Halife Hz. Osman’ın (ra) şehadeti,
Cemel ve Sıffin savaşlarından sonra birçok siyasi/dinî akım; Hz. Peygamber’den
(s.a.v) ve Sahabe’den intikal eden dinî anlayıştan, şu veya bu
ölçüde/şekilde ayrılmıştır. Başta Hz. Ali ve Abdullah b. Abbas olmak üzere
birçok sahabînin (Allah hepsinden razı olsun) Havaric, Kaderiye, Mürcie… gibi
fırkalarla mücadeleleri açıkça göstermektedir ki, zaman içinde vücut bulan
fırkalar, ümmet arasında fitne ve fesadın yayılmasına vesile
olmuşlardır. Mübtedi fırkaların, söylemlerini Kur’an ayetleri
üzerine inşa etmiş olması da son derece önemlidir. Sünnet’ten tecrit
edilmiş bir Kur’an anlayışının toplumu nerelere götürdüğü, zaman içerisinde görülmüştür. Peygamber
Efendimiz’in (sav) sünnetine ve O’nun cemaati hükmünde olan ashabının takip
ettiği usule bağlı kalan müslümanlara ‘Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat’ vasfı
verilmiştir. Bu vasfı kaybedenlerin ‘Ehl-i Bid’at’ veya ‘Ehl-i
Ehvâ’ şeklinde tanımlandıkları malûmdur.
![]() |
Ehl-i Sünnet’i
Müdafaa ve Bid’atleri Tenkid
Makaleler - İncelemeler
Bedir Yayınevi
Mîsak Dergisi
Sayı: 261 / Ağustos 2012
|
Bütün muteber kaynaklarda ‘Fitnetü’l Kübra Dönemi’ olarak ifade edilen ve Hz. Osman’ın (ra) şehadetiyle başlayan zaman diliminde, nesep ve sebeb taassubunun hızla yayıldığı belirtilmiş, kelâmi tartışmalar üzerinde durulmuştur. Siyasi ve felsefi keyfiyete haiz olan bu tartışmaların, itikadi fırkaların teşekkülüne vesile olduğunu söylemek mümkündür. Cemel ve Sıffin savaşlarından sonra birçok siyasi/dinî akım; Hz. Peygamber’den (s.a.v) ve Sahabe’den intikal eden dinî anlayıştan, şu veya bu ölçüde/şekilde ayrılmıştır. Başta Hz. Ali ve Abdullah b. Abbas olmak üzere birçok sahabînin (Allah hepsinden razı olsun) Havaric, Kaderiye, Mürcie… gibi fırkalarla mücadeleleri açıkça göstermektedir ki, zaman içinde vücut bulan oluşumlar ana gövdeden kopmakta ve toplumu pek çok açıdan tehdit eder hale dönüşmektedir. Ana bünyeden sapan bütün bu fırkaların, söylemlerini Kur’an ayetleri üzerine inşa etmiş olması son derece önemli bir noktadır. Sünnet’ten tecrit edilmiş bir Kur’an anlayışının toplumu nerelere götüreceği ve ortaya kaç türlü farklı ‘İslam’ın çıkmasına müncer olacağı bu noktaya dikkat edilerek görülebilir. (1)
Sahabe, Efendimiz (s.a.v)’den aldığı bu Din’i,
itikadıyla, ahkâm ve adabıyla yine bir bütün olarak kendisinden sonraki kuşağa
aktarmıştır. İtikadî fırkalaşma hadisesi henüz ortaya çıkmadığı ve kendisini
İslâm’a nisbet eden birden fazla cereyan bulunmadığı için, sözünü ettiğim
‘bütün’ içindeki itikadî umdelere de ayrı bir isim verilmemişti. (2)
Bilahare itikadî fırkalar ortaya çıkmaya ve her biri
kendi baskın karakterini anlatan isimler almaya başlayınca, yukarıdan beri
sözünü ettiğim o ‘ana damar’ da kendisini tam yerinde bir tabirle Ehlu’s-Sünne
ve’l-Cemâ’a” (Sünnet ve Cemaat ehli) olarak ifade etti. Buradaki ‘Sünnet’
kelimesi, bu itikadî çizginin kaynağını, ‘Cemaat’ kelimesi ise karakterini anlatma
olup,(3) ‘Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat
terkibi, Peygamber Efendimiz’in (sav) sünnetine ve O’nun cemaati hükmünde
olan ashabının takip ettiği usule bağlılığı ifade eden bir terkiptir.’ Babadan
oğlu veraset yoluyla geçen bir vasıf değildir.
“İslam tarihinde ‘mihne’ diye
adlandırılan “Halku’l-Kur’an” fitnesinin ortalığı kasıp
kavurduğu dönemde İmam Ahmed b. Hanbel’in tavrında kristalleşen ‘hak
taraftarlığı’, sayıca az bir kesim tarafından üstlenilmişti.
Mihne sürecinin o karanlık ortamında İmam Ahmed’e ‘Ey
Ebu Abdullah! Nasıl oldu da batıl hakka galip geldi?’ diye sorulduğunda şöyle
demişti: ‘Batılın hakka galebesi, ancak kalplerin haktan batıla
intikali halinde olur. Bizim kalplerimiz ise hakla beraber olmakta
berdevamdır.’ Sahabeden Abdullah b. Mes’ûd (r.a),’un “Cemaat,
tek başına da kalsan, benimsemekten geri kalmadığın ‘hakka uygun
tavır’dır” (4) ifadesi meseleyi özetlemektedir.
Ehl-i Sünnet itikadı üzere olan Müslümanlar, modern
zamanlarda tarihte eşine az rastlanır yalnızlıklarını yaşıyorlar. Mezhep ve
fırka arasındaki farkın belirsizleştiği, fırkalar arasındaki farklılığın; ‘Ümmetimin
ihtilafı rahmettir’ hadisi ile açıklanmaya çalışıldığı, itikadî
meseleler üzerinde meselenin ciddiyetinden habersiz hemen herkesin çok rahat
fikir yürütmeye başladığı bir ortamda yaşıyoruz. Yirmi sekiz makaleden oluşan
ve meseleyi farklı boyutlarıyla ele alan “Ehl-i Sünnet’i Müdafaa ve
Bid’atleri Tenkid” isimli eseri tanıtmaya gayret ettik.
“Dinin yeniden yorumlanması fikri, sömürge döneminde,
İslamiyet’in Medeniyet’e engel olduğu tezi ile bağlantılı olarak, dinin yeniden
yorumlanarak, medeniyetle herhangi bir çatışmasının olmadığının gösterilmesi
amacına matuf olarak ortaya çıkmışa benzemektedir. (…)
Bu tartışmaları hem ortaya çıkaran saik, hem de bu
tartışmaların cereyan ediş şekli, Müslümanların bir toplum olarak yaşamasını
sağlayan ve bu sayede onlara kendilerine has bir hayat tarzını geliştirme ve
muhafaza etmeleri imkânını veren ‘geleneksel dindarlığın’ yok edilmesine
matuftur; yeniden yorumcuların veya dini yeniden yorumlamaya teşebbüs edenlerin
‘dostları’ ve ‘düşmanları’nın kimler olduğuna; daha doğrusu, kimi tenkit edip,
neye dayandıklarına bakılacak olursa, bu husus açık bir şekilde ortaya çıkacağı
gibi, bunun da ötesinde, bir vakitler dini yeniden yorumlayanlar olarak takdim
edilenlerin, ne gibi neticeleri ‘sağladıkları’ veya ‘hangi neticelerin
alınmasında onlardan istifade edildiğine’ bakılacak olursa, dini yeniden
yorumlamaya yönelenlerin ve bu şekilde takdim olunanların çok da ‘masum’
olmadıklarını söylemek mümkün olur; kısaca şunu söyleyebiliriz:
Dini yeniden yorumlamak meselesi, ‘dînî bir mesele’
olmayıp, nereden ve nasıl bakılırsa bakılsın, siyâsî’ bir meseledir. Bu meselenin mahiyetini fark etmeden, bu konuda söz söyleyenler, bir
siyasete’ alet olmaktadırlar. Dinin yeniden yorumlanması meselesi,
bugün dile getirildiği haliyle insanların veya Müslümanların daha iyi nasıl
dindar olabileceği ile ilgili bir mesele olmayıp, Müslümanların modern dünya
düzenine nasıl uydurulacağı ile ilgili bir mesele olarak ortaya çıkmıştır.”
(Sh:164-165)
Birinci Bölüm
Ahmed Ali Aksoy: “Tarihî
Proje: İslâm Gerçeği ve İlahiyatçı Yaşar Nuri Öztürk” isimli
makalesine 13 Haziran 1995 tarihli Hürriyet gazetesinden yaptığı alıntıyla
başlıyor: “Türk toplumunun Müslüman kimliğine ‘hoşgörüyü’ esas kılmayı
amaçlayan tarihî proje kapsamında (Cumhurbaşkanı) Demirel’in talimatı üzerine,
altı bilim adamı( Prof.Dr. Hüseyin Atay, Prof.Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Prof.Dr.
Beyza Bilgin, Prof.Dr. Rami Aras, Dr. Arif Güneş ve Dr. Hasan Elik) yalnız
Kur’an’ı esas alan ‘İslâm Gerçeği’ adlı bir kitap
hazırladı.”(Sh:5) Dinde reform meselesinin tarihî arka planını da incelediği
makalesinde Yaşar Nuri Öztürk’ün Kur’an, Sünnet ve İman konusundaki
yaklaşımları ve CIA destekli ‘Moon Hareketi’ ile bağlantısını incelemiş.
(Sh:3-49)
Prof. Dr. Ahmed Akgündüz’ün “İslâm’da Reform ve Değişim Üzerine Bazı Gerçekler” isimli
makalesi üç bölümden oluşmuş. İlk bölümde “Eskimeyen Gerçekler ve
İslâmiyet” başlığı altında değişim kavramı incelenmiş. İkinci bölümde
ise “Kur’an’ın hükümlerinin insana ait sistemlerle mukayese
edilemeyeceği” üzerinde durmuş. Üçüncü ve son bölümde ise “İslâm’ın
hükümleri zamana göre değişir mi?” ve “İslâm’da reform mümkün
mü?” sorularına cevap aramış. (Sh:50-68)
Ali Nar “Sünnî
Yol ve İctihad” isimli makalesinde Sünnet’te uymanın / sünnî olmanın
gerekliliklerini Kur’an’ı Kerim ve Sünnet-i Seniye’den hareketle ortaya
koyarak, ictihad meselesini inceliyor. (Sh:69-83)
Muhammed Said Ramazan el-Bûtî tarafından Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu’nda sunulan, “Bediüzzaman’ın
Hayatında İslâm’a Davet Tecrübesi” isimli tebliğinde üç nokta üzerinde
durmuş. Bediüzzaman’ı siyasi faaliyetlere iten sebepler, sonrasında siyasetten
vazgeçmesine sebep olan faktörler ve bizlerin bu tecrübeden çıkarabileceği
dersler. (Sh:84-97)
Juan Ricardo Cole tarafından
hazırlanan ve Yusuf Hanîf tarafından tercüme edilen “Muhammed Abduh ve
Reşid Rızâ: Bahâîlik Üzerine Bir Muhâvere” isimli makale (Sh:98-115)
Bahâullah diye ma’rûf olan Mirzâ Hüseyin Ali Nûrî (1817-92)’yi tanıtarak
başlıyor.
Bahâîlerle ilgili karışık hisler Mısır’daki reformist
Selefiye hareketinde açıkça görülebilir. Efgânî’nin Bahâîlikle ilgili menfî
tavrı talebesi Muhammed ‘Abduh’a te’sîr etmiş gözükmüyor. Nitekim‘Abduh’un
Bahâîleri talebesi Reşid Rızâ’ya (1865-1935) karşı müdâfaa
ettiğini görüyoruz.
Bu iki şahsın 1897’de, Kâhire’de, bir akşamüstü
Bahâîliğe dâir söyledikleri sözler (Sh:108-115), bugün dahî tâzeliğini muhâfaza
etmektedir.
Ebubekir Sifil, Muhammed
Zâhid b. Hasan el-Kevserî’nin hayatını, ilmi görüşlerini ve eserlerini
tanıttığı makalesini aşağıdaki tesbitlerle tamamlamış. “Gerek İslâm
kaynaklarına vukufiyeti, gerekse çağın problemlerine duyarlı yaklaşımlarıyla
İslamî ilimlerin hemen her cephesinde, özellikle de başta Hadis olmak üzere
Fıkıh ve Kelam ilimleriyle Usul konusundaki otoritesiyle, yetiştirdiği
talebeler ve bıraktığı eserlerle ilim âlemine dünya çapında derin bir etki
bırakmış olan Zâhid el-Kevserî merhum, günümüze ve gelecek yüzyıllara
söyleyecek sözü olanlar için son derece velud bir kaynaktır.” (Sh:116-127)
Müfid Yüksel, “Modernleşme
Sürecinde 20. Yüzyıl İslâmcılığının Serencamı” isimli makalesinde
“İslâm dünyasında son 100-150 yıldır Batılılaşma ve Modernleşme sürecinde
gelişen ideolojik İslâmcı anlayışın günümüzde geldiği noktayı geçmişle
irtibatlandırarak ele almış, yirminci yüzyıla damgasını vuran ideolojik İslâmcı
anlayışın, Modernizm ve modernleşme ile ilişkisini, etkilenme boyutlarını ve
bunun neticesinde, bu yüzyıl İslâmcılığının ana karakteri ve günümüzde geldiği
noktayı” incelemiş.(Sh:128-158)
‘İslâmcılık’ ve ‘İslâmi Hareket’ konuları ile
ilgilenen kardeşlerimize özellikle tavsiye edeceğimiz makaleden yapacağımız
alıntıda gündeme getirilen konunun, Müslümanların birbirlerini suçlamak yerine
muhasebesini yapması gereken en temel meselelerden olduğu kanaatindeyiz.
“Tevhid adına şirkten ve sözde cahiliyeden arınma
adına İslâmî geleneğe ve yaşam pratiği birikimine karşı takınılan
radikal/Selefi tutumun, bu sözde gerekçelerle yıktığı, ortadan kaldırdığı
İslami gelenek ve yaşam pratiği birikiminin yerine alternatif koyamadığı,
koyamayacağı, ancak bunun modernizme ve din-dışı, seküler yaşama teslimiyeti
getireceği görülmektedir. Tevhidilik, şirkten, cahiliyeden arınma adına,
İslam’ın geleneğine karşı radikal/Selefi tutumla savaşılması, yaşadığımız
dünyayı çepeçevre kuşatan ve hayatın her alanına hâkim olan Modern/seküler,
din-dışı anlayış ve yaşam tarzına karşı tüm direnme araçlarımızı elimizden
almakta, savunmasız konuma getirmekte ve sonunda tam teslimiyete yol
açmaktadır.” (Sh:155)
Tahsin Görgün, “Dinin
Yeniden Yorumlanması Meselesi Üzerine” isimli makalesinde (Sh:159-190)
konuyu dört temel çerçevede ele almış. Konu ile ilgili kardeşlerimizin mutlaka
değerlendirmeleri gerektiği kanaatindeyiz.
“İslam ile Medeniyet arasında bir çatışma olmadığı
tezi, benzer daha başka tartışmalarda olduğu gibi, sadece İslam’ı tartışmanın
odak noktasına çekerek, insanların ona olan güvenlerinin sarsılması ve böylece
Batı tahakkümünün yerleşmesi yolunda bir adım daha atmaya matuf olmakla, bu tip
tartışmaların neticesinde sürekli olarak Müslümanlardan İslâm’ın bazı aslî
taleplerinden vazgeçmeleri, Müslümanların önüne bir çözüm yolu olarak takdim
edilmekteydi. 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarında başlayan içtihad kapısı
açılsın talepleri, müçtehidler ortaya çıksın ve klasik İslam toplumunda olduğu
gibi Müslümanlara neyi nasıl yapmaları gerektiği konusunda, Allah’ın emri,
Rasulullah’ın sünneti, ümmetin icmâ’ı ve fukahanın kıyasını dikkate alarak, yol
göstermeleri talepleri değildi; talep edilen, şu veya bu şekilde modern
dünya düzeni ile irtibata geçmiş olan siyasi otoritenin, bu irtibat neticesinde
gerekli gördüğü düzenlemeleri, bir şekilde şerîate uygun göstermeleri, şerîatin
içinde taşıdığı karşıt hususların da, dinin aslî unsuru olmadığı gerekçesi ile
geçersiz kılınması ve böylece toplum tarafından benimsenmesi sağlanmasa bile,
karşı çıkılmasının engellenmesiydi. İçtihat kapısının kapalı olduğu tezini
savunanların bulunduğu taraf ve bunların neyi savundukları sorusu, bu noktadan
itibaren daha da belirgin bir hale gelmektedir. İçtihad kapısının kapalı
olduğunu savunanların bu gayretleri, siyasi olarak artık etkinliğini epeyce
yitirmiş ve içtihad adı altında dinin geçersiz kılınmaya çalışıldığının
farkında olan bazı âlimlerin, hiç değilse mevcudu muhafaza etme gayretinin
dolaylı bir ifadesinden başka bir şey değildi.” (Sh:166-167)
‘Malatyalı Muhammed Reşad’ tarafından kaleme alınan “Abduh’un Mezhebi” hakkındaki makalesinde
(Sh:191-219) Abduh’un: Arap Kavmiyetçiliği, Urabî Paşa İsyanı ile ilgisi,
İngiliz işgal idaresi altındaki hizmetleri, C. Afgani ile olan münasebeti,
masonluğu ve Ezher Medresesi’nin ifsadındaki rolü incelenmiş. Yazarın şu
tesbiti dikkate değer: “Wilfird Scwan Blunt, ömrünün mühim bir
kısmını Mısır ve hâvalisinde geçirmiş, İngiliz himâyesinde bir arap hilafetinin
te’sîsi için elinden geleni etmiş, müfrît Osmânlı düşmanı bir ingiliz
idi. Arkasında ciltler dolusu eser bırakan bu adamın Efgânî ve
Abduh’la olan ahbablığının düzgün bir îzâhını vermek reformcu İslâmcıların
altından kalkmaları lâzım gelen mühim bir borç olmalıdır.” (Sh:193)
İbrahim Hatipoğlu “Batı’nın
Kur’an ve Sünnet’e Bakışının İslâm Dünyasına Etkisi”ni incelediği
makalesinin girişinde (Sh:220-225) şu tesbitlerde bulunur: “Tarihî tenkit
metodu ile birlikte Aydınlanma döneminde uygulanan başka usûller de uyumlu ve
sistemli bir şekilde ilk defa Macar asıllı Yahudi araştırmacı Ignaz
Goldziher tarafından 1880’li yıllardan itibaren uygulanmaya başlandı.
Özellikle İslâmi ilimler sahasında yapılan çalışmalarda büyük ölçüde onun
yöntemi ve bakış açısının hâkimiyetinden söz etmek mümkündür.”
Bazı Müslümanlar Batı biliminin ve bilimsel
yöntemlerinin üstünlüğüne inanarak, dinî konulardakiler de dâhil, onların
eserlerini okuyup usûllerini benimsemekte bir sakınca görmediler. Bunun
neticesinde tarihî tenkit metoduna dayalı batı bilim anlayışı bu kimselerin bir
kısmı tarafından İslâmî ilimlere uygulanmaya başlandı.” (Sh:221)
Fazlur Rahman hakkındaki çalışmalarıyla (Modern İslâm
Düşüncesinin Tenkidi 2 ve 3) da tanıdığımız Ebubekir Sifil, Fazlur
Rahman’ın hayatına, Kur’an, Sünnet, Hadis, Kelam ve Tasavvuf’a bakışına
kısaca temas etmiş.(Sh:226-239)
Osman Şimşek, “Acı
Bir Tecrübe: Mut’a (Geçici Evlilik) ve Gerçekler” isimli makalesinde
konuyu incelemiş. (Sh:240-256)
“Bir erkeğin bir kadını aralarında kararlaştırdıkları
bir zamana kadar ve belli bir para karşılığında eş olarak aldığı muvakkat
(geçici) bir evlilik” (Sh:242) şeklinde tanımlanan mut’a nikâhının fıkhî
boyutundan önce nasıl istismar edildiğini örneklerinden hareketle açıklamış.
“İslâm’ın benimsediği Sünnî nikâha birçok yönden ters
düşen Mut’a’yı Peygamberimiz, bir çırpıda yasaklamamıştır. Bu itibarla,
Mut’a’nın kesin haramlığını bildiren nihai hükümden önce geçici ruhsatları
bildiren hadisleri esas kabul ederek nihai hükmü bildiren nassları görmezlikten
gelmek ve ‘Mut’a’ya izin verildiğini’ söylemek, İslâm’a iftirada bulunmak
demektir”(Sh:243) tesbiti konuyu özetler mahiyettedir.
Konu ile ilgili hadisler, Hz Ömer(r.a)’ın
uygulamaları, bu uygulamalara Şiî’lerin verdiği tepkiden yola çıkılarak
Şiî’lere yönelik eleştiriler, Kur’an-ı Kerim’den konuya delil getirdikleri
ayet-i kerimenin tefsiri ve konunun genel bir değerlendirmesi söz konusu
makalede göze çarpan genel başlıklar.
Doç. Dr. Ayhan Tekineş’in, “Modern Dünyada Hz. Muhammed (s.a.v)” isimli makalesi
(Sh:257-266) modern dünyanın Efendimize bakışı ve bu bakış tarzından
etkilenenlerin tutarsızlıklarını incelenmiş.
“On sekizinci yüzyılda Avrupa kültürünün
dünyevileştirici öğelerinden türeyen modern şarkiyatçılık ile birlikte, Batı’da
İslâm’a ve Hz. Muhammed’e (s.a.v.) bakış değişmeye başlamıştır. Ortaçağda Hz.
Peygamber hakkındaki bilgiler birtakım hurafelere ve batıl inançlara
dayanmaktaydı. On sekizinci yüz yıldan itibaren ise ilmi esaslara dayalı,
tarafsız olmak iddiasındaki çalışmalar ortaya çıkmaya başlamıştır. On dokuzuncu
yüzyılda Reinhart Dozy (1820-1883) ve William Muir (1819-1905) gibi yazarlar
tarafından kaleme alınan İslam tarihi ile ilgili çalışmalar, kabul edilmesi
gerekir ki ciddi bir emek ürünüdür. Ancak bu yazarlarda Doğu’ya ve İslam’a
karşı çarpıcı bir nefret gözlenir. Bu tür çalışmalarla şarkiyatçıların yapmak
istedikleri şey, Hz. Muhammed hakkında söylenmedik bir şey bırakmayarak, O’nu
soğuk bir ışık altında hem engin dini kudretinden hem de Avrupalı’yı ürküten
açıklanmamış güçlerinden soyulmuş haliyle göstermektir. Bu dönem şarkiyatçıları
Hz. Muhammed’i dünyevileştirmek, O’nun gerçekte bir peygamber değil dünyevi bir
lider olduğunu ortaya koyabilmek için büyük çaba sarf etmişlerdir.” (Sh:257)
Bilgin Aydın Türkiye’de
dinî hayatın şekillenmesi bakımından XIII.-XIV. Yüzyılların Tasavvufî ve Dinî
cereyanları’nı incelemiş. (Sh:267-271)
E. Sadettin Doruklu, “Fazlur
Rahman ve İslâm’ı Laikleştirmek” isimli makalesinde (Sh:272-280) dinin yeniden
yorumlanması projesinin, Fazlur Rahman ayağını laiklik özelinde ele almış.
Yazarın Fazlur Rahman’dan aktardığı “Kişinin fikrî ve
ahlakî melekelere tam olarak sahip olması için topluma yol göstermek ve onu
denetlemek gereklidir. Ancak devletin bu rehberlik görevi geçici olmalıdır.
Kişi, fikrî ve ahlakî bakımdan tam yeterlilik kazanınca, devletin güdümlü
siyaseti terk edilebilir” tesbitinden hareketle “Tam yeterliliğin ölçüsü,
sınırları ve kimler tarafından belirleneceği?” sorularının cevapsız kaldığını
belirtir. Fazlur Rahman’ın teklifi ile “halka rağmen halk için” formülündeki
benzerlik meselenin bir başka boyutuna işaret etmektedir.
Yazar Fazlur Rahman’ın “Bir yandan demokrasi ile İslâm
arasında bir bağ kurmaya çalışır görünürken, gerçekte ‘devlet despotizmi’ni
meşrulaştırmaya çalıştığı kanaatindedir. ( Sh:274)
Malezya Uluslararası İslâm Üniversitesi, İslâm Hukuku
dalında öğretim görevlisi olan Kutb Mustafa Senû’nun, 3.
Uluslararası Bediüzzaman Said Nursi Sempozyumu’nda sunduğu İslâm Düşüncesinin
20. Asırda Yeniden Yapılanması ve Bediüzzaman Said Nursî (24-26 Eylül, 1995,
İstanbul) tebliğinde ‘Bediüzzaman Said Nursî’nin İçtihat Meselesi’ hakkında
tahlili bir değerlendirme çalışmasında bulunmuş. (Sh:281-302)
“ Son zamanlarda bazı dini mevzular tartışma konusu
yapılmakta ve bu mevzularda geçmiş İslâm büyüklerinin, Ehl-i Sünnet âlimlerinin
ittifak ettikleri, birleştikleri temel inançlara aykırı fikirler ileri
sürülmektedir” (Sh:303) tesbitinde bulunan Nedim Yüksel “Gayb’le
İlgili Hâdiselerin Allah (c.c.) Tarafından Bildirilmesi ve Hz. İsa’nın İnişi
Meselesi’ni ele almış. (Sh:303-309)
Müfid Yüksel, “20.
Yüzyılda Bir Ehl-i Sünnet Alimi: Selâmetu’l- Kuda’î el-Azzamî” isimli
makalesine (Sh:310-338) şu tesbitlerle başlar: “20. yüzyıl İslâm âleminin, Batı
dünyası karşısında yenilgiye uğrayarak can çekiştiği bir dönem olmuştur. İslâm
dünyasındaki tüm dini kurumların çöküşü, özellikle Sünni ve Sûfî paradigma ve
müesseselerin Osmanlı devletiyle birlikte aynı akıbete uğraması, bu paradigma
mensuplarını korunacak bir şemsiyeden yoksun bırakmıştır. Ehl-i Sünnet ve Sûfî
ekole ait zaten uzun süredir dejenere olmuş, şirazesinden çıkmış müesseselerin,
Hilafet, Şeyhülislâmlık, Medrese ve Tekke başta olmak üzere jakoben devrimlerle
bir bir ortadan kalkması, tarihe gömülmesi büyük bir boşluğun doğmasına
sebebiyet vermiştir.” (Sh:310)
“Bu dönemde, geleneksel Ehl-i Sünnet inanç ve tutumunu
sürdüren, Modernizmin oluşturduğu zeminle tüm İslâm dünyasında kasırga gibi
esen Modernizm ve Selefilik akımlarına karşı direnen bu az sayıdaki ulema bütün
güçleri ile geleneği savunmayı, akıntıya karşı kürek çekmeyi sürdürdüler. Bunların
en önemlilerinden, ancak, ön plana çıkmamış biri olan ve Ezher’de ders verdiği
dönemlerde Şeyh Muhammed Zahid el-Kevserî’nin yakın çalışma arkadaşlarından
olan Selâmetu’l- Kuda’î el-Azzamî gerek Arap âleminde gerekse ülkemizde bilerek
ya da bilmeyerek göz ardı edilmiştir.”
Makalenin Kuda’î’yi Türkiye’de ilmi çevrelere ve
okuyuculara tanıtabilmenin kendisi için mutluluk vesilesi olduğunu belirttikten
sonra Kuda’î’ ve eserlerini tanıtır.
“On Maddede Özetle Cemâleddin Efganî Gerçeği” (Sh:339-348) isimli makalesinde Yusuf Hanîf konuyu
özetler.
1- Efgânî, İran’ın Hamedan şehri yakınındaki Esedâbâd
köyünde doğmuş ve Necef medreselerinde tahsil görmüş Şiî asıllı bir
aktivisttir.
2-Buna rağmen kendisini Afganistanlı bir Sünnîymiş
gibi takdîm etmek sûretiyle aslını gizlemiş, Müslümanları aldatmıştır.
3-Birçok Mason locasına intisab etmiş, bâzılarının
reisliğini yapmış ve ömrünün sonuna kadar bu lânetli meslekle ilişkisini
kesmemiştir.
4-Gittiği yerlerde milliyetçi hisleri körüklemiş, kan
bağını din bağından daha sağlam ve daha uzun ömürlü görmüştür.
5-Osmanlı Hilâfeti’ne karşı Arap Hilâfeti davası
gütmüş ve bu davanın önde gelen destekçilerinden İngiliz ajanı Wilfrid Scawen
Blunt ile yakın dostluk ilişkileri kurmuştur. II. Abdülhamid Hân bu tür
ilişkiler içinde olduğunu anlamış ve İstanbul’a çağırarak göz hapsinde tutmuş,
bir daha İstanbul’dan ayrılmasına müsâade etmemiştir.
6-Efgâni bu göz hapsi sırasında Abdülhamid’in
kendisine sağladığı onca imkâna rağmen İstanbul’dan ayrılabilmek için gûyâ
amansız düşmanı olduğu(!) İngiltereye nâğmeler dizerek, onların tebâsından
olduğunu iddia ederek ilticâ etmek istemiştir.
7-Dârül-Fünûn’da verdiği bir konferansta
Peygamberlik’ten bir sanat olarak söz etmiş, bunun üzerine devrin ulemâsından
hak ettiği cevâbı alarak İstanbul’dan uzaklaştırılmıştır.
8-Onun dînî meselelerdeki lâkaytlığı çokça tenkid
edilmesine neden olmuştur.
9-Ernest Renan’ın 29 Mart 1883’te Sorbonne
Üniversitesi’nde verdiği ‘İslâm ve İlim’ mevzûlu konferansında İslâm’ı ilim
düşmanı, insanlığa vurulan zincirlerin en ağırı, insan zekâsı için yalnızca
zararlı olmuş bir din olarak tavsif etmekteydi. Renan’ın bu hezeyanâmesi İslâm
dünyasının dört bir yanından şiddetli tepkiler alırken, Efgâni Journal des
Débats’da neşrolunan asıl cevabında en az Renan kadar İslâm’a ve Müslümanlara
bühtanda bulunmuştur.
10-Efgâni Avrupa’nın ‘parlak’ medeniyetinin temelinde
Luther’in Protestanlık reformu olduğu zehabına kapılmış ve aynı yolu İslâm
dünyasının da izlemesi gerektiğini düşünerek Müslümanların Luther’i olmaya
heveslenmiştir. Ona göre tam mükemmel bir dîn, üç semâvî dînin
birleştirilmesiyle oluşturulabilir.”
İkinci Bölüm
Elmalılı Hamdi Efendi’nin Hak Dîni Kur’an Dili isimli tefsîrinden iktibas edilen “M.
Abduh’un Fîl Sûresi’nin Tefsîrinin Tenkîdi”(Sh:351-368) , Ahmed
Davudoğlu’nun İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü Dergisi’nde (sayı:2, 1964)
yayınlanan “İman Bir Bütündür” isimli makalesi (Sh:369-380), Ömer
Nasûhî Bilmen’in Büyük İslâm İlmihali’nin mukaddimesinden iktibas
edilen “Mezheb İmamları ve Onlara Uymanın Lüzûmu Hakkında” (Sh:381-388),
isimli makalelerinden oluşmuştur.
Üçüncü Bölüm
Mustafa İslamoğlu’nun, ‘anlama problemi’ üzerine
kurguladığı ‘Üç Muhammed: İki Tasavvur Bir Gerçek’ adlı çalışmasını
tenkide tabi tutan Ebubekir Sifil, Mustafa İslamoğlu’nun, ‘anlama problemi’
üzerine kurguladığı kitabında göze çarpan ‘anlama problemleri’ ile sınırlı
‘hatırlatma’larda bulunmuş. (Sh:399-414)
Ernest Renan’ın 29 Mart 1883’te Sorbonne
Üniversitesi’nde verdiği ‘İslâm ve İlim’ mevzûlu konferansı ve
Efgâni’nin söz konusu konferansla ilgili makalesini konu edinen, Dücane
Cündioğlu’nun Divan mecmuasında yayınlanan “Ernest Renan ve
‘Reddiyeler’ Bağlamında İslâm-Bilim Tartışmalarına Bibliyografik Bir Katkı” makalesine, Malatyalı
Muhammed Reşad’ın yazdığı tenkid yazısına yer yerilmiş. (Sh:415-445)
Hakan Taha Alp, Ömer
Çelakıl’ın “Kur’an-ı Kerim’in Şifresi” isimli kitabına bir
karşı tenkid yazısı kaleme almış.(Sh:446-453)
Yusuf Hanif, İbrahim
Hatipoğlu’nun “İslâm’da Yenilenme Düşüncesi Açısından Modernistlerin
Sünnet Anlayışı” isimli, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Temel İslâm Bilimleri Anabilim Dalı Hadis Bilim Dalı’nda Hazırlanan gayr-ı
matbu Doktora tezini tahlîl etmiş. (Sh:454-458) Son olarak yine Yusuf
Hanif “Türkiyeli Masonlar Efgâni ‘Kardeş’e Sahip Çıktı” isimli bir
tenkid yazısı kaleme almış. (Sh:459-460)
Kitaptaki kimi makalelerin konu ile dolaylı ilgileri,
makaleler arası konu bütünlüğünün istenen noktada olmaması kitabın göze çarpan
eksikliklerinden. Alanında önemli bir boşluğu dolduran eser, ilk cildinin
rağbet görmesi durumunda serinin devam edeceği Mehmed Şevket Eygi tarafından
ifade edilmiş.
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 261 / Ağustos 2012
----------------------
1- Ebubekir Sifil, Milli Gazete, 9-10 Eylül 2006
2- Ebubekir Sifil, Milli Gazete, 28 Eylül 2004
3- Ebubekir Sifil, Milli Gazete, 28 Eylül 2004
4- Ebubekir Sifil, Milli Gazete, 17 Mart 2007