Tanıtımını yaptığımız bu kitap; şimdiye kadar yazılan Avrupa uygarlığı tarihinin yazılış biçimlerini sil baştan gözden geçirmemize imkân tanıdığı için önemli bir kitaptır. Sözgelişi, Avrupa uygarlığını, özgürlükler tarihi olarak okumanın ve yazmanın bir anlamı ve karşılığı olmadığına dikkat çekmesi, dolayısıyla Avrupa'nın tarihinin metropolitan merkezlerin Toynbee'ci anlamda temas, cevap üretme ve meydan okuma süreçlerinin işlediği ve ancak bir medeniyet fikri ile anlamlandırılacak bir tarih olarak yeniden-okunduğu ve yeniden-kurulduğu zaman gerçek boyutlarıyla anlaşılabileceğine dikkat çekiyor. Yani özgürlükler tarihi, karşılığı olmayan aydınlanmacı, Batı merkezci, Avrupa'yı evrenselleştirdiğini zannettiği oranda gerçekte krizi derinleştirici bir ideolojik tarih kurgusu."
![]() |
Avrupa Tarihinin Oluşumu
|
Kadim zamanlarda, gücünün zirvesinde
olduğu zamanlardaki Roma İmparatorluğu ya da ondan önceki Asur ve Pers
imparatorlukları gibi, yalnızca iyi idare edilen devletler, lokal sınırların
ötesine taşabilen bir yol haritasına sahiptir.
McNeill'in kitabının en temel vaadi, bir
medeniyetin tarihi nasıl yazılabilir ya da hikâye edilebilir sorusunun izini
sürüyor olması ve bizzat Avrupa özelinde ve örneğinde de bu sorunun cevabını
veriyor olmasıdır. Yani, günümüzde bir medeniyetin tarihi nasıl yazılabilir
sorusuna verilebilecek en güzel cevaplardan biri, belki de birincisi işte
elinizde ki bu küçük kitaptır.
Elimizdeki metin, öncelikli
olarak şimdiye kadar yazılan Avrupa uygarlığı tarihinin yazılış biçimlerini
sil baştan gözden geçirmemize imkan tanıdığı için önemli bir metin: Sözgelişi,
Avrupa uygarlığını, özgürlükler tarihi olarak okumanın ve yazmanın bir anlamı
ve karşılığı olmadığına dikkat çekmesi, dolayısıyla Avrupa'nın tarihinin
metropolitan merkezlerin Toynbee'ci anlamda temas, cevap üretme ve meydan okuma
süreçlerinin işlediği ve ancak bir medeniyet fikri ile anlamlandırılacak bir
tarih olarak yeniden-okunduğu ve yeniden-kurulduğu zaman gerçek boyutlarıyla
anlaşılabileceğine dikkat çekiyor. Yani özgürlükler tarihi, karşılığı olmayan
aydınlanmacı, Batı merkezci, Avrupa'yı evrenselleştirdiğini zannettiği
oranda gerçekte taşralılaştırıcı, krizi derinleştirici bir ideolojik tarih
kurgusu."
M.S. 10. Yüzyıla Kadar
Avrupa Tarihi
Kadim zamanlarda, gücünün zirvesinde
olduğu zamanlardaki Roma İmparatorluğu ya da ondan önceki Asur ve Pers
imparatorlukları gibi, yalnızca iyi idare edilen [yönetim sistemi gelişmiş]
devletler, lokal sınırların ötesine taşabilen bir yol şebekesine sahipti.
Tehdit edilen noktalara hızla yetişebilen
askerî bir avantaja sahip olmak, Asur, Pers ve Romalı yöneticilerin gözünde yol
yapımı için gerek duyulan baskıyla oluşturulan işgücünün toplanabilmesini ve
çalıştırılabilmesini açıkça meşrûlaştırıyor; ve zaman zaman, ülkeler arasında
malların ve ürünlerin daha ucuz ve daha kolayca taşınabilmesini mümkün
kılıyordu. Bununla birlikte, en iyi yollar bile malları, gemiler kadar hızlı ve
ucuz bir şekilde taşıyamıyorlardı. Bunun bir sonucu olarak, gemilerle
ulaşılamayan şehirler, küçük ve görece önemsiz kalmıştı. Bu nedenledir ki
su yolları, yakın zamanlara kadar, şehirlerin ve medeniyetlerin yeşerdiği
yerlerin başlıca belirleyicileri olarak kalmıştı.
Avrupa'nın görünen yapısı, kıtayı, güney
ya da Akdeniz havzası ile kuzey ya da Atlantik havzası olarak, deniz yolu
ulaşımının ve akımının aktığı yöne göre ikiye böler. 1600'lere kadar kuzeyden
gelen çeşitli askeri hücumlara rağmen Avrupa'nın Akdeniz havzası, kültürel
olarak hâkim olagelmiştir; ama bu tarihten itibaren Avrupa'nın Atlantik
havzası, güneyin kadim merkezlerini pek çok bakımlardan bastırmıştır.
5. yüzyıl boyunca, klasik Grek
uygarlığının Ege metropolitan merkezi, kesin çizgilerle tanımlanmıştı. Üzüm
bağlarının ve zeytinyağı ağaçlarının oldukça bol olduğu Ege'nin iki
yakasında da, takriben 50-60 civarında şehir-devleti mevcuttu. Greklerin
zanaatkârlık becerileri / hünerleri -gemi yapımı, silah imalatı, çömlek
üretimi, madencilik, âbidevî taş inşacılığı vs-, profesyonel beceri düzeyleri
açısından, Suriye kıyısında ve Küçük Asya'da uzun zamandır bilinen
beceri düzeylerinden hiç de geri kalmamıştı. Öte yandan, polis ya da
şehir-devleti, bütünüyle Greklere aitti.
Daha sonraki dönemlerde ise Akdeniz
bölgesindeki ticârî öncelikler, şarap ve zeytinyağı üreticilerinin aleyhine
gelişmişti. S.61 Sonraki yüzyıllarda, Grek klasik uygarlığının çeşitli
yönlerinin, olağanüstü bir coğrafi alana yayılması, başlangıçtaki
yeşermesini mümkün kılan sosyo-ekonomik yapıların radikal bir şekilde
dönüştürülmesini gerektirmişti.
Mahalli derebeyleri ve vergi toplayıcıları,
yardakçılarıyla birlikte, küçük kasabalarda ve şehirlerde bir araya
toplanmışlar ve klasik Greklerin makul birer kopyesi olan şehir-devletleri
kurmuşlardı. Bu yeni kurulan şehir-devletlerinin öncekilerden farklı tarafı
şuydu: Askerî güç ve siyasî hükümranlık, Makedon İskender'in çağından itibaren,
şehir-devletlerinin ellerinden alınmış, en son ve en büyük örneği
Roma İmparatorluğu olan yeni teşekkül eden askerî monarşilere
devredilmişti.
Yeni şarap ve zeytinyağı kaynakları
üretilmeye başlanırken, eski üretim merkezleri zaman zaman pazarlarını
kaybediyorlardı; şarap ve zeytinyağının hububata karşı fiyatı, Atina'nın en
parlak günlerine kıyasla yüzyıllar içinde gözle görülür bir şekilde düşmüştü.
Ege anayurdundaki küçük çiftçiler, üstünlüklerini, üçüncü ve dördüncü
yüzyıllarda temelde İtalya ve Küçük Asya'da yerleşmiş rakip halklara
kaptırmışlardı.
Akdeniz topraklarının, biri Latince,
diğeri de Grekçe konuşan iki dil bölgesine ayrılması, kalıcı bir ayırım çizgisi
hâline dönüştü; böylelikle reformcu imparatorların, İmparatorluğu, daha
kolay yönetebilmek kaygısıyla doğu ve batı bölgeleri diye ikiye ayırmalarıyla
birlikte, bu dil ayırımı, M.S. 3. yüzyıldan önce daha bir yerleşti, pekişti ve
kurumlaştı. Hıristiyan idari hukukî yetki/otorite hatları da, yine bu dil ayırımına
dayalı olarak gelişti. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak da, Grek bütünleşmesine
ya da kaynaşmasına yahut da sıklıkla adlandırıldığı gibi, Ortodoks Doğu Akdeniz
Hıristiyanlığı'nın teşekkülüne paralel olarak, Roma devletinin enkâzından batı
bölgelerinde bir Batı Hıristiyanlığı doğdu.
Roma İmparatorluğu'nun nihâî olarak
dağılmasında ve klasik kültürün çözülmesinde iki önemli faktör belirleyici
olmuştu. Birincisi, 1. ve 6. yüzyıllar arasında bütün bir Akdeniz havzasını
kasıp kavuran bulaşıcı ve ölümcül hastalıkların patlak vermesi ve bunun da
gözle görülür bir şekilde nüfusun büyük oranda azalmasına yol açması.
İkincisi, Cermenlerin ve Roma'nın sınır
boylarının ötesindeki diğer barbarların, artan ürkütücü işgal teşebbüsleri.
Almanlar arasında tarımın gelişmesi,
(Akdeniz'in tırmık sabanlarının beceremediği) toprağı daha verimli bir şekilde
sürebilmeyi mümkün kılan daha gelişmiş bir saban kullanmalarıyla ve tabiî
olarak düz bir arazide yapay sun'î sulama sistemi geliştirebilmiş olmalarıyla
yakından irtibatlıydı.
Bu tür bir sabanın
yaygınlaşması ve bunun ne kadar etkili (ve verimli) olduğunun
keşfedilmesi, Avrupa'nın geniş yeni bölgelerini tarıma açmıştı. Böylelikle,
Batı Almanlar tarafından, yaygın ve zahmetli şekillerde kullanılmaya elverişli,
yeni bir ekolojik bölge ortaya çıkarılmıştı.
M. S. 5. yüzyıldan itibaren İngiltere'ye
Anglo-Sakson göçünün gerçekleşmesi, Sakson ve Frizye'li korsanların âşinası
oldukları bir kıyıya ulaşıldığını gösteriyor. 5. ve 6. yüzyıllarda Sakson'ların
kaynaşmalarını, 8. ve 9. yüzyıllarda, benzer
bir şekilde İskandinavyalı deniz korsanlarının ve göçmelerinin
kaynaşmaları takip etmişti. Vikingler'in, kendilerini Avrupa'nın su yollarının
felaket ve dehşet saçan korsanları ilan ettikleri bir zaman diliminde, kuzey
gemi yapımcılığı ve denizciliği, farklı şekillerde de olsa, Atlantik
denizciliğinin, Akdeniz'in daha eski, köklü ve hünerli gemiciliğine kabaca denk
bir gemicilik geliştirmesini mümkün kılmıştı. Kuzey, açıkça, Güney'i yakalamak
üzereydi. S.51-88
M.S. 10. - 16. Yüzyıllar
Arasında Avrupa
M.S. 900'lü yıllarda, Avrupa'nın çoğunda,
nüfus yerleşimi son derece seyrekti. İletişim araçları, son derece gelişigüzel
ve düzensizdi; eşkiyâlık her tarafta kol geziyordu. İnsanların çoğu,
hayatlarını evlerinin civarında yaşıyor ve yine orada hayata veda ediyordu; pek
azı, kimi zaman çok uzak mesâfelere düzenlenen akınlara ve savaşlara
katılıyordu. Bu akınlar, hiç bir zaman bir savaş çetesinin hayatını idâme
ettirmesini sağlayacak türden bir şey kazandırmıyordu; hatta en sert ve
acımasız akınlar bile, gerçekleştirilen vurgunların ve soygunların, silahların,
yelkenler ve sandalların, gıda, at, şahin, mücevher ve hayatlarını sürekli
olarak ürettikleri ürünleri sıkı pazarlık yaparak satan, ya da zora / silaha
başvurarak kazanan çeşitli satıcılardan satın alabildikleri diğer zarûri veya
arzu edilen eşyaların / ürünlerin satıldığı noktalar / ‘Pazar'lar
bularak, daha barışcıl yollarla yapılan ticaretle takviye edilmek zorundaydı.
Bizans'da ve Ege-Akdeniz bölgesinin diğer bir kaç yerinde, şehirler, zanaatkârlarıyla,
tüccarlarıyla, askerleriyle, vergi tahsildarlarıyla, gayrimenkul
toplayıcılarıyla ve diğer uzman kişileriyle birlikte varlığını sürdürüyordu.
Ancak, 1500'lü yıllardan itibaren büyük
bir değişim yaşanmaya başlandı, Kentler, bütün bir kıtaya hızla yayıldı;
gemiler, kuzey bölgeleriyle Akdeniz'in denizleri arasında seferler düzenlemeye
başladılar; barışçıl ticaret, hayatı idâme ettirme biçimi olarak korsanlığı ve
akıncılığı bastırabilecek kadar gelişti. (Bütün bu faaliyetlerin sonucunda
Avrupa'nın) Nüfus[u] hızla artış gösterdi.
Hıristiyan inancının ve kültürünün tabii
câzibesi, bu tür Hıristiyanlık'a dönüşleri / ihtida hareketlerini, devlet
politikası hâline getirmekle sürekli olarak desteklemiş ve muhkemleştirilmişti.
Kilise tarafından tesis ve tâyin edilen
hukuk düzeni ve kilisenin mülkiyet hakları, seküler otoritenin etkisini ve
yetkisini sınırlandırmakla sonuçlandı. Bu durum, Avrupa imtiyazları ve
ideallerinde derinden kök salan bir ikiliğin oluşmasına neden oldu.
Avrupa'nın kültürler kalıplarının bu
şekilde tanımlanmasının daha sonraki üç yüz yılda 1000-1300 yılları arasında
iki büyük değişim gerçekleşti. Akdeniz havzasında, hem Bizans, hem de İspanyol
Müslüman medeniyet merkezleri, büyük bir kargaşa ve iç karışıklıklara tanık
oldu. Bununla birlikte, Akdeniz'in tam ortasında İtalya, büyük bir refah, güç
ve kültürel etki toplayarak, gerçekten de, bütün Avrupa'nın tam anlamıyla
yegâne metropolitan merkezi konumuna yükseldi.
Akdeniz'in merkezine doğru kayan ve
yoğunlaşan bu değişim, Alplerin ötesindeki, karşıt bir kültür kalıbıyla karşı
karşıya geldi. Kuzey-batıda, yeni tanımlanan bir uygarlık ve toplum tarzı,
olağanüstü bir başarı elde etti; ve bütün Avrupa'da, özellikle de 13. yüzyılda,
bazı açılardan İtalya'yı geride bırakan şâyân-ı dikkat bir taraftar ve destek
topladı. Aynı yüzyılda, her ne kadar Hıristiyanlık, Rus nüfusunu Rusların yeni
(artık Müslüman olan) efendilerinden ayırmaya devam etmişse de, Volga'nın orta
ve aşağı havzası, askeri ve iktisadi meselelerde ve alanlarda, neredeyse bütün
Rusya'ya hâkim olan ve hükmeden Moğol-Türk hayat tarzının yatağı oldu.
Bu büyük dalgalanmalar arasında en bilinen
ve uzun vadeli gelecek açısından en fazla önem arzeden dalgalanma, kuzey-batı
Avrupa'da yeni uygarlaşmış bir hayat tarzının yükselişe geçmesiydi. 1000 ile
1300 yılları arasında Loire (Fransa'da kuzey Atlantik'e dökülen nehir) ile (İngiliz
Kanalı boyunca hiç de önemsiz olmayan bir tanık olarak İngiltere'nin güney-doğu
bölgesiyle birlikte) Rhine Nehri arasındaki bölgede gerçekleşen bu
harikulâde uygarlık sıçramasının teknik temeli, daha önceki dönemde atılmıştı.
Bunlar, demir-sabana dayalı tarımcılığın yaygınlaşması, gemiciliğin gelişmesi
ve Frenk şövalyelerini savaşta son derece dehşetengiz ve ürkütücü kılan süvari
taktiklerinin icadıydı.
Kezâ aynı şekilde, şövalyeler için gerekli
olan süvari taktikleri, Charles Martel'in sarayında 732 yılından itibaren
geliştirilmişti; ancak uzunca bir süre, zırhlı bir at ve zırhlı bir kişiyi bu
tür bir savaşçı konumuna yükseltebilecek teçhizat ve koruma masrafları bir
hayli yüksekti. Ancak, Viking ve / veya Macar saldırılarına karşı mahalli
savunma yapılması, kritik bir önem arzetmeye başladığı zaman, hür Almanlar,
eski Roma sömürgesi kadar, kalıcı olarak bir şövalye istihdam edilmesini
sağlayacak ücret ödenmesi ve yıkıcı saldırılara karşı derhal savaşa çıkacak
şekilde yetiştirilmesi konusunda anlaşmışlardı; ve bu, bu tür saldırıların en
azından durdurulması açısından çok daha iyi bir taktikti. İlgili herkes
tarafından bu gerçek kavranılınca, feodal sistem filizlenmeye başladı. Kontlar
ve diğer yöneticiler, bir ya da daha fazla sayıda köyün gelirlerini toplama
hakkının verilmesine karşılık, askeri hizmeti yerine getirmeyi taahhüt eden
şövalyeler tahsis etmeye başladılar.
Artık ‘tüccarlar' / esnaf, iletişim
hatlarının sağlam olduğu yerlere yerleşiyorlar, kendilerini koruyacak surlar
inşa ediyorlar; ve bu tür mahalli yeniliklerden / iyileştirmelerden yararlanan
herkesin, bunun karşılığı olarak vergilerini ödemelerini sağlamak amacıyla
şehir yönetimleri tesis ediyorlardı. Ardından, diğer ihraç türleri zuhûr
etmekte gecikmedi: Öğretmenler, vaizler / papazlar, doktorlar, hukukçular vs,
Böylelikle, süratle yaygınlaşan tarımla desteklenen ve yaşayan; her bir köyün
tarıma açık hâle getirilen geniş bâkir ormanlarına kadar genişleyen uygarlığın
‘zırh takımı', hızla kuzey-batı Avrupa'da gelişmiş oldu. Kır bölgelerinden kısa
süre içinde manzarayı / haritayı dolduran şehirlere akın eden ve hızla artan
nüfus, toprağın işlenmesini kolaylaştırdı.
Bu patlama zamanları, 1270'li yıllara
kadar devam etti. İşte o zamandan itibaren, tarıma elverişli bütün topraklar
ekilmeye başlandı. Yakıt ve daha başka ihtiyaçları karşılamak için gerek
duyulan ormanlık araziler temizlendi. Başka bir deyişle, yaklaşık üç asır süren
bir genişleme ve yayılma sürecinden sonra, demir-sabanına dayalı tarıma bağlı
olan insan ile tabiat arasında yeni dengenin tesis edildiği bölgelerde ilk
büyük başarılar elde edildi ve bu başarıların tabii sınırlarına kadar ulaşıldı.
1270'li yıllardan sonra işlenmeye müsâit ormanlık arazilerin ortadan kalkması,
ekonominin daha fazla genişlemesini güçlü bir şekilde frenlemeye ve bazı
yerlerde ise hâlihazırda başarılması imkânsız olan geçim şartlarını engellemeye
başladı.
‘Frenk' şövalyeliği ününü, Avrupa'nın
ötelerine ve İslâm'ın (İslâm dünyasının) içlerine kadar yaydı.
11. yüzyılda, her yerde barbar kabileleri püskürten şövalyeler,
Latin Hıristiyanlığı'nın bütün sınır cephelerinde saldırıya geçtiler.
Normanlar ve Fleminge'ler, Kudüs'e kadar nüfüz eden, Suriye ve Filistin
kıyılarında bir dizi Hıristiyan devleti kuran, çok daha görkemli Birinci Haçlı
Seferi'nde (1097-99) de öncü rolü oynadılar.
Bununla birlikte, bu parlak Frenk
uygarlığına, Ortaçağ Avrupası'ndaki tek önemli kültürel model olarak yaklaşmak
bir perspektif hatasıdır. İncelediğimiz dönemin başlangıcında, bir bütün olarak
Avrupa'daki kültürel üstünlük, apaşikâr bir şekilde Byzantium'a aitti. Bu
üstünlük 1300'lü yıllardan itibaren yatağını, bir şehir-devletleri galaksisinin
olduğu; ve (1378 yılından sonra) Papalık'ın hükümranlığının tesis edilmesinin,
başarılı yaratıcılığın yatağı olarak Alplerin ötesindeki Avrupa'yı devre dışı
bıraktığı orta ve kuzey İtalya'ya devredecekti.
Frenk şövalyeleri, Konstantinopol'ü
zaptettikten kısa bir süre sonra ülkelerine döndüler ve yağmaladıkları her şeyi
beraberlerinde götürdüler. Oysa Venedikliler orada kaldılar ve yeni
konumlarının sunduğu ticari imkânları sonuna kadar kullandılar. 1204 yılından
önce Bizans siyaseti, Karadeniz'i her zaman İtalyan gemilerine kapatmak
şeklinde olmuştu. Ancak 1204 yılından sonra, orta Akdeniz ve Ege'de seyreden
aynı tekneler / ‘gemiler', artık Karadeniz'e girebiliyorlar ve Azak Denizi'nin
ağzındaki Don Nehri'nin yatağına kadar uzanan iç bölgelere nüfüz
edebiliyorlardı artık. Bu, Venedik'in elinde mevcut olan ticari hinterlandın
olağanüstü boyutlarda genişlemesi anlamına geliyordu. Bir süre karmaşık bir
görünüm arzeden Karadeniz bölgesindeki siyasi şartlar, ticaretin gelişmesini
engelledi; ve 1261 yılında, kısmen Cenevizliler tarafından kışkırtılan ve
desteklenen âni bir darbe girişimiyle, Venedikliler, Konstantinopol'ün
kontrolünü kaybettiler; ve böylelikle Rum imparatoru, Bizans tahtına yeniden
oturdu. Ancak, Venediklilerin bu yenilgileri, İtalyanların ticâri
üstünlüklerini yok etmeye yetmedi. Cenevizliler, Venediklilerin terkettiği yeri
aldılar; ve sonraki yüzyılda iki şehir [devleti], Karadeniz ticaretini kontrol
etmek için birbiriyle kıyasıya mücâdele etti.
Bir yüzyıl ya da biraz daha uzunca bir
zaman dilimi boyunca, Bozkır imparatorluğunun siyasi bütünlüğü devam ettiği
sürece, İtalyan tüccarlar, bir yandan bütün bir Asya'nın zenginliklerini
(Çinlilerin, Hintlilerin ve özellikle de, ilişki içinde oldukları Müslümanların
her türlü hazinelerini), Karadeniz limanları yoluyla Avrupa'ya taşırlarken, öte
yandan da, Bizanslıların daha önceki yüzyıllarda tekellerine aldıkları Ukrayna
ve Rus hinterlandından orman ürünleri, tahıl ürünleri, balık ve köle ticareti
yaptıkları güney bölgelerinde bir ticaret hattı kurmayı başarmışlardı.
Bu kadar geniş bir alanda yapılan ticari
faaliyet, açıktır ki, İtalya'nın refahını hızla artırmıştı. Sermaye hızla
artıyordu: Artık, daha büyük (ticari, siyasi ve askeri) operasyonlar yapabilmek
mümkün hâle geliyordu. İşte bütün (bu Avrasya ticaretinin hızla gelişmesinin)
bir sonucu olarak, 1300'lü yıllar gibi görece erken bir tarihte, handiyse
Avrupa'nın bütünü (ve Asya'nın bir kısmı), daha önce görülmediği çapta, derin
bir ticari ağla birbirine bağlandı. İtalyan tüccarları, bankacıları, gemileri,
Moğol ticaret ve Haraç sistemiyle de işbirliği yaparak, bütün bir
kompleks'in yegâne tanzim edici unsuru olarak hareket
ediyorlardı. Bütün bu gelişmelerden en
büyük zararı görenler, kuzeyde Moğollara haraç ödemeye mahkûm olan,
güneyde ise ticaretin ve emperyal gücün kazanımlarının kendi ellerinden ve
loncalarından Cenevizlilerin, Venediklilerin ve Pisanlı tefecilerin ellerine
geçtiğini görmeye mahkûm kalan Rum Ortodoks Hıristiyanlarıydı.
Akdeniz-Karadeniz bölgeleriyle kuzey-batı
Avrupa bölgesinin ticaret ve finansının buluşturulmasını sağlayan anahtar
tarih, 1290 yılıydı. Bu tarihte, o zamana kadar Cebelitârık Boğazı'nı
Hıristiyan gemilerine kapatan Magrip deniz gücüne, bir Cenevizli kaptan saldırı
düzenlemiş ve Mağriplileri yenilgiye uğratmıştı. Sonraki onyıllarda, önce
Cenevizli, ardından da Venedikli denizciler, Atlantik sularına kadar düzenli
olarak açılmaya başladılar. Avrupa'nın kuzey denizleriyle Akdeniz arasında
güvenli bir denizcilik hattının kurulmasıyla birlikte, İtalyan tüccar
topluluklarının üstün becerileri, sermaye kaynakları ve örgütlenme
kabiliyetleri, kısa zamanda, onları kuzey Avrupa'nın büyük
ticaretinde hâkim konuma yerleştirdi.
İtalyan (temelde Cenevizli ve Floransalı)
işadamları, yük taşımacılığının kârlı hâle gelmesi için gerekli finans,
pazarlama ve ulaşım imkânlarını iştahla ozganize ediyorlardı. Görece pahalı
-baharat, tekstil ürünleri ve lüks mâmuller vs gibi ürünlerin uzun mesâfelere
taşınmasıyla ilgili eski değiş-tokuş kalıpları da, hacim bakımından artış göstermişti;
ancak, 14. ve 15. yüzyıllarda İtalyan denizcilerin ve tüccarların
gerçekleştirdikleri ve Avrupa'nın bütün su yollarını birbirine bağlayan gerçek
ekonomik yenilik, ucuz üretilen ürünlerin öneminin artmış olmasıydı.
1500'lü yıllardan sonrasına kadar İtalyanlar,
Avrupa'nın bölgelerarası ekonomik entegrasyonunun ana menajerleri /
yöneticileri ve yön tayin edicileri oldular. İtalyanlar, iş organizasyonunun
üstatlarıydılar. 1492 yılında İspanya'nın birleş/tiril/miş olması (Endülüs'ün
tarihten silinmesi), iç denizin her iki yakasında da idari görevler üstlenen
İtalyanları tam anlamıyla köşeye sıkıştırmıştı.
1453'te Konstantinopol'ü fethettikten ve
Bizans İmparatorluğu'nun son mirasını da söndürdükten sonra Sultan (Fatih),
Karadeniz'i İtalyan gemilerine kapattı / yasakladı. Kısacası Konstantinopol,
emperyal hizmetçi ve Karadeniz kıyılarının bütün ürünlerinin tekelci pazarı
rolünü yitirmiş oldu. Ege'de ve (1520'den sonra ise) Suriye ve Mısır'da da,
Osmanlı ticaret politikası, İtalyanların ekonomik faaliyetlerini son derece
sınırlandırdı.
Bütün bunlarla eşzamanlı olarak İspanya,
İngiltere, Fransa ve Almanya da, İtalyanların ekonomik etkilerini, kısmen
devlet politikası yoluyla, kısmen de mahalli rekâbetin gelişmesi yoluyla geri
püskürtüyorlardı. Ne var ki, İtalyanların ekonomik idare alanındaki başarıları
geriledikçe, Avrupa'daki İtalyan liderliği, bu kez farklı bir alana kaydı.
Çünkü lokal ekonomik hayat, orantısal olarak İtalyanların sofistikasyon ve
kompleksite düzeyine ulaştırmayı başardıkları, bizim Rönesans kültürü olarak
bildiğimiz şeyin Alplerin ötesinde benimsenmesi, gerçekten de çok canlı bir
imkâna dönüşmüştü. Dolayısıyla, İtalyan şehir devletlerinin Avrupa'daki
ekonomik üstünlüklerini kaybetmelerinden bir yüzyıl ya da biraz daha uzunca bir
süre daha (takriben 1500'lü yıllar civarına kadar), İtalyanların Alplerin
ötesindeki hinterlandın iç bölgelerine dek uzanan kültürel etkileri devam
etmiş, hatta önemini daha da artırmıştı. S.89-131
16. Yüzyıldan Sonra
Avrupa
1500'lü yıllara gelindiğinde, Osmanlı
İmparatorluğu'nun askeri gücünün ve artan idari kudretinin doğuya, İspanyol
İmparatorluğu'nun ise batıya doğru yürümelerinden önce, kuzey İtalya'nın
şehir-devletleri tarafından kurulan ekonomik imparatorluklar, hâlihazırda
güçlerini yitirmeye başlamışlardı. 16. yüzyılın başlarında, hem Türkiye, hem de
İspanya, Venediklilerin ya da herhangi bir diğer İtalyan şehir-devletinin
ellerinde mevcut olan maddi kaynakları fersah fersah geride bırakacak ölçekte
güçlü deniz donanmaları kurdukları zaman, bu güçler dengesi değişimi, kritik
bir aşamaya girmişti. Venedik ile Türkler arasında yapılan (1499-1503 tarihleri
arasındaki) savaş, dönüm noktası olmuştu; zira, işte o zaman, ilk kez,
Venediklilerin denizcilik yetenekleri, daha düşük sayıdaki bir donanma
karşısında büyük bir yenilgiye uğramıştı. İşte bu tarihten sonra Akdeniz'de,
yalnızca İspanyollar, Osmanlıların gücüne yaklaşabilme bakımından Osmanlılara
karşı koyabilecek konumdaydı.
İtalyan deniz
gücünün çöküşünün kaçınılmaz sonucu, İtalyan refâhının ve
zenginliğinin ticâri temelinin zayıflaması olmuştu. Venedik, Milan,
Floransa ve Ceneviz'in ekonomik hinterlandı, kuzey İtalya'daki kendi
siyasi sınırlarına kadar geri çekilmek zorunda kaldı. Onların 14.
yüzyıldan 15. yüzyıla kadarki bölgelerarası ekonomik hâkimiyetinden geriye
kalan şeyler, Alpler'in ötesine uzanan lüks eşya trafiği ile ister bankacılar,
müzik üstadları, mühendisler, mimarlar, isterse akrobatlar olarak olsun, bütün
Avrupa sathına yayılan uzmanlaşmış beceriler ve ‘hizmetler' olmuştu.
İtalyan refahının / ekonomisinin bu
büyük çöküşü, bir de askeri işgallerle daha büyük bir darbe
aldı.
1559 yılına gelindiğinde,
İspanyol İmparatorluğunun hemen taşrası olmayı kabul etmeyen Napoli ve
Milan gibi şehir-devletleri, kendi güçlerinden ziyade, güçlü yabancıların yol
açtığı zararlar nedeniyle bağımsızlıklarını zar sor sürdürebilir hâle
gelmişlerdi. S.137
İtalya üzerinde felâket üzerine felâketin
yağdığı bir çağda, ister bireyler, isterse kentlerde biraraya toplanan
kişiler olsun, insanların kendi kaderlerini kontrol edemediği, aksine,
kendilerinin kontrolü dışındaki güçlerin ‘oyuncakları' olduğu apaçık ortadaydı.
1500 yılının öncesindeki ve sonrasındaki
onyıllarda, önceki tecrübe kalıplarıylarıyla çatışan bir dizi keskin ve âni
ayrışma, her yerdeki Avrupalıları ve her sınıftan insanı derinden sarsmıştı.
İşte bu, Avrupa tarihinde yeni bir dönemin oluşumunu meşrûlaştıran ve başlatan
yegâne tarihtir.
Bu yıkıcı yenilikler arasında her şeyden
önce geleni ve önemli olanı, top ve diğer ateşli silahların yaygın kullanılmaya
başlanmasıyla birlikte patlak veren siyasi başkaldırılar ve kargaşalardı.
Gerçekten de, hem Osmanlı devletinin doğu Akdeniz'de yükselişe geçişi, hem de
İspanya'nın batı bölgelerinde gücünün hızla artışı, silahlanmadaki bu barut
devrimine bağlıydı. Toplar, bir kaç saat içinde en muhkem şekillerde tahkim
edilen ve korunan şatoları ya da şehir surlarını bile dövmeye başladıktan kısa
bir süre sonra, iyi donanımlı topçu birliklerine sahip herhangi bir hükümdâr,
iradesinin, görece oldukça uzak bölgelere kadar hükümfermâ olmasını
sağlayabiliyordu. Mahalli savunmalar, bir kaç büyük topa ve bunları savaş
alanına taşıma imkânlarına [teknolojisine ve gücüne] sahip olan hükümdarların
önünde hiç bir zaman bu kadar çabuk teslim bayrağı çekmiyorlardı ve
çekmemişlerdi.
Varolabilmek, varlıklarını sürdürebilmek
için, handiyse bütün Avrupalı yöneticiler, ordularını toplarla ve diğer
silahlarla donatmak için olağanüstü gayret sarfetmenin zarûri olduğunu
anladılar. Bu tür araçlar, kullanılmadığı zaman paslanmaya mahkûmdu:
Dolayısıyla Avrupalı yöneticiler, savaş kışkırtma işine
soyunarak ‘kralların sporu'na girişmekten kendilerini alıkoyamıyorlardı
artık. Bunun sonucu, Avrupalı yöneticilerin, refah, güç ve görkem peşinde
koşuşturmaları nedeniyle Avrupalı toplumları patlamaya hazır bir bomba hâline
getirerek büyük bir kargaşanın ortasına fırlatmak olmuştu. Medenileşmiş
dünyanın başka yerlerinde daha büyük devletler, tek başlarına ağır silahlar
üzerindeki etkili tekellerini koruyorlardı ve savaş için silahlanmaya ve
kaynaklarını, rekabetçi bir şekilde harekete geçirmeye, dikkatlerini
yoğunlaştırma ihtiyacı hissetmiyorlardı.
Bu rakip devletlerin güçlenmesi,
kuzey-batı Avrupa'da istikrarsızlığı ve belirsizliği artıran bir örnek
oluşturuyordu. Siyasi bölünmeler, kültürel ayrışmaları körüklüyordu. Özellikle
de, ortaçağlarda genel olarak kabul edildiği gibi, eğitim ve idarede Latince'yi
müşterek dil olarak benimsemeyi sürdürmek yerine, yaklaşık bir düzine ‘ulusal'
dile, edebi ve idâri medya / vâsıta olarak işlev görme onuru kazandırıldı.
[Bütün taraflar için de] karşılıklı olarak anlaşılması zor bu edebi dillerin
kullanılmaya başlanması, ulusal gruplar arasındaki kültürel ve entelektüel
ayrışmalar yaratıyor ya da en azından bu tür ayrışmaları körüklüyordu. Öte
yandan, asırlarca süren İngiliz hâkimiyetinden sonra Galler ve İrlanda'nın
tarihinin de gösterdiği gibi, her ne kadar müşterek egemenlik, bölgesel
husûsiyetlerin yok olmasına yol açmamışsa da, tek bir devletin sınırları
içindeki mahalli farklılıklar aşınmaya başlamıştı.
Barut devriminin, bir de, önemli bir
denizcilik boyutu vardı. Ağır silahlarla donatılan [savaş] gemileri, çok uzun
mesafelerden gelen saldırılara karşı kendilerini etkin bir şekilde
savunabiliyorlardı. Bunun bir sonucu olarak, Avrupalı denizciler, 1500'lü
yıllardan önce, uzak mesafelerdeki okyanuslarda seyretmeyi öğrendikleri zaman,
onların gemilerinin, deniz savaşında, diğer gemilere nazaran daha dayanıklı,
daha dirençli olduğunun ispatlanması olmuştu. Dolayısıyla, Avrupalı işgalciler
ve korsanlar, sayıları az ve ülkelerinden bir hayli uzakta da olsalar,
istedikleri zaman istedikleri yerlere kolaylıkla gidebileceklerini
farketmişlerdi; Asyalı ve Amerika kıtasındaki Kızılderililerle
karşılaştıklarında, onları, başlıca hazır kaynak şeklinde güç kullanarak ya da
güç kullanmakla tehdit ediyorlardı.
1550 yılına gelindiğinde Atlantik ötesi ve
diğer teşebbüsler, gerçekten ciddi önem kazanmaya başladı ve bundan sonraki
süreçte, Avrupalıların aktivitelerinin çapı ve ölçeği, Atlantik, Hint ve
Pasifik okyanuslarında her geçen gün daha da hızlandı ve büyüdü.Bunların
sonucunda, Avrupa'ya yeni bir refah, yeni bilgiler ve yeni teknikler ile yeni
fikirler akmaya başlamıştı.
Luther'in Hıristiyan Kilisesi'ni reform
etme önerisi, çağın tedirgin edici şartlarına gösterilen tepkinin artketipikbir
örneğidir; ancak Avrupa'nın her bir köşesinde de, bunlarla mukâyese
edilebilecek hareketler zuhûr etmişti. Luthercilik de dahil, önem verilen bütün
hareketler, siyasi otoritelerle girilen ittifaklarla birlikte başarıya
ulaşıyordu. Gerçekten de, Avrupa'nın büyük devletlerinden her biri, kendisini,
reforme edilen, arındırılan dini hakikatin bir versiyonuyla muhkem bir şekilde
özdeşleştiriyordu. Dolayısıyla, siyasi bağlanma ile dini sadâkat özdeşleşmişti;
çünkü, yabancı bir dine inanan bir tebaanın, bu inanç / din biçimine sahip
olanları koruma altına alarak kendisine itaat ettirmeyi tercih etmesi büyük bir
ihtimaldi.
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 362 / Ocak 2021