İşgalci İsrail terör rejimi, başta ABD ve İngiltere’nin başını çektiği yeryüzü müstekbirlerinin İslâm dünyasının sırtına sapladığı hançerdir. İsrail'in kurulduğu günden bugüne bölgede kan ve gözyaşı eksik olmamıştır. Ne yeryüzü müstekbirleri ne de onların ileri karakolu olan İsrail, Filistin ile yetinmeyeceklerdir. Vadedilmiş topraklar safsatasıyla Türkiye’nin de üçte birine göz koyan İsrail varolduğu sürece bu topraklara barışın gelmesi mümkün değildir. İsrail’in varlığı başta Türkiye olmak üzere bölgedeki her ülke için bir tehditdir. Tanıtmaya çalıştığımız eser konu ile ilgili okuma yapmak isteyenler için bir başlangıç kitabı olarak değerlendirilebilir.
![]() |
Yahudilik ve Siyonizm Tarihi Abit Yaşaroğlu Pınar Yayınları Mîsak Dergisi Sayı : 406 / Eylül 2024 |
Yahudi aydınları yeni karşılaşılan
topluluklarla entegre olabilmek için geleneksel yaşamlarını küçümsemeye,
önemsememeye başladılar. Bu tepeden bakma genel Yahudi nüfusunu ters istikamete
yöneltti. Emansipasyonun (özgürleşme) sorunu çözmediği ortaya çıkınca Siyonist
hareket güç kazandı. Siyonizm'i ikiye ayırabiliriz. İlki Dini Siyonizm'dir.
Filistin'den çıkarılan Yahudilerin bir gün geri döneceğine ve Mesih'in ortaya
çıkmasından sonra bütün ırkların bir tek ırk/İsrail oğullarının egemenliğine
gireceğine inanan dini hareket. Musevilerin Siyon dedikleri Kudüs ve
dolaylarına dönme ve o kutsal topraklarda Süleyman Mescit'ini yeniden inşa etme
hülyası Eski Ahit'in ana prensibini oluşturur. Sinagog ayinleri dönüş
dualarından müteşekkildir. Gerek günün muntazam üç servisi arasında ve gerekse
yemek sonrası mufassal şükran dualarında Beni İsrail Süleyman peygamberin
meşhur mabedini Kudüs'te yeniden onarıp ihya etmek için tanrılarına yakarırlar.
Hiçbir İbrani vaizin hutbesini 'kurtarıcı bir gün Siyon'a gelse' demeden ve
cemaatin amin cevabını yapıştırmadan bitirmesi düşünülemezdi. Yılda iki kez
Fısıh bayramı şenliklerinde ve kefaret gününün sonunda büyük bir heyecanla
ümitlerini dile getirirler, 'gelecek sene Kudüs'te (buluşmak üzere)' diye
bağrışırlardı. Eski ahit "Babil nehrinin kıyısında oturup da ağladık,
Siyon'u hatırladıkça” der.
Esas olan ise Siyasi Siyonizm'dir Bu iki
hareket arasındaki farkı bir Yahudi olan Martin Buber şöyle açıklamaktadır:
“Yahudi dini kökünden koparılmıştır. Bu hareket XIX. asırda doğmuş Yahudi
milliyetçiliği ile arazları sonradan ortaya çıkan hastalığın esasıdır. Toprak
istemenin bu yeni şekli ve onun arkasında yatan her şey modern batı
nasyonalizminden alınmıştır.”
Siyonizm'i öteki sömürgeci hareketlerden
ayıran, ülkeye gelip yerleşen göçmenlerle, ülkesi işgal edilenler arasındaki
ilişkidir. Siyonist hareketin açıkça ifade edilen hedefi, Filistin halkını
sadece sömürmek değil, malından ve yurdundan edip dağıtmaktır.
Haham Kalischer (1795-1874) Doğu
Prusya'nın Thorn kentinde hahamlık yapan Polonya doğumlu bir Musevi aydınıydı.
O da Alkalâai ile aynı yönde düşünüyordu, hatta 1861 yılında Thurn kentinde bu
amaçla bir kongre topladı. Kalischer 1836 gibi erken bir tarihde Rothschildlere
zamanın Mısır ve Filistin valisi olan Kavalalı Mehmet Ali Paşa'dan Kudüs'ün
satın alınması için bir girişimde bulunmalarını rica etmişti. Aynı isteği bir
süre sonra Moses Morrtefiore'ye de yineledi. Kalischer'in bu çabaları somut bir
sonuç vermedi ise de Evrensel İsrailoğulları Birliği bu Musevi aydının
fikirlerini değerlendirerek 1870 yılında Yafa'da İsrail'in umudu isimli bir
tarım okulu ve yerleşim merkezi kurmayı kabul etti.
Bu arada Siyonistler Yahudilerin
Filistin'e gelmesinden sonra buraları çölden yeşil vahalara çevirdikleri
yalanını yayıyorlardı dünyaya; bu büyük bir yalandır. 19. asrın başında
tepelerin yamaçları özenle yapılmış taraçalarla örtülüydü ve arazi bir baştan
bir başa sulama kanalları ile kaplanmıştı. Filistin'de yetiştirilen turunçgil,
zeytin ve hububatın ünü dünyayı sarmıştı. Bu konuda, gerek 18. ve 19.
yüzyıllarda yazılmış seyahatnameler, gerekse 19. yüzyılda Britanya Filistin
Araştırma Fonu'nca yayınlanan üç aylık akademik raporlar bir çok bilgi
içermektedir.
Kraliçe'nin yakınlarından bir İngiliz
Yahudisi olan Moses Montefeir bu devletin İngiltere himayesinde kurulması
gerektiğine inanıyordu ve bu fikrini 1835 yılında açıkladı. O kadar ki
1830'ların sonunda İngiltere'nin Beyrut konsolosu olan Henry Churchill Filistin'de
bir Yahudi devleti kurulması için buranın işgalini dahi önerdi. Ancak İngiliz
Yahudi işbirliği bir Püriten olan Cromweli dönemine kadar geriye götürülebilir.
Hatta Yahudilerin İngiltere'ye giriş yasağı bu mezhebi kaygılarla
kaldırılmıştı. Zamanla bu ilişkiler gelişti. Mesela, 1827-1839 arası
İngilizlerin yoğun çabasıyla Kudüs'teki Yahudi nüfusu 550'den 5500'e çıktı ve
Filistin çapında 10.000'i aştı. Bu Yahudilerin ilk defa gerçek manada geri
dönüşlerinin başlangıcı idi.
Avrupa devletleri, özellikle İngiltere,
Fransa, Almanya ve Rusya bölgede güçlerini artırmak için çeşitli misyoner
faaliyetlerini desteklemişlerdir.
Göç'ün Hızlanması
Artık yeni Yahudi göçü için tek alternatif
vardır; Filistin. Orada birilerinin olması, başkalarının vatanı olması çok da
önemli değildir. Hatta Siyonistler bir adım ileri giderler ve “Halkı olmayan
bir ülkeyi, ülkesi olmayan bir halka devredin” sloganını bayraklaştırırlar.
Amerika'da veya Balkanlarda oynanan oyunlar burada da tekrarlanacaktır.
Vatansız halka, halksız vatan söylemi. O tarihlerde Yahudilerin vatansız
oldukları doğru olabilir ama kendilerine vatan yapmaya çalıştıkları Filistin'in
halksız olduğu büyük bir yalandır ve Siyonistler büyük katliamlarla halkı
Filistin'den sürünceye kadar Filistinliler bölgede her zaman çoğurlukta
olmuşlardır.
Siyonizm Filistinlilerin varlığını
yadsırken, onların sadece vatanlarından değil, tarihten de silinip atılmaları
için gerekli ortamı yaratmaya çalıştı. Bu amaçla tarihi belgeler de çarpıtıldı.
Varlıkları kabul edildiği durumlarda bile Filistinliler yarı vahşi, göçebe bir
halk kalıntısı olarak gösterildi.
Bu arada Siyonist teşkilatlar boş durmuyor
ve her türlü yasağı delerek Filistin'e Yahudi göçüne devam için teşkilatlar
kuruyorlardı. Önceleri küçük birer kol olarak teşkilatların bünyelerinde
kurulan Filistin'e Muhacir gönderme teşkilatları zamanla büyüyerek bağımsız
hale gelmişler ve Siyonist Territorial Organization (ZTO) ismini alarak tek
çatı altında birleşmişlerdir. Bunların çalışmaları ile 1840'dan 1900'e dek
kentteki Yahudi nüfusu 5000'den 35.000'e yükselmiştir.
Yahudilerin Filistin'de toprak
mülkiyetlerinin gelişmesi, Moşav denilen Koloniler halinde olmuştur. Yahudi
belgelerine göre Filistin'deki ilk Moşav 1860 yılında küçük bir arazi üzerinde
kurulan Petah-Tikva isimli, moşavdır. Petah-Tikva'dan sonra 1882'de Rishon Le
Zion moşavı kurulmuştur.
Osmanlı devletinin bu dönemde göçe karşı
koyduğu yasakları aşmanın yolu olarak Siyonistler bir Avrupa devletinin
vatandaşı olmayı bulmuşlardı. Kapitülasyonlar yüzünden bunlarla mücadele
oldukça zordu, Ancak Abdulhamid bu konuda oldukça tedbirli ve hassastır. Alınan
tedbirlerden rahatsız olan İngiltere'nin İstanbul Büyükelçisi White 'Babıali
egemenlik haklarını korumak için dostlarının hatırını kırmaktan, haklarını hiçe
saymaktan çekinmiyor' diyecektir.
Abdulhamid 1904 yılından sonra
Siyonistlere karşı farklı bir yol seçer ve Kudüs'e atanan valileri 1904
yılından sonra Mabeyn görevlilerinden seçmeye başlar. Abdülhamid'in tahttan
indirilmesinde Siyonistlerin büyük çabası vardır. Hatta Abdülhamid'e hal edildiğini
bildirecek heyette bile bir Yahudinin bulunması Abdulhamid'i çok rahatsız
etmiştir.
2.Meşrutiyet Dönemi
İttihat Terakki ilk örgütlenmelerini mason
localarında gerçekleştirmişti. Hatta bu localara gerekli vasıfları haiz görülen
kimseler kabul edilir ve mahfilde iyice tecrübe edildikten sonra İttihat ve
Terakki Cemiyeti'ne geçirilirdi. Örneğin Selanik'teki Makedonya Rizorta
Locası'nda İttihatçılardan Talat Bey (Paşa), Kazım Paşa, Mithat Şükrü Bleda,
Manyaszade Refik bulunuyordu. Yine Selanik'teki Veritas Locası'nın üstadı
İttihatçı Emmanuel Karasu idi. Bu locada daha sonra Bahriye Nazırı olacak Cemal
Bey (Paşa), Faik Süleyman (Paşa), İsmail Canbulat, Mustafa Necip yer alıyordu.
Talat ve Naki Beyler bu locada da üye idiler. İttihat Terakki'nin mason
üyelerine 'Li ebeveyn' kardeş denirken, olmayanlara 'Lieb kardeş’ denilmiştir.
Temmuz 1908 ihtilalinden hemen sonra
Siyonist liderler Ekim 1908'den itibaren İttihat Terakki liderleri ile
görüşmeye başladılar. Hatta bir Siyonist lider “eğer Herzl yaşasa idi
(hürriyetin ilanı için) “bu benim beratım' derdi” diyordu. Yunanlı araştırıcı
S. Yerasimos “İttihat Terakki cemiyeti, iç örgüsü itibarıyla bir Türk-Yahudi
ittifakı görüntüsü vermektedir. Türkler bu ittifaka mükemmel bir askeri
malzeme, Yahudiler ise yönetici, beyin ve teşebbüs imkanı, para ve Avrupa
basınında güçlü bir destek sağlamaktadır” demektedir,
Bir uzmana göre İttihat Terakki içinde E.
Karaso, H. Nahum ve Moiz Kohen ve Nissim Ruso gibi önemli Siyon liderleri
vardı. Bu liderlerden Moiz Kohen 1883 tarihinde Serez'de doğmuştu. Üç
kardeşinden biri Serez Hahamı olan Moiz Kohen de Selanik'te bulunduğu sırada
hahamlık eğitimi gördü ve haham oldu, ancak hiçbir zaman hahamlık yapmadı.
Selanik'te mason örgütüne girdi.
Kohen Hamburg'ta toplanan IX. Siyonist
Kongresi'ne Selanik üyesi olarak katılmıştı. Daha sonra Tekin Alp ismi ile Ziya
Gökalp'i de etkileyen yazılar yazacaktır. Kohen'in en tehlikeli manevrası din
konusunda olmuştur. O İslam dinini “Türkün atalar ruhunu zincire vuran bir din”
olarak göstermiştir. Daha sonraki yazı ve makalelerinde de İslam'dan 'kara
kuvvet, Arap kültürü, gericilik, manevi esaret, çöl kanunu' diyerek
bahsetmiştir. Tekin Alp, Nice'de 1961 yılında öldü ve oradaki Yahudi mezarığına
gömüldü.
İttihat Terakki'nin Yahudilerin göç ve
toprak satın alma yasağını kaldırması Osmanlı'nın durumunu sarstı. Şubat
1909'da Karaso Osmanlı Göçmen kumpanyasını kurdu. İttihat ve Terakki'nin ağır
topları ülkeye Musevi göçünün yararlı olacağı kanısındaydılar. Ahmet Rıza
Musevilerin fen, endüstri, ticaret gibi herşeyde birinci olduklarını vurguluyor
ve Musevilerin kendilerine yardım ettikleri takdirde Osmanlı ülkesine hiçbir
kısıtlama olmaksızın yerleşebileceklerini temin ediyordu, ve “Biz, Rusya'dan
olsun, Romanya'dan olsun, Musevileri İmparatorluğumuzun her köşesinde ellerimiz
açık olarak karşılamaya hazırız; yeter ki onlar sermayelerini alarak ülkenin
endüstri ve tarımına katkıda bulunmaya gelsinler," diyordu. Bu
Abdulhamid'in anladığı tehlikeyi İttihat Terakki'nin anlamadığı manasına
geliyordu. Hüseyin Hilmi Paşa, Filistin'de Museviler için konan yasakları
kaldırmaktan çekinmedi. Önce Filistin'e girişte Musevilere verilen Kırmızı
Tezkere usulü kaldırıldı. Daha sonra da Siyonistlerin toprak satın almaları
serbest bırakıldı.
1. Dünya Savaşı
Bütün çabalara rağmen 1. Dünya Savaşı
çıktığı zaman Filistin'de toplam Yahudi nüfusu 85.000'dir ve bu tüm filistin
nüfusunun %12'sine tekabül etmektedir. 1917'de Filistin'de 56.000 Yahudi,
644.000 Filistinli vardı. 1922'de Yahudiler 83.794, Filistinliler 663.000 oldu.
1931'de ise Yahudilerin sayısı 174.616, Filistinlilerinki ise 750.000 idi.
I. Dünya Savaşı sırasında bu bölgedeki
Yahudiler Osmanlı'nın artık güçten düştüğünü anlayarak İngilizlerden yana tavır
koymaya, gönüllü birlikler oluşturmaya başlamışlardır.
İngilizlerin Yahudileri korumalarının bu
dönemdeki nedeni Süveyş Kanalı'na yapılan Osmanlı saldırısıdır. Haim Weizmann
Filistin'e yerleşen Yahudilerin İngilizleri destekleyeceğini, orada 1.000.000
nüfusa ulaştıkları zaman Süveyşi savunacaklarını ileri sürüyor, Lloyd George
ile görüşerek onunla anlaşmaya çalışıyordu.
Yahudilerin İngilizler adına
oluşturdukları İstihbarat örgütü bölgede bizim açımızdan oldukça tehlikelidir.
Siyonizm konusunu gündeme getiren kişilerin ilklerinden olan Milis Generali
Cevat Rıfat Atilhan'ın bu konuda bu kadar duyarlı olmasının ana sebeplerinden
biri de onun 1. Dünya Savaşı sırasında istihbaratçı olarak Kudüs ve civarında
bulunması ve onların planları hakkında birinci elden bilgiler elde etmesidir.
Cevat Rıfat Atilhan Filistin'de Yahudi Casusları isimli kitabında, “bölgede
yakalanan çok sayıda Yahudi casusunun, Şam'a sevk edilerek burada Divan-ı
Harp'te yargılandığını” yazmaktadır.
Hatta Lawrens'in en önemli bilgi
kaynağının Yahudiler olduğu Medine Müdafii olarak meşhur olan Fahreddin Paşa
tarafından iddia edilmiştir.
İsrail'e Giden Yol ve Balfour Deklarasyonu
1. Dünya Savaşı'nın en tehlikeli
dönemlerinden birinde, 2 Kasım 1917 yılında Siyonist Haim Weizman ile İngiltere
Başbakanı Loyd George ve Dışişleri Bakanı James Balfour bir araya gelirler.
İngiltere Filistin'de bir Yahudi devleti kurulması gerektiğini diplomatik ama
açık bir dille ilan eder. Bu deklarasyona Balfour Deklarasyonu adı verilir ve
bu Siyonizm'in en büyük başarılarından biridir. Bu başarı da ABD'nin baskıları
önemli rol oynamıştır. Bu deklarasyon james Ballour 1918 içinde Fransa, İtalya
ve ABD tarafından da tanınır.
Rothschild'in 18 Temmuz 1917 tarihinde
Balfour'a sunulan orijinal taslağı üç önemli konu içeriyordu; birincisi
Filistin'in Yahudilerin vatanı olarak yeniden yapılandırılması, ikincisi
Yahudilerin sınırsız olarak göç hakkı ve üçüncü olarak Yahudilerin içeride
kendi kendilerini idare etmeleri idi. Mektubun içeriği 31 Ekim'de onaylanabildi
ve bu arada önemii değişikliklere uğramıştı. Filistin'le Yahudilerin vatanı
arasında herhangi bir bağlantı kurulmamıştı, aynı şeklilde Yahudilerin
kısıtlamasız göçlerinden veya kendi kendilerini yönetmelerinden hiç söz
edilmiyordu. Ayrıca, bu ülkede (Filistin) yaşayan ve Yahudi olmayan toplumların
medeni ve dini haklarını hiçbir şekilde ihlal etmeyeceği de vurgulanıyordu.
Weizmann ve arkadaşlarının verdikleri ilk muhtırada Filistin'de bir Yahudi
yurdu değil Filistin'in bir Yahudi yurdu olmasını istemişlerdi. Aslen musevi
kökenli olan ünlü yazar Artur Koestler “bu belgeyle, bir milletin (İngiliz),
başka bir millete (Yahudi), üçüncünün (Arap) ülkesini vadettiğini” kaydedecektir.
Bu deklarasyonun ilanında Rusya'nın durumu da etkili olur. Rusya yıkılmış,
yerine Sovyetler kurulmuştur ve Rusya'nın yeni liderleri savaştan çekilmek
istemektedirler. İngiliz karar vericiler İhtilalcilerin arasındaki Yahudi
kökenlilerin ağırlığını bilirler, üstelik aldıkları istihbarata göre yeni
Rusya'da en etkili lobi, Siyonistlerdir. Mesela, 61 üyesi olan Bolşevik Partisi
Umumi İdare Heyeti'nde 55 kişi Yahudidir. İngiltere Rusya'yı savaşta tutmak
için bu ülkedeki Siyonistlere bir jest yapıp Siyonizme sahip çıkan ülke imajı
yaratmalarının gerektiğine inanmaktadır. Devrim sonrası Rusya'da büyük
mitingler tertib edilmiş ve 'Rusya'da özgürlük, Filistin'de özgürlük” sloganı
ile kitleler halinde Yahudiler sokaklara dökülmüştür. Şunu da unutmamak lazım
ki, İngilizler yıllar boyu İmparatorluk Almanya'sına karşı yürüttükleri savaşta
Birleşik Devletler ile İngiltere'deki büyük Yahudi kapitalistlerin ve banka
kuruluşlarının desteğini sağlamak için Siyonist liderleri kullanmışlardır.
İngiltere 24 Temmuz 1922 tarihinde bölgede
resmen Manda Yönetimi kurar. Milletler Cemiyeti bu kararı 29 Eylül 1922
tarihinde onaylar.
Paris'te bulunan Türk delegasyonu 18 Mayıs
1922 tarihinde daha Türkiye ile nihai barış imzalanmadan Milletler Cemiyeti'nde
Filistin mandasının İngiltere'ye teslim edilmesini kınar.
Suriye Milli Kongresi 1920 Mart'ında
toplanarak Faysal'ı Suriye kralı ilan etmişti. Kongre'nin Suriye dediği
topraklar Suriye, Filistin, Lübnan ve Ürdün'ü içine alan Büyük Suriye'dir.
Faysal'ın krallığı uzun sürmez. Faysal Fransız mandasına karşı direnmek
istemişse de Fransız işgal kuvvetlerine karşı fazla direnemez ve Suriye'den
kaçarak İngiliz işgalindeki Filistin'e sığınır.
Bölgeye 1 Haziran 1920 tarihinde yüksek
komiser olarak Sir Herbert Samuel gönderilir. Siyonist hareket, İngiliz mandası
altında her alanda örgütlenerek devlet içinde devlet haline gelir. 1918 yılında
temeli atılan Kudüs'teki İbrani Üniversitesi kısa sürede tamamlanarak General
Allenby'nin de hazır bulunduğu bir törenle açılır. İsrail devleti kurulduktan
sonra Yahudi halkının büyük bölümünü kapsayacak olan, İbranice “teşkilat,
kuruluş” anlamına gelen Histatrut adlı meslek örgütü (işçi, esnaf, köylü, memur
birliği) 1924 yılında kurulur. Yine aynı yıl milli tiyatro ve İşçi Partisi de
kurulur. İsrail devletinin iskeletini oluşturacak olan Yahudi Ajansı da bu
dönemin ürünüdür.
Bu çalışmalarda İngilizlerin ilk manda
yöneticisinin etkisi vardır. Çünkü İngilizler buraya İngiliz vatandaşı Yahudi
siyonistlerden ve Balfour Deklarasyonu'nun mimarlarından Herbert Samuel'i
yüksek komiser olarak atarlar. Bu tayin bir nevi Filistin'e erkenden Siyonist
Yahudi Devleti Başkanı atamak anlamına gelmektedir. William B. Ziff eserinde
Samuel'in gelişini “iki bin yıl sonra gelen bir Yahudi yönetici” olarak
nitelendirir ve Yahudilerin sahilde Samuel'in karaya çıkışını “Yeni bir Musa
sevinci ve çılgınlığı" ile karşıladıklarından bahseder. Samuel, dört yıl
içinde Yahudi nüfusunu bir misline yakın arttırır.
Bu arada daha önce yoğun Müslüman nüfusu
eritmek için Balkanlarda uygulanan vahşet projesinin tekrarı uygulamaya sokulur
ve Siyonist terör örgütleri buralarda faaliyete geçerler. Aslında kıdemli
Siyonistlerden Vlademir Jabotinsky'nin 1923 yılında yazdığı Demir Duvar
makalesini okumazsak Siyonistlerin mantığını anlayamayız. Jabotinsky Haganah'ın
kurucusudur. Ve Dünya Savaşı sırasında İngilizlerin yanında Osmanlı'ya karşı
savaşmıştır.
Jabotinsky makalesinde fikirlerini gayet
net açıklar ki, bu fikirler daha sonra İsrail devletinin politikalarını da
anlamamızda etkili olacaktır. “Ne şimdi ne de görünür gelecekte Araplarla bir
uzlaşmaya varmamız söz konusu bile olamaz. Doğuştan kör olanları saymıyoruz ama
tümü ile iyi niyet sahibi insanlar bile artık anlamışlardır ki, Filistin'in bir
Arap ülkesi olmaktan çıkarılıp Yahudi çoğunluğa ait bir ülke haline getirilmesi
konusunda Filistinli Araplarla gönül rızasına dayalı bir anlaşma sağlamak kesinlikle
olanaksızdır. Her biriniz sömürgecilik tarihi üzerine az çok bir şeyler
biliyorsunuz. Bir ülkenin, o ülkenin yerlisi olan insanların rızası ile
sömürgeleştirilebileceğini kanıtlayan tek bir örnek gösterebilir misiniz? Böyle
bir şey hiçbir zaman olmamıştır... Bir yerin yerlisi olan her halk o yeri kendi
kutsal ikametgâhı olarak görür, tabi kendisini de oranın gerçek sahibi.
Dolayısı ile böyle bir durumda yeni bir sahip hiçbir zaman gönül rızası ile
kabul edilmez. Araplar için de durum aynıdır.
Şimdi aramızdaki bazı uzlaşma yanlıları,
gerçek ve temel bazı hedeflerimizi birtakım formülasyonlarla allayıp pullayıp
Araplara yutturabileceğimizi, Arapların da bu oyuna gelecek kadar sersem
olduklarını söyleyip bizleri ikna etmeye çalışıyorlar, Bense Filistinli Araplar
konusundaki bu görüşü açıkça reddediyorum.
Biz Filistin'e karşılık ne Filistinlilere
ne de öteki Araplara hiçbir şey veremeyiz. Öyleyse gönül rızası ile
anlaşamayız. Bugün sömürgeleştirme faaliyeti, en sınırlandırılmış haliyle bile,
yerli halkın iradesine rağmen sürdürülmek zorundadır. Dolayısı ile bu faaliyet
ancak ve ancak yöre halkının hiçbir şekilde kıramayacağı, adına Demir Duvar
diyebileceğimiz bir güç kalkanının ardında sürdürülüp, geliştirilebilir.
İşte bizim Arap politikamız budur. Bunu
herhangi başka bir biçimde formüle etmeye kalkışmak da olsa olsa
ikiyüzlülüktür. Zor mutlak surette kullanılmalıdır, hem de bütün şiddeti ile,
hiçbir hoşgörü olmaksızın. Bizim bu konuda militaristlerle vejateryenler
arasında pek elle tutulur bir ayrım yoktur aslında. Birinciler Musevi
süngülerinden oluşan Demir Duvarı yeğlerken, ötekiler İngiliz süngülerinden bir
Demir Duvarı daha uygun görmektedirler...”
Jabotinsky başka bir yazısında da “komşusu
ne kadar iyi ve candan olursa olsun ona inanan aptaldır. Adalete inanan da
aptaldır. Adalet, bileği güçlü olanın ve bu bileği büyük bir ısrarla
istediklerini gerçekleştirmek için kullananındır.” demektedir.
Jabotinsky'e bu fikirlerinden dolayı
rakipleri Wademir Hitler lakabını verirler. Jabotinsky İtalyan Faşistleri ile
çalışır hatta İtalya'da kurduğu askeri okul Mussolini tarafından
denetlenecektir. Mussolini'nin Yahudilerle arası ise genelde iyidir. Yahudiler
Faşist hareketin her alanında faaliyet gösterirler. Mussolini'nin Maliye Bakanı
Guidiyo Jung Yahudi'dir. Hitler iktidara gelince Mussolini kendini Avrupa'daki
Yahudilerin koruyucusu ilan eder. Duçe Hitlerin sihrine kapılınca Yahudi
aleyhtarlığı günyüzüne çıkar ama sadece yüzeysel olarak.
Roger Graudy Siyonizm Dosyası isimli
eserinde şöyle der: “Bugün kutsal savaşı körüklemek amacıyla askeri hahamlar
tarafından durmaksızın dile getirilen ve İsrail'de okullarda ders kitabi olarak
okutulan Yeşu'nun Kitabı, ele geçirilen ülkelerde halkın kutsal amaçlarla
yokedilmesi ve herkesin, erkekler gibi kadınların da, çocukların da
ihtiyarların da kılıçtan geçirilmesi üzerinde ısrarla durmaktadır.” Siyonistler
bunu filiyata da dökmüşlerdir; Bunu da çeşitli terör örgütleri ile
yapmışlardır.
Der Yasin Katliamı
İlk büyük katliam Der Yasin katliamıdır. 9
Nisan 1948 sabahı saat 04'te başlayan katliamda akıl almaz vahşetler işlenir.
Bu katliamdan Sağ kurtulan Halime Eyd isimli genç bir hanım olayı İngiliz
görevlilere şöyle anlatır:
“Bir adamın doğurmak üzere olan yengem
Saliha'ya ateş ettiğini daha sonra da kasap bıçağı ile karnını yardığını
gördüm."
Nane Halil isimli başka bir hanım da
olayları şöyle anlatır:
“Bir adam eline geçirdiği bıçakla Cemile
Hişm'i baştan aşağı yardı, sonra aynı adam yengem Fatma'yı aynı şekilde
öldürdü.”
Müslüman bir toplumda tecavüz olaylarının
çok da rahat anlatılamayacağını göz önüne almamıza rağmen bu olayda bir çok
hanım bu çeşit pislikleri de aktarmak zorunda kalmışlardır. Cesetlerin
parçalanması ise vaka-i adiyedendir. Bu konuda Kudüs ey Kudüs isimli kitap ana
kaynaklardan biridir.
Haganah komutanlarından Zvi Ankori
“koparılmış cinsel organlarla, karınları deşilmiş kadınlar gördüm... Düpedüz
katliamdı... ” demektedir.
Katliamın planlayıcısı Begin, olayın
mantığını şöyle açıklayacaktır:
“Eğer biz bu tarz bir eylem yapmamış
olsaydık Arap halkını dehşete düşürüp bölgeden çekilmesini sağlayamayacak,
sindiremeyecektik. Dolayısı ile BM tarafından kurdırrulan, yeni İsrail devleti
kağıt üzerinde kalmaya mahkum olacaktı.”
Der Yasin'in katillerinden biri olan
Scheib isimli bir Siyonist 1967 yılında bir konuşmada; “Der Yasin olmasa idi,
bugün İsrail devleti topraklarında hâlâ yarım milyon Arap yaşıyor olacaktı. Ve
tabii İsrail Devleti de olmayacaktı, Bunu hiç hesaptan çıkarmayıp hep
sorumluluklarımızın bilincinde olmamız gerekir.” Nobel Barış Ödülü sahibi
Menaham Begin “Der Yasin olmadan İsrail olamazdı” demektedir. S.99
İsrail'in Kuruluşu
İkinci Dünya savaşı sona erdiğinde
Filistinliler Almanya'nın yanında, Siyonistlerse (Almanlarla yapılan gizli
görüşmeler hariç tutulursa) Amerika/İngiltere'nin yanında gözükmektedir. Bu
sırada başkan Roosevelt 12 Nisan 1945 tarihinde ölür. Bu Yahudiler için
şanstır, çünkü Roosevelt İbn Suud'la Yalta Konferansı'ndan sonra yaptığı bir
görüşmenin sonucu olarak Siyonist aleyhtarı bir politika izlemeye başlamıştır.
Kral Suud 30 Nisan 1943 tarihinde Başkan Roosevelt'e yazdığı bir mektupta
“Allah korusun, Yahudiler arzularına kavuşursa, Filistin ebediyyen
karışıklıkların ve güçlüklerin kaynağı olacaktır” demişti. Başkan buna karşılık
yazdığı mektupta Filistin meselesinde Arap halkın aleyhine olabilecek hiçbir
harekette bulunmayacağını bildirmiştir.
Siyon yanlısı başkan yardımcısı David
Niles “Roosevelt yaşasa idi İsrail'in varolacağına dair ciddi tereddütlerim
vardı” diyordu. Roosevelt'in ölümü üzerine ABD başkanı olan Truman, İsrail'in
kurulmasına soğuk bakmaktadır. Ancak o da kısa bir süre sonra Yahudi lobisinin
isteklerine boyun eğer, hatta İngiltere'nin Yahudi göçüne getirdiği
sınırlamanın kaldırılması için İngiltere'ye başvurur. Truman üzerinde baskı
yapanlar Yahudi oylarının etkinliğini ve Yahudi sermayesinin gücünü öne
sürmektedirler. S.107
1947 Nisan'ında İngiltere, Filistin'deki
kargaşanın BM'de çözülebileceğini ilan eder. Bunun üzerine güçlü Yahudi lobisi
derhal harekete geçer. Bu arada Mısır ve Irak 21 Nisan'da, Suriye, Lübnan ve
Suudi Arabistan 22 Nisan'da BM'ye başvurarak Genel Kurul gündemine Filistin'in
bağımsızlığının ilanı maddesinin konulmasını isterler. İngiltere'nin
açıklamasından sonra 23 Nisan 1947 tarihinde BM'de, Birleşmiş Milletler
Filistin Özel Komisyonu kurulur. Bu komite Amerika, Rusya, İngiltere, Fransa,
Çin ve Arap ülkelerinin dışta kalmaları esas alınarak, Avusturalya, Kanada,
Çekoslovakya, Guatemala, Hindistan, İran, Hollanda, Peru, İsveç, Uruguay ve
Yugoslavya temsilcilerinin bulunduğu bir komisyon olarak oluşturulur. Komisyon
16 Haziran - 24 Temmuz tarihleri arasında bizzat Filistin'de çalışarak konuyla
ilgili raporunu 31 Ağustos 1947 tarihinde hazır hale getirdi. Bu BM'nin 181
sayılı kararıdır. Komisyon raporunda oy birliği ile Filistin'in bağımsızlığı
teklif edilir. Ancak bu konuda komisyon raporunda iki görüş ortaya çıkar: İran,
Hindistan ve Yugoslavya temsilcilerinin destekledikleri öneri bir
Filistin-Yahudi federasyonu kurulmasını içerirken diğer öneri ise bağımsız bir
Yahudi devleti kurulmasını içerir. Takriben üç ay sonra da ABD ile SSCB ortak
bir teklif vererek bir Yahudi devletinin kurulmasını isterler.
İsrail ve Sovyet ilişkileri olumsuz gibi
görülmesine rağmen, 2. Dünya Savaşı sona ermeden toplanan Yalta Konferansı'nda
Filistin'de bağımsız bir Yahudi devleti kurulması fikrini ortaya atan
Stalin'dir. Çar ordusunda subay olan E. Vlademir Gredjinsky, Stalin'in ailesi
hakkında şu bilgiyi aktarır: “Stalin” küçüklüğün den beri tanırım. Babası bir
eskici, dedesi ise Yahudi bir tenekeci idi." S. 108
ABD İsrail'in kuruluşunu de facto (fiili
durum) olarak tanırken, SSCB de Jure (meşru) olarak tanımıştır. Bu meselenin BM
gündemine ortak bir teklifle getirilmesi, Yalta'da alınan kararın devamından
başka bir şey değildir. Nihayet yapılan oylama ile bağımsız İsrail devleti
kağıt üzerinde kurulur, Tarih 29 Kasım 1947.
Bu oylama yapıldığında Yahudiler İsrail
topraklarının henüz % 5.6'sına sahiptir. Çizilen haritada ise bu oran en
verimli alanlar dahil olmak üzere % 56'ya çıkarılıyordu. İsrail'in kurulmasına
karşı olumsuz oy kullanan Türkiye'nin daha sonra İsrail'i tanıması da olayın
farklı bir boyutudur. Asıl ilginç olaylardan biri de oylama idi. 26 Kasım 1947
tarihinde BM Genel Kurulu'nu toplayan ABD bir Yahudi devletinin kurulması için
oylama ister... Yeterli çoğunluğu sağlayamayan Amerika ertesi gün ikinci bir
oylama ister. Ancak bu oylamada da yeterli çoğunluk sağlanamaz. Bir gün ara
veren Amerika, Latin Amerikalı üye ülkelere inanılmaz düzeyde baskı ve tehdit
uygulayarak 29 Kasım'da tüzüğe aykırı olarak 3. oylamayı yaptırır; gerekli
çoğunluğu 1 oy farkla temin eder ve Filistin topraklarında bir Siyonist devlet
kurulmasını sağlar.
ABD baskıları şantaja kadar uzanır.
Fransa'nın BM delegesi olan Alexsandre Parodi'ye paylaşma planına karşı çıkması
durumunda ülkesine yapılan yardımın kesileceği diplomatik bir dille anlatılır.
Yahudi Ajansı delege odalarının dinlenmesinden, şantajlara kadar gerekli
gördüğü herşeyi yaparlar. S.109
29 Kasım 1947'de BM tarafından alınan
kararla kağıt üzerinde kurulan İsrail devleti, İngiltere'nin 14 Mayıs 1948
tarihinde manda yönetimini sona erdireceği gün kurulacaktı. Filistin'de
mücadele eden Siyonist liderlerden 37 tanesi bir bildiri hazırlayarak Telaviv
müzesinin ilk meclis binası olarak anılan kısmında tüm dünyaya Yahudi
devletinin kurulduğunu ilan ettiler. Bildiriyi Ben Gurion okudu. S.111
Akşam Saat 18.00'da İngiliz bayrağının
indirilmesi ile manda yönetimi sona erdi ve saat 18.12'de ABD yeni kurulan
devleti tanıdı. Yahudilerin bağımsızlık ilan edecekleri başkan Truman'a daha
önceden bildirildiğinden ve Dışişleri Bakanlığı'nın Orta Doğu dairesinin tamamı
Yahudi Devleti fikrine muhalif olduklarından, Dışişlerinin kendisine engel
olmasına fırsat vermemek için, İsrail devletinin bağımsızlık ilanından tam 11
dakika sonra Başkan Truman İsrail geçici hükümetinin de facto tanındığını,
basın sekreteri vasıtası ile açıklıyordu.
İşin ilginç tarafı Sovyetler Arap-İsrail
savaşının çıkışından iki gün sonra İsrail'i tanıyarak kurulan devlete destek
verdiğini açıklamıştır. Hatta ABD'den bir adım öne geçerek, savaş çıkınca
İngiltere ve ABD bölgeye ambargo uygulamasına rağmen, onlar Çekoslovakya
üzerinden bölgeye silah göndermişlerdir.
Arap devletlerinin kuvvetleri 15 Mayıs
1948 tarihinde İsrail çetelerine karşı hücuma geçtiler. Arap devletlerini bir
araya getiren örgüt Arap Devletleri Birliği'ydi. Bu devletler (Suriye, Ürdün,
Irak, Suudi Arabistan, Lübnan, Mısır ve Yemen) 1944 yılı Ekim ayında
İskenderiye'de bir araya gelerek birliğin kuruluş çalışmalarını başlatmışlardı.
İlk toplantıda İskenderiye Protokolü olarak isimlendirilen 5. maddesi
Filistin'le ilgili, 5 maddelik bir belge imzalandı. Arap Birliği 22 Mart 1945
yılında kuruluşunu tamamladı.
Ürdün, Mısır, Irak, Suriye, Lübnan, Suudi
Arabistan kuvvetleri kendilerine hedef olarak İsrail'in başkenti ilan edilen
Telaviv'i seçtiler. Devletlerin sayısının çokluğu sizi yanıltmasın, bu savaşta
Arap devletlerinin orduları 22.000 askerden daha azken İsrail ordusu 65.000
askere sahipti. Aslında Ürdün Kralı Şerif Hüseyin'in oğlu Abdullah bu savaşa
gönülsüz katılıyordu. Onun düşüncesi İsrail'in işgal ettiği topraklar dışında
kalan Filistin topraklarını Ürdün'e katmaktı. Ancak bu düşüncesini İsrail'e kabul
ettiremeyince ittifaka katılmak zorunda kaldı. Savaşın hemen başında kabul
ettiği gazeteciye söyledikleri bu kişinin fikrini de ortaya koyar: “Anlaşmaya
varıldı, Arap devletleri savaşa girmeye karar verdiler, Tabii bizim de onların
safında yer almamız gerekir. Ama bedelini pahalı ödeyeceğimiz bir hata
yapıyoruz. Bir gün isteklerine uygun kendiliğimizden Yahudilere vermediğimiz
için pişmanlık duyacağız. Kötü bir yola saptık, bunu izlemeye devam
ediyoruz."
Aslında Kral Abdullah da Siyonistlerle
yakın işbirliği içinde idi. “Haganah örgütünün istihbarat servisinin üst düzey
elemanlarından Yo'av Gelber, son olarak The Roots Of the Lily (İsrail Askeri
İstihbaratının Kökleri) isimli bir kitap yayınlamıştır. Kitap nerede ise
tamamen belgelere dayanmaktadır. Gelber'e göre Abdullah İngilizler tarafından
Trans-Ürdün emiri olarak atanmasının hemen ardından 1920'li yılların başlarında
Siyonist hareketin ajanı olarak çalışıyordu. Abdullah'ın eşlerinden biri de,
kocası hakkında casusluk yapmak üzere Siyonist hareketin maaş listesine
konulmuştu. 1973 yılı Eylül ayında, Mısır ve Suriye'nin İsrail'e yeni başlamış
olan saldırısını önceden bildiren kişinin Kral Hüseyin olduğu artık çok iyi
bilinmektedir.
Ülkedeki Filistinli nüfus bir tehlike
olarak algılandığından Ürdün böyle bir politika uyguluyordu. İttifak
politikaları uygulayan zayıf bir Arap ülkesi olarak Ürdün, çıkarlarının güçlü
Arap devletlerinden biri yerine, üstü kapalı bir biçimde, hiç olmazsa, İsrail
tarafından korunmasını tercih etmiş gibi görünmektedir. Bu nedenle Ürdün terör
karşıtı istihbarat alanında İsrail ile işbirliği yapmaktadır ve çeşitli İsrail
savunma birimleri ile yakın ilişkiye sahiptir.
Ürdün ordusu bir kaç gün içinde Kudüs
önlerine geldi. Abdükkadir'in şahadetinden sonra Filistin kuwvetlerinin
yönetimini ele alan Fevzi el-Kavukçu yönetimindeki kuvvetlerle Lübnan ve Irak
kuwvetleri birlikte hareket ederek Hayfa limanını ele geçirdiler ve Kudüs'e
doğru ilerlemeye başladılar. Mısır kuvvetleri Yahudilerden 27 yerleşim
bölgesini alarak Kudüs'e yaklaştı. Mısır kuvvetleri içinde en büyük fedakarlığı
İhvan-ı Müslimin'in oluşturduğu gönüllü birlikler yaparken, denizden de Telaviv
bombalanıyordu.
Ancak Arap liderleri bu konuda çok da
istekli değillerdi. Şerif Hüseyin'in oğlu Irak kralı Abdilillah ve öbür oğlu
Abdullah kendilerine bu makamları bağışlayan İngiltere'yi çok kırmak
istemiyorlardı. Bu arada Arap kuvvetleri Kudüs'e girdiler ve sokak savaşları
başladı. Eski Kudüs olarak bilinen kesim ele geçirildi. İsrail yok olmak
üzereydi. Onları kurtaracak tek imkan ateşkesti ve bunun için BM, Amerika,
İngiltere araya girdiler. İngiltere silah ambargosu uygulamaya başladı. Telaviv
düşmek üzere iken Arap liderler, cephedeki komutanların tüm muhalefetine rağmen
ateşkesi imzaladılar. Bu olay halkı sokaklara dökmüş ve liderlerine olan
güvenlerine önemli bir darbe indirmiştir. Ki daha sonra Ürdün kralı, Lübnan ve
Mısır başbakanları suikastlarla öldürülmüşlerdir. Siyonizm ve Türkiye kitabında
Yaşar Kutluay “1948 yılı baharında Arap orduları birbirlerine kavuşup sonuca
ulaşacakları sırada, kuvvetlerin hiçbir sebep yokken hep birden ricata
başlamalarını bazı çevreler o zamanki Mısır Kralı Faruk, Irak Kralı Naibi Abdilillah
ve Ürdün Kralı Abdullah'ın Siyonist teşkilat tarafından satın alınmış
olmalarına bağlarlar” demektedir. Aynı iddialar 3 Fransız tarafından yazılan
Kudüs ey Kudüs kitabında da vardır.
Savaş sonrasında Ben Gurion “açık olalım,
kazanmamız bizim mucizeler yaratmamızdan değil, Arap ordularının
kokuşmuşluğundandır” diyerek ilginç ipuçları vermektedir.
Ateşkesten sonra 9 Temmuz 1948 tarihinde
savaş yeniden başlamış, ancak demoralize olan Arap kuvvetleri etkili olamamış
ve BM'nin araya girmesi ile 17 Temmuz 1948 tarihinde anlaşma imzalanmıştır.
Kudüs kesin olarak 3 Nisan 1949'da Ürdün ile İsrail arasında Rodos adasında
imzalanan bir anlaşmaya göre ikiye ayrılmıştır. (Not: Ateşkes döneminde ABD ve
SSCB işbirliği ile İsrail’e yeteri miktarda silah ve savaş uçağı
nakledilmiştir)
25 Ocak 1949 yılında ilk seçim yapılır ve
ilk İsrail Parlamentosu Knesset oluşturularak, Cumhurbaşkanlığına Haim
Waizmann, Başbakanlığa da David Ben Gurion seçilir, İlk hükümet 10 Mart 1949'da
kurulur. İlginç olan dinci temayülde olan ve olmayan kamuoyunu kutuplaştırmamak
için kurucu asamble bir anayasa yayınlamaktan çekinir. Bununla birlikte günlük
yaşam ile ilgili temel yasalar, zorunlu askerlik yasası (1949), serbest zorunlu
eğitim yasası (1949) ve her Yahudi'nin İsrail'de yerleşme hakkını sağlayan dönüş
yasası(1950) çıkarılmıştır.
Yapılan seçimler, parlemento vb. şekli
olaylar nedeniyle İsrail’in bölgenin tek demokratik ülkesi olduğu söylemi
propoganda malzemesi olarak kullanılır. Bu da yalandır. İsrail yasalarında,
ırksal ve dinsel ölçütlere uymayanların kişisel özgürlükleri, en temel insani
ve hukuki hakları yok sayılmaktadır.
İsrail dünyada işkenceyi resmi hale
getiren tek devlettir. 1967 yılından bu yana 300.000'den fazla genç, İsrail
zindanlarında sistemli işkenceden geçirildi. Uluslararası Af Örgütü'nün vardığı
sonuca göre dünya üzerindeki hiçbir ülkede resmi ve sürekli işkence İsrail'de
olduğu kadar kurumsallaşıp belgelerle sabit hale gelmemiştir.
Kanunlarla temel haklara saldırı o kadar
normalleşmiştir ki İsrail adalet bakanlarından Yakov Şimpson şöyle der:
“Filistin'de acil savunma yönetmeliği ile kurulan rejimin hiçbir uygar ülkede
bir benzeri daha yoktur. Nazi Almanyasında bile böyle yasalar yoktu ve
Nazilerin Mayandik'teki uygulamaları ile bunlara benzer diğer olaylar aslında
yasalara aykırı idi.
İsrail'de toprakla ilgili her türlü
ilişki, mülk sözleşmelerinde yazılı şu koşul tarafından belirleniyordu:
“Kiracı, Yahudi olmak ve sadece Yahudi işçi çalıştırmayı kabul etmek
zorundadır.” Bu iki satır bile İsrail'in nasıl bir demokrasiye sahip olduğunu göstermektedir.
2002 Şubat ayında İsrail Parlementosu,
İstihbarat örgütü ŞinBet'e Filistinlilere işkence yapma imkanı tanıyan bir
kanunu kabul etti.
1950 yılında çıkarılan ülke dışında
yaşayan mal sahiplerinin mülklerine dair yasayla, katliamlar, sürgünler, vb.
yollarla Filistin dışına çıkarılan Filistinlilerin mallarına el konulmuştur. Bu
kanun mümkün olduğunca fazla sayıda Filistinliyi kapsayacak şekilde tanımlanır.
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı : 406 / Eylül 2024