl ya da biraz daha uzunca bir zaman dilimi boyunca, Bozkır imparatorluğunun siyasi bütünlüğü devam ettiği sürece, İtalyan tüccarlar, bir yandan bütün bir Asya'nın zenginliklerini (Çinlilerin, Hintlilerin ve özellikle de, ilişki içinde oldukları Müslümanların her türlü hazinelerini), Karadeniz limanları yoluyla Avrupa'ya taşırlarken, öte yandan da, Bizanslıların daha önceki yüzyıllarda tekellerine aldıkları Ukrayna ve Rus hinterlandından orman ürünleri, tahıl ürünleri, balık ve köle ticareti yaptıkları güney bölgelerinde bir ticaret hattı kurmayı başarmışlardı.

Bu kadar geniş bir alanda yapılan ticari faaliyet, açıktır ki, İtalya'nın refahını hızla artırmıştı. Sermaye hızla artıyordu: Artık, daha büyük (ticari, siyasi ve askeri) operasyonlar yapabilmek mümkün hâle geliyordu. İşte bütün (bu Avrasya ticaretinin hızla gelişmesinin) bir sonucu olarak, 1300'lü yıllar gibi görece erken bir tarihte, handiyse Avrupa'nın bütünü (ve Asya'nın bir kısmı), daha önce görülmediği çapta, derin bir ticari ağla birbirine bağlandı. İtalyan tüccarları, bankacıları, gemileri, Moğol ticaret ve Haraç sistemiyle de işbirliği yaparak, bütün bir kompleks'in yegâne tanzim edici unsuru olarak hareket ediyorlardı. Bütün bu gelişmelerden en büyük zararı görenler, kuzeyde Moğollara haraç ödemeye mahkûm olan, güneyde ise ticaretin ve emperyal gücün kazanımlarının kendi ellerinden ve loncalarından Cenevizlilerin, Venediklilerin ve Pisanlı tefecilerin ellerine geçtiğini görmeye mahkûm kalan Rum Ortodoks Hıristiyanlarıydı.

Akdeniz-Karadeniz bölgeleriyle kuzey-batı Avrupa bölgesinin ticaret ve finansının buluşturulmasını sağlayan anahtar tarih, 1290 yılıydı. Bu tarihte, o zamana kadar Cebelitârık Boğazı'nı Hıristiyan gemilerine kapatan Magrip deniz gücüne, bir Cenevizli kaptan saldırı düzenlemiş ve Mağriplileri yenilgiye uğratmıştı. Sonraki onyıllarda, önce Cenevizli, ardından da Venedikli denizciler, Atlantik sularına kadar düzenli olarak açılmaya başladılar. Avrupa'nın kuzey denizleriyle Akdeniz arasında güvenli bir denizcilik hattının kurulmasıyla birlikte, İtalyan tüccar topluluklarının üstün becerileri, sermaye kaynakları ve örgütlenme kabiliyetleri, kısa zamanda, onları kuzey Avrupa'nın büyük ticaretinde hâkim konuma yerleştirdi.

İtalyan (temelde Cenevizli ve Floransalı) işadamları, yük taşımacılığının kârlı hâle gelmesi için gerekli finans, pazarlama ve ulaşım imkânlarını iştahla ozganize ediyorlardı. Görece pahalı -baharat, tekstil ürünleri ve lüks mâmuller vs gibi ürünlerin uzun mesâfelere taşınmasıyla ilgili eski değiş-tokuş kalıpları da, hacim bakımından artış göstermişti; ancak, 14. ve 15. yüzyıllarda İtalyan denizcilerin ve tüccarların gerçekleştirdikleri ve Avrupa'nın bütün su yollarını birbirine bağlayan gerçek ekonomik yenilik, ucuz üretilen ürünlerin öneminin artmış olmasıydı.

1500'lü yıllardan sonrasına kadar İtalyanlar, Avrupa'nın bölgelerarası ekonomik entegrasyonunun ana menajerleri / yöneticileri ve yön tayin edicileri oldular. İtalyanlar, iş organizasyonunun üstatlarıydılar. 1492 yılında İspanya'nın birleş/tiril/miş olması (Endülüs'ün tarihten silinmesi), iç denizin her iki yakasında da idari görevler üstlenen İtalyanları tam anlamıyla köşeye sıkıştırmıştı.

1453'te Konstantinopol'ü fethettikten ve Bizans İmparatorluğu'nun son mirasını da söndürdükten sonra Sultan (Fatih), Karadeniz'i İtalyan gemilerine kapattı / yasakladı. Kısacası Konstantinopol, emperyal hizmetçi ve Karadeniz kıyılarının bütün ürünlerinin tekelci pazarı rolünü yitirmiş oldu. Ege'de ve (1520'den sonra ise) Suriye ve Mısır'da da, Osmanlı ticaret politikası, İtalyanların ekonomik faaliyetlerini son derece sınırlandırdı.

Bütün bunlarla eşzamanlı olarak İspanya, İngiltere, Fransa ve Almanya da, İtalyanların ekonomik etkilerini, kısmen devlet politikası yoluyla, kısmen de mahalli rekâbetin gelişmesi yoluyla geri püskürtüyorlardı. Ne var ki, İtalyanların ekonomik idare alanındaki başarıları geriledikçe, Avrupa'daki İtalyan liderliği, bu kez farklı bir alana kaydı. Çünkü lokal ekonomik hayat, orantısal olarak İtalyanların sofistikasyon ve kompleksite düzeyine ulaştırmayı başardıkları, bizim Rönesans kültürü olarak bildiğimiz şeyin Alplerin ötesinde benimsenmesi, gerçekten de çok canlı bir imkâna dönüşmüştü. Dolayısıyla, İtalyan şehir devletlerinin Avrupa'daki ekonomik üstünlüklerini kaybetmelerinden bir yüzyıl ya da biraz daha uzunca bir süre daha (takriben 1500'lü yıllar civarına kadar), İtalyanların Alplerin ötesindeki hinterlandın iç bölgelerine dek uzanan kültürel etkileri devam etmiş, hatta önemini daha da artırmıştı. S.89-131

 

16. Yüzyıldan Sonra Avrupa

1500'lü yıllara gelindiğinde, Osmanlı İmparatorluğu'nun askeri gücünün ve artan idari kudretinin doğuya, İspanyol İmparatorluğu'nun ise batıya doğru yürümelerinden önce, kuzey İtalya'nın şehir-devletleri tarafından kurulan ekonomik imparatorluklar, hâlihazırda güçlerini yitirmeye başlamışlardı. 16. yüzyılın başlarında, hem Türkiye, hem de İspanya, Venediklilerin ya da herhangi bir diğer İtalyan şehir-devletinin ellerinde mevcut olan maddi kaynakları fersah fersah geride bırakacak ölçekte güçlü deniz donanmaları kurdukları zaman, bu güçler dengesi değişimi, kritik bir aşamaya girmişti. Venedik ile Türkler arasında yapılan (1499-1503 tarihleri arasındaki) savaş, dönüm noktası olmuştu; zira, işte o zaman, ilk kez, Venediklilerin denizcilik yetenekleri, daha düşük sayıdaki bir donanma karşısında büyük bir yenilgiye uğramıştı. İşte bu tarihten sonra Akdeniz'de, yalnızca İspanyollar, Osmanlıların gücüne yaklaşabilme bakımından Osmanlılara karşı koyabilecek konumdaydı.

İtalyan deniz gücünün çöküşünün kaçınılmaz sonucu, İtalyan refâhının ve zenginliğinin ticâri temelinin zayıflaması olmuştu. Venedik, Milan, Floransa ve Ceneviz'in ekonomik hinterlandı, kuzey İtalya'daki kendi siyasi sınırlarına kadar geri çekilmek zorunda kaldı. Onların 14. yüzyıldan 15. yüzyıla kadarki bölgelerarası ekonomik hâkimiyetinden geriye kalan şeyler, Alpler'in ötesine uzanan lüks eşya trafiği ile ister bankacılar, müzik üstadları, mühendisler, mimarlar, isterse akrobatlar olarak olsun, bütün Avrupa sathına yayılan uzmanlaşmış beceriler ve ‘hizmetler' olmuştu.

İtalyan refahının / ekonomisinin bu büyük çöküşü, bir de askeri işgallerle daha büyük bir darbe aldı.

1559 yılına gelindiğinde, İspanyol İmparatorluğunun hemen taşrası olmayı kabul etmeyen Napoli ve Milan gibi şehir-devletleri, kendi güçlerinden ziyade, güçlü yabancıların yol açtığı zararlar nedeniyle bağımsızlıklarını zar sor sürdürebilir hâle gelmişlerdi. S.137

İtalya üzerinde felâket üzerine felâketin yağdığı bir çağda, ister bireyler, isterse kentlerde biraraya toplanan kişiler olsun, insanların kendi kaderlerini kontrol edemediği, aksine, kendilerinin kontrolü dışındaki güçlerin ‘oyuncakları' olduğu apaçık ortadaydı.

1500 yılının öncesindeki ve sonrasındaki onyıllarda, önceki tecrübe kalıplarıylarıyla çatışan bir dizi keskin ve âni ayrışma, her yerdeki Avrupalıları ve her sınıftan insanı derinden sarsmıştı. İşte bu, Avrupa tarihinde yeni bir dönemin oluşumunu meşrûlaştıran ve başlatan yegâne tarihtir.

Bu yıkıcı yenilikler arasında her şeyden önce geleni ve önemli olanı, top ve diğer ateşli silahların yaygın kullanılmaya başlanmasıyla birlikte patlak veren siyasi başkaldırılar ve kargaşalardı. Gerçekten de, hem Osmanlı devletinin doğu Akdeniz'de yükselişe geçişi, hem de İspanya'nın batı bölgelerinde gücünün hızla artışı, silahlanmadaki bu barut devrimine bağlıydı. Toplar, bir kaç saat içinde en muhkem şekillerde tahkim edilen ve korunan şatoları ya da şehir surlarını bile dövmeye başladıktan kısa bir süre sonra, iyi donanımlı topçu birliklerine sahip herhangi bir hükümdâr, iradesinin, görece oldukça uzak bölgelere kadar hükümfermâ olmasını sağlayabiliyordu. Mahalli savunmalar, bir kaç büyük topa ve bunları savaş alanına taşıma imkânlarına [teknolojisine ve gücüne] sahip olan hükümdarların önünde hiç bir zaman bu kadar çabuk teslim bayrağı çekmiyorlardı ve çekmemişlerdi.

Varolabilmek, varlıklarını sürdürebilmek için, handiyse bütün Avrupalı yöneticiler, ordularını toplarla ve diğer silahlarla donatmak için olağanüstü gayret sarfetmenin zarûri olduğunu anladılar. Bu tür araçlar, kullanılmadığı zaman paslanmaya mahkûmdu: Dolayısıyla Avrupalı yöneticiler, savaş kışkırtma işine soyunarak ‘kralların sporu'na girişmekten kendilerini alıkoyamıyorlardı artık. Bunun sonucu, Avrupalı yöneticilerin, refah, güç ve görkem peşinde koşuşturmaları nedeniyle Avrupalı toplumları patlamaya hazır bir bomba hâline getirerek büyük bir kargaşanın ortasına fırlatmak olmuştu. Medenileşmiş dünyanın başka yerlerinde daha büyük devletler, tek başlarına ağır silahlar üzerindeki etkili tekellerini koruyorlardı ve savaş için silahlanmaya ve kaynaklarını, rekabetçi bir şekilde harekete geçirmeye, dikkatlerini yoğunlaştırma ihtiyacı hissetmiyorlardı.

Bu rakip devletlerin güçlenmesi, kuzey-batı Avrupa'da istikrarsızlığı ve belirsizliği artıran bir örnek oluşturuyordu. Siyasi bölünmeler, kültürel ayrışmaları körüklüyordu. Özellikle de, ortaçağlarda genel olarak kabul edildiği gibi, eğitim ve idarede Latince'yi müşterek dil olarak benimsemeyi sürdürmek yerine, yaklaşık bir düzine ‘ulusal' dile, edebi ve idâri medya / vâsıta olarak işlev görme onuru kazandırıldı. [Bütün taraflar için de] karşılıklı olarak anlaşılması zor bu edebi dillerin kullanılmaya başlanması, ulusal gruplar arasındaki kültürel ve entelektüel ayrışmalar yaratıyor ya da en azından bu tür ayrışmaları körüklüyordu. Öte yandan, asırlarca süren İngiliz hâkimiyetinden sonra Galler ve İrlanda'nın tarihinin de gösterdiği gibi, her ne kadar müşterek egemenlik, bölgesel husûsiyetlerin yok olmasına yol açmamışsa da, tek bir devletin sınırları içindeki mahalli farklılıklar aşınmaya başlamıştı.

Barut devriminin, bir de, önemli bir denizcilik boyutu vardı. Ağır silahlarla donatılan [savaş] gemileri, çok uzun mesafelerden gelen saldırılara karşı kendilerini etkin bir şekilde savunabiliyorlardı. Bunun bir sonucu olarak, Avrupalı denizciler, 1500'lü yıllardan önce, uzak mesafelerdeki okyanuslarda seyretmeyi öğrendikleri zaman, onların gemilerinin, deniz savaşında, diğer gemilere nazaran daha dayanıklı, daha dirençli olduğunun ispatlanması olmuştu. Dolayısıyla, Avrupalı işgalciler ve korsanlar, sayıları az ve ülkelerinden bir hayli uzakta da olsalar, istedikleri zaman istedikleri yerlere kolaylıkla gidebileceklerini farketmişlerdi; Asyalı ve Amerika kıtasındaki Kızılderililerle karşılaştıklarında, onları, başlıca hazır kaynak şeklinde güç kullanarak ya da güç kullanmakla tehdit ediyorlardı.

1550 yılına gelindiğinde Atlantik ötesi ve diğer teşebbüsler, gerçekten ciddi önem kazanmaya başladı ve bundan sonraki süreçte, Avrupalıların aktivitelerinin çapı ve ölçeği, Atlantik, Hint ve Pasifik okyanuslarında her geçen gün daha da hızlandı ve büyüdü.Bunların sonucunda, Avrupa'ya yeni bir refah, yeni bilgiler ve yeni teknikler ile yeni fikirler akmaya başlamıştı.

Luther'in Hıristiyan Kilisesi'ni reform etme önerisi, çağın tedirgin edici şartlarına gösterilen tepkinin artketipikbir örneğidir; ancak Avrupa'nın her bir köşesinde de, bunlarla mukâyese edilebilecek hareketler zuhûr etmişti. Luthercilik de dahil, önem verilen bütün hareketler, siyasi otoritelerle girilen ittifaklarla birlikte başarıya ulaşıyordu. Gerçekten de, Avrupa'nın büyük devletlerinden her biri, kendisini, reforme edilen, arındırılan dini hakikatin bir versiyonuyla muhkem bir şekilde özdeşleştiriyordu. Dolayısıyla, siyasi bağlanma ile dini sadâkat özdeşleşmişti; çünkü, yabancı bir dine inanan bir tebaanın, bu inanç / din biçimine sahip olanları koruma altına alarak kendisine itaat ettirmeyi tercih etmesi büyük bir ihtimaldi.

 

Mehmed Zahid Aydar

Mîsak Dergisi

Sayı: 362 / Ocak 2021