Yunan
Devleti’nin kurulmasını neticelendiren ihtilâl ve isyanları daima papazlar sevk
ve idâre etmişlerdir. Mora isyanının (1821) lideri Patras Başpiskoposu
Germanos, onbin kişilik bir gerilla kuvvetini sevk ve idare etmiştir. O
yıllarda bütün fitne ve fesatlar, Fener Rum Patriği'nin idaresinde
yürütülmüştür. Nitekim açılan tahkikat sonunda bu isyan ve ihtilâlin baş
idarecisi Patrik Gregorlos Patrikhânenin ‘orta kapısı’ önünde asılmış, üç gün
suç yaftası boynunda takılı olarak bekletilmiştir. Patrik Gregorios’un önünde
sehpaya çekildiği ‘ortakapı’, ‘Fener Rum Patrikhânesi’nde hâlâ kapalı
durmaktadır. Rumlar, Patrik seviyesinde bir müslüman din adamını aynı yerde ipe
çekmedikçe bu kapıyı açmamaya yemin etmişlerdir. Bütün papazlar bugün bile
Heybeli Ada'daki Papaz Mektebi'ni bitirdikten sonra bu kapının önünde aynı
yemini tekrarlamaktadırlar.
Tanıtımı yaptığımız bu eser; geçtiğimiz ay vefat eden muhterem Kadir Mısıroğlu tarafından kaleme alınmış, ilk baskısı 1966 yılında yapılmıştır. Yakın geçmişimizi tanımak için bu eserin dikkatle okunmasında fayda vardır.
Yunan Mezâlimi
|
Türk’ün Siyah Kitabı (Yunan Mezalimi)
adıyla ilk defa 1966 yılında umûmi efkâra sunulmuş bulunan bu eserin muhtevasındaki
acı gerçekler, derhâl müthiş bir heyecan ve alâka uyandırmıştı. Çünkü yıllardan
beri unutulmuş ve üzerine çok defa resmî ellerce sünger çekilmiş bulunan bu
Yunan sekâvet ve mezâlimini hatırlayıp ders ve ibret almanın tam zamanı idi.
Gerçekten vaktiyle Anadolu'da icra edilen hâilevî cinayetler ve tatbik mevkiine
konulan korkunç imhâ programı kırk yıl sonra aynı düşman tarafından bu defa
Kıbrıs Türklüğü'ne karşı sahneye yeniden çıkarılmış bulunuyordu.
Bu zulüm ve şenâatlerin 1924 yılında
imzalanan ‘Lozan Muahedenâmesi’ ile bağışlanması yetmiyormuş gibi bir de ondan
sadece altı yıl sonra gerçekleşen yeni bir Türk Yunan Andlaşması gereğince
‘Yunan Mezalimi’nin bütün resmî kaynakları, aramızdaki olmayan bir dostluğu
bozduğu esbab-ı mûcibesiyle umûmî kütüphânelerden bile kaldırılmıştı. Bunun
tabiî bir neticesi olarak genç nesiller Kıbrıs’taki Rum hunharlığı başlayıncaya
kadar bu korkak fakat fırsat bulduğunda amansız bir mütecâviz kesilen Türk
düşmanının hakiki mahiyetinden habersiz kalmışlardı.” S.18
“Bu kitap, böyle bir milli mefkûre
ihtiyacını hissetirmek için yakın geçmişimizde başımıza gelen hâzin felâketleri
ve bunlardan çıkacak dersi genç nesillere ifâde etmek için yazılmıştır.
Milletler hedeflerini şahıslar gibi kısa mesafeler içinde tâyin ettikleri takdirde
hüsrana uğramaya mahkûmdurlar. Uzun hedefler içinse tarih şuuru şarttır. Eğer
bir mukayese yapılsa Balkan veya Kurtuluş Savaşlarındaki ırz düşmanı, hırsız,
çocuk ve kadın demeden kesen canavar Yunan palikaryası ile Kıbrıs Rum
eşkiyasının hiç bir farkı olmadığı görülür. Demek ki; düşman hep aynı
düşmandır. Ama biz unutmak ve afvetmek yüzünden ona sayısız fırsatlar
vermekteyiz. Bu felaketlerden korunmak için ilk hareket olarak tam milli şuur
uyanıklığı ve fikri hazırlık şarttır. Bunun da her şeyden evvel düşmanı
tanımaya bağlı olduğunu söylemeye hacet yoktur.” S.46
Kadir Mısıroğlu 10 Mart 1966 İstanbul
İntıkam Kapısı
“Yunan Devleti’nin kurulmasını
neticelendiren ihtilâl ve isyanları daima papazlar sevk ve idâre etmişlerdir.
Mora isyanının (1821) baş idarecisi Patras Başpiskoposu Germanos, onbin kişilik
bir gerilla kuvvetini sevk ve idare ediyordu. Bütün fitne ve fesatlar ise,
Fener Rum Patriğinin idaresinde yürütülüyordu; nitekim açılan tahkikat sonunda
bu kara cübbeli papazlar gürühunun, dinle alâkasız bir alay komiteci oldukları
anlaşılmıştı. Bu isyan ve ihtilâlin baş idarecisi Patrik Gregorlos
Patrikhânenin ‘orta kapısı’ önünde asıldı. Üç gün suç yaftası boynunda takılı
olarak bekletildi. Bundan başka, Kayseri, Edirne, Edremit ve Tarabya
piskoposlarının da dinle meşgul olmak yerine tamamen kendilerini ihtilâl
hareketi ne vakfetmiş oldukları anlaşıldığından bunlar da idam edildiler.
Patrik Gregorios’un önünde sehpaya
çekildiği ‘ortakapı’, ‘Fener Rum Patrikhânesi’nde hâlâ kapalı durmaktadır.
Rumlar, Patrik seviyesinde bir müslüman din adamını aynı yerde ipe çekmedikçe
bu kapıyı açmamaya yemin etmişlerdir. Bütün papazlar bugün bile Heybeli
Ada'daki Papaz Mektebi'ni bitirdikten sonra bu kapının önünde aynı yemini
tekrarlamaktadırlar. Şu hale göre patrikhânenin umumî havası ve papazların
zihniyeti Yunan istiklâl hareketinden beri aslâ değişmemiştir. Bunu, Yunan
ordusuyla vatan müdafaasında karşı karşıya gelen Türk ordusunun arkadan
hançerlemeğe matuf ‘Pontus’ yeraltı faaliyetini hazırlamakla bütün açıklığıyla
ortaya koymuşlardır.” S.51
Balkan Fâciaları
“Balkan Harbi’nin dört müttefiki olan
Yunan, Bulgar Sırp ve Karadağlılar dört cepheden Osmanlı, Rumeli hudutlarına
saldırmışlardı. Harb başladıktan hemen on, onbeş gün sonra ordumuzdaki siyâsî
ikilikten alabildiğine istifade ederek hudutlarımızı geçmiş ve ma’mur Türk
beldelerini yağma ve talana koyulmuşlardı. Seçtikleri yerlerdeki ekinleri,
evleri yakıp yıkıyor, çoluk çocuk, genç, ihtiyar ele geçirdikleri bütün
köylüleri çeşitli zulümlerle kılıçtan geçiriyor veya kurşuna diziyorlardı.
Bilhassa genç kız ve kadınları öldürmeden evvel zorla döverek veya yaralayarak
ırzlarına geçtikten sonra öldürüyor veya aynı şiddet vasıtalarîyle kiliseye
götürerek Hıristiyanlığı kabule zorluyorlardı. Hıristiyan olmayı reddedenleri,
diğerlerinin gözleri önünde yavaş yavaş en âdi usullerle öldürmek süretiyle
geri kalanların Hıristiyanlık itikadını ikrar etmesini temin ediyorlardı.
İnsanlarını öldürdükleri evleri yağmalıyor, yükte hafif pahada kıymetli ne
varsa aldıktan sonra bir el bombası ile havaya uçuruyorlardı. Girdikleri her
yer bir mezbahaya dönüyordu. Memeleri, tenâsül uzuvları kasatura ile kesilen
veya saçlarından asılan kadınlar, dîri diri gözleri oyulan, kulakları,
burunları, dilleri kesilen veya kulaklarından duvarlara çakılan erkekler,
korkup ağlamalarına, feryatlarına sinirlenerek süngülenip parçalanan kundakta
yavrular bu mezâlimin her yerde tekrarlanan alelade hadiseleri idi.
Bu dört kanlı Haçlı ordusuna yerli
hıristiyanlar da iltihak ederek öncülük ettiklerinden zavallı Müslüman Türkler
nereye kaçsa kurtulamıyor, en hunhar canavarlıklarla en hayâl edilmez
işkencelerle öldürülüyor, öldürülüyor, öldürülüyorlardı!..” S.63
“Bulgar ordusu ile Bulgar ve Yunan
çetecilerince ırza tecâvüz alelâde bir hâdise idi. Bunu tabii bir fetih hakkı
gibi görüyorlardı. Bağdan çözülmüş aç kurtlar gibi saldıran bu vahşi ve dağlı
eşkiya, takattan kesilinceye kadar tecâvüzlerine devam ediyor, artık mecalleri
kalmayınca da kadınların tenasül uzuvlarını kasatura ile kesmek süretiyle
canavarlık nâmına mümkün olan hiç bir şey bırakmamaya çalışıyorlardı. Balkan
canavarlarının eline böyle bir fırsat geçince, hayvani ihtirasları o ölçüde
galeyana geldi ki, kadınlara kocalarının gözleri önünde bile tecâvüz ettiler.
Kurşuna dizmek veya yavaş yavaş işkence ile öldürmek üzere ellerini
bağladıkları erkeklerin gözleri önünde ölüm tehditleri altında kadınları, genç
kızları kirlettiler. Birçoğunu da bu emellerine nâil olmak için itişip kakışma
esnasında öldürdüler.” S.74
Anadoluda Yunan Mezâlimi
Venizelos ve Megalo İdea
“1917 senesinde Yunan Milleti’nin kaderini
azılı bir Türk ve İslâm düşmanı ikinci defa olarak eline geçirdi. Elefterios
Venizelos, Türk âmme vicdanını derin bir nefretle sarsan bu uğursuz isim, ilk
defa ‘Girit İsyânı’ ile yaygın bir şöhret kazanmıştı. Millî tarihimizde ‘Girit
Hâilesi’ diye adlandırılan bu isyanın eşkiya elebaşılarından biriydi. Girit’te
akıttığı Müslüman Türk kanı onun kin ve emellerini aslâ tatmin etmemişti; Çünkü
Girit ‘Megola İdea’nın emrettiği adımlardan sadece biriydi. Şunu dâima hatırda
tutmak gerektir ki; tarih ve irs itibariyle aslâ vârisi olmadığı eski ‹Bizans'ı
yeniden kurmak, bütün bir Yunan Milleti'nin çılgınca tutkunu olduğu bir
hayâldir. Hem de sınırlarını tâ İskender’in dolaştığı ülkelere vardıran bir
hayâldir. O İskender ki, Yunan asıllı olmak şöyle dursun, Yunanistan’ı
baştanbaşa çiğneyip geçmiş bir Makedonyalı’dır. Yunanlılar ise tarihte bir gün
bile Makedonya’ya sâhip olmamışlardır. Bunun gibi Yunanlılar’la hiç bir alâkası
olmayan ve Şarkî Roma demek olan Bizans’a gayri meşrû evlât gibi bağlanmayı
ifâde eden ‘Megola İdea’ Yunan şarlatanlığının eseridir. Elen ırkı, sağcısı,
solcusu, okumuşu, cahili, hâsılı her ferdiyle bu hayalin hummasında yaşar.
Yunanistan’ın iki asırlık târihi düşe kalka hep bu hedefe yönelmiş, çoğu mâcera
olan atılışlarından ibarettir. Kabul etmek gerekir ki, Yunanistan bizim
tehlikeyi hâlâ hakkıyle görememiş olmamıza rağmen bu hayâl arkasında koşarken
birçok başarılı adımlar da atmıştır. Bunun üç ehemmiyetli sebebi vardır:
1-Birçok dâhili çekişme ve ayrılıklara
rağmen Yunan Millieti’nin ‘Megola İdea’ etrafında devam ve azimle birlik
olmaları.
2 - Başta Rusya olmak üzere Yunan
düşüncesini Batı medeniyetinin üç temel unsurundan biri kabul eden batılı
devletlerin devamlı yardım, teşvik ve himâyeleri.
3 -Türk devlet adamlarının birbirine
eklenen ihmâl, hatâ ve beceriksizlikleri.
Yunanistan bu üç avantajın mümkün olan
bütün semerelerini devşire devşire bugüne kadar gelmiştir. İhtimal ki; bütün
Yunan târihi içinde bu üç avantajı Elefterios Venizelos kadar verimli kılan bir
ikinci devlet adamı gösterilemez. Nitekim 10 Ağustos 1920’de ‘Sevr Andlaşması’
imzalanınca Yunan Meclisi 7 Eylül 1920 günü şu kararı aldı: ‘Yunan âlemi
Elefterios Venizelos’u Yunanistan’ın hâdimi, vatanın kurtarıcısı ve koruyucusu
olarak selâmlar.” S.110
“Millet olarak şu gerçeği çok iyi
kavramalıyız ki; Yunan Megalo İdea’sının tahakkuku Türk Milleti’nin yok
olmasına bağlıdır. Bu ideolojinin her safhası bizim maddî ve mânevî varlığımıza
karşıdır. Bu gerçeği, Yunan Milleti için bir iman umdesi haline koyan Venizelos’tur.
Yunanistan’ın emelleri dâima ve mecburen Türkiye’ye karşı olmuştur.” S.113
Kitabın bu bölümünde ifade edilmek
mecburiyetinde kalınan yüzlerce zulüm örneği, ‘Dahiliye Vekâleti’ tarafından
yayınlanan ‘Türkiye’de Yunan Fecâyii’ isimâ kitaptan alınmış resmî raporlardır.
Bu raporların aslı Dâhiliye Vekâleti tarafından Türkçe, İngilizce ve Fransızca
olarak İstanbul’da Ahmed İhsan Matbaasında 1338 tarihinde basılmıştır. Şimdi,
bu kitaptan seçilmiş bazı raporları bölge, bölge tasnit ederek dikkatlerinize
sunuyoruz. S.118
Kitabın üçüncü bölümünde “Anadolu’da Yunan
Mezâlimi başlığı altında (S.109-232) Marmara Bölgesi’nde (Orhangazi, Gemlik,
Yalova, Beykoz, Şile, İzmit ve Ezine) ve Ege Bölgesinde (İzmir, Aydın, Nazilli,
Menemen, Bergama, Manisa, Eskişehir, Bursa, Kütahya, Uşak, Afyon ve Karahisar)
sergilenen vahşetin boyutları ortaya konmuştur.
Kocalarının Gözleri
Önünde Irzına Geçilen Kadınlar
“... Bu üç köye evvelâ ödeyemeyecekleri
kadar fazla bir para cezası verilmiş. Ödeyemeyince erkekler Karacaali’nin
mezarlığına toplattırılmış, saat, para, yüzük gibi neleri varsa alınmış,
kadınlar da aynı soyguna tâbi tutulduktan sonra etrafları ikiyüz Yunan askeri
tarafından çevrilmiş ve kocalarının gözleri önünde ırzlarına geçildikten sonra
kurşuna dizilmişler, sonra da erkeklere aynı canavarlık tatbik edilmiştir.
Kesilen Başların Meydana
Getirdiği Tepecik
16 Mayıs 1921’de Yunanlılar evvelâ evlere
silâh aramak bahânesiyle girmişler, yükte hafif, pahada ağır ne varsa
toplamışlardı. Sonra erkekleri dışarıya çağırmış, hemen kapılarının önünde
birer kurşunla öldürmüşlerdi. Sonra genç kızları kendilerine ayırmışlar, yaşlı
kadın ve çocukları da makineli tüfek ateşinden geçirmişlerdi. Bilahâre bu genç
kızların başına gelenler herkesin anlayacağı gibidir. Onları da köyün yanına
sürükleyip teker teker koyun keser gibi kesmişlerdi. Sonra cesetlerden
koparılan başlar köy yolunun hemen yanına yığılmıştı.” S. 120
“Yunanlılar umumiyetle aynı çeşit
işkenceler yapmakta idiler. Başvurdukları usuller şunlardır:
Tırnak sökme, un çuvalında döğme, çuvala
koyup suya atma, ağaca ayaktan asma, ağaca asılanları kasap gibi parça parça
etme, diri diri kazdırılan çukura gömme, göz oyma, kulak kesme, kol, bacak
kesme, câmie doldurup yakma, evlerde soygun, kadın memelerinden kebap yapma,
göz ve kulak uzuvları, tecavüz, anne ve babasına zorla tecâvüz ettirmeler,
kurşuna dizmeler, edep yerine bomba koymalar, ağza bomba koymalar. Kur‘an-ı
Kerime hakarette muâmele, kızgın demirle dağlamalar...” S.138
İzmit
“İzmir’deki müttefik heyetinin beyanına
göre bir gün içinde öldürülen 7400 İzmitliden ancak 360’ının isimlerini tesbit
edebilmiş. Akşama doğru gemiden karaya inince bu cesetleri bizde gördük. Hiç
birinde kulak, göz, burun ve parmak kalmamıştı. Bir çocuğun çamurla oynaması
gibi Yunanlılar bu cesetler üzerinde oynamışlardı. Bacakları kesilmiş genç
kadınlar, kolları koparılmış kızlar, beşik bebekleri, karma karışık bir halde
idi. Kan ve et yığını insan ruhuna ürpertiler veriyordu. Bir insanın veya bir
milletin bu kadar vahşi olabileceğine inanmak bile güçtü. İzmit sokaklarını
gördükçe buraya insandan başka bir felâket âmilinin geldiğini zannediyordum.”
S.158
İzmir
“Daha ziyade İngilizlerden koparılan tâviz
ve yardımlar Venizelos’un cesaret ve ihtirasını azamî ölçüde kamçıladı. İşte bu
yardım ve tâvizler sebebiyle, ‘Büyük Yunanistan’ ve ‘Büyük Bizans’ hayâliyle
başı dönen bu maceracı siyâset adamı, Anadolu’yu istilâ etmek hayâl ve
çılgınlığı ile ordusunu 15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıkarttı. Bu tarihten îtibâren
Türk Milleti bütün cihan tarihinde hiçbir zaman görülmemiş olan vahşi, kanlı ve
hâinâne cinayetlere mâruz kaldı. Yunan Ordusunun nankör yerli Rumlarla elele
vermek sûretiyle tatbik ettikleri bu Türkleri imha siyasetinin programı
icabından olmak üzere işlenen cinayetlerin, yağma, ırza tecâvüz ve hırsızlıkların
hikâyesi çok uzundur.” S.167
Hain ve Nankör Bir Papaz
“İzmir'in Yunan palikaryalarınca işgali
esnasında işlenen cinâyetlerin birinci mes'ulü yıllarca Türk'ün ekmeğini yemiş,
adâlet ve müsamahasına sığınmış bir yerli papazdı: Hrisostomos. Aslen domuz kasabı
bir yerli Rumun oğluydu. Atina'da husûsi sûrette yetiştirilerek İzmir'e ‹Baş
Metropolit' olarak gönderilmiştir. İstanbul Patrikhânesinde plânlanan ihtilâl
ve katliam programının Ege Bölgesi baş idarecisiydi. Yunan ordusunun İzmir'e
çıkışından önce gerekli bütün hıyânet hazırlıklarını ikmal etmişti.
15 Mayıs 1919 sabahı İzmir’de vatan
toprağına murdar ayaklarını basan Yunan palikaryalarının istikbâline çıkan ve
onları rıhtımda takdis eden yine bu hâin papaz Hrisostomos idi. Millî
Mücadele’nin zaferle nihâyetlenmesine kadar işlenen tüyler ürpertici
cinayetlerin baş müşevviki olduğu için zaferi müteâkıp İzmir’de halk tarafından
linç edilmiştir.
Hrisostomos’un Atina’dan İzmir’e
müteveccih bir süratte devâsa bir heykelini diken bugünkü Yunanlılara dikkatinizi
çekmek isterim. Bu hareketin bir mânâsı varsa o da aradan geçen kırk yıla
rağmen ‘Yunan’ın zihniyetinde hiçbir değişiklik olmadığıdır. Kıbrıs'tan sonra
bu da Yunanistan'ın gerçek çehresini aksettiren ikinci bir vâkıa olmuştur.
Şurası gariptir ki; Yunanistan, Kıbrıs için bir ‹kemirme ve hazmetme’ devresine
muhtaç olduğu için, kanlı papaz Hrisostomos’un heykeline harç koyan kirli
ellerini yıkamadan heykelin harcı kurumadan bize yeniden bir sulh taarruzu
teşebbüsünde bulunmuştur.” S.173
Aydın
“İzmir İşgal Kuvvetleri Kumandanının Türk
Hükümetine verdiği notada işgalin İzmir ve civarına münhasır kalacağını
bildirmiş olduğu hâlde daha ilk günden itibaren Yunan askerleri ileri
hareketlerine devam ettiler. İzmir civarında bulunan Seydiköyü, Gökçükler,
Cumaovası, Görece, Akçaköy, Çatallar, Dereköy, Çamurdere köylerini işgal
ettikten sonra evleri yağmalayıp ahalisini öldürdüler ve binaları tamamen
yaktılar. Bu hareketler tamamlanır tamamlanmaz Aydın halkına hitâben bir
beyanname neşrederek burasının Yunanlılıkla üçbin yıllık bir alâkası
bulunduğunu belirtiyor ve işgalin daha içerilere doğru genişletileceği, ihsas
olunuyordu.
Bu beyanname üzerine Aydın’ın müslüman
Türk ahâlisi İtilâf Devletleri mümessillerine şiddetli protestolar yağdırdılar.
İzmir civârında işlenen cinâyetlerîn mesulleri cezalandırılmadıkça Yunan
ordusunun ileri harekâtından pek vahim neticeler doğacağını bildirdiler. İtilâf
Devletleri ve bunlardan bilhassa İngilizler, işgalin muvakkat olduğunu, İzmir
ve civârına münhasır kalacağını, bunun sırf askerî mahiyette bir tedbirden
ibâret bulunduğunu söyleyerek Türk halkına teminat verdiler. İşte bu teminat
üzerine müslümanlar arasındaki heyecan bir parça yatıştı. Hâlbuki bütün bu
teminata rağmen Yunanlılar ileri harekâta devam edeceklerdi. Esasen İtilâf Devletleri
içinde kendilerine en fazla yük veren İngiltere olduğundan bu teminatın hiçbir
hükmü yoktur. Mayıs’ın 27’nci pazartesi günü Yunan kuvvetleri Aydın’ı işgal
ettiler.” S.183
Haziran’ın 28 ve 29’uncu günlerinde bu
kanlı çatışma esnasında evvelce hazırlanmış olan katliam programı tatbike
başlandı. Bu işde yerli Rumlar, Yunan askerlerinden daha müfrit
davranıyorlardı. Müslüman halkın elinde kâfi derecede silâh yoktu. Birçok evler
de taş ve sopalarla karşı koymaya çalışıyorlardı. Rumlarsa her türlü silâha mâliktiler.
Şehirde bulunan birçok ecnebinin gözleri
önünde cereyan eden işbu katliam, yangın ve cinâyetler sayısız müslümanın
hayatına malolmuştu. Bundan başka o günün parasıyla yanan, tahrib edilen,
çalınan emlâk ve emvâlin kıymeti de milyonları aşmaktaydı. Yalnız Aydın’da
onbin’in üstünde müslümanın canına kıyılmıştı. Sokaklar sahipsiz cesetlerle
doluydu. S.186
Muhtelif Vahşet
Örnekleri
“Alaşehir’de 4500 evden 4350’si tamamen
yanmıştır. 11500 kişi olan ahalisinden 400’ü 15 yaşından küçük olmak üzere 7500
kişi kalmıştır. S.205
Orta Köy’de eşraftan on kişiyi
ayaklarından asılmak ve tenâsül aletleri kırbaçlanmak, Alıncak’ta genç çocuk ve
delikanlıları kızgın yağa sokarak ve ateşte yakmak suretiyle tüyleri ürpertecek
çeşitli zulümler altında inletmişlerdir. Çobanlar Köyünde dokuz yaşında bir kız
câmide iskân ettirilmiş, bir sürü canavarın saatlerce ihtiraslarını tatmine
alet edilmiştir.” S.214
Anadolu’da Yunanlılar tarafından yapılan
müthiş mezalim, zulmün akla gelmez, hayal almaz örnekleriyle doludur. Bu vahşetler
o kadar emsalsiz, o kadar kanlıdır ki, kalbinde en ufak bir insanlık duygusu ve
merhamet olan bir insanın değil bunları yapmak hatta görmeğe tahammül etmesi
bile kabil değildir.
Hiçbir harb tarihi bugüne kadar; bir
ordunun on yaşında bir kız çocuğuna mangalarla tecâvüz ettiğini henüz
kaydetmemiştir. Değil bir masum kız çocuğuna, hattâ namuslu bir kadına bile
zorla tecâvüz etmek, ne bir imha siyâsetiyle, ne de bir intikam hissiyle
kaâbil-i izah olmayan, fakat yalnız Yunan ordusunda tesâdüf edilmiş olan bir
alçaklıktır.” S 215
Patrikhâne ve Yerli
Rumların İhânetleri
Pontus Mes’elesi
Pontus Cemiyeti Yunanistan’ın Anadolu’yu
işgal edememesi ihtimaline kurulmuştu. Karadeniz sahillerinde vücûde
getirilecek olan güyâ müstakil ikinci bir Rum Hükümeti ileride Yunanistan ile
birleşmek suretiyle ‘Büyük Yunanistan’ veya ‘Büyük Bizans’ın gerçekleşmesini
sağlamaya çalışacaktı. Bu yüzden Pontos hareketinin başlaması Yunanistan'ın
Birinci Cihan Harbi nihâyetindeki askeri ve siyasi hadiselerle Anadolu'yu
işgale kalkışmasına tekaddüm eden yıllardan daha eskidir.
1908’de Pontus hareketinin Samsun’da ‘Müdâfaa-i
Meşrua’ ve “Mukaddes Anadolu Rum Cemiyeti’ kurulmak suretiyle sahası
genişletilmişti. Bundan başka Batum’dan İnebolu’ya kadar bütün Karadeniz
sahilinde birçok şubeleriyle Pontus Cemiyeti’ni kuran ve teşkilâtlandıran
doğrudan doğruya Fener Rum Patrikhânesinin Yunanistan emrindeki papazları idi.
Ne gariptir ki; Türk Milleti’nin maddî ve manevî varlığına karşı bütün
hıyanetleri dâima papazlar idâre etmişlerdir. Hatta ölünceye kadar sırtından
papaz cübbesini çıkarmayan Makarios, Kıbrıs Rum eşkiyâsının ön safında
bulunarak bu an’anevi usûl ve siyâseti devam ettirmemiş midir? S.270
Ekalliyetlerin
Hususiyetleri
Pontus sûikasdı Türkiye’deki
ekâlliyetlerin karakterlerini göstermek bakımından çok câlib-i dikkat bir
misâldir. Dünyada hiçbir millet hâkimiyeti altındaki ekâlliyetlere bizim kadar
müsamahakâr davranmamıştır. Buna rağmen Türkiye’deki ekâlliyetler memleketimizi
maddeten ve manen içerden kemirmekle kalmamış; memleket dışında da çeşitli
fesat ocakları teşkil ederek bir an hiyânetten geri durmamışlardır. Türklerin
hududsuz bir müsamahaya nâil kıldıkları din ve kültür müesseselerini bu
müsamahâdan istifâde etmek suretiyle birer ihtilâl karargâhı hâline koymuş, din
için giydikleri katranî libâsların mâsumiyetini suikast ve cinâyetleri için
zırh olarak kullanmışlardır.” S.273
“Rumlarla Ermenilerin mutasavver
devletleri için menfaatlerinin çatışması bilhassa İngiliz ve Amerikalıların
çalışmasıyle ortadan kaldırılmıştır. İngiltere ve Amerika’da hem Rumların ve
hem de Ermenilerin iyi yetişmiş zengin ve nüfuzlu ırkdaşları vardı. Bunlar iki
tarafın emellerinin de tahakkuk etmesi için evvel emirde Türkiye’nin mahv-u
perişan edilmesi icâbettiğini, bu neticenin elde edilebilmesi için de
anlaşmaları gerektiğini telkin ettiler. İşte bu çalışmalar sonunda iki taraf da
Türkleri arkadan vurmak için yekvücud bir hâle geldiler. Gerek Avrupa
diplomasisi nezdindeki ajanları ve gerekse Anadolu’daki eşkiya ve komitecileri
çoktan hak ettikleri Türk sillesi ininceye kadar birlikte hareket ettiller.”
S.295
Cinayetler
“Mondros Mütârekesi’nden sonra, silâh ve
asker bakımından ordumuz bir tehdide tâbi tutulunca artık Türk Hükümetinin Rum
çetelerine karşı müslüman halkı koruyamayacağı kanaatiyle çeteler tekrar ve
azgınca faaliyete giriştiler. Bizim silâhlarımızın elimizden alınmış olmasına
rağmen onlara hâlâ silâh yardımı devam ediyordu. İngilizler Samsun'a çıktıkları
vakit bu çetelerin faal adamlarına herkesin gözü önünde on bin silâh
dağıtmaktan çekinmemişlerdi.” S.298
“Pontus Rumları sâdece siyâsi faaliyetler
emellerini tahakkuk ettirmekten ibâret bir çalışma göstermemişlerdir. Bir
taraftan Batum, Tiflis, Trabzon, Samsun, İstanbul, Atina, Paris ve Londra gibi
merkezler arasında kesif bir siyâsi faaliyete girişmekle beraber Karadeniz,
sahillerinde silâhlı çeteler teşkil eylemek ve yerli halka karşı çeşitli
katliam, tedhiş, yağma ve ırza tecâvüz plânları kurarak hârekete geçmişlerdir.
Ancak bu çetelerin harekete geçip mâsum müslümanları hunharca öldürmelerinden
sonra mukâbil harekete geçilmiştir. Karadeniz bölgesinde ileride bir plebisit yaptırarak
Rum halkı ekseriyet çıkartıp bu bölgenin kurulacak Pontus Devletine verilmesini
temin etmek ve ancak onda bir kadar bir ekâlliyet hâlinde bulundukları bu
bölgede kendilerini ekseriyat kılmak için müslüman ahâliye karşı korkunç bir
imhâ hareketine girişmişlerdi.” S.297
“Yunan ordusunun Batı Anadolu’da işlediği
cinayetlerle bu Rum çetecilerinin Karadeniz havâlisindekî hiyânetleri tıpatıp
birbirine benzemekteydi. Bu da hepsinin aynı merkezden emir aldıklarını ve aynı
akıl hocalarının talimatlarını dinlediklerini gösteren bir başka delildir.
Esasen bunların muvaffakiyetsizliği üzerine cemiyet merkezlerinde ele geçen
vesikalarla hıyânetin Fener Rum Patrikhânesinde nizamlandığı sâbit olmuştur.”
S.302
“Nihayet Lozan Andlaşmasında varılan
karara nazaran Karadeniz sahillerindeki Rumlar mübâdeleye tâbi tutulunca Pontus
hayâli, ebedî olarak tarihe karışmış oldu. Fakat Yunan Megalo İdea’sının nasıl
vazgeçilmez bir dâvâ olarak Yunan halkı tarafından yürütülmeye çalışıldığını
bugün ‘Kıbrıs’ hadiseleri dolayısıyle bir kere daha müşâhede etmek imkânını
bulmaktayız. Bize binlerce mazlum ve şehide mal olan bu ihanetin benzerlerinden
emin olmak istiyorsak, bugünün yerli Rumlarına ve Patrikhâneye karşı çok uyanık
ve tedbirli olmalıyız.” S.313
Zulüm ve Hıyanetlerin
Lozan’da Affedilmesi
Lozan Konferansı
“Düşmanlarımızın dört bir taraftan
vatanımızı istilâya kalkışmalarına rıza göstermeyen milletimiz ‹Kuva-yı
Milliye' adı altında birleşerek vatanı kurtarıncaya kadar üç sene süren çetin
bir mücadelenin, imtihânını başarıyla vermişti. Millet, en âciz ferdinden en
yüksek rütbeli kumandanına kadar yekvücud bir hâle gelmiş ve insanüstü bir
gayret sarfederek büyük imkânsızlıklara rağmen muazzam bir başarı elde,
etmişti. Adına Milli Mücadele dediğimiz bu ölüm kalım savaşında en azılı ve
şımarık hasmımız olan Yunanlılar Mehmetçikten ebediyyen unutamayacakları bir
ders almışlardır.
İtilâf Devletlerinden bilhassa
İngilizler'in geniş ölçüde yardım ve desteği ile hareket eden Yunan Ordusu'nun
uğradığı korkunç bozgun, bize en kara ve buhranlı günlerimizde düşmanla
elbirliği eden hâin ve nankör yerli Rumlar'la Patrikhâne'nin bir daha böyle bir
hiyânete teşebbüs edememesi için şiddetli bir cezaya çarptırılmasını mümkün
kılacak bir fırsat kazandırmıştı.
Bundan başka çeşitli ecnebi şahadet ve
raporlariyle sâbit olan Yunan zulüm ve hiyânetlerinin hesabının görülebilmesi
de; imkân dâhiline girmiş oluyordu. Zira bu kitapta milyonla emsâli içinden
seçtiğimiz birkaçını gördüğünüz bu zulüm ve hiyânetler en basit savaş kâideleri
dahi nazar-ı itibara alınmadan tamamen hukuk dışı ve câniyâne bir surette
cereyan etmişti. Yakılıp yıkılan şehirlerin, gasp edilen malların, günahsız
olarak öldürülen sivil milyonla mazlumun zarar ziyânını çok cüz’i bir surette
karşılayacak olan bir tazminat en tabiî hakkımızdı. Konferansın diliyle buna
‘Tamirat Mes’elesi’ deniyordu. Fakat bu bölümde kısaca izâh edeceğimiz üzere bu
tamirat bedeli Yunanlılara bağışlanmıştır. Lozan Andlaşması metninde
‘Yunanistan’ın içinde bulunduğu malî buhran düşünülerek bundan sarfınazar edildiği’
(Md. 59) kabul edilmiştir.” S.347
Tamirat Mes’elesi
Yunan Ordusunun Anadolu’daki tecâvüz ve
mezâlimi için istenmekte olan meblâğın konferansın ilk safhâlarında çok güzel
müdafaa edilmiş olduğunu kabul etmek gerekir. İnönü'nün cebinde mütehassıslarca
hazırlanmış birkaç nutuk götürdüğünü yukarıda belirtmiştik. İhtimâl ki bu
konuşmalar hazır nutuklardandı. Zira İnönü bu mes’eleye başladığı gibi bir
sonuç vermeğe muvaffak olmamıştır. Daha konferansa gitmeden hattâ murahhas
olması bile bahis mevzuu değilken, Türk ordusunun İzmir’e doğru Yunan
palikaryalarını kovalamakta olduğu sırada gazetecilere verdiği beyanatta
Yunanlıların Anadolu’da yaptığı tahribatın bir milyar beş yüz bin altına
vardığını, yanan iki yüz seksen bin evin ise üç yüz milyon lira kıymet kaybına
sebep olduğunu, götürülen hayvan ve eşyanın da yedi yüz milyon lira kıymetinde
olduğunu söyliyerek ‘Yapılacak tetkikler, zararın bu rakamın çok üstünde
olduğunu meydana çıkaracaktır. Hele nüfusça, ırk ve nâmusça o|an zararlarımızın
takdiri bile kâbil değildir. Fakat bütün zararlarımızı Yunanlıların yanında
bırakmıyacağız. Bunların santimine kadar tazminini isteyeceğiz!..’ diye kat’î
bir lisanla konuşuyordu.
Fakat Konferansın en ehemmiyetli
meselelerinden biri olan bu tâmirat meselesinde de İnönü bir miktar direndikten
sonra, yelkenleri suya indirmiş ve maalesef teslim olmuştu. Lozan’ın muvaffak
olup olmadığını o’nun Konferansın başlangıcında arzu ettikleriyle sonunda elde
ettikleri arasında yapılacak bir mukayeseden dahi çıkarmak mümkündür. Hemen her
meselede müsbet ve ‘Misâk-ı Millî’ ruhuna muvafık bir başlangıç yaptığı hâlde
sonunu tâviz üstüne tâvizle bağlamıştır. Bunun en hazin misâllerinden biri de
bu tamirat mes’elesidir.” S.356
İnönü, Lozan'da diğer birçok meselelerde
olduğu gibi bu tâmirat meselesinde de talebinden vazgeçti. 28 Mayıs'ta milyonIa
şehidin kemiklerini ve aç çıplak milletin yüreğini sızlatan bu tâviz de
verilince Lozan Muâhedenâmesinin 59. maddesi ortaya çıktı:
Madde 59: ‘Yunanistan harb kavaninine
mugâyir olarak Anadolu’da Yunan ordu veya idâresinin ef’alinden mütevellit
hasaratın tâmiri mecburiyetini tanır. Diğer taraftan Türkiye, harbin
temâdisinden ve onun netâyicinden mütevellid Yunanistan vaziyet-i mâliyesini
nazar-ı dikkate alarak tâmirat hususunda Yunanistan’a karşı her türlü metalibattan
sûret-i kat’iyyede ferâgât eder.’
‘Yunanistan vaziyet-i mâlîyesini nazarı
dikkate alarak’ tâbirine dikkatinizi çekmek isterim. Yunanistan iktisadi
krizini biz düşünüyoruz. İnönü, TBMM’de Lozan’ı müdafaa ederken de Yunanlıların
tediye gücüne mâlik olmadıklarını, binâenaleyh tâmirat bedelinin anlaşmada
kabul edilse bile fiilen alınamıyacağını ileri sürmüştür. Böyle bir şey olsa
bile, bunu düşünmek herhâlde bize değil, Yunan ordusunun teşvik ve yardımları
ile Anadolu’ ya saldırımış olan İngilizler’e düşerdi.” S.359
1930 Türk-Yunan
Anlaşması
“Barış yapmak mecburiyeti sırf bizim için
bâhis mevzuu imiş gibi, barışa engel telâkki edilen her meselede tâviz bizim
tarafımızdan verildi. Bu surette ortaya çıkan Lozan Andlaşması’ndan sonra da
hep aynı zaaf devâm etti. Yaptığımız anlaşmaların hemen hepsinde ‘aman, barış
olsun, dostluk olsun!’ ve ‘Yurtta sulh, Cihanda sulh’ gibi düşüncelerle
tâvizkâr politikaya devam olundu. Hele Yunanistan’la Lozan’dan sonra anlaşma
üstüne anlaşma imzalandı.. Yunanistan, Lozan’da elde ettikleri ile yetinmek
istemiyordu. Sahte bir dostluk gösterisi ile bizden yeni yeni haklar, tâvizler
kopardı.
Bunlardan bilhassa 1930 tarihli ‘Türk
-Yunan Andlaşması’ Türk teb’ası bile olmayan Rumlar'a Türkiye'de Türk
vatandaşları gibi haklar vererek memleketin bu aç kurtlar tarafından yıllarca
soyulmasına sebep oldu. Yunanlılar bizi aldatmak için güzel bir kelime
seçtiler: ‘Mütekâlibiyet’ yâni iki taraf bu hakları karşılıklı olarak birbirine
veriyordu. Düşünülmüyordu ki, Türkler henüz kendi iktisâdî menbalarını
işletecek durumda değillerdi. Nerde kaldı ticaret için Yunanistana gideler! Bu
düpedüz ve sırf Yunanlılara yarıyacaktı. Nitekim aradan otuz beş sene geçince
esefle görüldü ki, Türkiye’de bu anlaşmadan istifâde ederek ticaret hayatının
köprübaşlarına oturmuş otuz beş, kırk bin Rum vardır da Yunanistan’da mütekâbil
olarak bir Türk bile yoktur.
Biraz da Kıbrıs hâdiselerinin ikâzıyle
anlaşılan bu durum karşısında bu anlaşma feshedilerek bundan istifâde eden
Rumlar, Yunanistan’a iâde edildiler. (1965) Hâlbuki bu zamana kadar
memleketimizdekiler yetmiyormuş gibi bir de bu Yunan teb’alı Rumlar’a
soyulmamak için fazla bir ferâsete lüzum yoktu. Yunan mezâliminin bütün
tahripleri henüz ortada idi. Fakat bu tâviz politikası o kadar benliğimize
işlemişti ki, değişen hükümetlere rağmen Yunanistan bizi daima kemirebilmek
becerikliliğini göstermiştir. Sahillerimizde balık avlamaya kadar bizi
avlamadığı iş bırakmadı. İstanbul'un beş yüzüncü yıldönümünü bile bu sahte
dostları gücendirmemek için hakkıyle tes'id etmemek ahmaklığından kurtulamadık.
Kıbrıs gözümüzü açarsa olanlara üzülmesek de olur!. Fakat hayır!. Bizim uykumuz
çok derin!. Yunanlılar aradan az bir zaman geçince aldıklarını hazmeder, hiçbir
şey olmamış gibi dönüp komşu memleketler arasında dostluğun lüzumundan
bahsederler. Biz de yeni tâvizlerle ona kucak açarız. Ne gün Yunan emel ve
taktiklerini hakkıyla kavrıyacağız bilmem ki..” S.369
Yunan Mezâliminde Yeni
Bir Saha: Kıbrıs
“Önce şunu belirtelim ki; Kıbrıs Adası'nda
Rumca konuşan ve ortodoks mezhebi'ne mensup olan yarım milyonluk kitle kaahir
ekseriyetiyle grek yani Yunanlı değildir. Zira bu ada, tarihte bir gün bile
onların idâresi altında yaşamış değildir. Denizci bir kavim olmaları
dolayısıyla bir kısım Yunanlının da diğer adalarIa birlikte buraya gelip
yerleştiği muhakkaktır. Ancak bunun ekalli kalil (azın azı) olduğu muhakkaktır.
Yerli halk çoğu Anadolu'dan ve Filistin havâlisinden göçmüş çeşitli kavimlerden
oluşmaktadır. Irkı, sarahatle tayin edilebilecek olan tek unsur sadece 571
fetih hadisesi ve padişah fermanıyla buraya gelip yerleşmiş olan Türklerdir.»
S.377
Diğer taraftan kitapta o gün Rum sayılan
insanlarla Türkler arasında beşte bir oranında gözlenen nüfus dengesinin oluşma
gerekçelerine de değinilir. S.378-381
‘Türk hükümetleri bize zuhur eden birçok
fırsatın zayi edilmesiyle pek çok toprak kaybına mâl olan ‘Yurtta sûlh, cihanda
sûlh’ prensibiyle yürürlerken 1950’li yıllarda Kıbrıs’taki Rum tedhiş faaliyeti
hızlanmış ve harekâtın başına daha evvelki misallerde görüldüğü gibi kara
cübbeli bir papaz geçmişti. Makarios!. Bunun tahrikiyle Rum isyan ve şekâveti Yunan
hükümetiyle âhenkli bir süratte yeniden teşkilatlanmış ve 7 Mart 1953’te
Makarios başkanlığında Atina’da yapılan müşterek bir toplantı sonunda menhûs
‘EOKA Tedhiş Teşkilatı’nın kurulması gerçekleşirken Türk Hariciye Nâzırı Fuat
Köprülü hâlâ eski pasif ve utanç verici siyaseti tezâhür ettiren şu cümleyi
söylüyordu. “Bizim Kıbrıs diye bir dâvâmız yoktur!”
EOKA Tedhiş Teşkilâtı’nın başına getirilen
muvazzaf Yunan subayı Grivas 9 Kasım 1954’te gizlice Kıbrıs Adası’na çıkarak
kısa zamanda muntazam bir ordu gibi teşkilâtını tamamladı. Bu teşkilata PEON
adlı bir de silâhlı gençlik yan kuruluşunu ekledi. Bu teşkilâta gönüllü sivil
insanlar görünümü ile binlerce Yunan subayının kılık değiştirip katılmasıyla
âdetâ muntazam bir ordu ortaya çıktı.
Yunanistan’ın kendi aralarındaki görüş
ayrılıklarının etkisi ve Yunanistan’da iş başındaki delifişek askerî cuntanın
da tahrikiyle 15 Temmuz 1974 sabahı Makarios Millî Muhafız Ordusu tarafından
başlatılan bir darbe harekâtına mâruz kalmıştı. Yunan Cuntasının da desteği ile
gerçekleşen bu darbenin hedefi eşit haklara sahip iki topluluğa istinad eden
Kıbrıs Cumhuriyeti’ni derhâl yok ederek Ada’yı Yunanistan’ı bağlamaktı.
Tanklar, top ve sâir ağır silâhların kullanılması sûretiyle gerçekleşen bu
darbe üç gün boyunca Ada’da kan gövdeyi götürürcesine bir Türk katliamına yol
açmıştır. Diğer taraftan güçlükle canını kurtarabilmek üzere kaçan Makarios’un
yerine Nikos Sampson geçip oturmuştur.
Garantör durumunda bulunan Türkiye bu
duruma mâni olmak için başta İngiltere olmak üzere diğer garantörlere karşı
giriştiği diplomatik faaliyetten netice alamayınca 20 Temmuz 1974‘te ‘Kıbrıs
Barış Harekâtı’nı yapmaya ve bu emrivâkiyi bertaraf etmeye mecbur kalmıştı.
Adına Barış harekâtı denilmiş olsa da Türkiye için 1774 tarihIi Kaynarca Muâhedesi’nden
buyana kaybedegeldiği hâlis vatan topraklarından bir avucunu da olsa geriye
almak manâsını taşıyan bu harekâtın fevkalade mühim olan siyâsî ve askerî
vechesi üzerinde durmak mevzuumuz hâricidir. Ancak şu kadarını söyliyelim ki,
bu ‹Yurtta sûlh cihanda sûlh' prensibinin geçersizliğini ispatlayan ve Türk
ordusuyla Türk hâriciyesinde yarım yüzyıldan beri an'aneleşmiş bulunan aşağılık
bir teslimiyet siyâsetinin terki demektir. Bu vasfı ile de Türk tanhinde bir
dönüm noktası teşkil edecektir.» S.390
“İşte aziz okuyucu! Sana elimizin
altındaki binlerce misalden birkaç tanesini sunmakla anlatmak istediğimiz
gerçek şudur:
Kıbrıs’ta cereyan eden Rum vahşeti
1920’lerde Yunan askerlerinin Anadolu’da yaptıklarının aynıdır. Aynı usûllerle
kadın, çocuk ve ihtiyarları öldürerek etrafa dehşet salmak, ırza geçmek, mal ve
mülkü tahrip edip yağmalamak...
Ruh ise aynıdır. Yunan, hep o cânî ve
sadist ruha sâhip olmuş ve eline fırsat geçtikçe Türk kanına susamışlığın en
aldatmaz delillerini sergilemiştir. Allah onlara bir daha fırsat vermesin!
Lâkin bu fâciaların tekerrürüne mâni
olacak sebep aslâ Rumlar’ın ıslâh-ı nefs etmeleri olmayacaktır! Bu ancak ve
ahcak, senin tarih şuuruyla mücehhez olarak ecdâdının yoluna dönebilmenle
mümkündür! Sen, düşmanı gölgenden korkutacak bir satvete ulaşmadıkca değişmeyip
hep aynı kalan düşman fırsat bulursa aynı zulümleri tekrarlamaktan aslâ ictinâb
etmiyecektir!
Bu demektir ki, gelecek nesillerin hayat
ve memâtı, huzur ve sükûnu ile bekâsı senin çalışmana, tarihinin emrettiği gibi
imân şuuruyla yeniden şahlanmana bağlıdır! S.398
Tanıtmaya çalıştığımız Yunan Mezâlimi
başta olmak üzere, elli civarında eser kaleme alan Kadir Mısıroğlu üstadımız 5
Mayıs 2019 günü Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Merhuma Allah’tan rahmet
camiamıza ve ailesine sabr-ı cemil dileriz.
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 343 / Haziran 2019