El-Kavânînü’l Fıkhiyye - Mâlikî Fıkhı - Alparslan Aydar

El-Kavânînü’l Fıkhiyye - Mâlikî Fıkhı


Önsöz

Her dinin ana kaynakları ve bu ana kaynaklara dayanan yorumları vardır. Müslümanlar için ana kaynak Allah’ın son kitabı Kur’ân-ı Kerîm ve onun pratiğini göstermiş olan Peygamberimizin sünnetleridir. Mezhepler, bu ana kaynaklara giden yollar ve merkezden çevreye, uygulama alanına açılan kollardır.

İslâm tarihinde bu kaynaklardan uygulama alanı olan topluma çok fazla yol (mezhep) açılmış olmakla birlikte, bunlar içinde 4 ana cadde kalıcı olmuştur. Bunlar; Hanefî, Şâfiʿî, Mâlikî ve Hanbelî mezhepleridir.

El-Kavânînü’l Fıkhiyye - Mâlikî Fıkhı
İbn Cüzey el-Gırnâtî
Tercüme ve Notlar: Mehmet Taşkın
Ravza Kitap
Mîsak Dergisi
Sayı: 300 / Ocak 2000

Ülkemizde Hanefî, Şâfiʿî ve Hanbelî mezheplerine dair şimdiye kadar kaynak yayınlanmış olmakla birlikte, henüz ciddi manada Mâlikî fıkhına dair derli toplu bir yayın gerçekleşmemiştir. Hâlbuki küreselleşen dünyamızda değişik coğrafyalarda yaşayan Müslümanlar arası birliktelikler de artmakta ve Mâlikî fıkhına göre amel eden Fas, Tunus, Cezayir, Sudan gibi ülke insanlarından da Türkiye’ye çok fazla insan gelip gitmektedir. Değişik coğrafyalarda farklı kültüre sahip, başka mezheplerle amel eden Müslümanların birbirlerine karşı anlayış ve hoşgörü içinde davranabilmeleri için, bir diğer müslümanın amel ettiği mezhebi hakkında az da olsa bilgiye sahip olmasının yararı göz ardı edilemez. İşte elinizdeki tercüme, böyle bir ihtiyaca bir nebze de olsa katkı sağlamak üzere yapıldı.

Eser sahibi İbn Cüzey, tercümenin girişinde de izah edildiği üzere, Endülüs’teki Müslümanların en zor zamanlarında Gırnata’da yaşamış ve Haçlı ordularıyla hicrî 741 yılında Tarif’te yapılan savaşta birçok âlimle birlikte şehîd olmuştur. O tarihten yaklaşık bir yüzyıl sonra da Müslümanlar Endülüs’ü tamamen kaybetmişlerdir

Kitap, doyurucu nitelikte bir özet Mâlikî fıkhı (ilmihali) tarzında hazırlanmıştır. Mâlikî mezhebi dışındaki diğer mezheplere de son derece olumlu bakışı bulunan yazarın, ayrılan noktalarda öbür mezheplerin görüşlerini de değini olarak vermesi tam bir hoşgörü örneğini temsil etmektedir. Bu yönüyle bir anlamda ülkemizde daha önce çevirisi yapılmış olan torun İbn Rüşd’ün “Bidâyetü’l-Müctehid”ini andırsa da, mezhebin bütün meselelerini ele alması ve delillere girmemiş olması bakımından ondan ayrılmakta ve bu yönüyle de özet olarak hazırlanan ilmihal niteliğindeki diğer muhtasar çalışmalara benzemektedir.

Ülkemizde özellikle batı Afrika Müslümanlarıyla ilişkilerin geliştiği günümüzde böyle bir eserin, küçük de olsa bir ihtiyaca cevap teşkil edeceğine inanıyoruz

Doğrular Rabbimiz Allah’a, hatalar ise biz kullarına aittir. Bizi böyle bir çalışmaya muvaffak kıldığı için kendisine hamd-ü senalar olsun.

 

Kitap ve Yazarı Hakkında

Tercümesini sunduğumuz İbn Cüzey’in bu kitabı, Şer‘î hükümleri özlü olarak ifade etmek üzere derlenmiş bir eserdir. Eserin çevirisini okumaya geçmeden önce kitapla ilgili bir takım uyarılarda bulunmanın faydalı olacağını düşünüyoruz:

1.Yazarının da ifade ettiği üzere bu kitabın iki özelliği bulunmaktadır: a) Muhtasar olması. b) Bununla birlikte bazen detaylara girilmesi ve mezhepler arası ihtilaflı konulara da yer vermesi. Eser muhtasar tarzında, yani şer‘î hükümleri özet olarak anlatmak üzere kaleme alınmıştır. O sebeple bu eserde hükümlerin delilleri bahsine girilmemiştir. Ancak, özet haliyle bile bazen bir âyet veya hadîsin ifadelerinin neredeyse aynen tekrarlandığı görülebilir.

2.Her ne kadar müellif, diğer üç mezhebin hatta Zâhirî mezhebi gibi başka bazı mezheplerin görüşlerine de yer verdiğini ifade etmiş olsa da, bu kitabın, temelde Mâlikî fıkhına ait olduğu dikkate alınarak okunması gerekir. Bu tür kitaplardan başka mezheplerin görüşlerini öğrenmenin sakıncaları bulunmaktadır. Şöyle ki; bu eserde de görülebileceği üzere, mezhepler arası yazılan eserlerde, bazen başka mezhebin terk edilmiş görüşü veya şöhret bulmuş olmakla birlikte aslî olmayan görüşüne dayanılmakta hatta bazen yanlış bilgi verilebilmektedir. Bu türden tespit ettiğimiz bilgilere bazen dipnotlarda işaret edilmeye çalışılmış olmakla birlikte, bu düzeltmelerin hepsini kapsamadığını da söylememiz gerekir.

3.Eserin yazıldığı dönem dikkate alındığında, günümüzde yaşanan birçok soruna buradan cevap bulunamayacağı açıktır. Fetvalar, içinde bulunulan hâle göre ve hatta kişiye özel verilebilmektedir. O nedenle eserden, Mâlikî Fıkhının genel çerçevesi hakkında bilgi sahibi olunabilir, ancak her konu hakkında bu fıkhın çözümüne ulaşılamayacaktır. Zira yazıldığı dönemin üzerinden 700 yıldan fazla zaman geçmiş ve çıkan yeni hadiseler ve yaşanan yeni sorunlar meydana gelmiş bulunmaktadır. O bakımdan bu fıkıh ile yazılmış günümüze en yakın kaynaklardan Şeyh Uleyş’in “Fethu’l-Aliyyi’l-Mâlik” ve Vezzânî’ye ait “Nevâzilü’l-Kübrâ” gibi eserlere de müracaat edilmesi gerekecektir.

 

Mâlikî Mezhebi Hakkında

Bilindiği üzere İmam Mâlik kendi hayatında hem hadîs ve hem de fıkıh kitabı sayılan “Muvatta’”yı kaleme almıştır ve bu eser, aralarında İmam Ebû Hanîfe’nin meşhur talebesi İmam Muhammed’in de olduğu birçok güvenilir ilim ehli tarafından rivayet edilmiştir. Ancak, Mâlikî Fıkhı’nın esasını, buna ilaveten hayatından sonra öğrencilerine sorulan sorulara Mâlik’in görüşü olarak verilen cevaplarla derlenen kitaplar oluşturmuştur. Şöyle ki İmam Mâlik’in, İbnü’l-Kâsım, Eşheb, İbnü’l-Mâcişûn, İbn Vehb, Muttarif, Nâfi‘î ve benzeri birçok talebesi olmuştur. Bu talebelerin hepsi, bazen bir konu hakkında Mâlik’ten (rh.a.) değişik ve birbirinden farklı cevaplar nakletmişlerdir.

Mâlûm olduğu üzere, kendi hayatında bile İmam Mâlik’e, Endülüs gibi uzak diyarlardan gelip, oralarda yaşayan Müslümanların yaşadığı sorunlar hakkında sorular yöneltilmiş ve alınan cevaplar oralarda yaşayan Müslümanlara iletilmiştir. Bu gelenek, onun vefatından sonra, itimat ettikleri âlimin o konu hakkındaki görüşünü öğrencilerine sorarak onlardan öğrenme şeklini almış ve bu şekilde mezhepte, Esed b. Furât’a ait “Esediye”, Utbî’ye ait “Utbiyye”, İbn Habîb’e ait “Vâzıha” ve Sühnûn’a ait “Müdevvene” gibi eserler ortaya çıkmıştır. Bu geleneğin son noktasını “Müdevvene” koyduğu için, en kalıcı eser de o olmuştur. Bu eserin en kalıcı olmasının bir diğer sebebi, soruların, öğrencilerinden özellikle ömrü boyunca Mâlik’ten ayrılmamış, fıkhî yönü daha ağır basan İbnü’l-Kâsım’a sorulmuş ve alınan cevaplara başka görüşlerin karıştırılmamış olmasıdır. Nitekim Mâlik’ten yapılan aktarımlarda öğrencileri ayrılığa düştüğünde mezhepte, genellikle İbnü’l-Kâsım’ın aktarımı tercih edilmektedir. Müdevvene’nin kalıcı olmasındaki bir başka ve belki en önemli sebep ise, Sühnûn’un kendisinin de talebe yetişiren bir fakîh olmasıdır.

Mâlikî Fıkhı’nın yayılma alanlarına baktığımızda, ilk başlarda başta Medîne olmak üzere, Irak, Mısır-Sudan, Kuzey Afrika (Fas, Tunus, Cezayir, Moritanya, Mali vb) ve özellikle Endülüs (yani İspanya) ve Sicilya’yı görüyoruz. Bu bölgelerde yetişen âlimlerin hepsi, bu fıkha çok değerli katkılarda bulunmuşlardır.

Mâlikî fıkhı esas alınarak yazılan eserlerin temelde dört mecrada aktığı söylenebilir: 1. Daha çok Müdevvene ve Muvatta’ şerhleriyle oluşan gelenek. 2. Mezhep içindeki kavilleri bir araya getirme ve hatta bunları temel kaidelere bağlamaya özen gösteren bir gelenek. 3. Mezhep kavillerine fazla girmeksizin fıkhı özetlemeye gayret gösteren gelenek. 4. Diğer mezheplerin görüşlerinin de tartışıldığı Hilâf ilmi tarzında ilerleyen gelenek.

Muvatta’ ve Müdevvene şerhleri mezhepte önemli bir yekûn tutmaktadır. Mezhebe ait tüm kavilleri bir araya getirme çabasının en önemli eseri, İbn Ebî Zeyd Kayravânî’nin “En-Nevâdir ve’z-Ziyâdât Ale’n-Nevâdir”i olmuştur.

Mâlikî mezhebindeki muhtasar çalışmalarını, İmam Mâlik’in taleberiyle olmasa bile talebelerinin öğrencileri ile başlatabiliriz. Zira bildiğimiz ve günümüze de ulaşan ilk Muhtasar çalışması, Ebû Muhammed Abdullah İbn Abdilhakem’e (v. 214) ait görünmektedir. Bu muhtasar üzerine Ebherî’nin (v. 375) yaptığı şerh meşhurdur.

Esasen mezhepte genel olarak her âlim, bir özet ve bir de ayrıntılı ve hatta vasat boyutta kitap yazma gayreti gütmüştür. Burada İbn Arafe’nin (v. 803) “Muhtasar”ını anmamak ona haksızlık olur. Kendisi önce muhtasar olarak başlattığı eserini, İmam Şâtıbî’nin; “Tahsile yeni başlayanların ondan bir şey anlamayacağı, ilimde ilerlemiş olanların ise ona ihtiyaç duymayacağı” şeklinde muhtasar çalışmalarını genel olarak eleştirmesi üzerine, sonradan genişletmiş ve kitap, mezhep kavillerini toplayan bir esere dönüşmüştür.

Bütün bu muhtasar kitaplar arasında genel akıntıya yön veren 4 eser, çok önemli birer dönüm noktası olmuştur. Bunlar, İbn Ebî Zeyd Kayravânî’nin “Risâle”si, İbn Hâcib’in “Câmiʿu’l-Ümmehât” adlı “Muhtasar”ı, Halîl’in “Muhtasar”ı ve Derdîr’in “Muhtasar”ıdır. Özellikle önce Hanefî iken, sonradan Mâlikî fıkhını tercih eden Halîl’in “Muhtasar”ı, kendisinden önce ve sonraki tüm çalışmalara baskın çıkmış, mezhepte üzerine en çok şerh yazılan eser unvanına ulaşmıştır. Halîl’den önce yaşamış olan müellifimizin eseri de bir muhtasar çalışması olmakla birlikte, muhtemelen başka mezheplerin görüşlerine yer vermesi ve bazen konu ile ilgili detaylı bilgiler içermesi yüzünden, tam bir muhtasar sayılmadığı için şerhi tercih edilmemiştir.

Mezhepler arası fıkha dair yazılan eserlerin en önemlisi, Ebü’l-Hasan Ali İbnü’l-Kassâr’ın (v. 398) “Uyûnü’l-Edille”sidir. Daha sonra Kadı Abdülvehhâb’ın yazdığı “Ma‘ûne”, “İşrâf” ve “Uyûnü’l-Mesâil” adlı eserleri bu fıkha dairdir. Ardından İbn Abdilber’in “İstizkâr”ı ile Turtûşî’nin (v. 520) “Mesâilü’l-Hilâf”ı, Ebûbekir İbnü’l-Arabî’nin (v. 543) “El-İnsâf Fî Mesâili’l-Hilâf”ı ve Hafîdü İbn Rüşd’ün (v. 595) “Bidâyetü’l-Müctehid”i bu konuda zikredilmesi gereken önemli eserlerdir. İbn Cüzey, diğer mezheplerin görüşlerine değinirken bunların tümünden istifade etmiş olmalıdır.

Mâlikî mezhebinin yayıldığı ve yaşanıp uygulandığı bölgeler, tarih boyunca mezhep içinde dört hatta beş farklı ekolün oluşumun da meydana gelmesine zemin hazırlamıştır. Bunlar; 1. Medîne ve Irak, 2. Mısır, 3. Kayravan çevresinde oluşan Tunus, Fas, Cezayir, Moritanya ve Mali. 4. Endülüs ekolü olarak sayılabilir. Bunlardan Medine ve Irak ekolü tarihte mezhebin ilk sönükleşen dalları olmuştur. Hicrî 9. asrın sonlarında Endülüs de tamamen tarihe karışmıştır. Mısır ekolü çalkantılı durumlara rağmen kısmen ayakta kalmıştır.1 Günümüzde mezhebin en çok yaşandığı bölgeler, Kuzey Afrika ve Sudan gibi Afrika ülkeleri olmakla birlikte, Batıda İslâm’ı tercih eden (Abdülkadir Es-Sûfî, Ömer İbrahim Vadillo gibi) birçok kimsenin varlığı, mezhebin çağdaş Endülüs ekolü mesabesinde sayılabilir.

Malikî mezhebini diğer fıkıh mezheplerinden ayıran en önemli özelliği, usûlünde maslahat-ı mürsele, sedd-i zerî‘a ve Medîne Ehlinin pratiğine (güncel bir tabirle “yaşayan sünnet”e) verdiği önem sayılabilir. Daha sonra Peygamberimizin söz ve uygulamalarının, O’ndan hangi sıfatla sâdır olduğunun tespit edilmesi gerektiğine dair Karâfî’nin özel gayretleri ve şer‘î hükümlerde Şârî‘nin maksatlarını anlamaya çalışan İmam Şâtıbî’nin ortaya koyduğu usûl çalışmaları, mezhep fıkhına ayrı boyutlar kazandırmıştır.

 

Yazarın Yaşadığı Dönemde Siyasi, Toplumsal ve İlmi Durum

I. Siyasi Durum

İbn Cüzey, 693-741 yılları arasında Gırnata'da hüküm süren, (Peygamberimizin ashâbından, Hazrec kabilesinin reisi Sa‘d b. Ubâde’nin neslinden ve ilk kurucuları, İbnü’l-Ahmer diye bilinen Muhammed b. Yûsuf’a nispetle “Benî Ahmer” diye anılan) Nasrî Devletinden altı hükümdar /sultan dönemine tanıklık etmiştir.

Bu hükümdarlardan sonuncusu olan İsmail b. Ferec oğlu Ebü’l-Haccâc Birinci Yusuf (718-755), Hicrî 733 yılının son günleri 15 yaşında iken yönetime geçti ve devletin ağır yükü altına girdi. Ancak, Nasrî Devleti’nin en büyük sultanlarından biri oldu. Âlim ve edebiyatçı biri idi. Elhamra Sarayı’na ilave yapılar ve meşhur Gırnata Medresesi’ni inşa ettirmiş ve onu uzun süre ayakta tutmak için birçok vakıflar kurmuştur. Endülüs’te birçok kale ve burçlar yaptırmıştır. Ağabeyini öldüren Ebü’l-Alâ oğullarını takibe almış, onları ordudaki vazifelerinden alarak güçlerini dağıtmıştır.

Onun zamanında Kastilya kıralı ile arasında büyük bir anlaşmazlık baş göstermiş ve Müslümanların başına büyük bir felâket gelmiştir. Aylar süren kuşatmanın ardından düşman, Müslümanlara Fas tarafından gelebilecek yardımın önünü kesmiş ve hicrî 741 yılında İbn Cüzey ile birlikte birçok âlimin de şehîd düştüğü Tarîf Savaşı’nda Müslümanlar yenilgiye uğramışlardır. (Tarîf, Fas’taki Sebte şehrinin tam karşısında, Endülüs’ün ilk fethindeki Cebel-i Târık boğazı üzerinde ada şeklinde bir toprak parçasıdır.) Bu hadisenin ardından Müslümanlar ile Hıristiyanlar ateşkes (barış) anlaşması yapmışlar ve nihayet 755 yılında Ebü’l-Haccâc, Ramazan Bayramı namazı esnasında öldürülmüştür.

 

II. Toplum Yapısı

Benî Ahmer’in Gırnata Sultanlığı, temelde Kahtânî, Adnânî, Tâî, Gâfikî, Kelbî, Ezdî, Me‘âfirî, Fihrî, Emevî, Himyerî, Gassânî ve benzeri Arap kabileleri ile Merinî, Zenâtî, Tîcânî, Mağrâvî, Acîsî ve benzeri Berber kabilelerinden oluşmakta idi. Özellikle Arap kabileleri içinden çoğunda ashâb-ı kirâmın torunları bulunmakta idi. Bunlara ilaveten Kastil, Aragon, Lion ve Portekiz tebaa ile Hıristiyan ve Yahudi zimmet ehli de bulunmakta idi. Toplumda genel olarak kullanılan dil Arapça idi. Halkın genel geçim kaynağı, tarım, sanat, zenaat, ticaret ve devlet memuriyeti idi. Nasrî Devletinin, Merinîlere ilaveten İtalya ve benzeri deniz aşırı ülkelerle ticari anlaşmaları bulunmakta idi. Ülkede mimarî de oldukça gelişmiş durumda idi.

 

III. İlmi Durum

İbn Cüzey’in yaşadığı dönemde ve daha öncesinde, İşbiliye, Kurtuba, Serakosta, Tuleytula gibi birçok Endülüs şehri Kastilya, Aragon, Navarre Krallıkları gibi Hıristiyanların eline düştüğü için, oralarda yaşayan birçok fakîh, şair, tarihçi ve sair ilim ehli de Gırnata’ya göç etmişti. O yüzden Gırnata İbn Cüzey’in zamanında bir ilim merkezi haline gelmiş durumda idi. Yazarın hocaları ve talebelerini sayarken örnekleri görüleceği üzere burada, bunları ayrıntılı olarak zikretmeye gerek yoktur. Ancak, Tarîf savaşı örneğinde de görüleceği üzere, birçok ilim ehlinin, Haçlı ordularıyla yapılan savaşlarda şehîd düştüğü bir dönemdir aynı zamanda.

 

İbn Cüzey’in Hayatı

Künyesi “Ebü’l-Kâsım” olan müellifimizin atalarıyla birlikte isim silsilesi şu şekildedir. Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Abdullah b. Yahyâ b. Abdurrahmân ibn Yûsuf ibn Cüzey el-Kelbî.

Kaynaklarda hoşsohbet, takvâ ve fazilet sahibi, iç dünyası güçlü ve özü sağlam bir insan olduğu belirtilen İbn Cüzey, köken olarak Peygamberimizin kölesi Zeyd b. Hârise ve ashâbından Dihyetü’l-Kelbî’nin de mensup olduğu, Yemen’in Kelb kabîsindendir.

Dedeleri, Endülüs’ün ilk fethi sırasında hicrî ikinci asrın başlarında gelmişlerdir. Atalarının hepsi Endülüs tarihi boyunca meşhur ve iyi hasletleriyle tanınmış kişilerden oluşmaktadır. Hatta müellifin kendisinin de bu kitabında bahsettiği üzere, dedesinin dedesi Ceyyân’ı yönetmiştir.

Müellif hicrî 19 Rebîulevvel 693, miladi 17 Şubat 1294 yılında, o zaman Endülüs’ün başkenti olan Gırnata’da dünyaya gelmiş ve hicrî 741 yılı, Cemâziyelûlâ ayının yedinci (milâdî 30 Ekim 1340) Pazartesi günü Kastilya, Aragon ve Portekiz birliklerinden oluşan Haçlı ordusuyla yapılan Tarîf Savaşı’nda orduyu savaşa teşvik ederken şehîd olarak vefat etmiştir.

Kendisi hayatı boyunca Gırnata’daki Ulu Camii’de imamlık ve hatiplik ile meşgul olmuş, talebe yetiştirmiş ve vaktinin çoğunu kitap telifine adamıştır.

 

İbn Cüzey’in kendisinden sonra kâtiplik ve kadılık görevleriyle müşhur 3 oğlu kalmıştır. Bunlar:

1.         Kadı Ebûbekir Ahmed b. Muhammed ibn Cüzey. (715-785)

2.         Kâtip Ebû Abdillâh Muhammed b. Muhammed ibn Cüzey. (721-757)

3.         Kadı Ebû Muhammed Abdullah b. Muhammed ibn Cüzey. (724?- …?)

 

Bunlardan birincisi, yani Ahmed, babasının bu kitabına bazı kayıtlar ekleyerek bir anlamda onu şerh etmiştir. Ayrıca bundan başka eserler de yazmıştır.

İkinci oğul Ebû Abdillah Muhammed, Gırnata’nın tarihini yazmış ve İbn Battûta’nın Seyahatnamesini kendi dilinden yazıya geçirmiş bir âlim ve tarihçidir. Babası “Takrîbü’l-Vüsûl” adlı usûl-i fıkıh kitabını bu oğluna öğrenimde kolaylık olması için muhtasar olarak yazdığından bahseder. Babasının şehîd düşmesinin ardından, 20 yaşından itibaren Nasriyye Sultanlığında kâtiplik görevine tayin edilmiş ve bir iftira sonucu Sultan Ebü’l-Haccâc Yusuf tarafından eziyet edilene kadar bu görevde kalmıştır. Bu imtihanın ardından Merînî Sultanlığında kâtiplik görevi üstlenmiş ve İbn Battûta Seyahatnamesi’ni bizzat Sultan Ebû İnân’ın emri ile derlemiştir.

Babasının şehadeti tarihinde 17 yaşlarında olan üçüncü oğul Ebû Muhammed Abdullah ise babasından kalan birçok kitaba sahip olmuş ve kadılık görevinde bulunmuş edebiyatta kalemi güçlü biridir. Maalesef vefat tarihi hakkında bir kayda rastlanmamıştır.

 

Eserleri

Günümüzde hem Arap dünyasında, hem de ülkemizde kendisi ve eserleri üzerine birçok çalışma yapılmış olan İbn Cüzey’in tefsir, hadis, fıkıh, kıraat, Arap dili ve kelâm gibi çeşitli sahalarda kaleme aldığı birçok eseri bulunmaktadır. Yaklaşık 47 yıllık ömrünü, ilmin birçok dalında özet mahiyetinde yazdığı eserlerle bereketlendirmiştir. Kaynaklarda kitap toplamaya meraklı olduğu ve hükümdarlarınkine benzer bir kütüphaneye sahip olduğu anlatılır.

1. Teshîl Li-‘Ulûmi’t-Tenzîl. Celâleyn tarzında, ama ondan daha doyurucu bilgiler içeren bu muhtasar tefsîrin kıymeti günümüzde hak ettiği takdiri görmüş ve (gerek ülkemiz ve gerekse diğer İslâm ülkelerinde) üzerinde birçok ilmî çalışma gerçekleştirilmiştir. Tefsîrin giriş kısmında Kur’an tarihi, tefsîr usûlü ve ilimleriyle Kur’an’da sıkça geçen bazı kelimelerin anlamlarına dair bir lugatçeye yer verilmiştir. Burada İbn Cüzey, sadece anlaşılması zor kelime ve terkipleri yorumlamakla yetinmiştir. Âyetlerin tefsîrinde genellikle en muteber yorum ve görüşlerin yanında, muhtasar olmasına rağmen, kimi zaman başka tefsîrlerde bulunamayacak detaylı ve faydalı bilgilere de yer verilmiştir.

2. avânînü’l-Akâmi’ş-Şeriyye ve Mesâʾilü’l-Fürû‘il-Fıhiyye vet-Tenbîh Alâ Mehebi’ş-Şâfiʿiyye vel-anefiyye vel-anbeliyye. Kısaca “Kavâninü’l-Fıkhiyye” adıyla meşhur olan bu eserin baş kısmı hakkında “avânînü’l-Fıhiyye fî Telḫîṣi Mehebil-Mâlikiyye gibi değişik adlandırmalar bulunmakta ise, eserin giriş kısmında bizzat yazarının verdiği isim başta verdiğimizdir. Bu adlandırmanın Türkçedeki özlü karşılığı “Şerʿî Hükümler, Fıkhî Meseleler şeklinde verilebilir. Eserin 1926 tarihinden günümüze çeşitli baskıları yapılmıştır. Bu eserin tercümesinde üç değişik baskı esas alınmış, tercüme sırasında bazen farklı ibarelere de rastlanmıştır. Bu baskılar şunlardır: 1. Basım tarihi ve tahkik edip hazırlayanının belirtilmediği Dâru’l-Fikr baskısı ki, bu basımda bazı yanlış okumaların olduğu diğer baskılar ve yazma nüshasına (Mekke, Hac ve Evkaf Bakanlığı, No: 216) bakıldığında anlaşılmaktadır. 2. Muhammed b. Seyyidî Muhammed Mevlây tahkikiyle hicrî 1430 (miladi 2008) yılı baskısı. 3. Macid el-Hamevî’nin tahkik ve notlarıyla 2013 Dâru İbn Hazm baskısı. Sözkonusu basımlar arasında en ciddi çalışma olarak durmaktadır.

3. Tarîbü’l-Vüsûl ilâ Ilmil-Usûl. Fıkıh usulüne dair özet bir eserdir. Önsözünde oğlu Muhammed’e kolaylık olsun diye yazdığını belirttiği bu kitabın bir çok yayımı yapılmıştır.

4. Envâru’s-Seniyye Fi’l-Elfâzı’s-Sünniyye. Kuzâ‘î’nin “Şihâbü’l-Ahbâr”ı temel alınarak, itikad, ibadet, muâmelât ve âdâba dair sahih hadislerin toplandığı muhtasar bir çalışmadır. Kitap, Ali b. Muhammed el-Kalesâdî’nin kısa şerhi (Lübbü’l-Ezhâr) ile birlikte basılmıştır. Eser üzerine Muhammed b. Abdülmelik Kaysî el-Mintûrî’nin yazdığı “Menâhicü’l-ʿUlemâʾi’l-Ahyâr Fî Tefsîr-i Ehâdîss-i Kitâbi’l-Envâr” şerhi ise Dâru İbn Hazm yayınları arasında çıkmıştır.

5. Nûrü’l-Mübîn Fî Kavâʿid-i ʿAāʾidid-dîn. Nizâr Hammâdî’nin tahkikiyle yayınlanmıştır.

6. Muhtasarü’l-Bâriʿ Fî Kırâʾati Nâfi‘. Nâfî‘ kıraatiyle ilgili olan bu eser de basılmıştır.

7. Vesîletü’l-Müslim Fî Tehzîb-i Sahîh-i Müslim.

8. Daʿavât ve’l-Ezkâru’l-Müstahrece Min Sahîhi’l-Ahbâr.

9. Usûlü’l-Kurrâʾi’s-Sitte Gayra Nâfiʿ.

10. Fevâʾidü’l-ʿÂmme Fî Lahni’l-ʿÂmme.

11. Fehrese.

12. Zarûrî Fî ʿİlmi’d-dîn (Dârü’l-Kütübi’n-Nâsıriyye, nr. 1652/3).1

Mehmet TAŞKIN

 

Mukaddime

Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.

Efendimiz Muhammed, O’nun ailesi ve ashâbı üzerine salât ve selâm olsun.

Allah’ın kulu, kitap ve sünnetin hizmetkârı, -Allah tevbesini kabul buyurup onu temizlesin. Âmîn- Muhammed b. Ahmed b. Muhammed ibn Cüzey el-Kelbî der ki:

Âriflerin akıllarının, Celâlinin künhünü kavramaktan aciz düştüğü; vasfedicilerin dillerinin, kemâlini tam anlamıyla övmekte yetersiz kaldığı; kendisinden korkan kullarının kalplerinin kudreti karşısında tir tir titrediği; kendisine itaat ve ibadet edenlerin O’nun azamet ve izzeti karşısında yüzlerinin önlerine düştüğü; ilmi, bütün yıldız ve gezegen katmanlarına varıncaya kadar arşı kuşatan; hikmet eserleri, bizim gördüğümüz ve görmediğimiz yeni türeyen, yaratılan ve tohumdan fışkıran her şeyde ortaya çıkan; geniş rahmeti, kendisi dışında herkesi ve her şeyi kapsayan; kendisini inkâr edip yalanlayan ve kendisine (başka ortaklar uydurup) iftira edenlere bol bol nimetlerini, son derece güçlü delillerini ve -ıslâh olmadıkları takdirde- kahreden gücünü yayan ve ulaştıran Allah’a hamd olsun.

O melîki (kıral ve padişahı) tesbîh ederiz ki, kullarını boş yere yaratmamış ve onları başıboş bırakmamıştır. Aksine onlar için müjdeleyici, korkutucu ve uyarıcı; hakka ve doğru yola çağırıcı peygamberler ve elçiler göndermiş; böylece onlara bazı şeyleri yasaklamış, bir takım emirler buyurmuş, tehlikeli şeylerden onları sakındırıp güzel şeylerle müjdelemiş, yoluna girenlere vaadler vermiş, azıtıp yolundan çıkanları ise tehditlerle korkutmuştur. Sonra risâleti (elçilik müessesesini), bütün insanları ve cinleri içine alan tam davetin ve kuşatıcı elçiliğin; önceki dinlerin tamamını nesh edip hükmünü ortadan kaldıran dînin; dünyadaki zamanın sonuna kadar kalıcı olan şeri‘atın; apaçık âyetler ve güçlü, ezici delillerin sahibi bizim Peygamberimiz Muhammed (s.a.v.) ile sona erdirmiştir.

Yüce Allah bizim Peygamberimiz Muhammed’e (s.a.v.) insanlar için bir kılavuz, hak ile batılı ayıracak ve doğru yolu apaçık belgeler halinde sunacak bir rehber olarak Kur’ân’ı indirdi. Allah, Kur’ân’ı apaçık (gözle) görülen, devirlerin değişmesi ve zamanın akıp gitmesiyle kendini yenileyen bir mucize kılmıştır.

Allahü Te‘âlâ, dînini tamamlayıp mükemmel hale getirinceye, dosdoğru yolunu apaçık ortaya koyuncaya ve bütün insanlar için Allah’ın hüccetini dikinceye kadar son Elçisinin ruhunu kabzetmemiş ve Kur’ân’ın inişine son vermemiştir. Böylece yüce Allah’ın, “Biz seni ancak âlemler için bir rahmet –bereket, şeref ve ikram- olarak gönderdik!” kavlinin doğruluğu varlıkta kendini göstermiş oldu. O peygambere ve O’nun temiz âilesi ve şerefli ashâbına salât ve selâm olsun.

Bundan sonra…

Bu, “Şer‘î Hükümlerin Kanunları ve Fıkhî Konuların Meseleleri” hakkında bir kitap olup, Medîne’nin İmamı Ebû Abdillah Mâlik b. Enes el-Esbahî’nin (r.a.) mezhebi üzere tertip edilmiştir. Zira bizim ülkelerimiz Endülüs ve sair Mağrib (Kuzey Afrika) halkları, hicret yurduna uyarak, yüce Allah’ın tevfîkiyle o hem doğru söyleyen ve hem de doğruluğu tasdik edilen Rasûl’ün (s.a.v.); “Batı halkı kıyamet kopuncaya kadar daima hak üzere galip kalacaktır” sözünün bir tasdiki olarak bu İmam’ın mezhebini tercih etmişlerdir.

Daha sonra buna ilaveten, kitaptan elde edilecek faydanın tam olması ve onu okuyanlara büyük yararlar sağlaması için bizim imamımızla İmam Ebû Abdillah Muhammed b. İdris eş-Şâfi‘î, İmam Ebû Hanîfe Numan b. Sabit ve İmam Ebû Abdillah Ahmed b. Hanbel arasında ittifaklı veya ihtilâflı bulunan pek çok meseleye de işaret ettik. Çünkü bu dört imam, yeryüzünün değişik bölgelerinde yaşayan Müslümanların rehberleri, büyük toplulukların ve taraftar gruplarının liderleri konumundadırlar. Zaman zaman başka mezheplere ve Süfyan-ı Sevrî, Hasan Basrî, Abdullah ibnü’l- Mübârek, İshak ibn Râhûye, Ebû Sevr, Neha‘î, Zâhirîlerin imamı Dâvud b. Ali –ki, biz onun mezhebinden biraz daha fazla nakil yaptık-, Leys b. Sa‘d, Sa‘îd b. Müseyyeb, Evzâ‘î ve benzeri gibi Müslümanların diğer imamlarının görüşlerine de değindik. Allah o imamların hepsinden razı olsun. Zira bunların her biri, Allah’ın dîninde müctehid ve mezhepleri de Allah’a ulaştıran birer yoldur.

Bil ki bu kitap, sağladığı üç fayda sebebiyle sair kitaplara fark atar ve onlardan ayrılır:

Birinci Fayda: Bu kitap, Mâlikî fıkhının meselelerini en detaylı [ve en veciz ifadelerle] ele almasının yanı sıra diğer mezheplerle olan en bariz ihtilâflarını da anmış ve bu iki yönü bir araya getirmiş bulunmaktadır. Bizim kitabımız dışındakiler ise, ya sadece mezhebe özel veya mezhepler arasındaki ihtilaflara özel olarak hazırlanmışlardır.

İkinci Fayda: Anlatılanları bölümlere ayırmaya ve konuların dizilişine, tertibine dikkat ettik; bazen özel anlatımlar ve zihinlere yakın ifadelerle konuları kolaylaştırdık. Öyle ki kitapta çok titiz ayrımlar ve özlü tafsilatlarla uzağın yakın ve zorun kolay hale geldiğini göreceksiniz.

Üçüncü Fayda: Kitapta, ikisi çok ender bir araya gelen icaz ve beyanı, yani kısa ve özlü anlatımla ayrıntılı anlatımı birleştirme amacını gözettik. Böylece Allah’ın yardımıyla ibaresi kolay, değinisi latif, anlamı tam, lafızları ise gerçekten ezbercilerin diline göre, özet bir kitap ortaya çıkmış oldu.

Allah’tan onu, (yazarını) bağışlaması için bir sebep, rızasına ulaştıracak bir vesile, ihsan ve lütuflarının hazinelerini açacak bir anahtar kılmasını dileriz. O, büyük fazilet ve ihsan sahibidir.

 

Kitaptaki Düzenin Açıklaması

Bil ki, en mühim olana öncelik vermek amacıyla kitabımı, yüksek inanç esaslarının anlatımıyla açtım. Kuşkusuz usul, fürû‘dan [yani, temel olan ayrıntıdan] önce gelir ve doğru olan; bir şeye uyanın geriye bırakılması, kendisine uyulanın da öne geçirilmesidir.

Daha sonra, biri ibâdetler hakkında ve diğeri ise mu‘âmelât hakkında olmak üzere fıkhı iki kısma ayırdım ve her bir kısma, yüzer bölüm içeren 10 kitap sığdırdım. Böylece fıkıh, 20 kitap ve 200 bölüme indirgenmiş oldu.

Birinci Kısım: Bu kısımda; Tahâret, Namaz, Cenazeler, Zekât, Oruç ve İ‘tikâf, Hacc, Cihâd, Yeminler ve Adaklar, Yiyecek ve İçecekler-Av ve Kurbanlar, Hacca Gönderilen Kurbanlıklar-Akika ve Sünnet kitapları bulunmaktadır.

İkinci Kısım: Bu kısımda ise; Nikâh, Boşanma ve ona ilişkin meseleler, Satışlar, Satışa Benzeyen Akitler, Yargılama ve Tanıklıklar, Yargıya ilişkin konular, Yaralama ve benzeri suçlar ve Had cezaları, Bağışlar ve onlara benzer konular, Azad Etme ve ona ilişkin konular, Feraiz (Miras Bölüşümü) ve Vasiyet kitapları bulunmaktadır.

Daha sonra kitabımızı 20 bölümü içeren genel bir kitapla sona erdirdim. Kitap ve bölümlerin bu sayılara indirgenmesinin sebebi, benim, her bir şekli kendi şekline eklemem ve her ayrıntıyı kendi aslına katmamla ilgilidir. Öyle ki bazen başkalarının değişik başlıklar altında ayırarak anlattıklarını, benim aradaki yakınlık ve benzerliği gözeterek ve özetlemeye gayret ederek bir başlık altında topladığımı göreceksiniz.

Yardımcımız Allah’tır. Yüce ve Ulu Allah’tan başka hiçbir güç ve kuvvet yoktur.

 

Birinci Bölüm: Aziz Ve Celîl Olan Yaratıcının Varlığı

Bil ki, ulvî ve süflî âlemin tamamı, yokluktan sonra ortaya çıkmış ve sonradan meydana gelmiştir. Bunlar, kendilerinin sonradan meydana geldiğine ve yaratıcısının ise ezelî olduğuna bizzat kendileri tanıklık eder. Şöyle ki: Her iki âlemde görülen, niteliklerin değişip durması, hareket ve durgunluğun peşpeşe birbirini takip edip durması ve buna benzer şeylerin sürekli müşahede edilmesi onların hâdis (sonradan olma) olduklarını ortaya koyar. Her sonradan olan şey için, onu meydana getirecek bir var edici ve ortaya çıkaracak bir yaratıcı gereklidir. Zira her eylemin bir fâili (yapanı) mutlaka olmak zorundadır.

Buna göre; yeryüzü ve gökler, hayvanlar gibi varlıklarda; dağlar, denizler, nehirler, ağaçlar, bitkiler ve çiçekler, rüzgarlar, bulutlar, yağmurlar gibi cansız cisimlerde; güneş, ay ve yıldızlar (gezegenler); günler ve gecelerin değişip durmasında; büyük ve küçük bütün varlıkların tamamında yaratılış izleri, hikmet ve düzenleme incelikleri bulunmaktadır. Her şeyde yüce sanatkârın varlığına dair kesin bir delil, güçlü bir kanıt göze çarpmaktadır. Ki, o sanatkâr, bütün âlemlerin Rabbi ve her şeyin yaratıcısı olan, gerçek ve apaçık melik Allâh’tır. Kibriyâsı ve şanının yüceliği sebebiyle gözlerden perdelenmiş; kesin kanıtlarının gücü ve delillerinin açıklığı ile basîretlere âşikâr olmuştur. Yüce Allah’ın burhânı ne kadar büyük ve Allah’a işaret eden deliller ne kadar da çoktur!

“Gökleri ve yeri yaratan Allâh hakkında hiç şüphe olur mu?” (İbrahim Sûresi, 10)

O’nun varlığına delil arayan için, insanların üzerinde yaratıldığı fıtrat ve nefislerindeki kulluğa ve Rabbini tanımaya duyulan ihtiyaç yeter.

“Onlara, “Gökleri ve yeri kim yarattı” diye soracak olsan, elbette “Allah!” derler.” (Lokman Sûresi, 25)

 

İkinci Bölüm: Şanı Yüce Allah’ın Sıfatları

Kelâmcılar genel olarak, Yüce Allah’ın yedi sıfatını ispata gayret ederler. Bunlar; hayat, kudret, irade, ilim, semî‘, basar ve kelâm sıfatlarıdır.

Hayat: Şüphesiz ki Allah, zamanların var olmasından önce, ezelin de ezelinde ilk ve kadîm olandır, O’nunla birlikte başka bir şey de yoktu ve hâlâ da öyledir. O, diri (hayy) ve kalıcı (bâkî) olandır. Yeryüzü üzerindeki her şey yok olduktan sonra da kalan ve hiçbir zaman ölmeyecek olandır.

Kudret: Yüce Allah, her şeye sonsuzca güç yetirendir; hiçbir şey O’nu aciz düşüremez ve hiçbir şey O’na güç gelmez. Her şeyin yönetimi ve denetimi (melekûtu) O’nun elindedir. Var olan her şeyin (mevcûdâtın) yaratılmasında, yer ve göklerin varlık sahasında öylece tutulmasında O’nun kudret izlerini görmüyor musun? Yaratılmış olan şeylerin tasarrufunda (denetiminde) O’nun emrinin nasıl işlediğini görmüyor musun? Her gün birilerini ve bir şeyleri öldürüp, başka birilerine hayat vermekte; birçok şeyi yaratırken birçoklarını yok etmekte; kimini fakir kılarken kimilerini zengin etmekte; kimini doğru yola erdirirken kimilerini saptırmakta; kimini yüceltirken, kimini alçaltmakta; kimine verirken kimilerinden almakta; kimini batırırken, kimini yükseltmekte; kimilerini mutlu ve bahtiyar ederken, kimini bedbaht etmekte; kimine âfiyet verirken, kimilerini sınayıp belâlara düçar etmektedir. Bütün bunlar O’nun kudretinin eserleridir. “Bir şeyin olmasını istediği vakit, ona “Ol!” demesi yeter; o şey o anda oluverir…” (Yâsin Sûresi, Âyet: 82)

İrade: Her türlü kusurdan münezzeh olan Allah, bütün oluşların olmasını dileyendir. Önceden olması takdir edilen şeylerin varlık sahasına çıkmasını düzenleyendir. Dilediği her şeyi sınırsızca yapandır. Şu halde her fayda ve zarar, tatlı ve acı, küfür ve iman, itaat ve isyan, artma ve eksilme, kazanma ve kaybetme ancak O’nun ezelî iradesiyle; hikmetli kazâsı, kaderi ve dilemesiyle meydana gelir. Buyruğunu geri çevirecek, yargısını kovuşturacak, işinde ona itiraz edecek hiçbir şey yoktur. “O yaptığından sorulmaz, fakat onlar sorguya çekilecekler!” (Enbiyâ Sûresi, Âyet: 23) O’ndan gelen her nimet bir ikram ve ihsan; her cezalandırma da, O’nun kendi mülkündeki tasarrufunun ve hikmetinin gerektirdiği bir adâlettir. Zira mülkün sahibi, kendi mülkünde dilediğini yapar. Melik (hükümdar) olan, kendi memleketlerinde dilediği gibi hüküm yürütür. Hakîm olan, hikmetinin ne gerektirdiğini en iyi bilendir. “Allah bilir ve fakat siz bilmezsiniz!” (Bakara Sûresi, Âyet: 216)  O, kullarının rızıklarını, ecellerini, amellerini, bedbahtlık ve saadetlerini takdir eder. “Hepsi apaçık bir kitapta (kayıtlı)dır.”( Hûd Sûresi, Âyet: 6.)

O, bir topluluğu cennet için yaratmış olup, onlara o kolay [ve kutlu] yolu kolay kılar ve böylece onlar da cennetlik olanların yaptığı işleri yapar. Bir topluluğu da cehennem için yaratmış olup, onlara o çetin yola girmeyi kolay kılar ve böylece onlar da cehennemlik olanların yaptığı işleri yaparlar. “Rabbin kullara zulmedici değildir.” (Fussılet Sûresi, Âyet: 46)

İlim: Kuşkusuz şanı yüce olan Allâh, bilinebilecek bütün her şeyi bilendir. O’nun ilmi, yerin en alt tabakasından, göklerin en üst tabakasına kadar her şeyi kuşatmıştır. İlmiyle her şeyi en ince ayrıntısına ve sayısına kadar kuşatmıştır. Olanı bildiği gibi, olacak olanı ve olmayan şeyin olduğu takdirde nasıl olacağını da bilir. O, her yerde ilmiyle hâzırdır ve her insanı gözetiminde tutmaktadır. “O, sizin gizlinizi, açığınızı ve ne kazandığını bilir.” (En‘âm Sûresi, Âyet:3) O’na göre zâhir de bâtın da eşittir. O, gizlinin gizlisinden ve göğüslerin sakladıklarından haberdardır. Hatta denizlerin derinliklerinde balıkların içlerindeki fısıltıları dahi bilir. “O, gönüllerin özünü bilir.” (Enfâl Sûresi, Âyet: 43)

Sem‘ ve Basar: Yüce Allah işitici ve görücüdür. İstenildiği kadar gizli ve hafif olsun, işitilecek hiçbir şey O’nun işitmesinden kaçamaz. Ne kadar ince ve küçük olursa olsun, görülecek hiçbir şey de O’nun görüşünden gizlenemez. “O, gizliyi de, gizlinin gizlisini de bilir.” (Tâ-Hâ Sûresi, Âyet:7) Öyle ki koyu karanlık bir gecede siyah bir kaya üzerindeki kara bir karıncanın debelenmesini dahi görür ve duyar. “Ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz.” (Âl-i İmrân Sûresi, Âyet: 5) Bu âyetin devamında gelen şu delil de en güzeldir: “Sizi, rahimlerde dilediği gibi şekillendiren O’dur.” (Âl-i İmrân Sûresi, Âyet: 6)

Kelâm: Aziz ve Celîl olan Allah, ezelî bir sıfatla konuşandır. Konuşmasında harf ve sese ihtiyaç yoktur. Konuşması yoklukla yüzyüze gelmediği gibi, bu anlamı çağrıştıracak olan suskunluk, bölünme, öne alma ve erteleme gibi şeylerle de karşılaşmaz. Nasıl ki zâtı yaratılmışlara benzemiyorsa, konuşması da yaratılmışların konuşmalarına benzemez. Bilgisi nasıl bir ölçüye sığdırılamaz, iradesi nasıl sınırlanamaz ise; kelimeleri ve konuşması da aynen öyle sonuçlandırılamaz.

“Eğer yeryüzündeki ağaçlar hep kalem olsa, deniz de arkasından yedi deniz daha kendisine destek olduğu halde mürekkep olsa, yine de Allah’ın kelimeleri yazmakla tükenmez.” (Lokman Sûresi, Âyet: 27)

 

Bu Sıfatların Varlığına Delil

Üç vecihte açıklanır:

Birinci Vecih: Bunlar, kemâl sıfatlarıdır ve dolayısıyla yüce Allah’ın bunlarla nitelenmesi ve zıtları olan noksan sıfatlardan da tenzîh edilmesi vâcip olur. “En yüce sıfatlar ise, Allah’ındır.” (Nahl Sûresi, Âyet: 60)

İkinci Vecih: Bu sıfatların yüce Allah’ta bulunduğuna O’nun hikmet eserleri işaret etmektedir. Şöyle ki; bu kadar güçlü ve sağlam sanat, onu yapanın hayatta olduğuna, kudretine, bilgisine ve diğer sair sıfatlarına delildir.

Üçüncü Vecih: Kur’ân ve sahîh haberlerde bildirilen açık nasslar bunun delilidir.