İsrail Mitler ve Terör - Alparslan Aydar

İsrail Mitler ve Terör


Roger Garaudy(1), tanıtmaya çalıştığımız “İsrail Mitler ve Terör” isimli önemli ve ses getiren eseri sebebiyle Avrupa insan Hakları Mahkemesi (AİHM) tarafından yargılanmış ve suçlu bulunmuştur.

İsrail Mitler ve Terör
Roger Garaudy
Timaş Yayınevi
Mîsak Dergisi
Sayı: 398 / Ocak 2024

Batı dünyası “Holokost” efsanesinin sorgulanmasına bile tahammül edememiştir.  Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Sözleşme’nin 17. Maddesine(2) dayanarak ifade özgürlüğünün, sözleşme tarafından garanti altına alınan hak ve özgürlüklerin yok edilmesi amacıyla kullanılamayacağı görüşündedir.

Asıl felaket, AİHM’in “Holokost gibi açıkça sabit tarihi gerçeklerin inkârının, gerçeğin aranmasına benzetilebilecek tarihi araştırma mahiyeti taşımayacağı kuşkusuzdur” diyerek bilimi kutsayan tavrını yok sayıp, zalime zalim demenin cezalandırıldığı bir sistemi yüzsüzce savunabilirken sergileyebildiği pervasızlıktır.

Bu hâliyle İsrail devleti, dünyanın geçici/fâni efendilerinin, yani Batı tipi büyümenin olmazsa olmazı Ortadoğu petrollerini sahiplenme gayesi güden Amerika Birleşik Devletleri’nin batmayan nükleer uçak gemisi konumundadır. (Batı tipi bu “büyüme” tarzı, IMF aracılığıyla Üçüncü Dünya ülkelerine her iki günde bir Hiroşima kaybına denk bir bedele mal olmaktadır). Kendisine ait olmayan bir ülkeyi siyonistlere teslim ederken “Kullanılan sistem pek önemli değil, yeter ki biz Ortadoğu’nun petrollerini elimizde tutalım! Asıl önemli olan bu petrolün ulaşılabilir olarak kalmasıdır” (Kimhe John, Filistin ve İsrail, Albin Michel Yayınları, 1973, s. 27) şeklinde demeç veren Lord Balfourdan, “Çok iyi anlamak lâzımdır ki Suudi Arabistan petrolü dünyanın en güçlü iş bitirici araçlarından birini oluşturur” (aynı eser, s. 240) diyen Amerikan Dışişleri Bakanı Cordell Hulla kadar, aynı politika İsrail’in siyonist yöneticilerine aynı görevi yüklemektedir. Bu görev, NATO eski genel sekreteri Joseph Luns’un tarif ettiği görevdir: “İsrail modern çağımızın en az masraflı paralı askeri olmuştur.” (Nadav Shragai, Haaretz, 13 Mart 1992)

İki milyon İsrailli fert başına 1951'den 1959'a kadar, iki milyar nüfuslu Üçüncü Dünya ülke sakinlerinin aldıklarından yüz kat daha fazla yardım aldığına göre, gerçekten de kendisine çok iyi ödeme yapılan pahalı bir paralı asker! Üstelik de iyi himaye edilen paralı asker! Çünkü Amerika Birleşik Devletleri, 1972'den 1996'ya kadar, İsrail'in Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde her mahkûm edilişinde harekete geçmiş ve alınan kararları otuz defa veto etmiştir.

Siyonistler her şeyden önce kendi Kutsal Kitaplarını yobaz ve bağnaz bir bakış açısıyla okuyorlar. O yüzden de saldırganlıklarını güya “dinen” haklı göstermeye çalışıyorlar. Onlar efsaneyi, masalı tarihe dönüştürüyorlar. Meselâ Hz. İbrahim’in Allah’a kayıtsız şartsız boyun eğişini ve Hz. İbrahim’in “yeryüzünün bütün halklarını” kutsamasını, onlar kabileci bir bağnazlığa çeviriyorlar. Bunun sonucu olarak da, ellerine geçirmiş oldukları topraklar, tıpkı Mezopotamyadan Hititlere ve Mısır’a kadar bütün Ortadoğu toplumlarında görüldüğü gibi, “vaat edilmiş topraklar” hâline geliveriyor.

Yepyeni bir mitolojiyle çıkarlar karşımıza. Bu da, “Holokost’a Allah’ın cevabı” olarak takdim edilen İsrail devleti mitolojisidir. Sanki İsrail, Hitler’in barbarlığının kurbanlarının yegâne sığınağı imiş gibi... Hâlbuki (düşmanla işbirliği etmek ve terör suçu işlemekten dolayı İngilizler tarafından tutuklanışına kadar Hitlere ittifak kurmayı teklif eden) İzak Şamir’in kendisi şunları yazıyor: “Genel kanaatin aksine, İsrail'e göç edenlerin ekserisi Hitler’in katliamından arta kalanlar değillerdi, bazı Arap ülkelerinin bölgenin yerlileri durumundaki Yahudileri idi.” (İzak Şamir, Geriye Bakmak, İleriye Bakmak. 1987, s. 574.)

O hâlde kurbanların sayılarını şişirmek gerekiyordu. Meselâ Auschwitz kurbanları adına dikilmiş anıtın levhasında, 1994 yılına kadar on dokuz dilde dört milyon kurban ifadesi yazılıydı. Bugün ise yeni levhalarda “yaklaşık bir buçuk milyon” ifadesi yer alıyor. Altı milyon Yahudi’nin katledildiği efsanesi ortaya atılarak, insanlığın bu konuda “tarihin en büyük soykırımına” tanık olduğu kabul ettirilmek isteniyordu. Amerika yerlilerinden 60 milyonunun öldürüldüğü, yine (her bir esir için 10 kişi ölü olmak üzere) Afrikalı 100 milyon Siyahi’nin katledilmiş olduğu unutturuluyordu! Hatta Hiroşima, Nagazaki ve o İkinci Dünya Savaşında, 17 milyonu Slav olmak üzere, can veren elli milyon insan da unutuluyordu! Sanki Hitler sadece Yahudi kıyımı yapmıştı da, bütün insanlığa karşı bir suç işlememişti!

Siz televizyonların hep öldürülen Yahudilerden bahsedip diğerlerinden hiç söz etmemesine bakmayın, elbette Yahudiler çok ağır darbe yediler, fakat tek darbe yiyen onlar değildi, denilince, Yahudi düşmanı mı olunur?

Gizlemenin tam olması için, buna dini bir isim bulmak, adına “Holokost” demek, yani bu gerçek kıyımlara bir kendini feda etme, kendini kurban etme niteliği kazandırmak ve tıpkı Hz. İsa’nın haça gerilişi örneğinde olduğu gibi, kurbanları bir tür ilâhi plana dâhil etmek gerekiyordu.

İsrail'in içinde bile, kendi peygamberlerine sâdık Yahudiler, Kudüs İbrani Üniversitesi'nin “yeni tarihçileri” ve âdil bir barışın taraftarı İsrailliler, gerek bizzat İsrail devleti, gerekse dünya barışı açısından zararları apaçık ortaya çıkmış olan siyasi siyonizmin “masal ve efsaneleri” üzerinde cesaretle kafa yoruyorlar.

Hakikat kendi yoluna devam ediyor, hiçbir şey de onu durduramayacaktır.

Bir zamanlar General De Gaulle tarafından “medya üzerindeki aşırı nüfuzu” yüzünden eleştirilmiş olan bir “lobi”nin, Yahudi lobisinin entellektüel terörizmi, beni Fransada bu kitabı sadece bir derginin abonelerine has olmak üzere özel bir sayı halinde bastırmaya mecbur bıraktı. Yorumcular dikkatlerini, Fransadaki durumu gözler önüne seren bu vakıa üzerine çevirdiler ve eserimin muhtevasından çok onunla ilgilendiler.

O yüzden bugün bizzat ben, bütün sorumluluğu üstüme alarak, Rusçadaki anlamıyla tam olarak “yazarı tarafından basılmış eser” manasına gelen Samizdat şeklinde eserimi yayımlıyorum. Bu eserimiz, saptırılmış mitolojilere karşı çağdaş dünyanın eleştirel tarihine yeni bir katkı olacaktır.

 

Giriş

Bu kitap bir sapkınlığın tarihidir. Bu sapkınlık, vahyedilmiş bir kelâmı harfiyen (lafza bağlı kalarak, ruhuna inmeden) ve seçmeci bir tarzda okumak suretiyle dini, siyaseti kutsallaştırmanın bir âleti yapmaktan ibarettir.

Kitabımda yerden yere vurulan (ve Musevi dini, Yahudi imanı olmayan şu) siyonizm nedir?

Siyonizm çoğunlukla siyonistlerin kendileri tarafından tarif edilmiştir:

1. Siyasi bir doktrindir. “1896’dan itibaren, siyonizm Theodore Herzl tarafından kurulmuş olan siyasi hareketin adıdır.”

2. Yahudilik’ten değil, 19. yüzyıl Avrupa milliyetçiliğinden doğmuş milliyetçi bir doktrindir. Nitekim siyasi siyonizmin kurucusu Herzl, dinden yola çıkmıyordu: “Hiçbir dini eğilimin etkisinde değilim.” “Ben agnostikim/bilinemezciyim”

Onu ilgilendiren, mutlaka kutsal toprak değildi. Milliyetçi hedefleri için Uganda veya Trablusgarb’ı, Kıbrıs veya Arjantin’i, Mozambik veya Kongo’yu kabule hazırdı.

Fakat Yahudi inancına sahip dostlarının muhalefeti karşısında, kendi ifadesiyle “dayanılmaz bir kudretin bir araya gelme çığlığını oluşturan” o efsanenin kudretinin (“mighty legend/güçlü efsane’nin) önemini kavrar.

Yüksek düzeyde gerçekçi bir siyasetin bilmezlikten gelemeyeceği tahrik edici bir slogandır bu. Onun için, dönüş’ün efsanevi kudretini tarihi gerçeklik şekline koyarak ilân eder:

“Filistin bizim unutulmaz tarihi yurdumuzdur... tek başına bu isim halkımızın güçlü bir birleşme çığlığı olacaktır.”

“Yahudi meselesi benim için ne sosyal, ne de dini bir meseledir..., sadece milli bir meseledir.”

3. Sömürgeci bir doktrindir.

Uyanık Theodore Herzl bu hususta da amaçlarını saklamaz. Bunun için ilk aşamada, İngiltere veya herhangi diğer bir devletin himayesinde, ileride bir Yahudi devletine dönüştürmek üzere, bir “imtiyazlı şirket” kurmak ister.

Siyasi siyonizmi tanımlayan üç temel özellik, onun politik, milliyetçi ve sömürgeci bir doktrin olmasıdır. Ağustos 1897’de yapılan Bazel Kongresinde Theodore Herzl siyonizmi herkese kabul ettirmiştir. Siyonizmin dâhi ve makyavelik kurucusu, bu kongrenin sonunda haklı olarak şöyle diyebiliyordu: “Yahudi devletini kurdum!”

İsrail siyonizminin saldırı, sahtekârlık ve kan dökücü politikasının tenkit edilmesi, Yahudi düşmanlığını beslemez ve tahrik etmez. Yahudi düşmanlığını (antisemitizmi) asıl besleyen, böyle bir politikayı kayıtsız şartsız desteklemektir. Çünkü bu politika, Yahudiliğin büyük geleneklerinden yalnızca bu politikayı haklı çıkaracak olan kısımları göz önüne almaktadır. Bunu yaparken de eski ilâhi metinlerin dış anlamlarını esas almakta ve onları harfi harfine yorumlama yoluna gitmektedir. Sonuçta kendi güttüğü siyaseti, milletlerarası bütün kanunların üstünde görmekte ve onu dünün ve bugünün efsaneleriyle kutsallaştırmaktadır.

 

Vaat Efsanesi

“Mısır ırmağından büyük ırmağa, Fırat nehrine kadar bu diyarı senin zürriyetine verdim” (Tekvin/Yaratılış 15/18)

“Bizler Tevrata sahipsek, bizler kendimizi Tevrat’ın halkı olarak görüyorsak, Tevrat’ta vaat edilen bütün topraklara sahip olmak zorundayız” (General Moşe Dayan, Jerusalem Post, 10 Ağustos 1967)

4 Kasım 1995, Yigal Amir, “İsrail savaşçıları” adlı grubunun, “Yahudiye ve Sâmiriye”nin (şimdiki Batı Şerianın) “vaat edilmiş toprağını” Araplara bırakacak her kişiyi katletme kararı ve “Allah’ın emri üzerine” İzak Rabin’i katleder. S.33

Bill Clinton’un cenaze merasimi sırasında iddia ettiği gibi “hayatı boyunca barış için savaşmış” olduğu için öldürülmemişti İzak Rabin, o sadece sembolik bir hedefti. (Hem zaten, İntifada'nın başlarında Filistinli çocukların “kollarını kırma” emrini veren, işgal orduları komutanı olan Rabin’in kendisi idi. Kolları kırılan bu çocukların ellerinde ise, atalarının yurdunu savunmak için ülkelerinin kendileriyle birlikte ayaklanan o eski taşlarından başka silâhları yoktu.)

Ne var ki İzak Rabin, daha sonra meseleye gerçekçi bakış açısıyla bakmış ve (tıpkı Vietnam’daki Amerikalılar veya Cezayir’deki Fransızlar gibi) bir ordu başka bir orduyla değil de, bütün bir Halk ile karşı karşıya kalırsa, hiçbir kesin askeri çözümün mümkün olamayacağını anlamıştı.

Onun için Yaser Arafat ile bir uzlaşma yoluna girişti. Bunun sonucu olarak, Birleşmiş Milletler tarafından işgali kınanmış olan toprakların bir kısmında idari bir özerklik lütfedildi. Bu arada, yerli halktan çalınmış ve Halil şehri gibi yerlerde kin yuvaları hâline getirilmiş “Yahudi yerleşimciler” (hırsızlar) İsrailin askeri himayesi altında kalmaya devam edecekti. Böylesi bir anlaşma, böylesi bir sömürgecilikten yararlanan o yobazlar için kabul edilir bir şey değildi. Derken, bir “hain” olarak takdim ettikleri Rabine karşı, onun katledilmesi sonucunu doğuracak ortamı oluşturdular. Böylece, kanlı sömürgeciliklerin binlerce yıllık bahanesi olan “vaat edilmiş toprak” efsanesinin, on binlerce Filistinliden sonraki kurbanı İzak Rabin olmuştur. O fanatik katletme olayı da bir kere daha ispatlamıştır ki, 1947 taksimi ile tespit edilmiş olan sınırları içinde kalacak ve emniyet altında olacak bir İsrail devleti ile tamamen bağımsız bir Filistin devleti arasında hakiki bir barış, ancak şimdiki sömürgeciliğin kökten bertaraf edilmesiyle gerçekleşebilecektir. Şimdiki sömürgecilikten kastımız, gelecekteki Filistin devleti içinde provokasyonların bitmez tükenmez kaynağını ve ilerdeki savaşların da bir o kadar ateşleyicisini oluşturan bütün bu kolonilerdir (Yahudi yerleşim birimleredir). 

 

Yeşu Efsanesi: Etnik Temizlik

Eski Ahit’te anlatılanların tarihen doğru olup olmadıklarını kontrol etmek için şimdiye kadar hiçbir dış kaynak bulunamamıştır.

Sözgelimi, Irak’taki Ür şehrinin arkeolojik kalıntıları Hz. İbrahim hakkında, Truva harabelerindeki kazıların Hektar veya Priam hakkında bize sağladıkları bilgilerden daha fazla bilgi vermemektedirler.

“Sayılar” kitabında (31/7-18), bize “İsrailoğulları”nın zaferleri anlatılır, Medyenlileri yenmişlerdir, “Rabb’in Musa’ya emretmiş olduğu gibi, bütün erkekleri öldürdüler”, “kadınları esir aldılar”, “bütün şehirleri yaktılar”. Hz. Musa’ya döndükleri zaman, “Musa kızdı. Onlara, bütün kadınları hayatta bıraktınız demek! dedi... Pekâlâ, şimdi, bütün erkek çocukları ve bir erkekle karı koca hayatı yaşamış bütün kadınları öldürün... Fakat bütün bakireleri... kendinize saklayın!” (14-18).

Hz. Musa’nın yerine geçen Yeşu, Kenan’ın fethi sırasında orduların tanrısı tarafından emredilmiş olan bu etnik temizlik siyasetini sistemli bir şekilde sürdürdü.

Konu ile ilgili kaynaklarında geçen uzun ve bıktırıcı sözler Batı Şeria’da devam ettirden kutsal temizlikleri bir bir sayarak uzar gider. Bizler bu anlatılar karşısında şu iki esaslı soruyu sormaya mecburuz:

Bunların tarihi hakikat olup olmadıkları.

Bir imha politikasının bu şekilde yüceltilmesinin harfi harfine taklit edilmesinin hangi sonuçlar doğurduğu.

Bu durumda, dindar ve yobaz (yani Kitab-ı Mukadeste anlatılanları dış anlamıyla, harfiyen uygulamak isteyen) bir Yahudi, Hz. Musa ve Yeşu gibi saygın kişilerin örneğini niçin takip etmesindi?

Bugünkü İsrail devletinde sistemli hâle gelmiş bulunan bu “etnik temizlik”, Yahudi kanının bütün diğer insanların “pis kanı” ile karışmasını önlemeyi hedefleyen etnik saflık ilkesinden kaynaklanmaktadır.

 

Yirminci Yüzyılın Efsaneleri

Siyonistlerin asıl gayesi, Yahudilerin hayatlarını kurtarmak değil, Filistinde bir Yahudi devleti kurmaktı. İsrail devletinin ilk yöneticisi olan Ben Gourion, 7 Aralık 1938’de, “Labour” siyonistlerinin önünde açık ve net olarak şöyle der: “Eğer bilsem ki hepsini İngiltere’ye götürerek bütün Almanya (Yahudi) çocuklarının tamamını kurtaracağım ve İsrail Toprağı’na götürerek de ancak yarısını kurtaracağım, ben ikinci çözümü tercih ederim. Zira bizler yalnızca bu çocukların hayatını değil, İsrail halkının tarihini de düşünmek zorundayız.”

“Avrupadaki Yahudilerin kurtarılması, yönetici sınıfın öncelikleri listesinin başında yer almıyordu. Yahudi devletinin kurulması onların gözünde en önemli ve en öncelikli meseleydi.”

“(...) Bize ihtiyacı olan herkese, her birinin niteliklerini hesaba katmadan yardım etmeli miyiz? Bu harekete, siyonist bir milli nitelik vermemeli ve İsrail Toprağı ve Yahudilik için yararlı olabilecekleri öncelikle kurtarmaya çalışmamalı mıyız? Soruyu bu şekilde sormanın gaddarca olduğunu biliyorum, fakat maalesef açıkça ortaya koymalıyız ki, eğer biz 50 bin kişi arasından ülkenin inşasına ve milli rönesansa katkıda bulunabilecek 10 bin kişi ile bizim için bir yük veya daha doğrusu ölü bir yük hâline gelecek olan bir milyon Yahudi arasında tercih yapacak olursak, yüzüstü bırakılan milyonların ithamlarına ve çağrılarına rağmen bizler kurtarılabilecek olan bu 10 bini kurtarmalı ve bunlarla sınırlı kalmalıyız.”

(Hitler ve siyonistlerin) işbirliği politikası 1941’e (yani, Hitler’in iktidara gelişinden 8 sene sonrasına) kadar sürdü. Fichmann, Kastner ile bağ kuruyordu. Eichmann dâvâsı, hiç değilse kısmen, bu suç ortaklığının nasıl çalıştığını; Yahudi devletinin kurulması için “yararlı” siyonist Yahudiler (zengin kişiler, teknisyenler, bir orduyu güçlendirmeye yarayacak gençler, vb.) ile Hitler’in ellerine bırakılmış daha az yararlı Yahudi kitlesi arasındaki bu “değiş tokuşlar”ın nasıl yürütüldüğünü gün yüzüne çıkardı.

Ben Gurion’nun bakış açısı da böyleydi:

“Siyonist’in görevi, Avrupada bulunan İsrailoğulları’nın geri kalanı’nı kurtarmak değil, aksine Yahudi halkı için İsrail’in toprağını kurtarmaktır!”

“Yahudi Ajansı’nın yöneticileri, şu hususta mutabık kalmışlardı: Kurtarılabilecek olan azınlık, Filistindeki siyonist planın ihtiyaçları göz önünde bulundurularak seçilmeliydi.”

Nazi-Siyonist işbirliği zaten milletlerarası antifaşist mücadeleye karşı bir sabotaj oluşturuyordu. Bütün emeli, Filistinde bir devlet kurmak olan siyonist politikaya tamamen bağlı bulunuyordu. Söz konusu işbirliği savaş boyunca, hatta Hitlerin Avrupa Yahudilerine karşı zulmünün en acımasızlaştığı dönemlerde bile devam etti.

1940’ta, Hitler’in tehdidi altındaki Yahudileri Maurice Adası’na kabul ederek, onları kurtarmaya karar vermiş olan İngiltere’ye karşı kin ve öfke uyandırabilmek için, o Yahudileri taşıyan Patria adlı Fransız yük gemisi, 25 Aralık 1940’ta Hayfa limanına uğradığında, “Haganah” siyonistleri (ki liderleri Ben Guriondu) bu gemiyi havaya uçurtmakta tereddüt etmediler. Böylece 252 Yahudi ve geminin İngiliz mürettebatını ölüme sürüklediler. (Kaynak: Dr. Herzl Rosenblum, Yediot Aharanoth’un yazı işleri müdürü 1958’de bu haberi yayımladı ve haber 1958 Kasım ayında Jewish Newsletter N.Y. tarafından doğrulandı.)

Bir diğer örnek, Irak: Yahudi cemaati (1948’de 110 bin kişi) ülkeye iyice yerleşip kök salmıştı. Irak Başhahamı Kheduri Sasson şu açıklamayı yapmıştı: “Yahudiler ve Araplar bin yıldan beri aynı hak ve imtiyazlara sahipler ve kendilerini bu milletten ayrı unsurlar olarak görmüyorlar.” Derken, 1950’de Bağdat’ta İsrail terörist eylemleri sökün etti. Irak Yahudilerinin İsraile göç etmede çekingen davranmaları üzerine, İsrail gizli servisleri, Yahudileri tehlikede olduklarına ikna etmek için, üzerlerine bomba atmakta tereddüt etmedi... Şem-Tov sinagoguna yapılan saldırıda, üç kişi öldü ve on kadar kişi yaralandı. Böylece “Ali Baba Harekâtı” adı verilen toplu göç başladı.

Bu anlayış Theodore Herzl'in temel doktrininin dosdoğru çizgisi içindeydi. “Hatıralarında (Diaries) bu konuda kendisi ısrarla durur. Daha 1895’te bir Alman muhatabına (Speidel) şu açıklamada bulunuyordu: “Antisemitizmi (Yahudi düşmanlığını) anlıyorum. Biz Yahudiler, hata bizim olmasa bile, çeşitli milletlerin içinde yabancı cisimler olarak kaldık.” (Kaynak: Hatıralar, S. 9)

Bundan birkaç sayfa sonra daha da net konuşur: ‘Antisemitler bizim en emin dostlarımız, antisemit ülkeler de bizim müttefiklerimiz hâline gelecekler.” (Hatıralar, S. 19)

Gerçekten de siyonistler ile Yahudi düşmanlarının amacı birdi: Yahudileri bir dünya gettosu içinde bir araya getirmek.

Hâdiseler Theodore Herzl’i haklı çıkardı.

31 Ağustos 1949’da, İsraili ziyaret etmekte olan bir grup Amerikalıya hitap ederken Ben Gurion şunları söylüyordu: “Bir Yahudi devleti kurma rüyamızı gerçekleştirmiş olmamıza rağmen, henüz işin başındayız. Bugün İsrailde 900 bin Yahudi var, hâlbuki Yahudi halkının çoğunluğu hâlâ dış ülkelerde bulunuyor. Gelecekteki vazifemiz bütün Yahudileri İsraile getirmektir.” Ben Gurion'nun hedefi, 1951-1961 arasında dört milyon Yahudi’yi İsraile getirmekti. Sadece 800 bin kişi geldi. 1960 yılında, bir sene içinde ancak 30 bin göçmen ayak bastı. 1975-76’da, İsrail dışına göç, gelen göçmen sayısını aşıyordu. Romanyada olduğu gibi, yalnızca büyük baskılar “Dönüş’e belli bir canlılık vermişti.

Hitler’in canavarlıkları bile Ben Gurionun hayalini gerçekleştirmeyi başaramadı.

1935 ve 1943 yılları arasında yabancı ülkelere sığınmış Nazizmin Yahudi kurbanları arasında, sadece yüzde 8,5’u gidip Filistine yerleşti. Amerika Birleşik Devletleri onları kabul etmeyi 182 bin (yüzde 7’den daha az) ile, İngiltere ise 67 bin (yüzde 2den az) ile sınırladı. Ezici çoğunluk, yani yüzde 75’i Sovyetler Birliği’ne sığındı.

Başından sonuna kadar, siyonist yöneticiler (ki bunların, 1941 yılında Hitlere işbirliği teklifi yapan Şamir gibi kişiler de dâhil, hepsi İsrail’de iktidar koltuğuna oturmuşlardır) Filistinde güçlü bir devlet kurmaktan başka bir şey düşünmüyorlardı.

 

“Altı Milyon” Efsanesi (Holokost)

 “Tevrat’ta yer alan ilâhi vaat örneğinde olduğu gibi Soykırım, İsrail devletinin kurulması için ideolojik meşruluğun bir ögesidir:” (Tom Segev, Yedinci Milyon, Ed. Liana Levi, 1993, s. 588.)

Nazizm tarafından Yahudilerin maruz bırakıldıkları muameleyi belirlemek için sık sık şu üç terim kullanılır; Soykırım, Holokost, Shoah.

Kelime kökü itibariyle “Soykırım”ın açık bir anlamı vardır: Bir ırkı ortadan kaldırmak. Hitler ırkçılığının iddia ettiği gibi ve İsrailli yöneticilerin de hâlâ savunageldikleri gibi, bir Yahudi “ırk”ının var olduğunu farzedelim.

Savaş boyunca bir Yahudi “soykırım”ı olmuş mudur?

“Soykırım” teriminin bütün sözlüklerde anlamı açık ve nettir, Mesela Larousse, şu tarifi veriyor: “Soykırım: Fertlerini imha etmek suretiyle etnik bir grubun düzenli olarak yok edilmesi.”

Demek ki bu kelime (Uluslararası Askeri Ceza Mahkemesi) Nürnberg’de tamamen yanlış bir anlamda kullanılmıştır. Çünkü bütün bir halkın yok edilmesi sözkonusu olmamıştır. Yani Amoriler, Kenanlılar ve Yeşu’nun kitabında söz edilen daha başka halkların uğradıkları “kutsal imhalar” gibi bir durum söz konusu değildir. Nitekim Yeşu’nun kitabında, meselâ Eglon’da ve Hebron’da yapılanlarla ilgili olarak şöyle denilir: “Arta kalan kimse bırakmadı” (Yeşu, 10/37). Ya Hatsor’da yapılanlar: “Hepsini helak edinceye kadar her adamı kılıçtan geçirdiler... Nefes sahibi bir kimse bırakmadılar” (Yeşu, 11/14).

Buna karşılık Yahudilik 1945’ten bu yana dünyada oldukça büyük bir atılım gerçekleştirdi.

Hitler, “Nasyonal Sosyalist” adlı partisinin kuruluşundan itibaren, sadece komünizmin kökünü kazımayı değil, bütün Yahudileri de önce Almanya’dan, sonra da hâkimi olduğu zaman bütün Avrupa’dan sürmeyi hedeflemişti. Üstelik de bunu en insanlık dışı bir şekilde yapacaktı: Önce göç ettirme, sonra sürme ve savaş sırasında da, ilkin Almanya’daki toplama kamplarına hapsetme, peşinden de hepsini topluca kovup atma yoluna gitti. Toplu sürgün için önce Madagaskar düşünülmüştü. Burası Avrupa Yahudileri için geniş bir getto oluşturacaktı. Derken onları işgal edilen Doğu topraklarına, özellikle de Polonya’ya sevketme yolunu seçti. Bütün bu yerlerde Slavlar, Yahudiler, Çingeneler ilkin savaş malzemeleri üretimi hizmetinde ağır çalışma şartlarından dolayı, ardından da korkunç tifüs salgınları yüzünden birer birer kırıldılar. Ölü yakma fırınlarının çokluğu bu tifüs salgınlarının genişliğini gözler önüne serer.

Hitler’in siyasi veya ırki kurbanlarına karşı bu gözü dönmüş davranışının tüyler ürpertici bilançosu ne oldu? Sözünü ettiğimiz İkinci Dünya Savaşı 50 milyon kişinin ölümüyle sonuçlanmıştır. Bunların 17 milyonu Sovyet vatandaşı ve 9 milyonu da Almandır. Polonya, işgal edilen diğer Avrupa ülkeleri ve onların yanında, tıpkı birincisi gibi, yine Batılıların rekabetinden doğmuş olan bu savaş için seferber edilen milyonlarca Afrika veya Asya askerleri çok ağır bir ölüm vergisi ödediler.

O hâlde, Hitler’in egemenliği, belli bir propagandayla gösterilmeye çalışıldığı gibi, sırf Yahudilere yönelik, tek değilse bile, başlıca kurbanları Yahudiler olan geniş bir “katliam” olmaktan öte bir şeydir. Maalesef eşi menendi görülmemiş bir insanı felâket olmuştur bu. Zira Hitler Avrupalı sömürgecilerin beş asırdan beri “derileri başka renkten” insanlara uygulaya geldiğini, beyazlara tatbik etmiştir. Nitekim Amerika kıtasının 80 milyonluk nüfusunun 60 milyonu imha edilmiştir (onlar da ağır işler ve silâhlardan daha güçlü salgınlar yüzünden kırılmışlardır). Afrikadan ise Amerika kıtasına on ilâ yirmi milyon köle sevkedilmiştir. Köle tüccarları bir esiri yakalayabilmek için on kişiyi öldürmek zorunda kaldıklarına göre, bu “köle ticareti” Afrikaya 100 ilâ 200 milyon cana mal olmuştur.

Yahudi soykırımı efsanesi herkesin işine geliyordu. Çünkü bundan “Tarihin en büyük soykırımı” diye bahsetmek, Batılı sömürgeciler için (Amerika yerlilerinin toplu kırımı ve Afrikalı kölelerin ticareti gibi) kendi cinayetlerini unutturmak; Stalin içinse, vahşi zulümlerinin üzerine sünger çekmek demekti.

Bu efsane İngiliz ve Amerikan yöneticilerin de işine geliyordu. Çünkü onlar 13 Şubat 1945’te Dresdende yaptıkları katliamı hafızalardan silmek istiyorlardı. Onlar o tarihte bu şehirde 200 bin sivilin fosfor bombalarının alevleri altında birkaç saat içinde kavrulup ölmelerine sebep olmuşlardı. Üstelik şehrin bombalanması için hiçbir sebep de yoktu. Çünkü Alman ordusu, Ocak ayında çoktan Odere girmiş olan Sovyetler'in yıldırım taarruzu karşısında, bütün Doğu cephelerinde bozguna uğramış geri kaçıyordu.

Daha çok da Amerikalıların işine yaradı bu efsane. Çünkü onlar henüz Hiroşima ve Nagaziki’ye yeni atom bombaları atmışlar ve arkalarında “200 binden fazla ölü ve acıları kısa veya uzun süre devam edecek olan 150 bin yaralı” bırakmışlardı. (Kaynak: Paul-Marie de la Gorce: 1939-1945. Meçhul Bir Savaş, Flammarion Yayınları, Paris, 1995, s. 535.)

Gayeler askeri değil, siyasi idi. Daha 1948’de Churchill, İkinci Dünya Savaşı (6. cilt) kitabında şöyle yazıyordu: “Japonya’nın kaderinin atom bombasıyla karara bağlandığını sanmak yanlış olur.”

Elie Wiesel’in Gece (1958) kitabından hareketle yetmişli yıllardan bu yana, aynı dram için kullanılan ve “Holokost” adlı filmle yaygın hâle getirilen Holokost terimi, Yahudilere karşı işlenmiş olan cinayeti eşi benzeri görülmemiş bir olay olarak gösterme iradesini gözler önüne çok daha net bir şekilde sermektedir. Bu terimle, Yahudilere yapılanın Nazizm’in diğer kurbanlarının katliamıyla ve hatta tarihin başka hiçbir cinayetiyle mukayese edilemeyeceği vurgulanmaktadır. Zira Yahudilerin ıstırapları ve ölüleri bu terimle kutsal bir mahiyet kazanmaktadır. Larousse holokost’u şöyle tarif ediyor: “Yahudilerde kullanılmakta olan kurban kesme âyini, bu âyinde kurban ateşle tamamen yakılıp kül ediliyordu.”

Yahudilerin şehidi demek ki bu şekilde başka hiçbir şehitle kıyaslanamayacak bir özellik arzediyordu. Çünkü kurban olması niteliğiyle o, tıpkı Hıristiyanlık ilâhiyatında Hazreti İsa’nın Çarmıha gerilmesi ve böylece yeni bir dönemi başlatması gibi, ilâhi planla bütünleşiyordu. Nitekim bu durum, bir hahama rahatlıkla şöyle dedirtecektir: “İsrail devletinin kurulmuş olması, Allah’ın Holokosta cevabıdır.”

Holokost’un kurban niteliğini haklı göstermek için, toplu imha ve imhaların yapılışında görülmedik endüstriyel düzenleme, ardından da ölüleri yakıp kül etme gerekiyordu. Eksiksiz imha. Bunun için de, Yahudi meselesi için, imha anlamına gelecek bir nihâi çözümün düşünülmüş olması gerekliydi.

Oysa Naziler için Yahudi probleminin “nihâi çözüm”ünün imha anlamına geldiğini ispatlayan tek bir metin, tek bir yazı bulup ortaya koyamamışlardır.

Hitlerin Yahudi düşmanlığı, daha ilk nutuklarından itibaren, Bolşeviklik’e karşı mücadele ile sıkı sıkıya bağlıdır; inşa ettirdiği ilk toplama kampları Alman komünistleri içindi. Zaten başkanları Thaelman dâhil, onların binlercesi orada ölüp gitmiştir.

Hitler bu işi şu safhalardan geçerek yürüttü:

- Birincisi, kendisine en zenginlerin mallarına el koyma fırsatı verecek şartlar içinde onların göç’ünü düzenlemek oldu.

- İkinci safha, hepsini dünya çapında bir gettoya gönderme gayesine uygun olarak açıkça ve net bir şekilde ülkeden atma niyeti oldu. Dünya çapındaki bu getto, Fransa’nın teslim alınışının ardından, Madagaskar adası olacaktı. Alman denetimine geçecek olan adadaki Fransız sakinlerin zarar ziyanları Fransa'ya ödetilecekti. Fransızların çekimser davranmalarından ziyade, bu işlem için gerekli tonajdaki gemilerin öneminden ötürü, bu projeden vazgeçildi. Almanya savaş esnasında böylesi gemileri bu tür bir işe hasredemezdi.

- Hitler’in Doğu Avrupa’yı, özellikle de Polonya’yı işgali, onları bu dış kamplara kitleler hâlinde sürerek Avrupa’yı Yahudilerinden boşaltmak demek olan “nihâi çözüm’e ulaşma imkânı verdi. Hava bombardımanları, açlık ve her çeşit kıtlık, güçsüzler için öldürücü olan o şehir merkezlerini boşaltmak için mecburi yürüyüşler gibi, savaş sırasında bütün sivil halkların uğradıkları felâketlere uğramakla kalmadılar, ayrıca Almanyanın savaş imkânlarına hizmet etmek için (meselâ Auschwitz-Birkenau I.G Farben kimya sanayiinin en işlek merkezi idi), en insanlık dışı şartlarda yaptırılan angaryalardan ötürü de buralarda Yahudiler en büyük acılara düçar oldular. Nihayet tifüs başta olmak üzere salgın hastalıklar, az beslenen ve takati tükenen bu kamp insanlarında ürkütücü yıkımlar yaptılar.

Öyleyse, kurbanları böylesi muameleler yüzünden ortaya çıkan o müthiş ölümleri izah etmek için başka yöntemlere başvurmaya gerek var mı? Ayrıca, kurbanların sayısını akıl almayacak ölçüde abartmaya ne hacet?... Hem de sonunda bu sayıda indirim yapmak zorunda kalmak gibi bir risk varken?... Ve nihayetinde şunları yapmaya mecbur kalacaksınız:

- Birkenau-Auschwitz levhasını değiştirip ölü sayısını 4 milyondan 1 milyona indirmek.

- Dachau “Gaz odası”nın levhasını değiştirip bunun hiçbir zaman faaliyete geçmediğini açıklamak.

- Paris’teki “Velodrome d’Hiver” levhasını da, buraya yerleştirilen Yahudilerin sayısını, sökülüp atılan ilk levhada yazıldığı gibi 30.000 değil, 8.160 olarak düzeltmek.

Söz konusu olan bir ölüler muhasebesi yapmak değildir.

İster Yahudi olsun, isterse Yahudi olmasın, tek bir masumun öldürülmesi, zaten insanlığa karşı işlenmiş bir cinayet olma açısından yeterlidir. Fakat bu hususta kurbanların sayısının hiçbir önemi yoksa, o zaman yarım asırdan daha fazla bir süreden beri şu değişmez altı milyon rakamına niçin saplanıp kalınmaktadır? Oysa Katyn, Dresden veya Hiroşima ve Nagazaki'nin Yahudi olmayan kurbanlarının sayısı dokunulmaz olarak görülmemektedir. Kutsallaştırılan altı milyon rakamının aksine, onlar için hiçbir zaman böyle bir altın sayı olmamıştır. Tek bir kategorinin (haksız zulümlere maruz kaldıklarına kimsenin itiraz etmediği) kurbanlarını belirleyen bu sayı, zaten sürekli olarak revize edilmiş/gözden geçirilmiş ve indirime gidilmek mecburiyetinde kalınmıştır.

İyi niyetinden şüphe etmediğimiz milyonlarca insanın zihninde, “ölü yakma fırını” ile “gaz odası'nın birbirine karıştırılmasına ve dolayısıyla Hitler'in kamplarında tifüs salgınlarının yayılmasını önlemek için önemli bir sayıda ölü yakma fırınının var olmasının kafa karıştırmasına rağmen, her şeyden önce ölü yakma fırını yeterli bir delil değildir. Çünkü bütün büyük şehirlerde, Paris'te, Londra’da ve bütün önemli başkentlerde ölü yakma fırınları mevcuttur ve buralarda ölülerin yakılması kesinlikle bir halkları imha iradesi anlamı taşımaz.

Öyleyse ateşli imha dogmasını oturtmak için “gaz odaları”nın ölü yakma fırınlarına eklemlenmesi gerekti.

Birinci zaruret, bunların varlığını ispatlamada ilk basamak, bu tedbirin alınmasını isteyen yazılı emri ortaya koymaktı. Oysa Alman yetkililer tarafından çok titiz bir şekilde düzenlenmiş olan arşivlerde ve Hitler’in bozgunu sırasında müttefikler tarafından bütün ele geçirilenler içinde, ne bu teşebbüs için ayrılmış bütçeler, ne bu odaların inşası ve işleyişi ile ilgili talimatlar vardı. Tek kelimeyle, her normal adli soruşturmada olduğu gibi, “suç âleti” nin tespitine imkân verecek hiçbir şey bulunamadı. Böyle bir şey asla ortaya konulamadı.

“Görgü tanıkları”nın sayısız şahadetlerine rağmen, eski Reich toprakları içinde zehirli gazla adam öldürme olmadığı resmen kabul edildiği hâlde, aynı şahadetlerin sübjektifliği kriterinin, Doğu kampları, özellikle de Polonya ile ilgili hususlarda benimsenmemesi dikkate şayandır. Bu “şahadetler” mahkemenin güvenilirliğine gölge düşürmüş olsalar bile.

Dachau Müzesi oyunu, oraya Holokost dogması öğretilmek üzere götürülen binlerce çocuğu kandırmakla kalmadı, aynı zamanda yetişkinleri de aldattı.”

Böylesine özenle devam ettirilen bu masaldan, Buchenwald veya Dachau’nun eski sürgünleri de dâhil, etkilenmeyen kimse kalmamıştır. Büyük bir Fransız tarihçisi, Caen Fakültesi fahri dekanı, Enstitü üyesi ve eski Mauthaussen sürgünü Michel de Boüard, 1986’da şu açıklamayı yapıyordu: “1954’te Mauthaussen hakkında yazdığım (...) kitapta, iki yerde gaz odalarından bahsediyorum. Zaman geçip de düşünmeye vakit bulunca, kendi kendime sordum: Mauthaussende gaz odası bulunduğu kanaatini nereden edindim? Benim kaldığım süre içinde kampta böyle bir yer yoktu, zira ne ben ne başka bir şahıs bunun olabileceğinden kuşkulanmıştı; öyleyse savaş sonrası zihnime yüklediğim bir “yük”tü bu, öylece kabullenilmişti. Sonra, metnimde -beyanlarımın ekserisini kaynaklara dayandırdığım hâlde- gaz odalarıyla ilgili hiçbir kaynak göstermediğimi farkettim.”  (Kaynak: Ovest-France, 2 ve 3 Ağustos 1986, s. 6)

Jean-Gabriel Cohn-Bendit daha önceden yazmıştı: “Bizim emin olduğumuz hususlarda artık bize inanılmaması pahasına da olsa, kamplarda turistlere göterilen, oysa şimdi hiçbir zaman olmadıkları bilinen bu gaz odalarının yıkılmaları için savaşalım!” (Kaynak: Liberation, 5 Mart 1979, s. 4.)

Nürnbergde mahkemeye ve bütün sanıklara gösterilen filmde, sunulan tek gaz odası Dachaudaki gaz odası idi.  Siyonist eğilimli olmasına rağmen, Münih Çağdaş Turih Enstitüsü adına Broszat, 26 Ağustos 1960’ta, Die Zeifte (S. 14) şunu yazıyordu: “Dachau gaz odası hiçbir zaman tamamlanmamış ve asla çalıştırılmamıştır. ."

Mehmed Zahid Aydar

Mîsak Dergisi

Sayı: 398 / Ocak 2024

____________________

(1)     Roger Garaudy (Roje Garodi), 17 Temmuz 1913’te Marsilya’da doğdu ve 13 Haziran 2012’de Paris’te vefat etti. 1952 yılında Sorbonne Üniversitesi’nden felsefe, 1954 yılında da SSCB Bilimler Akademisi’nden bilim dalında doktor unvanını aldı. Bir ara Marksist İnceleme ve Araştırmalar Merkezi müdürlüğünde bulundu, Fransız Parlamentosu’nda milletvekili, Meclis Başkan Yardımcısı ve Senatör olarak görev yaptı.

Kitapları, konferansları ve bildirileriyle bütün dünyaca tanındı. Yönetiminde bulunduğu sadece Fransız Komünist Partisi’nin değil, Fransa’nın da dünya çapında sözcüsü oldu.

Tek başına da kalsa her zaman doğruyu haykırdı. Don Kişot’u kendine rehber edindi. Partisinin körü körüne Rusya’yı desteklemesini tenkit ettiği için ihraç edildi.

Üniversite profesörlüğünden emekliye ayrıldıktan sonra telif çalışmalarına daha bir hız verdi. Her biri dünya çapında yankılar uyandıran 60'ı aşkın eser, on binlerce makale ve tebliğ yayınladı, binlerce konferans verdi.

Bütün ömrünü insanlığın huzur, mutluluk ve barış içinde yaşaması için ne yapılması gerektiği konusunda fikirler üreterek geçirdi.

Islâm'ı seçip Filistin halkının haklarını İsrail'e karşı savunmaya başladıktan sonra, pek çoğu İsrail taraflısı sermayenin elinde olan Batı basın-yayın organları ve büyük yayınevleri kendisini bir anda unuttu. Eskiden peşinden koşan Avrupa ve Amerika medyası onu tam bir sükût ambargosuna tâbi tuttu.

Bazıları gerçek anlamda şaheser olan kitaplarıyla Garaudy, hâlâ bütün dünyada eserleri okunan ve kendisine hayran olunan büyük bir düşünürdür.

(2)       AİHS’de hakların kötüye kullanılması yasağı /17. Madde: “Bu Sözleşme hükümlerinden hiçbiri, bir devlete, topluluğa veya kişiye, Sözleşme’de tanınan hak ve özgürlüklerin yok edilmesine veya burada öngörüldüğünden daha geniş ölçüde sınırlamalara uğratılmasına yönelik bir etkinliğe girişme ya da eylemde bulunma hakkını sağlar biçimde yorumlanamaz.”