Bu sayıda tanıtacağımız
kitap; Yazar Faruk Arslan’ın kaleme aldığı, ‘Mason Bektaşiler’ isimli eserdir.
Büyük Fransız Devrimi’ni hazırlayan aydınlanma felsefesi ve bu felsefenin
ortaya çıkardığı siyasi değişimin Osmanlı’daki yansımalarını tahlil edebilmek için,
gizli teşkilatların iyi bilinmesinde fayda vardır. Yazar eserin girişinde:
“Cumhuriyet öncesi ve tarikatlar kapatılıncaya kadar, Hacı Bektâş Velî
tarikatına girmiş köylüye ‘Kızılbaş’ veya ‘Alevî’, şehirliye ise Bektâşi
denilirdi. Mason Bektâşiler ise elit Bektâşiliği ortaya çıkardılar ve Anadolu
Alevîliğinden kendilerini ayrı gördüler. Osmanlı ve Türkiye’ de dış
istihbaratlara çalışan casus ve ajanların pek çoğunun Bektâşi kimliği
kullanması ve mason olması tesadüf değildir. Masonik Bektâşi yapının geçmişte
kullandığı İttihat ve Terakki geleneği çetelerle, Ergenekon ile bugün de
yaşıyor.” (Sh:14)
Kitabın göze çarpan bazı eksiklikleri
vardır. Alıntıların nerede başlayıp nerede bitiğinin belirsizliği ve aynı
ifadelerin farklı bölümlerde tekrar tekrar karşımıza çıkması, kitabın aceleyle
hazırlanmış olduğu izlemini vermektedir.
![]() |
Mason
Bektâşiler
Faruk Arslan
Karakutu Yayınları
Mîsak Dergisi
Sayı: 260 / Temmuz 2012
|
Alnı secde gören insanların yaklaşık
üç asırdır, neredeyse hemen her cephede kaybettiği bir mücadelenin tarihidir
bizim tarihimiz. Mehmet Akif’i çile şairi yapan, İslâm dünyasının içinde
bulunduğu bu perişan haldir. Anadolu’daki harekete destek veren, İstiklal Marşı
şairinin Cumhuriyet’in ilanından hemen sonra bu toprakları terk etmek zorunda
kalmasının sebeplerini anlayabilmek için bizlere sunulan “Şanlı Tarih”ten
fazlasına ihtiyacımız olduğu vicdan sahiplerinin malumudur.
İlluminati hareketinin ortaya çıkarttığı
Fransız İhtilali’nin dünyada meydana getirdiği değişimin bizdeki yansımalarının
bir kısmını açıklamaya yardımcı olacağına inandığımız elinizdeki eser,
teşkilatlı bir avuç insanın gayretlerinin ortaya çıkartacağı neticeleri
göstermesi açısından dikkate değerdir. II.Abdülhamid’ten beri ülkeyi yöneten
İttihat Terakkî anlayışının bir yönünü tanımamıza vesile olacağını düşündüğümüz
bu çalışma aynı zamanda neredeyse Osmanlı Devleti ile birlikte ortaya çıkan
Bektâşilik hareketinin bilinmeyen yönlerine ışık tutması sebebiyle de dikkate
değerdir.
Giriş
Mason Bektâşiliği ve Hacı Bektâş Aydınlığı
“Cumhuriyet öncesi ve tarikatlar
kapatılıncaya kadar, Hacı Bektâş Velî tarikatına girmiş köylüye Kızılbaş veya
Alevî, şehirliye ise Bektâşi denilirdi. Mason Bektâşiler elit Bektâşiliği
savundu, Anadolu Alevîliğinden kendilerini ayrı gördüler. Osmanlı ve Türkiye’de
dış istihbaratlara çalışan casus ve ajanların pek çoğunun Bektâşi kimliği
kullanması ve mason olması tesadüf değildir. Masonik Bektâşi yapının geçmişte
kullandığı İttihat ve Terakki geleneği çetelerle, Ergenekon ile bugün de
yaşıyor.” (Sh:14)
“Çok tartışmalı bir konuyu masaya
yatırıyoruz. 1850’den bu yana Bektâşilik, Mevlevîlik ve Melamilik arasına
karışan masonlar, özellikle Alevî Bektâşiliği derinden etkilediler. 1908 ile
1918 arasında Osmanlı İmparatorluğu’nu idare eden İttihat ve Terakki
Partisi’nin hemen hemen tüm mensupları masondu denir, ancak nedense Bektâşi
kimlikleri söylenmez. Biz bu çalışmada Osmanlı’da Bektâşilerin masonlarla içiçe
geçmeye başladığı dönemi ve Cumhuriyet dönemini sorgulayacağız.” (Sh:15)
“Bektâşiler ile Ergenekon ve kırk kişiden
oluşan, ‘Danışma Kurulu’ anlamına gelen Encümen-i
Daniş’in ilişkileri bugüne kadar hep ıskalandı. 1952’den beri ‘Üç
Albay Ergenekon’ dönemi yaşandı, eskiden Ergenekon’un adı kötüye
çıkmamıştı. ‘Albay Ergenekon’ lakabını veya kod ismini
kullandığı bilinen Alparslan Türkeş, Turgut Sunalp ve Velî Küçük, operasyon
birimlerini yönetti. Asıl liderler, beyin takımı ortada gözükmedi. Nihayet çok
önemli görevlerde bulunmuş eski asker, politikacı ve diplomatların oluşturduğu
bu ‘Büyük Devlet Jürisi’ ortaya çıktı. On beş günde bir
İstanbul’da, Moda Deniz Kulübü’nde bir araya geliyor ve ülke sorunlarını
tartışıyorlar. Encümen-i Daniş, kimilerine göre devlete rota çizmeye çalışan
gizli bir ‘güç odağı’, kimilerine göre hükümetlere yön vermek isteyen bir
teşekkül, kimilerine göre ise, asıl derin devletin ‘âkil adamları’. Bazılarına
göre ‘ Dinazorlar Takımı’ bazılarına göre ‘İhtiyarlar Heyeti’...” (Sh:24)
Birinci Bölüm
Gerçek Bektâşî Mason Olamaz
“Ulusal Kurtuluş Savaşı yalnızca ordular
arasında cephelerde değil, aynı zamanda çeşitli uluslararası lobiler arasında
da geçmiş çetin bir mücadeleydi. Taraflar, Londra, Paris, Roma, Washington gibi
önemli metropollerde çeşitli baskı gruplarını etkilemek istiyorlardı. Bu etkili
baskı gruplarının başında masonlar geliyordu. Ve hakkını vermek gerekir ki, sol
fikirlere yakınlığı olan Fransız Büyük Doğu Locası masonları, zaman zaman
Ermenilerin etkisinde kalıp tavır değişikliği gösterseler de, genellikle Ankara
Hükümeti lehine propaganda yaptı. Gerçi asıl nedenleri, İngiliz yayılmacılığının
önüne geçmekti, ama olsun, destek vermişlerdi işte.” (Sh:26-27)
“Bektâşilik, Mevlevîlik ve Melamilik
arasına karışan masonlar, özellikle Alevî Bektâşiliği derinden etkilediler.
1908 ile 1918 arasında Osmanlı İmparatorluğu’nu idare eden İttihat ve Terakki
Partisi’nin hemen hemen tüm mensupları ‘masondu’ denir, ancak nedense Bektâşi
kimlikleri söylenmez.” (Sh:29)
“Doç. Dr. Bedri Noyan, sunduğu listede
aşağıdaki isimlerin hepsini ‘ortak payda’ Bektâşilikte birleştiriyor:
Mustafa Kemal Atatürk, Celal Bayar, Adnan
Menderes, Refik Saydam, Mithat Paşa, Talat Paşa, Ziya Paşa, Namık Kemal,
Abdullah Cevdet, Muallim Naci, Ahmet Rasim, Kazım Karabekir, Behçet Kemal
Çağlar, Rıza Tevfik, Neyzen Tevfik, Şair Eşref, Ahmet Refik Altınay, Yakup
Kadri Karaosmanoğlu, Yahya Kemal Beyatlı, Hilmi Ziya Ülken, Ali Nihat Tarlan,
Samih Rifat Çağatay, Nuri Halil Poyraz, Şükrü Şenozan, Şemsi Yastıman ... daha
eskiler de var: 2. Murat, Kanuni Süleyman, Tepedelenli Ali Paşa, Fuzuli.”
(Sh:30)
1826’de Yeniçeri Ocağı 2. Mahmut
tarafından fesh edilip, tekkeleri kapatılınca Bektâşiler Mason Locaları ile
işbirliği içine girdiler. Pek çok Bektâşi şeyhi Mason oldu. Konunun uzmanı
İrene Melikoff’a göre, Bektâşiler kendilerini korumak için masonluğa girdiler.
Hatta Bektâşilik masonluk ritüellerinden etkilendi. Üçler, Beşler, Yediler
kavramı Masonluktan girmedir. Bektâşiler sonraki dönemlerde Genç Osmanlılar,
Jöntürkler ve İttihat-Terakki içinde etkin rol oynadılar.” (Sh:32)
İkinci Bölüm
Bektâşilerde Postnişini Liderlik
Anlaşmazlığı
“Tekkelerin kapatıldığı 1925 yılında
Dedebaba postunda Salih Niyazi Dedebaba bulunmaktaydı. İttihatçı olup, Mustafa
Kemal Paşa ile de bir hayli samimi olan Arnavut Salih Niyazi Dedebaba’nın
1925’te tekkeler kapatılınca Mustafa Kemal Paşa ile arası bozulur. Bunun üzerine
Salih Niyazi Dedebaba, 17 Ocak 1930 tarihinde Türkiye’yi terk ederek
Arnavutluk’a gider. Orada 1941’de Arnavutluğu işgal eden İtalyanlarca
öldürülür.
Salih Niyazi Dedebaba’dan sonra Ali Naci
Baykal Baba, Dedebaba sıfatını takınır. Ondan sonra ise, Doç. Dr. Bedri Noyan
bu sıfatı taşımaya çalışır. Bedri Noyan’ı asıl ‘yetiştiren’ Atatürk’ün ve daha
sonra Celal Bayar’ın doktorluğunu yapan, cumhurbaşkanlığında Çankaya Köşkü’nde
oturan, ‘Baba Erenler’ lakaplı, Dedebaba Dr. Hasan Ragıp Erensel’di. Dedebabası
Dr. Erensel sayesinde, ‘yola girdiğinden’ itibaren hızla yükseldi. Altı ay
içinde derviş ve altı ay sonra da baba oldu. Dr. Erensel, hasta yatağında Dr.
Noyan’a ‘hilafetname’sini yazdırdı. Ve 1953 yılında Dr. Erensel’in ölümü
üzerine Dr. Noyan ‘Dedebaba’ seçildi. 6 Kasım 1997’de Aydın’da Hakka yürüdü.”
(Sh:40-41)
“Karizmatik Dedebaba Bedri Noyan’ın
1997’de ölümünden sonraki süreç iki tane dedebaba ortaya çıkardı: Biri Noyan’ın
vefatının ardından seçilen Haydar Ercan, diğeri de Ankara grubu veya mason grup
olarak anılan oluşumun seçtiği Mustafa Eke. Bu on bir yıllık süreç, Osmanlı’nın
fetih ve tebliğini omuzlamış, ardından Kurtuluş Savaşı’nı kayıtsız şartsız
desteklemiş bir köklü tarikat mensuplarının tabiriyle ‘ibret verici’ olaylarla
dolu.” (Sh:39)
Bu bölümde 1997’de gerçekleşen bölünme
süreci ve sonrası ele alınır. (Sh:39-49)
Üçüncü Bölüm
Bektâşîler Bölünüyor
“Bektâşiler arasındaki tarihi ihtilafların
ele alındığı bu bölümde (Sh:49-72) bölünme sürecinde tarafsız kalmaya gayret
eden Şevki Koca görüşlerine de yer verilir.
“Bu dergâhta sürekli, Çelebi ve Dedebaba
postu olarak iki post bulunmuştur. Bu durum yüzyıllardır, Bektâşiler ve
Alevî-Bektâşiler arasında tartışma konusu olmuştur. Dede-Babalar, Çelebileri,
Hacı Bektâş’ın soy evladı olarak kabul etmemişlerdir. Zira bu babagün koluna
göre Hacı Bektâş-ı Velî hiç evlenmemiş olup mücerret kalmıştır. Çelebiler ise;
kendilerinin Hacı Bektâş-ı Velî’nin nesebinden geldiklerini, (Fatma Nuriye ya
da Kutlu Melek)’in Hacı Bektâş-ı Velî’nin nikâhlı eşi olduğuna inanırlar.
Çelebilere bağlı Alevî-Kızılbaş Dede Ocakları da, Hacı Bektâş-ı Velî’nin
evlenmiş olup, Çelebilerin onun neslinden geldiğini kabul etmişlerdir. Bu
yüzden Alevî-Kızılbaş Ocakları Hacı Bektâş Çelebilerine bağlı hale gelmişler.”
(Sh:70-71)
Dördüncü Bölüm
Örgütsel Etnik ve Dini Yapı
“Cumhuriyet öncesi ve tarikatlar kapatılıncaya
kadar, Hacı Bektâş Velî tarikatına girmiş köylüye Kızılbaş veya Alevî,
şehirliye ise Bektâşi denilirdi. Mason Bektâşiler elit Bektâşiliği savundu,
Anadolu Alevîliğinden kendilerini ayrı gördüler. Osmanlı ve Türkiye’ de dış
istihbaratlara çalışan casus ve ajanların pek çoğunun Bektâşi kimliği
kullanması ve mason olması tesadüf değildir.” (Sh:73-74)
Beşinci Bölüm
Hoca Ahmet Yesevî ve Bektâşilik
“Hoca Ahmet Yesevi ve Alperenleri ile
Batinî Bektâşiliğin dinsel akraba sayılarak bağdaştırılması, Masonik
Bektâşilerini bir hilesidir. Yesevi’nin Hanefi itikadında bir Kalenderi şeyhi
olduğu söylenebilir, ancak kesinlikle bir ‘İsmailî Daisi’ sayılması kabul
edilemez.” (Sh:87)
“Mason Bektâşiler, Yesevî’yi bir İsmailî
Daisi göstererek Alevîlik kapsamı içine katarlar. Oysa Yesevî Maturidir ve
şeyhi Yusuf Hemedani adlı Hanefi âlimidir.” (Sh:92)
Altıncı Bölüm
Bektâşiliğin Beş Yüzü
“Masonik Bektâşilikten rahatsız olan ve
Alevî ile Bektâşi kavramlarının birbirinden ayrılmasını talep eden Alevîlerden
Teoman Şahin’in tespit ve önerileri bu bölümde (Sh:105-126) ele alınmış:
“Birinci Yüz: 1200-1500 arası
Bu dönemin başlarında Hacı Bektâş,
Selçuklu sarayının hemen yanıbaşına Sulucakarahöyük’e gelip yerleşiyor.
Herhangi bir tarikat kurmuyor. Çevresinde kendisiyle birlikte hareket eden az
sayıda bir kitle var. Bu kitleye liderlik ettiğine ilişkin bir kanıt yok.
Kitlenin Bektâş’ın dini bilgisi olduğuna inandığı açık. Bektâş Horasan’lı Türk
kökenli. Sünni bir mutasavvıf olarak kabul ediliyor.
İkinci Yüz: 1500-1826 arası
Bu dönemi fidana can suyu verilmiş dönem
olarak görülüyor. Mutasavvıf bir Sufi olan dindar Osmanlı sultanı 2.Bayezid
tahta geçiyor ve Anadolu’daki tüm dini yapılaşmalara el atıyor. Anadolu
Alevîliğinin temellerini atan padişah sıkı bir müslüman. Dimetokadan Balım
Sultan’ı Sulucakarahöyük’e tayin ediyor. Var olan yapılanmayı tarikat
yapılanmasına dönüştürüyor.
Üçüncü Yüz: 1826-1923 arası
Yeniçeriler yabancı unsurların da
etkisiyle sarayda etkin rol oynuyorlar. Osmanlı bu ordudan kurtulmak istiyor.
Yeniçeriler 1826 yılında acımasızca katledilince aradaki ilişki nedeniyle
bundan Bektâşi dergâhları da etkileniyor. Bu dönemin başını Bektâşiliğin
Osmanlı kontrolünden çıkmasının başlangıcı olarak kabul ediyoruz. Bu dönem,
Anadolu’ya yavaş yavaş hâkim olan Sabatayist unsurların egemenliğe üst düzeyde
etki ettikleri dönemin de başlangıcı oluyor. Sünni Osmanlıdan darbe yiyen
Bektâşiler, Sabatayistlerin etki sahasına giriyorlar. Bektâşilerin, özellikle
Sünni İslam’la hesaplaşmaları, Sünni İslam’ı yavaş yavaş eleştirmeye
başlamaları bu dönemle başlıyor. Bektâşileri bu dönem Sabatayistler
yönlendiriyor.
Dördüncü Yüz: 1923-1980 arası
Bu dönem Bektâşiliği, artık İslam’ı açık
açık eleştirmektedir. Atatürk de artık Bektâşilerin kutsallarından birisidir.
Sabatayistlerin güçlenmesi Bektâşilerin de güçlenmesi anlamına geliyor. Ancak
Ekim Devrimi’yle gelişen sosyalist sol etki Bektâşi Dedelerinin etkisini
kırıyor. 1968’den 12 Eylül 1980 darbesine kadarki dönemde artık Bektâşi
Dedeleri topluma hâkim değildir.
Beşinci Yüz: 1980’den günümüze
1979 İran İslam devrimi, on iki imamın
isimlerini gündeme getirdi ve hemen akabinde civar Müslüman ülkelerde garip
darbeler olmaya, iktidarlar değişmeye başladı. Anadolu Alevîleri, unuttukları
on iki imamın İslami anlayışını, görüşünü, fıkhını bu etki sayesinde öğrendi ve
bunu Alevîyim diyen halka da anlatmaya başladı.”
Yedinci Bölüm
Bektâşilik Mitleri
“Alevî/Bektâşilerce makbul sayılan ve
Hazreti Pir’in menkıbe ve kerametlerinin anlatıldığı Velâyetname-i Hünkâr Hacı
Bektâş Velî El Horasani’de, Bektâşilerin Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda
birinci derecede etkili olduklarını, hatta Ertuğrul Bey’in ölümünden sonra
Osman Bey’in Kayı aşiretine Bey olmasını Hacı Bektâş Velî’nin sağladığını
gösteren bir bölüm bulunmaktadır. Bu anlayış Bektâşilerin, en azından 1826
yılına kadar, bu devlet bizim kurduğumuz devlet diye sahip çıkmalarının tarihi,
siyasi, dini ve psikolojik temelini oluşturmakta” (Sh:130) ve süreç içerisinde
temel Bektâşi anlayışları ele alınmaktadır. (Sh:127-140)
Sekizinci Bölüm
Osmanlıda Masonluk ve Bektâşilik
“İttihat ve Terakki, daha doğrusu bu
cemiyetin özünü teşkil eden Osmanlı Hürriyet Cemiyeti, bazı Mason locaları ile
iç içe denilebilecek kadar ilişkili olmuştur. İttihat ve Terakki’nin özümseyip
uygulamaya çalıştığı Hürriyet-Eşitlik-Kardeşlik şeklindeki
Fransız ihtilal sloganının konuşulması ve uygulaması için, Batı uygarlığı ürünü
locaların hürriyetçi ve insan haklarını gözeten havası, cemiyet üyelerine son
derece uyumlu geldiği gibi; Masonluğun geneldeki zulme ve monarşilere karşı
mücadele ve masum insanları hürriyete kavuşturma ideali; Cemiyet’in İstanbul
istibdadına karşı sürdürdüğü benzer eylemle tamamen örtüşmüştür.” (Sh:147)
“Devrin en ünlü mason Bektâşisi Mehmed
Talat Paşa (1874-1921) İttihat ve Terakki kurucularından ve önde gelen
siyasetçilerindendir. Meclis Vekilliği, Dâhiliye Nazırlığı, Posta Vekilliği ve
1912’de Sadrazamlık yapmıştır. Nedense Yahudilerin çalıştığı Alyans
Mektebi’nde öğretmenlik yaptığı hep gizlenir, Yahudi olduğu yazılmaz.”
(Sh:153)
“Türkiye Büyük Locası’nın ilk Büyük Üstadı
olan Talat Paşa, Masonluğa, İttihat ve Terakki hareketinin başladığı ve
kurucuları ile üyelerinin büyük kısmının bulunduğu Selanik’teki Macedonia
Risorta Locası’nda 1903 yılında başlar. Bir sene sonra, Veritas Locası’na geçer
ve burada II. Nazırlık görevinde bulunur. Veritas Locası, 23 Temmuz 1908’de
İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra Selanik’te yapılan kutlamalara
regalyalarıyla katılmış bir locadır. 1909 yılında, 33.dereceye yükseltilir ve
Türkiye Yüksek Şurası’nın başına getirilir. Bu esnada İstanbul’da çalışan Vatan
Locası’nın kurucuları arasında yer alır. Aynı yıl içinde kurulan Türkiye
Büyük Locası’nın Büyük Üstatlığına da getirilen Talat Paşa, bu görevini artan
siyasi görevleri ve hazırlandığı Sadrazamlık vazifesi sebebiyle 1910 yılında
Faik Süleyman Paşa’ya devreder.” (Sh:159-160)
Osmanlı’nın yıkılmasına sebep olan
faktörlerden biri olan mason localarının etkisini kavrayabilmek için ilginç
ayrıntıların ele alındığını söyleyebiliriz.( (Sh:141-162)
Dokuzuncu Bölüm
Sabataycılar ve Mason Bektâşilerin
İlişkileri
“18. ve 19. Yüzyıldaki Sabataist kimliğini
anlamada ‘heterodoks’ sufi tarikatlar kilittir. Bunun en önemli nedeni söz
konusu tarikatların Sabataycılara daha hoşgörülü bir yaşam biçimi sunmasıdır.
Bektâşi sufizmindeki yanılmaz/kurtarıcı şeyh fikri Sabatayizmdeki Mesih fikrine
çok benziyor. Ayrıca teorik ve pratik olarak İslâm sufizmi Yahudi Kabalasından
daha zengin olması Sabataistlerin ilgisini çekti ” (Sh:163) tesbitinde
bulunduktan sonra Sabataycılar ve mason Bektâşiler arasındaki ilişkileri
inceler. (Sh:163-181)
Onuncu Bölüm
Mason Bektâşi Derin Devleti
“15 Haziran 1826’daki Yeniçeri Ocağı’nın
lağvedilmesinden başlayarak, Bektâşiler de onlara itikad açısından yakın olan
Anadolu Alevîleri’nin bir bölümü de Osmanlı Hanedanı’na karşı, tıpkı Mabed
Şövalyeleri’nin Fransa Hanedanı’na besledikleri gibi, bir hınç ve kin beslemeğe
başlamışlardır. Hınç ve kinin Sultan Abdülaziz’in şahadetinde de rol oynamış
olduğuna dair tarihçilerimiz tarafından iddialar ileri sürülmüştür.
XIX. yüzyılın sonlarına doğru Mekteb-i
Tıbbiye’ de Sultan II. Abdülhamid’in idaresinden rahatsızlık duyan müteriz bir
grup öğrenci 1889 yılında, adı bir takım değişiklikler geçirdikten sonra 1908
yılında İttihad ve Terakki Cemiyeti’nde karar kılacak olan İttihad-ı Osmani
Cemiyeti’ni kurmuş ve aynı yıl içinde Fransa’da yaşamakta olan ve Jön Türkler
diye tanınan ve Padişah’a karşı olan bir grupla temasa geçmişti. Jön Türkler’in
hemen hepsinin Fransız Dışişleri Bakanlığı tarafından paraca desteklendiği ve
Fransız Mason Locaları’nda tekris edilmiş, Fransız İhtilali’nin hayranı
kimseler oldukları bugün delilleriyle ortaya çıkarılmış bulunmaktadır.
Bu akımdan Jön Türkler hem İttihad ve
Terakki Cemiyeti ve hem de Türkiye’deki Mason Locaları için verimli bir fidelik
görevi ifâ etmişlerdir. Sultan II. Abdülhamid’in affıyla Türkiye’ye döndükleri
zaman Jön Türklerin, Osmanlı Hanedânı’na karşı duydukları hınç ve kin
bakımından aralarında hemen bir sempatinin oluştuğu bir topluluk ise Bektâşiler
olmuştur. Bektâşlilerin önde gelenleri zaten 1867 yılından başlayarak Mısırlı
Prens Mustafa Fazıl Paşa sayesinde Mason Locaları’nda tekris edilip mason olmuş
bulunmaktaydılar.” (Sh:183-185)
“Özellikle tek işi insan sağlığının
tedavisi olması gereken Tıbbiye öğrencilerinin ‘Carbonari’ hareketin
merkezinde yer almaları zannediyorum ayrı bir analizi hak etmektedir.
Carbonari-jöntürk-ittihatçı hareket bazılarının sandığı gibi 19. asrın ikinci
yarısından itibaren sisteme hâkim olmuş görünse de köken olarak ucu çok daha
derinlerdeydi.”(Sh:201)
“ Selanik’te Şimon Zivi (Şemsi
Efendi) Karakaşlar ile Kapanileri uzlaştırmak amaçlı bir okul
kurarken, Anadolu köylüsünün tarlasını harmanlayıp oğlunu savaşlara nefer
olarak göndermekten başka bir lüksü yoktu. Feyziye Mektepleri’nde,
Trakki okullarında, Fransız kolejlerinde çocuklarını okutanlar taşralılar
değildi, zaten giremezlerdi de. Haliyle buradan çıkanlar mülki ve askeri
makamlara geliyorlardı. Dolayısıyla bu bakış açısı bir komplo değil, tersine
bir komplonun deşifrasyonunu sağlamaktadır.” (Sh:204)
On Birinci Bölüm
Rudolf Von Sebottendorf ve Ziya Gökalp
“Atatürk’ü fikri açıdan derinden etkileyen
iki mason Bektâşi Namık Kemal ve Ziya Gökalp’tir. Ancak derin Türk devletinin
kurucusu Osmanlı Mason Bektâşisi Alman kökenli Baron Rudolf von
Sebottendorf’dur. Nazilerin derin devleti Thule’yi kuran Baron Rudolf von
Sebottendorf, 1933-1945 yılları arasında Türkiye’de bulundu. Almanya’da Thule
olarak bilinen bu örgütün, ‘Türkiye’ deki adı Ergenekon olarak biliniyor.
Almanya’da Alman milliyetçiliğini yönlendirmeye çalışan örgüt, Baronun
girişimleriyle, Türkiye’de de Türkçülüğü yönlendirmeye çalıştı. Almanya’nın
pagan köklerine dönmesine çabalayan örgüt, Türkiye’de ‘Şamanizmi’ canlandırmaya
çalıştı. Her iki örgüt de komünizme karşıydı. Baron, Mısır ve İstanbul’da da
uzun süre kalmıştı. Bu gezileri sırasında simya, astroloji ve Kabala ve İslâm
sufizmi üzerinde çalışmalar yapmıştı. Baron ve adamları, bir müddet sonra
zamanın İçişleri Bakanı Şükrü Kaya vasıtasıyla o zamanki adıyla MAH bugünkü
ismi ile MİT’le bağlantıya geçti. Mason Bektâşi Şükrü Kaya o dönemin en kritik adamlarından
biridir. O dönem Alman nüfuzunun Türkiye üzerinde en yoğun olduğu dönemdir”
dedikten sonra Rudolf von Sebottendorf ile Ziya Gökalp hakkındaki tesbitlerini
aktarır.” (Sh:204-223)
On İkinci Bölüm
Mason Bektâşilerin Şehitlik Tekkesi
“Bezmialem Sultan ve Pertevniyal Sultan’ın
da desteğiyle 1846’dan sonra Bektâşiler yavaş yavaş sürgünden dönüp,
tekkelerini yeniden sessizce kurmaya başladılar. Rumelihisarı’ndaki Şehitlik
Tekkesi kısa sürede eski günlerine dönmeyi Büyük Mahmud Cevad Baba’nın
oğlu Mehmed Abdünnafî Baba döneminde başardı. Tekke onun döneminde ‘Nafi
Baba Tekkesi’ olarak tanınmaya başladı.” (Sh:225)
On Üçüncü Bölüm
Mason Bektâşiler Ve Hurufilik
“Harflerden anlam çıkarıp yorumlamak
anlamına gelen huruf ilminin nasıl ortaya çıktığını, Anadolu’ya nasıl geçtiğini
ve Bektâşilik ile ilişkisini inceler.” (Sh:235-255)
On Dördüncü Bölüm
Atatürk Bektâşi Miydi?
“Hemen hemen bugün dindar her Alevî /
Bektâşinin evinde üç resim yanyanadır. Hazreti Ali, Hacı Bektâş Velî ve Mustafa
Kemal Atatürk... Bu durum Alevî / Bektâşilerin Atatürk’ e olan sevgilerinin bir
yansımasıdır. Alevîlerdeki Atatürk sevgisi bir devlet büyüğüne duyulan sevginin
ötesinde bir derinliğe ve ruhaniyete sahip bir sevgidir. Öyle ki pek çok Alevî
için o, on ikinci imam Muhammed Mehdi’dir. Bazı sapık görüştekiler ileriye
gidip Hz. Ali’nin ruhunun Atatürk’e geçtiğini dahi iddia edebilmiştir. Mustafa
Kemal’in Alevî / Bektâşilere ilgisinin, Alevî / Bektâşilerin de ona olan derin
sevgi ve bağlılıklarının nedenlerinden biri de babasının Alevî / Bektâşi
kökenli olmasıdır” (Sh:260) şeklindeki tesbitinden sonra bu konudaki iddiaları
inceler. (Sh:257-273) Fakat 5816 sayılı ‘Atatürk’ü Koruma Kanunu’ yürürlükte ve
yapılabilecek her hangi bir eleştiri ‘niyet okuyucular’ tarafından hakaret
olarak değerlendirilebiliyorken bu konuda yazılıp çizilenler bir anlam ifade
etmekten uzaktır. Söz konusu kanunun yürürlükten kaldırılması için ortaya
koyacakları mücadele, ‘Kemalist’ çevrelerin samimiyetlerinin göstergesi
hükmündedir. Başka bir ifadeyle söz konusu kanun Kemalistlerin turnusol kâğıdı
hükmündedir.
On Beşinci Bölüm
Atatürk’ü Bektâşiler Mi Öldürdü?
“Emekli Subaylar Derneği’nin (TESUD) 1999
yılında çıkarmış olduğu ‘Birlik’ dergisinde Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Sağlık
Dairesi eski başkanlarından Emekli Deniz Kıdemli Albay Aytekin Ertuğrul,
Atatürk’ün ölüm nedeninin ‘Siroz’ değil, sıtma olduğunu açıkladı. Ardından, araştırmacı
Ogün Deli ‘Agoni’(Lazer yay, 2004) isimli kitabında Atatürk’ün Mason localarını
kapatması sebebiyle Mason doktorlar tarafından zehirlenerek öldürüldüğü
iddialarını gündeme getirdi.” (Sh:275-304)
On Altıncı Bölüm
Dersim’de Ne Oldu?
“Cumhuriyet’in kurucu kadrolarında söz
sahibi olan Mason Bektâşiler, gerek zamanla ortaya çıkan Bektâşi–Alevî ayrılığı
gerekse etnik kökenleri sebebiyle Dersim Alevîlerini sevemediler! Dersim’de
gerçekleşen katliamın incelendiği bu bölümde (Sh:305-328) Yüzleşme Derneği başkanı ‘Alevîlerin
Kemalizm’le İmtihanı’ adlı bir kitap yazan Cafer Solgun şu tesbitlerde
bulunur. “Alevîlerin Kemalistliği takiye ile başladı; çünkü ‘Alevîler,
kendilerine uygulanan baskının sorumlusu olan güce yaslanarak kendilerini
yaşatma çabasına girdiler’ ancak bu durum zamanla içselleştirildi.” (Sh:319)
On Yedinci Bölüm
Encümen-İ Daniş Tarikatı
“Encümen-i Daniş, 1851 yılından beri var
olan bir Osmanlı geleneğidir. Tanzimat’tan sonra, Fransız Akademisi örnek
alınarak kurulan ilk Osmanlı Akademisidir. Tanzimat, Batı kurumlarının
Osmanlı topraklarına sokulmasını istiyordu. Bu yolda bilim ve eğitim
alanındaki çalışmaları bir düzene sokmak için, 1846’da Meclis-i Maarif-i
Umumiye kuruldu. Fikir ve bilim adamlarını içine alan bu kuruluş, Encümen-i
Daniş isimli bir akademinin kurulmasını kararlaştırdı.” (Sh:329)
“Endimen-i Daniş teşkilatı, devlet
salnamelerini de (yıllıkları) 1862’ye kadar yazdı. O zamanlar (yani Tanzimat)
henüz ‘devlet’ ile ‘hükümet’ arasında kan davası olmadığı için, bu ‘bilginler
kurulu’nda Sadrazam vb. doğal üye sayılırdı. İlk toplantıda (1851) Padişah
Abdülmecid de hazır bulunmuştu, Sadrazam Mustafa Reşid Paşa da. Ama dönem
değişti, koşullar değişti, ‘seçim’ diye, ‘demokrasi’ diye, olur olmaz
‘bi’dat’lar Cumhuriyet döneminde çıktı. Onun için 1950’li yıllardan itibaren
yeniden tesisi edilen “Encümen-i Daniş” (Kamuran İnan’ın söylediğine göre)
hükümeti devirmeyi konuşmak üzere toplanır hale geldi.” (Sh:330)
“Faaliyetleri 1980’lerin sonunda kamuoyuna
yansıyan Encümen-i Daniş, özellikle 1995’te Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve
Başbakan Tansu Çiller’e gönderdiği bir mektupla dikkat çekti.(…) 1995’te talep
ettiklerinin hayata geçirilmesi için 28 Şubat post-modern darbesinin yaşanması
gerekti. Ülkeye 28 Şubat sürecini yaşatan komutanların hepsi, istisnasız hepsi,
Encümen-i Daniş’te üye olarak hizmet veriyorlar bugün.” (Sh:347-348)
“Hiçbir kurumsal varlığı olmadığı halde,
50 yıldır ayda iki kez toplanıp raporlar hazırlaması ve bunun bunca yıl
kamuoyunun gözünden kaçması, adeta bir ‘sivil toplum’ mucizesi. Her konuda
fikir jimnastiği yaptıkları ve bunları uygulattıkları biliniyor. Şeffaf bir
zemin üzerinde devam eden tartışmaları yakinen izleyen kamuoyu ve vicdanlar,
akil adamların Ergenekon Terör Örgütü ile ilgisi olup olmadığına karar
verecektir.” (Sh:351)
“Ergenekon’un üst yönetim kurulu ya da
akıl hocası olduğu iddia edilen Encümen-i Daniş hakkında yazılmış müstakil bir
esere rastlayamadık. İlgilenenler için yazar bir bölüm ayırmış.” (Sh:329-352)
Yaklaşık iki yüzyıllık derin yapılanmanın
Osmanlı İmparatorluğu’nun son elli yıllık bölümünü inceleyen Hüsnü Aktaş
Hocamızın ‘Fedailer’ isimli belgesel romanının, konuyla
ilgilenenler için değerlendirilmesi gereken eserlerden biri olduğunu
hatırlatmakta fayda var.
On Sekizinci Bölüm
Hacı Bektâş Aydınlığı
Faruk Arslan; Alevî ve Bektâşiliği,
ayakları yere basan bir biçimde ele aldığını düşündüğü Cem Vakfı’ndan Ayhan
Aydın’ın yazılarını özetleyerek kitabını tamamlar. (Sh:353-366)
Tanıtmaya çalıştığımız eser, toplumda
hâkim olan “Şanlı Tarih” anlayışına sunduğu alternatifler
sebebiyle dikkate değerdir. Bununla birlikte; alıntıların nerede başlayıp
nerede bitiğinin belirsizliği, aynı ifadelerin farklı bölümlerde tekrar tekrar
karşımıza çıkması ve genel olarak kitabın aceleyle hazırlanmış olup yeni bir
gözden geçirmeye ihtiyacı olduğu izlenimi vermesi kitabın göze çarpan
eksikliklerindendir.
Mehmed
Zahid Aydar
Mîsak
Dergisi
Sayı:
260 / Temmuz 2012