Şeyhülislâmın Kelâmı - Alparslan Aydar

Şeyhülislâmın Kelâmı

Tanıtımını yapacağımız bu eserin iki müellifi (Tuncay Başoğlu ve Merdan Güneş) geçtiğimiz yüzyılda yaşanan itikadi ve siyasi değişimin keyfiyetini ve bu değişimin karşısında duran Şeyhü'l İslâm Mustafa Sabri Efendi'nin fikri mücadelesini ele almışlardır. Özelde Osmanlı Devleti'nde genelde ise İslâm coğrafyasının tamamında Batı sömürgeciliğinin siyasi ve fikri alandaki üstünlüğünün adeta tamamıyla kabul edildiği ve ilim adamların Batı hegemonyasına teslim oldukları bir dönemde, bu kabulün karşısında durup reddiye geleneğini canlandırtan Osmanlı şeyhülislâmı merhum Mustafa Sabri Efendi'dir. (1869-1954) Şeyhülislâmı Mustafa Sabri Efendi ilmi meselelerin salt gözlem ve tecrübeye indirgenip aklın işlevinin inkâr edilmesini de doğru olmadığını delillerle ortaya koymuştur. Ona göre bu dönemde yapılan en önemli tehlike ise, tecrübe yoluyla elde edilen bilgilere “müsbet ilim” denmesidir.

Şeyhülislâmın Kelâmı
Merdan Güneş – Tuncay Başoğlu
Ketebe Yayınları
Mîsak Dergisi
Sayı: 392 / Temmuz 2023

Takdim

Elinizdeki eser, özelde Osmanlı Devleti'nde genelde ise İslâm coğrafyasının tamamında Batı sömürgeciliğinin gerek siyasi gerekse fikri alandaki üstünlüğünün adeta tamamıyla kabul edildiği ve birçok siyaset ve ilim adamının Batı hegemonyasına teslim olduğu bir dönemde, bu kabulün karşısında durup hem siyasi kimliğiyle hem de alim kişiliğiyle çetin mücadeleler vermiş bir zatı; Fatih Camii dersiamı, Tokat mebusu, sadrazam vekili ve Osmanlı şeyhülislâmı merhum Mustafa Sabri Efendi'yi (1869-1954) yâd etmek, ilmi çalışmalarını ve fikri mücadelesini incelemek maksadıyla tertiplediğimiz çalıştayın semeresidir.

Şüphesiz reddiye geleneğinin son dönemlerdeki en canlı örneklerinden biri sayılabilecek Mustafa Sabri Efendi, fıkhın fer'i mesâilinden daha umumi meselelere; İslâm'ın kaynaklarını Kur'ân'dan ibaret görenlere karşı fıkıh usulünde ele alındığı şekliyle dinin kaynaklarına; varlık, bilgi, nübüvvet, kader ve mucize konusu gibi kelam ilminin çetin mevzularına kadar çok sayıda konuda yazı kaleme almış ve kendince, hâkim müstakim gelenekten inhiraf etmiş modern akımlara karşı mücadele etmiştir.

Kendisi müstakil telifler yanında farklı gazetelerde çok sayıda yazı kaleme almıştır. Yazıları ile ilmi vukûfiyetini ortaya koyması yanında -ve belki de daha önemlisi- yaşadığı dönemin ilim ve siyaset dünyasına müdahale etmiş; batıl, merdûd ve heretik olarak değerlendirdiği fikirleri eleştirmiştir.

Muhalif tavrının bedelini sürgün edilmesiyle ödemiş, 150'likler listesine alınıp vatandaşlıktan ihraç edilmiş ve bu arada ciddi maddi sıkıntılar yaşamıştır. İltica ettiği Mısır'da bazı kişiler tarafından saldırıya uğramış ve bir kısım yerli fikir adamları tarafından da eleştiriye maruz kalmıştır. Buna rağmen mücadelesinden vazgeçmeyip tenkitlerine yer yer sert ve cedelî üslubuyla devam etmiştir.

Sabri Efendi belki yazılarının bazı noktalarında yer alan sert ve polemik dili sebebiyle eleştirilebilir. Fakat yaşadığı dönemde -ki o dönemden günümüze bu bağlamda fazla bir şeyin değişmediği kanaatindeyim- Müslümanların yaşadığı inkırazın vehameti onu bu dile zorlamıştır denilebilir. Üslubuna yansıyan bu tavrı eserlerine ve hayatına da sirayet etmiş ve bu, günümüze kadar bazı dar çevreler dışında adeta bir cüzzamlı gibi akademik çevrelerce dışlanmasına da neden olmuştur. İlginçtir ki, her fırsatta bilimsel çalışmaların özgürlüğünden bahseden aydın ve modern çevreler Osmanlı son döneminin böylesine velud bir şeyhülislâmını ya marjinalleştirmeyi veya teğet geçmeyi tercih etmişlerdir. Halbuki geleneksel(ci) çizgiyi temsil etmesi bakımından ciddi tezleri olan bu zatla şimdiye kadar olduğundan çok daha yoğun bir şekilde yüzleşmek gerekirdi.

Mustafa Sabri Efendi'nin pek çok düşüncesi, doğru bildikleri elbette eleştirilebilir, ancak gördüğüm kadarıyla inandığı dava uğruna, yani imanı ve dini uğruna çile çekmeyi göze almış yiğit bir İslâm alimi olması asla göz ardı edilemez. Özellikle ahir ömründe Türkiye'yi terk etme mecburiyetinden sonra Balkanlarda ve Mısır'da yaşadıkları başlı başına bir faciadır. Ama bu durum, o nesil için münferit bir hadise değildir ve hâlâ bu süreç tam manası ile bilimsel bakımdan özgürce konuşulamamaktadır.

Mustafa Sabri Efendi'de en çok dikkatimi çeken özellik, siyasi konjonktürden bağımsız, devrin hâkim ve baskın anlayışına karşı duruşu, retorik, muhteva ve argümantasyon biçiminde çok yüksek düzeyde bir özgüvene sahip oluşudur. Bu bakış ve duruşu, belki bir ölçüde tepkisel bir taassub veya iman gücü ve buna dayalı hasbilikle izah edilebilir. Ancak bu izah tarzı bana yine de eksik görünüyor. Daha çok incelenmesi gerektiğini düşündüğüm Sabri Efendi'nin bu yönünün, biraz da modernite, hümanizm, aydınlanma ve bunların paradigmatik öncüllerine, araç ve hedeflerine karşı gösterdiği mukavemetle ilgili olduğu söylenebilir. Öte yandan haklı-haksız, tavizsiz dik duruşluluk medeniyet tasavvurundan ve hayata bakışından öte onda bir karakter özelliğidir ve bunu da M. Zâhid el-Kevseri gibi yakın dostlarıyla ilişkilerinde açık şekilde görebiliyoruz. Şüphesiz Sabri Efendi hayatının akışı ve eserlerindeki fikirlerin şahitliği doğrultusunda ilmi ile âmil, eleştirel yeteneği yüksek ve cesur bir alim profili çizmektedir.

Sabri Efendi'nin yaşadığı dönemde fıkıhtan kelâma, pratikten teoriye var olan ilmi ve fikri problemlerin bugün de biz Müslümanların yaşadığı sıkıntılarla büyük ölçüde örtüştüğünü söyleyebiliriz. Bu vakıa Mustafa Sabri Efendi'nin siyasi ve ilmi gayretini bizim için daha da önemli kılmaktadır. Bu topraklar bilinmeyen ve değişik sebeplerle unutulan, tanınmayı, takdir ve minnetle eleştirilmeyi ve geliştirilmeyi bekleyen çok Sabri Efendiler yetiştirmiştir, hepsinin ruhu şad olsun.

Prof. Dr. Bülent Uçar

 

Editörlerin Önsözü

Elinizdeki kitap Osnabrück İslâm İlahiyat Enstitüsü (IIT) ve İSAM tarafından 2017 yılında düzenlenen “Mustafa Sabri Efendi'nin (1869-1954) İslâm Düşüncesine ve Yeni Kelâm Çalışmalarına Katkısı” başlıklı çalıştayın ürünüdür. Söz konusu çalıştayda Mustafa Sabri Efendi'nin düşüncesini çeşitli yönleriyle ele alan dokuz tebliğ sunulmuştu. (1) Daha sonra katılımcılardan bu sunumlarını bir kitap halinde yayınlanmak üzere makale haline getirmelerini talep ettik ve neticede tarafımıza gelen yedi makale ile bu kitabı hazırladık.

Gerek çalıştayı tertiplemede gerekse bu kitabı yayınlamadaki amacımız geçen yüzyılın en önemli kelâm alimlerinden biri olan Şeyhülislâm M. Sabri Efendi'nin kelâmi görüşlerini ilmi bir zeminde incelemektir, Yeni ilm-i kelâma katkısını ve çağımızın inanç ve düşünce sorunlarına dair görüşlerini değerlendirmenin yanı sıra geçen yüzyılın kelâm tarihini yazabilmek için de Şeyhülislâm'ın ne söylediğini ortaya koymak gereklidir. Onun görüşlerinin değerlendirilmesi, kelâm ilmine ve genel olarak çağımız İslâm düşüncesine katkı sağlayacak yeni çalışmalara yol açabilecektir.

Sadece Türkiye'de ve Arap dünyasında değil, giderek daha geniş bir çevrede 20. yüzyılın en önemli kelâmcılarından biri olarak tanınmaya başlayan Şeyhülislâmın düşüncesini önemsiyor ve ele almayı gerekli görüyoruz. Mustafa Sabri Efendi, Elmalılı'nın meşhur Dibace'sinde dile getirdiği tarzda, geçmişten kopmadan günün düşünce meselelerini ilmi bir dirayetle ele almış ve kelâm ilminde gerçek anlamda bir tecdidin kapısını aralamıştır; akla, ilme, kendi ilim geleneğine büyük bir güvenle geçmişin ve günün düşüncesini, düşünce meselelerini inceleme dirayeti göstermiştir. Onun çalışmaları, kolayca reddedilemeyecek bir derinliği taşımaktadır. Mevkıfu’-akl'ı okuduğumuzda görünüşte klasik bir kelâm üslubu ile karşılaşırken içeriğin baştan sona güncellendiğini, ama bu güncellemenin gelenekten gelen tarihi bir derinlik taşıdığını görürüz.

Mevkıftan yola çıkarak Şeyhülislâm'ın kendi şartlarında hangi meselelerle ilgili neyi ne kadar söylediğini tespit ve tahlille yetinmeyip neyin eksik kaldığını, onun üzerine modern düşünceye ve meselelere dair daha iyi bir tahlilin nasıl geliştirilebileceğini de konuşmak gerekir. Şüphesiz kısaca modernite diyebileceğimiz yeni düşünce ve hayat tarzı, tüm dünyayı büyük bir krize sürükledi. Fakat şimdiye kadar İslâm dünyasındaki okumuşların tavrı, genelde, bu krizin köklerini ve sebeplerini sorgulamak yerine dinin kendisini suçlayarak yenilgi ve taklit psikolojisi sergilemek oldu. İşte Şeyhülislâm böyle bir taklit psikolojisine karşı tahkiki, aklı, kendine güveni öne çıkaran bir bakış açısına sahiptir. Günümüzün ilim adamı, bazı açılardan Osmanlı son dönem nesline göre daha iyi imkânlara sahiptir; çok daha geniş bir malumatı ve yabancı dillerdeki kaynaklara erişim imkânı bulunmaktadır, modern dünyayı içine düştüğü külli krizle birlikte daha yakından tanımakta ve yaşamaktadır. Ancak modern dünya, kelâm açısından yani varlık, bilgi, değer, hukuk ve siyaset düşünceleri açısından hala ciddi bir eleştiriye tabi tutulmuş da değildir. Günümüzün ilim adamının şunu da sorgulaması gerekir: Acaba bunları yapabilecek sağlam ve sağlıklı bir düşünce zeminine ve ilmi mevkıfa sahip miyiz? Osmanlı'nın son dönemindeki ilim geleneği seviyesinde bir vukufiyete ve zihin birliğine sahip miyiz yoksa dağınıklık, zihni kargaşa ve sükût içinde miyiz? Esasen Şeyhülislâm'ın nesli modernitenin ve Batı'nın kültür emperyalizminin getirdiği sorunlarla karşı karşıya gelmişti; günümüz ilim adamı ise buna ek olarak yeni şekillenmekte olan Batı sonrası bir dünyanın sorunları ile boğuşacaktır.

Şeyhülislâm'ın eserlerinde ele aldığı meselelere bu yüzden, ondaki vukufiyet, duyuş ve duruş noktasından dikkat etmek gerekir. O, özellikle Mevkıfu’l-akl'ı yazma gayesini farklı şekillerde şöyle ifade etmiştir:

“Bugün vücud-u ilahi, Hz. Peygamber'in nübüvveti ve şeriatın ilahi ve hak oluşu hep şüphe altına konulmuştur. Bu üç meselede yakin sahibi olmak bu asrın ihtiyacıdır ve bu kitabı bunun için yazdım.” Şeyhülislâm, Mısır'daki tartışmalardan yola çıkarak üç meselede yakîni elde etmenin bu çağın ihtiyacının toplayıcı hususları olduğunu bu kitabı da bunun için yazdığını söylemektedir. Yukarıdaki alıntıda özetlenen bu üç kelâmi mesele şunlardır:

“1-Allah'ın varlığı hâlen, ilmi olarak sabit midir?

2-Hz. Muhammed'in nübüvveti sabit midir yoksa daha ziyade deha mı söz konusudur?

3-İslâm şeriatı, hakiki ilahi şeriat mıdır?”

Kitabındaki usulünü ve yaptıklarını da şöyle açıklıyor: “Kitabım, kişilerin teracimi hakkında değil, kadim ve yeni ilim arasında muvazene ve ilim kitabıdır.” “Bu kitapta üstlendiğim vazife, İslâm akaidi ve ilkeleri aleyhine yöneltilen iddiaları çürütmektir... Bu kitapta Allah'ın varlığı, nebilerin varlığı, nebilerin, âdeti ortadan kaldıran mucizelerinin varlığı inancını ihyaya çalıştım ve müsbet ilim dedikleri ve hissi tecrübeye bina ettikleri, onun dışında bir şeyle sabit olana inanmadıkları modem ilimle mücadele ettim.”

Şeyhülislâm kitabında aklı, mantığı, bir bütün olarak ilmi, özellikle de bugün temel İslâm bilimleri denilen ilimleri savunur. Bu hususta şöyle demektedir: “Bu kitapta ...günümüzde tüm Doğu İslâm aleminde küçümsenen usuliddin ilmini, aklı ve mantığı savundum. Onun şanını yücelttim, esaslarını kökleştirdim ve bu yolda Batılı filozofların büyüklerinin çoğuyla mücadele ettim.” “Müctehid alimler Hz. Peygamber'in hadislerini cem ve zaptetmenin yanısıra onu en ince türlerine ve hususiyetlerine göre incelemişler, hükümlerini tesbit etmişler, en dakik ilimlerden biri olan fıkıh usûlü gibi bir ilim tedvin etmişlerdir. Bu üç ilimde (yani hadis, fıkıh, fıkıh usulü) ve Kur'ân'ın diline hizmet üzere konulan nahiv ilminde yapılan işler, Hz. Peygamber'in mucizeleri cümlesindendir. İslâm'ın ilim alanındaki bu mucizeleri, fetihler yoluyla ortaya konulan mucizelerden daha büyüktür,”

Şeyhülislâm'ın belirli tarihi şartlar çerçevesinde ortaya koyduğu siyasi tavırdan ziyade kelâm ilmi tarihinde gelişen siyaset felsefesi, hukuk felsefesi alanında getirdiği düşünceleri üzerinde de konuşmak gereklidir. Çünkü bu alanlarda klasik kelâm literatüründe bulunmayan (veya en azından bu açıklıkla ve ayrıntıyla işlenmeyen, sadece tohum halinde kalmış olan) yeni ve önemli şeyler söylemektedir.

Kendisi fıkıhta değil de kelâmda ictihad iddiasındadır, nitekim bu hususta şöyle der: “Ömrüm 80'i geçtiği halde ictihad iddiasında değilim, dini ve siyasi cihad, beni ictihad rütbesine ulaşmaktan alıkoydu, tıpkı doğru sözün siyasette başarıdan alıkoyduğu gibi. Ancak akli ilimlerde ictihad benim tabiatıma daha uygun.”

Çağdaş dönemdeki aydınları tenkid ederken de onlarda gördüğü düşünce sorunlarının temeline şöyle işaret ediyor: “Meselenin aslı şudur: Asri yazarların zihinlerinde modern maddi bilim öylesine köklü bir akide olarak yer etmiştir ki ona Allah'ın kitabına ve Hz. Peygamber'in sünnetine imanlarından daha üstün bir imanla inanırlar. Bu sebeple tüm din ehli katında sabit olan mucizeler gibi gaybi hususları da inkâr ederler. Sözkonusu akideye dayanmaksızın ve tarafsız olarak âyet ve hadislere bakabilselerdi onların Allah ve Rasûlünün sözlerinin sınırları içinde tutmamız mümkün olurdu. Ancak gaybi hususların yokluğuna ve mucizelerin inkarına kanaat getirdiklerinden bunlardan bahseden hadislerin sıhhatini redde ve âyetlerin de teviline yöneldiler.”

Elinizdeki kitapta yer alan makalelerin onun kelâmi görüşlerine dair yeni çalışmalara yol açması temennisiyle...

Merdan Güneş - Tuncay Başoğlu

 

Mustafa Sabri Efendi'nin Modern Bilim ve Ateizm Eleştirileri (2)

Giriş

XVII. yüzyılda meydana gelen bilim devrimi sonrasında determinist ve mekanist bir evren anlayışının yaygınlaşması ve buna paralel olarak Aydınlanma ve sekülerleşme hareketlerinin ortaya çıkması sonucu materyalizm Avrupa'da tekrar gündeme geldi. Osmanlı'ya gelişiyse XIX. yüzyılın ilk yarısından itibaren modern okulların açılması ve Batı'ya öğrencilerin gönderilmesiyle başladı.

Tercümeler kanalıyla Osmanlı'ya intikal eden felsefi-bilimsel neşriyat dini-itikadi açıdan tehdit olarak görülünce kelâmın savunmacı yönü işletilmeye başlandı: Fransa, İngiltere ve Almanya merkezli ilhadın giderek yaygınlaşması, hatta Mısır ve Türkiye gibi önemli İslâm beldelerini ve buradaki aydınları etkilemesi büyük bir tehdit olarak görüldü. Mustafa Sabri Efendi (1869-1954), bu çalkantılı dönemi hayatının son bölümünü geçirmek zorunda kaldığı Mısır'da dini konuları modern paradigma ekseninde izah ettikleri için “modernist İslâmcılar” dediği bir grup üzerinden gözlemledi. Bu meyanda Muhammed Abduh (1849-1905), Cemaleddin Efgâni (1838-1897), Muhammed Heykel (1888-1956), Reşid Rıza (1865-1935) ve Zeki Mübarek'i (1892-1952) mucize anlayışı, İsmail Mazhar'ı evrimci fikirleri, Farah Anton'u (1874-1922) din ve bilim arasında çatışma görmesi ve akılcı bir dini anlayışı savunması, Mustafa Merâği'yi (1883-1952) dini akıl ve ilim cihetinden değerli bulması ve laik Batı akılcılığını savunması, Mahmud Şeltût'u (1893-1963) Hz. İsa'nın refi ve nüzulünü reddetmesi ve şeytanı insanın içindeki şer temayülü olarak yorumlaması, Emin Hûli'yi (1895-1966) dini mitolojiden ibaret görmesi, Ferid Vecdi'yi (1878-1954) ise kelâm ilmini önemsememesi ve Kur'ân tercümeleri sebebiyle eleştirdi.

Bu yazı Osmanlı'nın son döneminin en güçlü alimlerinden biri olan ancak siyasi görüşleri sebebiyle yeterince güncel ilgi ve çalışmaya konu olmayan Mustafa Sabri Efendi'nin, bir kelâmcı hassasiyeti ile yaptığı uluhiyet savunusunu ve bu bağlamda modern bilim zihniyetinin önemli kişi ve düşüncelerine yönelttiği eleştirileri tasviri biçimde incelemektedir. Mevkıfu'l-akl'ın özellikle ikinci cildini bu konuya hasreden Mustafa Sabri, burada, din, akıl, âlem ve tecrübe arasındaki ilişkileri cari itirazlara cevap olacak biçimde çözümlemiştir. Bu yazıda onun modern bilim ve ateizme yönelttiği eleştiriler, kaynakları ve atıfları dikkate alınarak başlıklar altında sıralandıktan sonra bazı neticelere varılması öngörülmektedir.

Tarihi Arka Plan: Batı'da Şüpheciliğin ve İlhadın Tarihi

Mustafa Sabri Efendi çağdaş anlamda ateizme sebebiyet veren ilim ve felsefe zihniyetini Grek ile başlayan şüpheciliğin (hisbâniyye) bir devamı olarak okumaktadır. Ona göre Batılı filozofların çoğunun Kant'a (1724-1804), onun Hume'a (1711-1776), onun da Grek şüpheciliğine tâbi olması, bugünü eleştirmek için şüpheciliğin tarihini iyi bilmeyi gerektirmektedir. Şüphecilik en gelişmiş formuna çoğu Batılının o gün tâbi olduğu Kant'ta ulaşsa da, onun gelişiminde pek çok filozofun etkisi olmuştur. Bu akım temelde nefsi halleri gösteren duyuların, eşyanın tabiatı hakkında hüküm veremediğini iddia etmektedir. Buna göre eşya vehim yoluyla insandan çıkan ve bağımsız harici hakikat sayılan nefsâni hallerden başkası değildir. Dünya ise düşünce gücünün (müfekkire) duyumlar (ihsâsât) üzerinde icra ettiği ameliyelerle inşa edilen bir saraydır. Duyumlar aklileştirme şartıyla idrak edilirler ve özel tabiatlarını kaybederek zihni mahiyetlere dönüşürler.

Mustafa Sabri böyle özetlediği şüpheciliği modern anlamda, Rousseau (1712-1778) hariç tüm Avrupa'yı akıl ve mantıkla her sorunun üstesinden gelineceğine ikna eden Bacon'la (1561-1626) başlatır. Aydınlanma devrinde Voltaire (1694-1778) gibi filozoflar aklı yüceltmede aşırıya gidip onun maddeciliği desteklediğini düşününce zamanla akla ve mantığa olan bu bağlılık İngiltere ve Fransa gibi ülkelerde küfür ve ilhad akımını doğurmuştur. Hobbes (1588-1679) ise boşluktaki zerreler dışında bir şeyin olmadığını iddia etmiş, Hristiyanlığın akılla çatışmasının da etkisiyle Fransa'da dini akide yıkılmaya ve ilhad moda hâline gelmeye başlamıştır. Neticede Locke (1632-1704), Berkeley (1685-1753) ve Hume gibi filozoflar bu muhakeme için fikri bir temel hazırlamışlar; Locke'un imtihan süzgecinden geçirdiği akıl, bir süre sonra akla dayanan ilkeleri bulmaya çalışan modern düşüncenin sinyallerini vermiştir. Locke iyi ve kötüyü bilmenin insan fıtratında olduğunu savunan doğuştan bilgiyi inkâr etmiş, doğum anında her şeyden yoksun olan aklın çeşitli etkileri kabul eden “beyaz bir sayfa” olduğunu, tecrübe ve duyuların ise zamanla onda çeşitli izler oluşturduğunu ileri sürmüştür. Öyle ki çeşitli duyumlar yoluyla harici tesirler nefse yerleşir ve orada çeşitli fikirleri ortaya çıkarır. Maddi dünya duyumlar yoluyla nefse intikal ettiği için de tüm bilgiler cisimlerden alınır ve bu sebeple madde her şeydir. Locke tüm bilgilerin duyumlardan geldiğini, sözgelimi elmanın renginin göz, kokusunun burun, tadının dil, şeklinin ise dokunmayla idrak edildiğini söyledi. Buna göre duyular olmasa hârici eşya da var olamaz. Berkeley bu öncülleri kabul etse de ilhadın önünü tıkamak için daha ileri gitti ve maddeyi tamamen reddetti. Sadece kendini duyumlayan aklı kabul ederken aslında akla ve ruha zarar verdi.

Mustafa Sabri, bu noktada durmayıp akla güvenilemeyeceğini söyleyen Hume'un aklı, kişinin iç dünyasında yer alan fikirler, duygular ve hatıralar silsilesinden ibaret kabul ettiğini belirtir. Buna göre akıl fikri bir ameliye ve zihni bir sûrettir, ne azdır ne de çoktur. Böylece Hume felsefe baltasıyla her şeyi yıkmış, maddeyi ve aklı çökertmiştir. Öyle ki Kant onun kitabını okuduğunda ilim ve din hakkında verilen bu hükümden hayli korkarak dogmatik uykusundan uyanmıştır. Ardından Rousseau'nun şuuru akla üstün görmesi insanları akıldan çok şuurla övünmeye sevketti. Rousseau insanı şüpheye düşürerek Allah'ı ve ebediyeti reddetme imkânı olan akıl yerine şuuru benimsemenin daha doğru olacağını ifade etti. Bu görüşten oldukça etkilenen Kant şuuru akla üstün görerek dini akıldan, ilmi de şüpheden kurtarmayı amaçladı.

Mustafa Sabri, Batı düşüncesinin bir hasılası ve en etkili halkası olarak nitelediği Kant'ın fikirlerinin izahına büyük önem verir. Ona göre Kant şüpheciliğe karşı görünse de hakikatlerin bilgisinin imkânsız olduğuna inanması sebebiyle o da aslında bir şüphecidir. Zira ona göre hakikat bilginin süjeye mutabakatından ibaret ise insanın harici nesnelerle irtibat kuramamasına bağlı olarak, bilginin vâkıaya her mutabakatı aslında bilginin ona değil bir bilgiye mutabakatı olmaktadır. Hatta ihsas ile hasıl olan da sonuçta nefsani bir hâldir. Bu durumda felsefenin ihmalinin ve ilme sarılmanın sebebi olarak görülen Kant felsefesi, “olguları (şüûn) bilip bunların sebebini (zîşuûn) bilememek, iman edip ruhu bilememek, zihnin haricindeki âlemi bilip mutlak varlığı (Allah) bilememek” şeklinde özetlenebilir. O, olguları bilip bunların hakikatini bilemese de aklın en azından olayları yaşayanları bildiği gerçeğini ise teslim etmiştir.

Kant'ın fikirlerindeki çelişki ise bir yandan hissi tecrübeye dayalı modern ilmin zaruret ve yakîn ifade ettiğini söylerken diğer yandan görülen hadiseleri ve tecrübî vâkıaları nefste hasıl olan temessüllere ve keyfiyetlere bağlamasıdır. Bu temessüller kâinatın bilgisiyle irtibatlı olan idraklerdir, yoksa bu âlem zihnin dışında mevcut değildir. İdrak olmasa âlem de yok olurdu; bu da nefsü'l-emirde hâricin, onda görülen hadiselerin ya da en azından bunlar hakkındaki bilginin yokluğuna delalet eder. Kant yakîni ve zarûri bilgiyi şüphecilikten kurtarma iddiası dışında bir bilginin nefsü'l-emirde olmadığını da söyler. Buna göre âlemdeki nizam zihindeki nizama uyduğu takdirde her şey makul ve güzel olacaktır.

Mustafa Sabri, Sofistlerden Kant'a özetlediği Batı felsefesinin o günden bu yana türlü garipliklerle dolu olduğunu da kaydeder. En büyük çelişki ise hissi-tecrübî yöntemi ve buna dayalı ilim anlayışını dikkate alırken mahsûsun teyid etmediği bir makulü kabul etmemeleridir. Oysa üstatları Kant bile âlemdeki kanunlar bilgiye tâbi olursa ancak zaruret kazanacağını, asıl, mahsusun makulle teyidinin gerektiğini söyler. Esasında onların bildiklerini vehmettikleri harici olguları (şuûn) zihin inşa etmektedir. Mustafa Sabri tarihi sürecini aktardıktan sonra bu düşünceyi İslâm ilim geleneğinin ilkeleri mucibince temelinden eleştirecek ve böylece İslâm ülkelerinde daha sağlıklı bir algının oluşmasını amaçlayacaktır.

Modern Bilim Paradigması ile Tecrübî Yöntemin Eleştirisi

Mustafa Sabri'yi Batı'daki bilimsel gelişmeleri ve bunun yapısını incelemeye sevkeden nedenlerden en önemlisi; Mısırlı alimlerin bu gelişmelere yüksek değer atfedip dini hususları Batılı yaklaşımlar etrafında ele almaları ve bazı çevrelerde İslâm'ın ilim ve terakkiye mâni olduğu iddiasının yüksek sesle dile getirilmesidir. Buna karşılık Mevkıfu’-akl'ın büyük bölümünde hissi tecrübeye hasredilen Batılı modern bilim anlayışını, bunun yanısıra fikir istiklalini kaybeden ve Batılıları bilinçsizce taklit eden Müslümanları tenkit etmektedir.

Mustafa Sabri, Bacon'dan bu yana tecrübî delilin akli delile tercih edildiğini, hatta modernlerin hadlerini aşıp tecrübeye dayanmadığı için dini, bilimin alanının dışına çıkardıklarını söyler. Oysa akıl ve mantığa dayalı bilgiyi dikkate almayıp ilmi sadece tecrübeye hasretmek yanlıştır. Nitekim gelenekte de kesin ve değişmez bilgiye ancak akıl ile ulaşılmaktadır. Lakin kesinlik iddiası taşısa da türlü çelişkilere engel olamayan tecrübî bilgi de dünyevi açıdan faydalıdır. Bu yöntemle elde edilen veriler vücûb ve zaruret noktasına varamasa da şartları yerine geldiğinde onlardan da istifade edilebilir. Tecrübe, amel için yeterli olabilir, ancak kesin zarurete dayalı ilim için yeterli gelmez. Nitekim Batılılar tecrübî metodu ilim için değil, daha çok dünyevi pratik hedefler için talep ettiler. İslâm alimleri akidenin akli kaidelere dayalı kesin delil üzerine bina edilmesine özen gösterirken, Batılılar akidede şüpheye önem vermezler, hatta bazıları mutlak kesinliğin olmadığını bile iddia etmektedir.

Mustafa Sabri'ye göre Batılıların bilimi tecrübeye dayandırması hakikatlerin keşfi konusunda onları aciz bırakmıştır. Oysa kelâmın lâhuti konuları makul bir çerçevede incelemesi, gizli hakikatlerin doğru anlaşılmasını sağlar. Akla dayanan bilim hissi tecrübeden farklı olarak Allah'ın varlığı, sıfatları ve tenzihât gibi konuları da kavrar. Bu sebeple Allah'ın zâtını ve mahiyetini bilme imkânı olmadığını düşünen Spencer'in âlemdeki varlıklardan zâtı gereği müstağni olan tek yaratıcıyı kabul etmesi güçtür. Zira Batılı filozoflar Allah'ın varlığını ve hakikatini bilmeyi karıştırdıkları için bu hususta tevakkuf ederek ilhada saptılar. Allah'ın varlığının akılla bilinebileceğini, mahiyetinin ise bundan farklı olduğunu düşünen kelâmcılar için ise bu husus son derece açıktır.

Mustafa Sabri hakikate ulaşmada aklın zorunlu ilkeleri olan illiyet ve tenâkuzu en kuvvetli deliller olarak kabul eder. Bunun sebebi diğer hakikatlerden zaman olarak önce, müsbet ve mütebeyyin olmaları değil, üst (âli) ilkeler olmalarıdır. Batılı alimler bunları kabul etseler de Locke ve bazıları, bunların deneye ve tecrübeye bağlı oldukları için külliyet ve vücub ifade etmediğini söyler. Ancak bu ilkelerin cüzi ve mümkin olan tecrübeye bağlanması da yanlıştır. Zira duyum ve gözlem (muâyene) bir şeyin belli bir zamanda ve mahâlde olduğunu gösterip tüm zamanlarda olacağını haber verebilir, ancak aksi gerçekleşmeyecek biçimde zaruri olduğunu söyleyemez. Akli ve nazari hakikatler ile tecrübe ve sabit hakikatler arasındaki fark da budur. Bu görüşe “tecrübî mezhep” denmesinin sebebi de ilk ilkeleri reddetmesidir. Mustafa Sabri, isbât-ı vâcibde önem verdiği illiyet ve tenâkuz ilkelerinin çağrışımdan (fedâi) ortaya çıktığını söyleyen John Stuart Mill’i (1806-1873) de eleştirir. Mill'e göre cüzi tecrübeler çağrışım ve peş peşe geliş (tevâli) yoluyla külliyet kazansa da bunlardan hasıl olan bilgiler zorunlu değildir. Uzun zamanlı tecrübe, kuğuların beyaz renkli olduğu hususunda kişide bir kanaat oluşturur. Oysa Avustralya'nın keşfiyle siyah renkli kuğuların ortaya çıkması bunu ortadan kaldırmıştır. Mill neticede tecrübede zorunluluk olmadığını, sayıları artsa bile bunun ihtiyaten söylenemeyeceğini kaydeder. Mazide olmayan bir şeyin sadece tecrübeyle müstakbelde de olamayacağı öngörülemez. Bir şeyin henüz vuku bulmaması daha çok vuku bulacağı ihtimaline delalet eder. Ona göre şayet bu doğru olsaydı insandan daha güçlü duyumu olan hayvanlarda da gerçekleşirdi. Onların müsbet ilim dedikleri, tecrübeye dayalı hükümlerin ve bunlardan hasıl olan bilginin vakıaya uygunluğudur, yoksa bunlar da zaruri ve vâcip değildir. Sahih tecrübe üzerine bina edildikleri için aklın bedahetiyle sabit olan bu hükümler vâkıaya da uygundur. Mantıkçıların tabiriyle mutlak ve umûmi olduklarından bir şeyin vâki olduğu ve vâki olmaya devam ettiği dışında bir şeyi içermezler.

Mustafa Sabri aklın tecrübeden doğduğuna inanan tecrübî ekolü tashihe imkân olmadığını söylemektedir. Zira tüm tecrübeler birleşse ve üzerlerinden asırlar geçse de bundan zorunluluk ortaya çıkmaz. Zaman bir şey doğurmaz, elde edilen tecrübeler mutlaka tanzim ve tensik edilmelidir. Tecrübî mezhebe göre âlem hâdisâtın bir mecmûu olan ve aralarında münasebet ve telâzüm bulunmayan bir ihsâsat silsilesidir. Galiz vehimlerin tecrübenin eşya ile arasındaki irtibatı sağladığı zannedilse de idrak edilen ancak eşyanın zahiri ile aralarında irtibat olmayan olgulardır (şüûn-fenomen). Oysa bu âlemin akledilir (makul) olduğu, onda külli, sabit ve insicamlı kanunlar olduğu görülürse, bu itikadın tecrübeden değil nefisten kaynaklandığı kavranır. Zira mevcut ve sayılı bir şey olmayan tecrübe daha çok müphem hadiselerin birikiminden (terâküm) ibarettir. Tecrübenin bir manası olsa bu birikim ve hadiselerin oluşumu akletmeyi de kabul eder ve bunu da tanzim ve tevil etme becerisi olan düşünme gücü (müfekkire) sayesinde yapar. Yoksa akıl bu düzenlemenin bir ürünü değil daha çok ruhu ve desteğidir. Tecrübeden önce gelen zihin tecrübeyle hasıl olmaz. Yoksa duyumları bizden daha dakik olan hayvanların bizden daha akıllı olmaları gerekir. Duyumun değeri zihnin ona anlam vermesi iledir. Aklın duyumu ve akledilirleri tevili ise vehbi olarak zihinde yerleşen duyulurlara dair ilk ilkelerdir ki bazı ihtilaflarla birlikte Descartes, Leibniz ve Kant da aynı görüştedir.

Mustafa Sabri'ye göre akli delil tecrübî delilden daha değerlidir. Aynı görüşte olan Leibniz bilgiyi bedihi, burhani ve hissi kısımlarına ayırır ve varlığımızın bedihi, Allah'ın varlığının burhani, eşyanın varlığının ise hissi olduğunu söyler. O da hissi yakîne öncelikli değer vermeye karşıdır, zira o da son tahlilde akli yakîne dönecek ve bu sayede bir anlam kazanacaktır. Kant'a göre de tecrübî yakîn ile akli yakîn arasındaki fark, ilkinin olgusal (vukuî) ikincisinin ise zaruri olmasıdır.

Bu sebeplerle Allah'ın varlığı tecrübeyle ispat edilemez. Zira zaruri meselelerde mevcudun zorunlu biçimde ispatı gerekir ki tecrübe zorunlu değildir. İsbât-ı vâcib sanıldığı gibi burhân-ı akli ile değil tecrübeyle sabit olsaydı, mümkün (âdiyât) dışında vacibü'l-vücud ve müstahilü'l-adem kategorileri de olmaz, bu da Allah'ı yok saymaya kadar götürürdü. İnkârcıların en büyük hatası müsbet ilim üzerine kurulan tecrübe açısından Allah'ı ispat etmenin imkânsız olduğunu dile getirmeleridir. Ancak tecrübe ile ispat edemedikleri bir şeyin yokluğuna karar vermeleri ise bir çelişkidir. Tecrübe Allah'ı ne ispat edebilir ne de yok sayabilir. Zira isbât-ı vâcibde talep edilen zorunlunun ispatı his ve tecrübeyle olmaz. Zira tecrübe, akıl olmadan bir anlam ifade etmez. Bu sebeple tecrübeye dayalı bir isbâtı reddetmek, önermeleri akli ve mantıki istidlâller üzerine kurmak gerekir.

Mustafa Sabri bu doğrultuda Kant'ın tecrübî mezhebe yönelik eleştirilerinden de istifade eder. Ona göre akli kanunlara dayanan mantık gibi riyâzi kanunlar ile buna bağlı özellikler tabiatta değil akıldadır. Tabii hadiseler bu kanunlarda yer eder ve ilimle sabit olur, akli kanunlar yakîni tahsil meydana getirir. Bilginin maddesi harici hallerden, sûreti ise nefs-i nâtıkadan gelir; bu sebeple harici haller değişse de nefsin verdiği sûret değişmez. Bilgi (marifet) bu iki unsurdan oluşur. İlk unsur yani marifetin maddesi ancak ikinci unsurla birleşirse hakiki bilgi olur, Marifet tecrübeden gelmez, onunla başlar ve böylece zihinde sûretler oluşur; bunu birleştiren, ayıran ve yorumlayan ise zihindir. Nazari ilkeler her ne kadar tecrübî unsurları kuşatsa da külli tecrübeden bağımsız hususları da ihtiva eder, Riyazi ilkelerde olduğu gibi tecrübe bize eşyayı tanıtır, yoksa onun keyfiyeti hakkında bilgi vermez. Umum ve zaruret nazari ilkelerin sıfatıdır, tecrübî kanunlarda ise her ne kadar kıyâsi bir umum olsa da mutlak bir umûm yoktur.

Mustafa Sabri akıl karşısında konumunu belirlemeye çalıştığı tecrübenin dindeki yerini de teslim eder. Sokrat (m.ö. 469-399), Descartes (1596-1650) ve Newton (1643-1727) gibi pek çok Batılının ikrar ettiği üzere âleme bakıldığında onun kör bir tesadüf üzere değil, idrak ve irade üzere bina edildiği görülür. Tabiattaki düzenli oluşumları tabiata ya da maddeye nisbet ederek cahil ve âtıl bir varlığı fail tayin etmek, esasen bu işlerin failini nefyetmektir. Maddeciler madde ve kuvvet dışında bir varlık olmadığını, ağırlık, çekim, mekanik kuvvet, ısı, ışık, elektrik ve kimyevi alametlerin ise maddenin özellikleri olduğunu söylediler. Bunların idraki söz konusu olmadığına göre tabiat bir isim onlar da müsemmâ olamaz. Maddede olmayan bu idrak maddeden oluşan tabiatta da yoktur. Mülhidler ise âlemde nizam için gereken idrak ve iradenin, idrak ve iradesi olmayan madde ile olduğunu söyleyerek nizamı tesadüfe bağlarlar. Oysa âlemdeki sırların keşfedilmesi onun vâzıının irade ve kudretine işaret eder. Mülhidler ise akıllarını inkâr ettikten sonra makulatı da inkâr ettiler ve böylece âlemin, ilim, irade, tedbir ve takdir üzere bina edilmesini reddettiler. Âlemdeki tüm tenâsük, tevâfuk, irtibat, ittisak ve insicamın rastlantı yoluyla kendi kendine oluştuğunu iddia etmeleri ise gâi illetlerin reddini, bu ret de sebebi olmayan bir sonucu doğurur.

Mustafa Sabri inkârcıların âlemin değişmeyen tabiat kanunları üzere düzenini sürdürdüğünü iddia etmelerini de hatalı bulur. Buna göre meydana gelen hadiseler ezelden beri mevcut olan maddi unsurların tesadüfü ve bunlarda sâri olan kuvvetlerle oluşur. Bilim bunlara nüfuz etmese de sabit kanunlara bağlı olan madde dışında bir şeye tesadüf edilmez. Âlem bir müdebbirin eseri olsaydı tekâmül etmesi için bu kadar tedrici zamana ihtiyaç olmazdı. Mustafa Sabri Efendi iddia edilen kanunların da Allah'a tâbi olduğunu belirtir ve fiili araştıran, ancak faili sorgulamayan bu zihniyetin, tabiatın fiiline inanarak şuursuz nesneler mecmuasını, hatta kendilerini bile rab edindiklerini kaydeder.

Mustafa Sabri ilmi meselelerin salt gözlem ve tecrübeye indirgenip aklın işlevinin inkâr edilmesini de doğru bulmaz. Nitekim akıl olmadan tecrübe ve duyum da işlevini yerine getiremez. Batı'yı körü körüne taklit edenler de aklın varlığını ve ruhani özel bir güç olduğunu reddederek onu bazı maddi hareketlerle açıklamaya çalıştılar. Oysa Batı'da bile tabiat kanunlarının zorunluluğunu reddeden ilim adamları vardır. Zira tabii ilmi kanunlar tecrübe ve müşâhedata dayansa da kanûniyet ve ıttırâd seviyesine yükselse de zaruret ifade etmez. Aklın burhanı ile teyid edilen mantık ve hendesenin kanunları ise zaruret derecesindedir. Ona göre bu dönemde yapılan en önemli tehlike ise, tecrübe yoluyla elde edilen bilgilere “müsbet ilim” denmesidir. Zira Bacon'dan beri yapılan bu niteleme, diğer ilimleri müsbet olarak görmemeyi istilzam eder. Onlar isbât-ı vâcibde yaptıkları gibi tecrübe üzerine bina edilmeyen ruhu da reddetmiş ve onu maddeye irca etmişlerdir. Oysa Allah'ın ve ruhun varlığı farklıdır, mevcudatın ilmi olan tabii ilimden hareketle Allah'ın yokluğuna varılamaz.

Mustafa Sabri, deney ve gözlemle müsbet ilim ortaya koyduklarını iddia eden tabiatçıları tahlil için Darwinizm'in (nüşû ve irtikâ mezhebi) iyi bir örnek olduğunu belirtir. Ona göre evrimciler mevcut tekâmülü Allah'ın varlığına dayandırmaktansa, tecrübî delilin akli delilden daha güçlü olduğunu iddia etmeyi tercih ettiler. Buna örnek olarak da insanın maymundan türediğini ispata koyuldular. Java adamı gibi fosillerden insan ve maymun arasında geçiş olduğu sonucunu çıkardılar ve bir kafatası ve ayak kemiğini fosilin aslının ayakta durduğuna delil getirdiler. Oysa birbirine hayli uzakta keşfedilen bu kemikler aynı bedene ait olamadığı gibi sırf şekil benzerliği de bunların tek bir türden oluştuğunu kanıtlamaz. Zira insan ve diğer canlılar arasındaki asıl fark derece değil, mahiyet farklılığıdır. Evrimcilerin aradaki fosili bulmadan maymundan insana geçişe hükmetmeleri de oldukça ilginçtir. Zira sadece insanın ve hayvanın azaları arasındaki benzerlikten hareketle onların aynı türden geldiklerini iddia etmek saçmadır. Kaldı ki kendi mezhepleri açısından da bu iddiaları çelişkilidir. Sadece bir maymun fosilinden yola çıkarak onun düşünen ve konuşan insana dönüştüğünü söylemek aşırı bir yorumdur ve yanlıştır.

 

Mehmed Zahid Aydar

Mîsak Dergisi

Sayı : 392 / Temmuz 2023

----------

1) -İbrahim Bayram - Mustafa Sabri Efendi'nin Bilgi Teorisinde Akıl-Duyu Mukayesesi S. 17

- Merdan Güneş - Mustafa Sabri Efendi'nin Mucize Hakkındaki Modern Yorumlara Getirdiği Eleştiriler S. 49

- Osman Demir - Mustafa Sabri Efendi'nin Modern Bilim ve Ateizm Eleştirileri S.107

- Muhammed Bedirhan - Mustafa Sabri Efendi'nin Varlık Anlayışı ve Vahdet-i Vücüd Eleştirisi S.147

- Nazım Büyükbaş - Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi'nin İctihad Anlayışı S.173

- Yakoob Ahmed - Mustafa Sabri: Modern mi Modernist mi? Modern Entelektüel Gazetecilik Dünyasında Gelenekçi Bir Alim S. 199

- Murat Karacan - Mustafa Sabri Efendi'nin Hilafet Anlayışı S.247

2) Osman Demir-Doç.Dr. Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi Polatlı İlahiyat Fakültesi.