"Yerli üretimin önündeki engeller
kaldırılmalı ve yerli yatırımcını siyonist uluslararası şirketlerin pençesinden
kurtarılmalı."
Aksa Tufanı, İslâm âlemi
ve Batı dünyası için bir değişim ve dönüşüme vesile oldu mu? Bu vaziyeti
artıları ve eksileriyle ele alacak olursak, neler söylemek istersiniz?
Aksa Tufanı Operasyonu, İslâm âlemi ve
Batı dünyasında büyük bir değişim ve dönüşüm değil fakat değişim ve dönüşümün
işaret fişeği olarak tarihe geçmelidir. Öncelikle içinde yaşadığımız
gerçekliğin doğru resmedilmesi gerektiği kanaatindeyim. Dünya, Teoman
Duralı’nın ifadesiyle, İngiliz-Yahudi Medeniyeti’nin tahakkümü altında yaşamaya
mecbur bırakılmıştır. Dünyayı adeta bir ahtapot gibi kuşatan İlluminati Çetesi
resmî kurum ve kuruluşları kendi iktidarını perdelemek için kullanmaktadır.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi de veto yetkisine sahip olan ABD, Rusya,
Çin, Fransa ve İngiltere, aynı zamanda dünyanın en çok silah üreten ve
pazarlayan ülkeleridir. Yaşadığımız dünya, güçlünün haklı olduğu bir başka
ifadeyle orman kanunlarının geçerli olduğu bir dünyadır. Aklı başında hiçbir
insan böyle bir dünya düzeninin meşru ve adil olduğunu iddia edemez.
Gazze Tufanı sonrasında yaşananlar,
Batı’nın dilinden düşürmediği insan hakları söyleminin yeryüzünü sömürmek adına
kullanılan bir aparat olduğu gerçeğini bir kez daha gözler önüne sermiştir.
İngiltere'nin Kudüs'te bir Yahudi Devleti kurulması gerektiği ile ilgili
bildiğimiz ilk faaliyetleri 1800’lerin başlarına kadar gider. 1827-1839 arası
İngilizlerin yoğun çabasıyla Kudüs'teki Yahudi nüfusu 550'den 5500'e çıkmıştır.
Sultan Abdülhamid tehlikeyi fark etmiş ve gerekli tedbirleri almış, sonrasında
tüm Osmanlı borçlarının silinmesi teklifini de reddederek süreci elinden
geldiğince ötelemiştir. İngiliz Dışişleri Bakanı Balfour, Siyonist lider
Rothschild'e “Majestelerinin Hükûmeti, Filistin'de Yahudiler için bir millî
yurt kurulmasını uygun karşılamaktadır ve bu hedefin gerçekleştirilmesini
kolaylaştırmak için elinden geleni yapacaktır.” (1917) şeklindeki hitabı “Bir
milletin (İngiliz), başka bir millete (Yahudi), üçüncünün (Arap) ülkesini
vadettiği” Balfour Deklarasyonu olarak tarihe geçecektir. Bu tarihten sonra
bölgenin Müslümanlar açısından güvenli olmaktan çıkarılması amacıyla siyonist
terör örgütlerince gerçekleştirilen katliamlara hız verilmiş Osmanlı'nın
bölgeyi terk etmek zorunda kaldığı günden itibaren bölgede kan ve gözyaşı eksik
olmamıştır. Vlademir Jabotinsky'nin 1923 yılında kaleme aldığı Demir Duvar
makalesi o günden bugüne siyonistlerin gerçekleştirdiği katliamların mantığının
özetler:
“Ne şimdi ne de görünür gelecekte
Araplarla bir uzlaşmaya varmamız söz konusu bile olamaz. (…) Filistin'in bir
Arap ülkesi olmaktan çıkarılıp Yahudi çoğunluğa ait bir ülke haline getirilmesi
konusunda Filistinli Araplarla gönül rızasına dayalı bir anlaşma sağlamak
kesinlikle olanaksızdır.”
İşgal devleti olan İsrail kurulduktan
sonra gerçekleştirilen ilk büyük katliam olan Der Yasin katliamında (9 Nisan
1948) cesetlerin parçalanmasından sistematik tecavüzlere kadar akıl almaz
vahşetler işlenirken her köyden birilerinin özellikle sağ bırakılması dehşet
dalgasının duyurulması ve bölgenin Müslümanlar tarafından terk edilmesinin
hedeflenmesidir. İsrail’in bugün sergilediği pervasızlık Filistin tarihine
yabancı olanları şaşırtıp dehşete düşürse de Filistin halkı için yeni olan
hiçbir şey yoktur.
İlluminati Çetesi, İngiltere Merkez
Bankası'na 1800’lerin başında, ABD Merkez Bankası’nı ise 1900'lerin başında ele
geçirmiştir. Dedesi Yahudi olan Stalin önderliğinde gerçekleştirilen Ekim
Devrimi’nin finansmanını İlluminati Çetesi üstlenmiştir. O dönemde Bolşevik
Partisi Umumi İdare Heyeti'nin büyük çoğunluğu Yahudi’dir. 1947 Nisan'ında
İngiltere, Filistin'deki kargaşanın BM'de çözülebileceğini ilan edince Yahudi
lobisi harekete geçer. ABD ile SSCB ortak bir teklif vererek bir Yahudi
devletinin kurulmasını isterler. 26 Kasım 1947 tarihinde BM Genel Kurulu'nu
toplayan ABD, bir Yahudi devletinin kurulması için oylama ister... Yeterli
çoğunluğu sağlayamayan Amerika ertesi gün ikinci bir oylama ister. Ancak bu
oylamada da yeterli çoğunluk sağlanamaz. Bir gün ara veren Amerika, Latin
Amerikalı üye ülkelere inanılmaz düzeyde baskı ve tehdit uygulayarak 29
Kasım'da tüzüğe aykırı olarak 3. oylamayı yaptırır; gerekli çoğunluğu 1 oy
farkla temin eder ve Filistin topraklarında bir Siyonist devlet kurulmasını
sağlar. Bu oylama yapıldığında Yahudiler İsrail topraklarının henüz yüzde
5-6'sına sahiptir. Çizilen haritada bu oran en verimli alanlar dahil olmak
üzere yüzde 56'ya çıkarılır.
İsrail, Batı dünyasının
bu topraklardaki bekçi köpeğidir
Yeryüzünde adaletin teminatı olarak ortaya
çıktığını iddia eden Birleşmiş Milletler teşkilatının sergilediği bu tavrın
izahı yoktur. İsrail, Birleşmiş Milletler eliyle İslâm dünyasının kalbine
saplanmış bir kaos hançeridir. Yüzmeyen uçak gemisi olarak da tanımlanan
İsrail, adeta Batı dünyasının bu topraklardaki bekçi köpeğidir.
Kurulduğu günden bugüne sistematik
katliamlarla gelişme politikası sürdüren İsrail için en uygun tanımlama gayrı
meşru bir "işgal devleti" olacaktır. İsrail yetmiş yıldır katliamlar
marifetiyle sınırlarını genişletmektedir. İsrail gerçekleştirdiği katliamlar
söz konusu olmasa bile nihayetinde bir işgal devletidir. Halkı Müslüman olan
devletlerin liderleri bütün sorumluluğu Netanyahu hükümetine yıkıp İsrail'in
bir terör devleti olduğu gerçeğinin üzerini örtme ikiyüzlülüğünün arkasına
saklanmak yerine bu gerçekle yüzleşmek zorundalar.
Bu topraklara ait olmayan İsrail'in
bölgedeki varlığı dünyada var olan sistemin varlığını devam ettirdiğinin belki
de en somut göstergesidir. Dolayısıyla İsrail bölgede var olduğu sürece dünyada
hâkim olan sistemin temel yapısının değişmemiş olduğu da söylenebilir.
Peki, Arap rejimlerinin
şu anki vaziyetini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Batılıların Ortadoğu dediği bu topraklarda
Batı emperyalizmin etkisi derinlerde saklıdır. Seçimler ya yoktur ya da
göstermeliktir. Özellikle İngiltere'nin bölgedeki etkisi buzdağının görünmeyen
yüzü şeklindedir. Halkta karşılığı olmayan azınlık unsurlar Batılı güçler
tarafından desteklenirler. Sömürgeciliğin mantığı bunu gerektirir. Sizin
sayenizde iktidar yüzü görenler, ancak sizinle işbirliği içinde oldukları
sürece iktidarda kalabileceklerdir.
Filistin halkı bu gerçeği İsrail kurulduğu
sırada gerçekleşen ilk büyük savaşta yaşayarak öğrendi. Arap liderlerin aslında
kullanışlı birer maşadan ibaret olduğu o günlerde açığa çıkmıştı. 7 Ekim'den
hemen sonra Netanyahu bu gerçeği bir kez daha hem de açık açık “Çıkarınızı
korumak istiyorsanız sessiz kalın” diyerek hatırlattı.
Hamas’ın kurucusu Ahmet Yasin, 67 savaşı
öncesinde bu gerçekliğin farkındaydı. Yaklaşık 30 yıl boyunca ve sabırla
Gazze'de kendi dinamiklerini esas aldıkları bir direnişe hazırlandılar.
Özellikle 80'li yılların hemen başında silahlı mücadele noktasında ortaya
koydukları olumsuz tavır sebebiyle özellikle sol fraksiyonlar tarafından
ihanetle suçlanıyor ve hatta alay konusu haline getiriliyorlardı. Ahmet Yasin
ve arkadaşlarının kendilerinden başka hiçbir beşere güvenmeyerek yola çıktığı
gerçeği dikkate alınmalıdır. Hamas bu gerçeklik üzerine bina edilmiştir.
Habercilik anlamında
Türkiye ve Batı medyası Filistin’i tam anlamıyla anlattı ve gösterebildi mi?
Dünyadaki önemli haber ağları
siyonistlerin elindedir. Bu sayede bugüne kadar siyahı beyaz yahut beyazı siyah
göstermekte önemli ölçüde başarılı olmuşlardır. Geçmişte Roger Garaudy, “İsrail
Mitler ve Terör” isimli önemli ve ses getiren eserini “siyonist lobi” baskısı
sebebiyle herhangi bir yayın evine bastıramamış, kendi imkânlarıyla bastırmak
zorunda kalmış ve sonuçta Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) tarafından
yargılanıp suçlu bulunmuştur. AİHM’in “Holokost” efsanesinin gerçekliğinin
sorgulanmasına bile tahammülü yoktur.
Tüm dünyayı kuşatan siyonist terör
şebekesi 7 Ekim’de hazırlıksız yakalandı. 7 Ekim'den hemen sonra sistem tüm
unsurlarıyla devreye girmiş olsa da sosyal medyaya ilk başlarda yeterince
müdahil olamadılar. Batı dünyası tüm kurumları ile İsrail'e destek verirken
sosyal ağlar üzerinden gerçeklikle böylesine çarpıcı bir şekilde ilk kez
yüzleşen Batı halkları sokaklara indi. Özellikle Tiktok'un böyle bir etkiye
sebep olacağı öngörülemezdi. İlerleyen dönemlerde kendilerince gereken
tedbirleri almış olsalar da geç kaldılar.
7 Ekim'den bugüne İsrail'in katlettiği
gazeteci sayısı 200'e yaklaşmış olup 2. Dünya Savaşı boyunca katledilen
gazeteci sayısını yaklaşık üç katıdır. Batı kurumları, Batı’yı temsil ettiğini
iddia ettikleri tüm değerlerinin anlamını yitirdiği bu manzara karşısında
çaresizdir.
Geçmişle kıyaslandığında daha iyi bir
noktada olsak da alternatifler üretme noktasında henüz yeterince yol
alamadığımız da ortadadır.
Kitaplardan sinemaya,
akademiden hukuka varana kadar, Filistin hususunda bir şuurlanma açısından ne
gibi adımlar atılmalı, nasıl projeler yapılmalı?
İslâm dünyasında öne çıkan direniş
örgütleriyle karşılaştırıldığında Hamas hareketinin bir üniversiteliler
hareketi, bu yönüyle güçlü bir entellektüel birikime sahip olduğu da
söylenebilir. Fakat Filistin ile ilgili literatür dikkate alındığında önemli bir
kısmının Yahudi ya da Batılı isimler tarafından kaleme alındığı da dikkate
alınmalıdır.
İran’ın başkenti Tahran’da suikast sonucu
şehid edilen İsmail Haniye’nin yerine Hamas’ın siyasî büro başkanı olarak
seçilen Gazze Şeridi sorumlusu Yahya Sinvar’ın yaşananlar üzerinden kaleme
aldığını ifade ettiği “Diken ve Karanfil” romanı Filistin halkının yaşadığı
felaketi resmetmesi açısından ibretliktir. Fakat aynı zamanda Filistin halkının
yaşadığı sefalet ve imkansızlıkları da gözler önüne serer. Dolayısıyla bu
çerçevede Kudüs özelinde Filistin davasının gerek ülkemizde gerek dünyada
tanınması için Türkiyeli Müslümanlara da büyük bir sorumluluk düşmektedir.
Dünyadaki akademik ağ içindeki siyonist lobinin gücü bilindiğinden olsa gerek
akademimizin hali içler acısıdır. Türkiye'deki üniversite öğrencileri ve
öğretim görevlilerinin büyük çoğunluğu katliama adeta seyirci kalmışlardır.
ABD’deki öğrenciler ve öğretim görevlilerinin Filistin direnişine verdiği
destek sebebiyle karşı karşıya kaldıkları şiddet sonrasında bizdeki
üniversiteler ancak sınırlı bir destekle harekete geçebilmişlerdir. Gazze'de
katledilen on binlerce kadın ve çocuk için değil de Amerika'daki
üniversitelerde meydana gelen olaylar sonrası verilen tepki içinde bulunduğumuz
sefaletin açık göstergesidir.
Doğu Türkistan bir başka felaketi
yaşamakta fakat yeterince gündeme dahi gelememektedir. Irak ve özellikle
Suriye'de yaşananlar Gazze'de yaşananlardan çok daha ağırdır. Bugün Gazze için
ayakta olan Türkiye kamuoyu adeta Suriyelilerden kurtulmanın çaresini
aramaktadır. Irak ve Suriye'de yüzbinlerce Müslümanlığın katledilmesine ortak
olan İran ve Hizbullah’ın Filistin’de katledilen Müslümanları kendine dert
edindiğine inanmak için ahmak olmak gerekir.
Ne yapmak gerekir sorusuna doğru cevap
verebilmek için biraz da içinde bulunduğumuz hali doğru tahlil etmek gerekir.
Ak Parti iktidarının bürokrasiden muztarip olduğu sağır sultanın malumudur.
Müslümanlar bu bağlamı da dikkate alarak sivil toplum iktidar ilişkilerini
yeniden masaya yatırmak zorundadırlar.
Türkiye'de faaliyet gösteren gönüllü
kuruluşların önemli ve öncelikli konu başlıklarını kendisine çalışma alanı
olarak seçmiş sivil ve güçlü kurumsal yapılara ihtiyacı vardır. Uzun vadeli
hedefleriyle kurgulanmak zorunda olan bu kurumsal yapılar işlerlik kazanmadan
yapılacak çalışmaların uzun soluklu olmayacağını defalarca tecrübe etmiş
bulunuyoruz. Yükümüz ve sorumluluğumuz kişilerin omuzlarına devredilemeyecek
kadar ağırdır.
Özellikle silaha
dönüştürülen antisemitizm kavramının geçersizliği ve milletin Filistin
hassasiyeti hususunda ne gibi çalışmalar yapılmalı?
Ankara'da faaliyet gösteren sivil toplum
kuruluşları 7 Ekim'den hemen sonra Ankara Filistin Dayanışma Platformu
(ANFİDAP) ismi altında bir araya geldiler. Filistinli Müslümanlara destek olmak
için yürüyüşlerden basın açıklamasında, tiyatro gösterilerinden sanat
galerilerine, suç duyurularından, karne etkinliklerine, çalıştaylardan büyük
mitinglere kadar yüzlerce etkinlik gerçekleştirildi. Bugün kamuoyunda çokça
tartışılan İsrail’le ticaret meselesini henüz sürecin hemen başında gündeme
getiren Ankara Filistin Dayanışma Platformu’ydu. Tüm bu etkinlikler
gerçekleştirilirken iktidarın yanında ya da karşısında olmayı değil,
Filistin'de yaşanan dramı merkeze aldığından olsa gerek eylem ve etkinlikler
özellikle ilk dönemde medyada yeterince karşılık bulmadı. Sanki bu tavrın kabul
görmesi zaman aldı. Platformun İsrail-Türkiye çifte vatandaşlarının
vatandaşlıklarını sona erdirilmesi ve yargılanması talebi gerçekleştirilen
çalıştay marifetiyle bir dosya haline getirildi. Gerçekleştirilen görüşmeler
vesilesiyle TBMM gündemine taşındı. Tüm bu faaliyetler ortak bir kurumsal
kimlik çatısı altında gerçekleştirilmiştir. Bu tecrübeler dikkate alınmalıdır.
Ankara Filistin Dayanışma Platformu’nun
(ANFİDAP) gündeme getirdiği konulardan biri de “Yabancı Terörist Savaşçılar”
meselesidir. Gazze cihadına destek olmak adına herhangi bir İslâm ülkesinden
Kassam Tugayları’na katılan bir Müslüman büyük oranda siyonistlerin hâkim
olduğu dünya medyası tarafından anında terörist ilan edilir. Oysa, İsrail
binlerce kadın ve çocuğu katlederken, bu katliamına destek vermek üzere bölgeye
akın eden Yahudilerle ilgili dünya genelinde hiçbir şey yapılmamaktadır. Bu
çelişkiyi gündeme getirdiğinizde antisemitizm suçlamasıyla karşılaşabilirsiniz.
Size bu suçlamayı yapanlar ya siyonisttir ya da siyonizmin paralı köpekleridir.
Türkiye’nin boykot
hususundaki tavrı yeterince iyi oldu mu, olumlu ve olumsuz yönden
değerlendirmenizi alabilir miyiz?
7 Ekim'den hemen sonra ABD ve İngiltere
tarafında Akdeniz'e gönderilen savaş gemilerinin silah donanımı Cihat Yaycı’nın
ifadesiyle bölgedeki tüm ülkelerin sahip olduğu silah donanımından daha
fazlaydı. İran ve İsrail birbirleri üzerinden meşruiyet sağlayan düşman
kardeşler olduğu dikkate alındığında o gemilerin bizim için geldiği gerçeği
asla unutulmamalıdır. Türkiye her şeyden önce böylesine büyük bir çatışmaya
hazır değildir. Türkiye, dünyanın büyük bir savaşa hazırlandığı bu atmosferde
içerideki toplumsal çatlakları bir an önce tamir etmenin yolunu bulmalıdır.
Batı dünyası kaostan beslenir. Önce tüm
kuvvetleriyle üzerinize çullanırlar ardından azınlık bir grubu çoğunluğun
başına bekçi dikip giderler. Sonrası ya diktatörlük ya da iç savaştır.
Bu şartlar altında iktidar ve
muhalefetiyle boykot en güçlü silahlarımızdan biridir. İktidar kanalı tüm
olumlu çaba ve adımlarına rağmen iyi bir sınav verememiştir. Önceleri
yasaklanmayan ticaretin kamuoyu baskısı karşı konulamaz bir noktaya geldikten
sonra ticaretin yasaklanması çok önemli bir gelişmedir. İsrail'in
yargılanmasının sonuçlarını bekleyerek uluslararası arenada meşruiyet arayışı
ile izah edilmeye çalışılan söz konusu gecikmenin insanların vicdanında meşru
bir karşılık bulduğunu söylemek kolay değildir.
Yerli üretimin önündeki engeller
kaldırılmalı ve yerli yatırımcının siyonist uluslararası şirketlerin pençesine
terk edilmesine mâni olunmalı. Milli sermayenin siyonist sermayenin cebine
vergisiz aktarımının önündeki en büyük engellerden biri olarak ifade
edilebilecek Troy Kart’ın sosyal medya hesabının yılda üç beş tweetle
yetinmesinin izahı da mümkün görünmemektedir.
Yılmaz Bilgen’in haberine göre sayıları
dört bine yaklaştığı tahmin edilen çifte vatandaşlar İsrail’de katliamın
muhtemel ortaklarıdır. Fakat henüz yargılanmaları noktasında somut bir adım söz
konusu değildir. Seçimden önce İsrail ile ticaret üzerinden iktidarı kıyasıya
eleştiren muhalefet, belediyeler üzerinden elde ettiği kısmî iktidar dikkate
alındığında tüm iddialarını unutmuş gözükmektedir. Muhalefet partilerinin sahip
olduğu belediyelerde İsrail ürünlerinin ya da İsrail'e destek olan firmaların
ürünlerinin şimdiye kadar çoktan boykot edilmiş olmaları gerekirdi. Sonuç
hepimizin malumdur. Görünen o ki seçimden önce muhalefet tarafından ısrarla
gündeme getirilen İsrail ile ticaret meselesi, milletin sergilediği boykot
kararlılığını kırmak amacıyla gündeme getirilmiştir.
Tüm bunlar önemli olmakla birlikte ferdî
anlamda nerede durduğumuz en önemli noktadır. İsrail'e taşınan petrolün
yaklaşık üçte biri Bakü Ceyhan boru hattı üzerinden sağlanmaktadır. İktidar
kanadının söz konusu uygulamasını haklı olarak eleştirirken boru hattının en
büyük ortağı BP'den yakıt almaya devam etmenin ya da İsrail malları ve İsrail'e
destek veren firmaların ürünlerini kullanmanın izahını yapmak zordur. Suçu
başkalarına atmak kolaydır olsa da bu bizlerin sorumluluğumuzu ortadan kaldırmaz.
Eylemler bir sonuç
vermiyor. Buradaki eylemlerde en büyük eksilik nedir?
Eylemlerin sonuç verebilmesi için
Türkiye'nin iktidar ve muhalefeti ile büyük bir savaşı göze almış olması
gerekir. Irak ve Suriye'den sonra Türkiye'nin hedefte olduğu kuvvetle
muhtemeldir. Türkiye'de devlet ve millet Filistin davası için çok şey yapmıştır.
Fakat yapılanların yeterli olduğunu söylemek kolay değildir. Bakü Ceyhan boru
hattı dahil olmak üzere İsrail ile olan ticareti tamamen sonlandırmış olsak,
marketlerde İsrail malları mallarının satışı kendiliğinden dursa, İsrail ya da
İsrail'e destek veren ürünlerden birini alan bütün bir toplum tarafından
ayıplansa ve toplum içine çıkacak halleri kalmasa karşılaşacağımız manzara
bugünkünden çok daha farklı olurdu. Sonuçta herkes kendisine yakışan tavrı
alıyor. İster Müslüman olalım ister olmayalım, binlerce kadın ve çocuğun
katledildiği bir atmosferde boykot bir insan olarak kendimize olan saygımızın
gereğidir. Arz-ı Mevud inancıyla yaşayan İsrail'in topraklarımızın üçte birine
göz diktiği gerçeği dikkate alındığında boykot aynı zamanda bir vatandaşlık görevidir.
Bir Müslüman için Kudüs ve çevresi mübarektir. Bir Müslüman olarak Kudüs
muhafızları olarak da tanımlanabilecek Filistinli Müslümanlara elimizden
geldiğince destek vermek bir hepimizin vazifesidir.
Türkiye'de periyodik milyonluk gösteriler
düzenlenmiş olsaydı iktidarın ve muhalefetin tavrı elbette bugünkünden çok daha
farklı olurdu. Fakat olmadı... Bir Müslüman olarak üzerimize düşeni gücümüz
yettiğince yapmak zorundayız. Belki de en büyük eksikliğimiz bir sonuç bekliyor
oluşumuz. Beklediğimiz sonuç ortaya çıkmayınca zamanla direncimiz azalıyor.
Halbuki bizler elimizden geldiğince ve imkanlarımız nispetinde seferle
mükellefiz.
Hâla bazı kesimlerin
Filistin hususunda İsrail’den yana tavır almalarının altında yatan temel saik
nedir? Bu vicdanî körlüğü nasıl yorumluyorsunuz?
Türkiye garip bir ülkedir. Halkının büyük
çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede eğitim sisteminin omurgasını laiklik
bahanesiyle İslâm oluşturmaz. Eğitimin ideolojiden arındırılması gerektiği
iddiasında olanlar da çok iyi bilirler ki Kemalizm Türkiye'deki eğitim
sisteminin temel ideolojisidir. İslâm'ın eğitim sisteminde olmaması, dinin
insanlar tarafından suistimal edilebileceği ihtimaliyle gerekçelendirilir. Oysa
tüm darbeler Atatürkçülük adına yapılmıştır. Bir başka ifadeyle Atatürkçülük
suistimal edilmiştir. Buna rağmen Kemalistler, Atatürkçülüğün eğitim
müfredatından çıkartılmasına razı olmazlar. Bu çelişkiyi açıklamak kolay
değildir. Bu milletin en temel değeri olan İslâm’ın şekil verdiği hemen her
teklif bilimsellik adına reddedilir. Karşı oldukları Yahudilik ya da
Hristiyanlık değil İslâm'dır. Kemalist öğretilerle yetiştirilen insanların
hataları ne hikmetse Müslümanlara fatura edilir. Oysa bu eğitim sistemi resmî
ideolojinin arzu ettiği insan tipi yetiştirmek üzerinde kurgulanmıştır.
Türkiye'de Müslümanlar evlatlarını bir Müslüman duyarlılığıyla yetiştirmenin
yol ve yöntemleri üzerine tekrar ve tekrar kafa yormak zorundadır.
Teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim.
Aylık Baran Dergisi 32. Sayı, Ekim 2024
M. Taha İnci 12.11.2024 - 15:42