Ehl-i Sünnet’i Müdafaa ve Bid’atleri Tenkid - Alparslan Aydar

Ehl-i Sünnet’i Müdafaa ve Bid’atleri Tenkid

Halife Hz. Osman’ın (ra) şehadeti, Cemel ve Sıffin savaşlarından sonra birçok siyasi/dinî akım; Hz. Peygamber’den (s.a.v) ve Sahabe’den intikal eden dinî anlayıştan,  şu veya bu ölçüde/şekilde ayrılmıştır. Başta Hz. Ali ve Abdullah b. Abbas olmak üzere birçok sahabînin (Allah hepsinden razı olsun) Havaric, Kaderiye, Mürcie… gibi fırkalarla mücadeleleri açıkça göstermektedir ki, zaman içinde vücut bulan fırkalar, ümmet arasında fitne ve fesadın yayılmasına vesile olmuşlardır.  Mübtedi fırkaların, söylemlerini Kur’an ayetleri üzerine inşa etmiş olması da son derece önemlidir.  Sünnet’ten tecrit edilmiş bir Kur’an anlayışının toplumu nerelere götürdüğü, zaman içerisinde görülmüştür.  Peygamber Efendimiz’in (sav) sünnetine ve O’nun cemaati hükmünde olan ashabının takip ettiği usule bağlı kalan müslümanlara ‘Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat’ vasfı verilmiştir.  Bu vasfı kaybedenlerin ‘Ehl-i Bid’at’ veya ‘Ehl-i Ehvâ’  şeklinde tanımlandıkları malûmdur.


Ehl-i Sünnet’i Müdafaa ve Bid’atleri Tenkid
Makaleler - İncelemeler
Bedir Yayınevi
Mîsak Dergisi
Sayı: 261 / Ağustos 2012

Bütün muteber kaynaklarda ‘Fitnetü’l Kübra Dönemi’  olarak ifade edilen ve Hz. Osman’ın (ra) şehadetiyle başlayan zaman diliminde, nesep ve sebeb taassubunun hızla yayıldığı belirtilmiş, kelâmi tartışmalar üzerinde durulmuştur. Siyasi ve felsefi keyfiyete haiz olan bu tartışmaların, itikadi fırkaların teşekkülüne vesile olduğunu söylemek mümkündür. Cemel ve Sıffin savaşlarından sonra birçok siyasi/dinî akım; Hz. Peygamber’den (s.a.v) ve Sahabe’den intikal eden dinî anlayıştan, şu veya bu ölçüde/şekilde ayrılmıştır. Başta Hz. Ali ve Abdullah b. Abbas olmak üzere birçok sahabînin (Allah hepsinden razı olsun) Havaric, Kaderiye, Mürcie… gibi fırkalarla mücadeleleri açıkça göstermektedir ki, zaman içinde vücut bulan oluşumlar ana gövdeden kopmakta ve toplumu pek çok açıdan tehdit eder hale dönüşmektedir. Ana bünyeden sapan bütün bu fırkaların, söylemlerini Kur’an ayetleri üzerine inşa etmiş olması son derece önemli bir noktadır. Sünnet’ten tecrit edilmiş bir Kur’an anlayışının toplumu nerelere götüreceği ve ortaya kaç türlü farklı ‘İslam’ın çıkmasına müncer olacağı bu noktaya dikkat edilerek görülebilir. (1)


Sahabe, Efendimiz (s.a.v)’den aldığı bu Din’i, itikadıyla, ahkâm ve adabıyla yine bir bütün olarak kendisinden sonraki kuşağa aktarmıştır. İtikadî fırkalaşma hadisesi henüz ortaya çıkmadığı ve kendisini İslâm’a nisbet eden birden fazla cereyan bulunmadığı için, sözünü ettiğim ‘bütün’ içindeki itikadî umdelere de ayrı bir isim verilmemişti. (2)

Bilahare itikadî fırkalar ortaya çıkmaya ve her biri kendi baskın karakterini anlatan isimler almaya başlayınca, yukarıdan beri sözünü ettiğim o ‘ana damar’ da kendisini tam yerinde bir tabirle Ehlu’s-Sünne ve’l-Cemâ’a” (Sünnet ve Cemaat ehli) olarak ifade etti. Buradaki ‘Sünnet’ kelimesi, bu itikadî çizginin kaynağını, ‘Cemaat’ kelimesi ise karakterini anlatma olup,(3) ‘Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat terkibi, Peygamber Efendimiz’in (sav) sünnetine ve O’nun cemaati hükmünde olan ashabının takip ettiği usule bağlılığı ifade eden bir terkiptir.’ Babadan oğlu veraset yoluyla geçen bir vasıf değildir.
“İslam tarihinde ‘mihne’ diye adlandırılan “Halku’l-Kur’an” fitnesinin ortalığı kasıp kavurduğu dönemde İmam Ahmed b. Hanbel’in tavrında kristalleşen ‘hak taraftarlığı’, sayıca az bir kesim tarafından üstlenilmişti.

Mihne sürecinin o karanlık ortamında İmam Ahmed’e ‘Ey Ebu Abdullah! Nasıl oldu da batıl hakka galip geldi?’ diye sorulduğunda şöyle demişti: ‘Batılın hakka galebesi, ancak kalplerin haktan batıla intikali halinde olur. Bizim kalplerimiz ise hakla beraber olmakta berdevamdır.’ Sahabeden Abdullah b. Mes’ûd (r.a),’un “Cemaat, tek başına da kalsan, benimsemekten geri kalmadığın ‘hakka uygun tavır’dır” (4) ifadesi meseleyi özetlemektedir.

Ehl-i Sünnet itikadı üzere olan Müslümanlar, modern zamanlarda tarihte eşine az rastlanır yalnızlıklarını yaşıyorlar. Mezhep ve fırka arasındaki farkın belirsizleştiği, fırkalar arasındaki farklılığın; ‘Ümmetimin ihtilafı rahmettir’ hadisi ile açıklanmaya çalışıldığı, itikadî meseleler üzerinde meselenin ciddiyetinden habersiz hemen herkesin çok rahat fikir yürütmeye başladığı bir ortamda yaşıyoruz. Yirmi sekiz makaleden oluşan ve meseleyi farklı boyutlarıyla ele alan “Ehl-i Sünnet’i Müdafaa ve Bid’atleri Tenkid” isimli eseri tanıtmaya gayret ettik.

“Dinin yeniden yorumlanması fikri, sömürge döneminde, İslamiyet’in Medeniyet’e engel olduğu tezi ile bağlantılı olarak, dinin yeniden yorumlanarak, medeniyetle herhangi bir çatışmasının olmadığının gösterilmesi amacına matuf olarak ortaya çıkmışa benzemektedir. (…)

Bu tartışmaları hem ortaya çıkaran saik, hem de bu tartışmaların cereyan ediş şekli, Müslümanların bir toplum olarak yaşamasını sağlayan ve bu sayede onlara kendilerine has bir hayat tarzını geliştirme ve muhafaza etmeleri imkânını veren ‘geleneksel dindarlığın’ yok edilmesine matuftur; yeniden yorumcuların veya dini yeniden yorumlamaya teşebbüs edenlerin ‘dostları’ ve ‘düşmanları’nın kimler olduğuna; daha doğrusu, kimi tenkit edip, neye dayandıklarına bakılacak olursa, bu husus açık bir şekilde ortaya çıkacağı gibi, bunun da ötesinde, bir vakitler dini yeniden yorumlayanlar olarak takdim edilenlerin, ne gibi neticeleri ‘sağladıkları’ veya ‘hangi neticelerin alınmasında onlardan istifade edildiğine’ bakılacak olursa, dini yeniden yorumlamaya yönelenlerin ve bu şekilde takdim olunanların çok da ‘masum’ olmadıklarını söylemek mümkün olur; kısaca şunu söyleyebiliriz:

Dini yeniden yorumlamak meselesi, ‘dînî bir mesele’ olmayıp, nereden ve nasıl bakılırsa bakılsın, siyâsî’ bir meseledir. Bu meselenin mahiyetini fark etmeden, bu konuda söz söyleyenler, bir siyasete’ alet olmaktadırlar. Dinin yeniden yorumlanması meselesi, bugün dile getirildiği haliyle insanların veya Müslümanların daha iyi nasıl dindar olabileceği ile ilgili bir mesele olmayıp, Müslümanların modern dünya düzenine nasıl uydurulacağı ile ilgili bir mesele olarak ortaya çıkmıştır.” (Sh:164-165)


Birinci Bölüm

Ahmed Ali Aksoy: “Tarihî Proje: İslâm Gerçeği ve İlahiyatçı Yaşar Nuri Öztürk” isimli makalesine 13 Haziran 1995 tarihli Hürriyet gazetesinden yaptığı alıntıyla başlıyor: “Türk toplumunun Müslüman kimliğine ‘hoşgörüyü’ esas kılmayı amaçlayan tarihî proje kapsamında (Cumhurbaşkanı) Demirel’in talimatı üzerine, altı bilim adamı( Prof.Dr. Hüseyin Atay, Prof.Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Prof.Dr. Beyza Bilgin, Prof.Dr. Rami Aras, Dr. Arif Güneş ve Dr. Hasan Elik) yalnız Kur’an’ı esas alan ‘İslâm Gerçeği’ adlı bir kitap hazırladı.”(Sh:5) Dinde reform meselesinin tarihî arka planını da incelediği makalesinde Yaşar Nuri Öztürk’ün Kur’an, Sünnet ve İman konusundaki yaklaşımları ve CIA destekli ‘Moon Hareketi’ ile bağlantısını incelemiş. (Sh:3-49)

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz’ün “İslâm’da Reform ve Değişim Üzerine Bazı Gerçekler” isimli makalesi üç bölümden oluşmuş. İlk bölümde “Eskimeyen Gerçekler ve İslâmiyet” başlığı altında değişim kavramı incelenmiş. İkinci bölümde ise “Kur’an’ın hükümlerinin insana ait sistemlerle mukayese edilemeyeceği” üzerinde durmuş. Üçüncü ve son bölümde ise “İslâm’ın hükümleri zamana göre değişir mi?” ve “İslâm’da reform mümkün mü?” sorularına cevap aramış. (Sh:50-68)

Ali Nar “Sünnî Yol ve İctihad” isimli makalesinde Sünnet’te uymanın / sünnî olmanın gerekliliklerini Kur’an’ı Kerim ve Sünnet-i Seniye’den hareketle ortaya koyarak, ictihad meselesini inceliyor. (Sh:69-83)

Muhammed Said Ramazan el-Bûtî tarafından Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu’nda sunulan, “Bediüzzaman’ın Hayatında İslâm’a Davet Tecrübesi” isimli tebliğinde üç nokta üzerinde durmuş. Bediüzzaman’ı siyasi faaliyetlere iten sebepler, sonrasında siyasetten vazgeçmesine sebep olan faktörler ve bizlerin bu tecrübeden çıkarabileceği dersler. (Sh:84-97)

Juan Ricardo Cole tarafından hazırlanan ve Yusuf Hanîf tarafından tercüme edilen “Muhammed Abduh ve Reşid Rızâ: Bahâîlik Üzerine Bir Muhâvere” isimli makale (Sh:98-115) Bahâullah diye ma’rûf olan Mirzâ Hüseyin Ali Nûrî (1817-92)’yi tanıtarak başlıyor.
Bahâîlerle ilgili karışık hisler Mısır’daki reformist Selefiye hareketinde açıkça görülebilir. Efgânî’nin Bahâîlikle ilgili menfî tavrı talebesi Muhammed ‘Abduh’a te’sîr etmiş gözükmüyor. Nitekim‘Abduh’un Bahâîleri talebesi Reşid Rızâ’ya (1865-1935) karşı müdâfaa ettiğini görüyoruz.

Bu iki şahsın 1897’de, Kâhire’de, bir akşamüstü Bahâîliğe dâir söyledikleri sözler (Sh:108-115), bugün dahî tâzeliğini muhâfaza etmektedir.

Ebubekir Sifil, Muhammed Zâhid b. Hasan el-Kevserî’nin hayatını, ilmi görüşlerini ve eserlerini tanıttığı makalesini aşağıdaki tesbitlerle tamamlamış. “Gerek İslâm kaynaklarına vukufiyeti, gerekse çağın problemlerine duyarlı yaklaşımlarıyla İslamî ilimlerin hemen her cephesinde, özellikle de başta Hadis olmak üzere Fıkıh ve Kelam ilimleriyle Usul konusundaki otoritesiyle, yetiştirdiği talebeler ve bıraktığı eserlerle ilim âlemine dünya çapında derin bir etki bırakmış olan Zâhid el-Kevserî merhum, günümüze ve gelecek yüzyıllara söyleyecek sözü olanlar için son derece velud bir kaynaktır.” (Sh:116-127)

Müfid Yüksel, “Modernleşme Sürecinde 20. Yüzyıl İslâmcılığının Serencamı” isimli makalesinde “İslâm dünyasında son 100-150 yıldır Batılılaşma ve Modernleşme sürecinde gelişen ideolojik İslâmcı anlayışın günümüzde geldiği noktayı geçmişle irtibatlandırarak ele almış, yirminci yüzyıla damgasını vuran ideolojik İslâmcı anlayışın, Modernizm ve modernleşme ile ilişkisini, etkilenme boyutlarını ve bunun neticesinde, bu yüzyıl İslâmcılığının ana karakteri ve günümüzde geldiği noktayı” incelemiş.(Sh:128-158)

‘İslâmcılık’ ve ‘İslâmi Hareket’ konuları ile ilgilenen kardeşlerimize özellikle tavsiye edeceğimiz makaleden yapacağımız alıntıda gündeme getirilen konunun, Müslümanların birbirlerini suçlamak yerine muhasebesini yapması gereken en temel meselelerden olduğu kanaatindeyiz.

“Tevhid adına şirkten ve sözde cahiliyeden arınma adına İslâmî geleneğe ve yaşam pratiği birikimine karşı takınılan radikal/Selefi tutumun, bu sözde gerekçelerle yıktığı, ortadan kaldırdığı İslami gelenek ve yaşam pratiği birikiminin yerine alternatif koyamadığı, koyamayacağı, ancak bunun modernizme ve din-dışı, seküler yaşama teslimiyeti getireceği görülmektedir. Tevhidilik, şirkten, cahiliyeden arınma adına, İslam’ın geleneğine karşı radikal/Selefi tutumla savaşılması, yaşadığımız dünyayı çepeçevre kuşatan ve hayatın her alanına hâkim olan Modern/seküler, din-dışı anlayış ve yaşam tarzına karşı tüm direnme araçlarımızı elimizden almakta, savunmasız konuma getirmekte ve sonunda tam teslimiyete yol açmaktadır.” (Sh:155)

Tahsin Görgün, “Dinin Yeniden Yorumlanması Meselesi Üzerine” isimli makalesinde (Sh:159-190) konuyu dört temel çerçevede ele almış. Konu ile ilgili kardeşlerimizin mutlaka değerlendirmeleri gerektiği kanaatindeyiz.

“İslam ile Medeniyet arasında bir çatışma olmadığı tezi, benzer daha başka tartışmalarda olduğu gibi, sadece İslam’ı tartışmanın odak noktasına çekerek, insanların ona olan güvenlerinin sarsılması ve böylece Batı tahakkümünün yerleşmesi yolunda bir adım daha atmaya matuf olmakla, bu tip tartışmaların neticesinde sürekli olarak Müslümanlardan İslâm’ın bazı aslî taleplerinden vazgeçmeleri, Müslümanların önüne bir çözüm yolu olarak takdim edilmekteydi. 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarında başlayan içtihad kapısı açılsın talepleri, müçtehidler ortaya çıksın ve klasik İslam toplumunda olduğu gibi Müslümanlara neyi nasıl yapmaları gerektiği konusunda, Allah’ın emri, Rasulullah’ın sünneti, ümmetin icmâ’ı ve fukahanın kıyasını dikkate alarak, yol göstermeleri talepleri değildi; talep edilen, şu veya bu şekilde modern dünya düzeni ile irtibata geçmiş olan siyasi otoritenin, bu irtibat neticesinde gerekli gördüğü düzenlemeleri, bir şekilde şerîate uygun göstermeleri, şerîatin içinde taşıdığı karşıt hususların da, dinin aslî unsuru olmadığı gerekçesi ile geçersiz kılınması ve böylece toplum tarafından benimsenmesi sağlanmasa bile, karşı çıkılmasının engellenmesiydi. İçtihat kapısının kapalı olduğu tezini savunanların bulunduğu taraf ve bunların neyi savundukları sorusu, bu noktadan itibaren daha da belirgin bir hale gelmektedir. İçtihad kapısının kapalı olduğunu savunanların bu gayretleri, siyasi olarak artık etkinliğini epeyce yitirmiş ve içtihad adı altında dinin geçersiz kılınmaya çalışıldığının farkında olan bazı âlimlerin, hiç değilse mevcudu muhafaza etme gayretinin dolaylı bir ifadesinden başka bir şey değildi.” (Sh:166-167)

‘Malatyalı Muhammed Reşad’ tarafından kaleme alınan “Abduh’un Mezhebi” hakkındaki makalesinde (Sh:191-219) Abduh’un: Arap Kavmiyetçiliği, Urabî Paşa İsyanı ile ilgisi, İngiliz işgal idaresi altındaki hizmetleri, C. Afgani ile olan münasebeti, masonluğu ve Ezher Medresesi’nin ifsadındaki rolü incelenmiş. Yazarın şu tesbiti dikkate değer: “Wilfird Scwan Blunt, ömrünün mühim bir kısmını Mısır ve hâvalisinde geçirmiş, İngiliz himâyesinde bir arap hilafetinin te’sîsi için elinden geleni etmiş, müfrît Osmânlı düşmanı bir ingiliz idi. Arkasında ciltler dolusu eser bırakan bu adamın Efgânî ve Abduh’la olan ahbablığının düzgün bir îzâhını vermek reformcu İslâmcıların altından kalkmaları lâzım gelen mühim bir borç olmalıdır.” (Sh:193)

İbrahim Hatipoğlu “Batı’nın Kur’an ve Sünnet’e Bakışının İslâm Dünyasına Etkisi”ni incelediği makalesinin girişinde (Sh:220-225) şu tesbitlerde bulunur: “Tarihî tenkit metodu ile birlikte Aydınlanma döneminde uygulanan başka usûller de uyumlu ve sistemli bir şekilde ilk defa Macar asıllı Yahudi araştırmacı Ignaz Goldziher tarafından 1880’li yıllardan itibaren uygulanmaya başlandı. Özellikle İslâmi ilimler sahasında yapılan çalışmalarda büyük ölçüde onun yöntemi ve bakış açısının hâkimiyetinden söz etmek mümkündür.”

Bazı Müslümanlar Batı biliminin ve bilimsel yöntemlerinin üstünlüğüne inanarak, dinî konulardakiler de dâhil, onların eserlerini okuyup usûllerini benimsemekte bir sakınca görmediler. Bunun neticesinde tarihî tenkit metoduna dayalı batı bilim anlayışı bu kimselerin bir kısmı tarafından İslâmî ilimlere uygulanmaya başlandı.” (Sh:221)

Fazlur Rahman hakkındaki çalışmalarıyla (Modern İslâm Düşüncesinin Tenkidi 2 ve 3) da tanıdığımız Ebubekir SifilFazlur Rahman’ın hayatına, Kur’an, Sünnet, Hadis, Kelam ve Tasavvuf’a bakışına kısaca temas etmiş.(Sh:226-239)

Osman Şimşek, “Acı Bir Tecrübe: Mut’a (Geçici Evlilik) ve Gerçekler” isimli makalesinde konuyu incelemiş. (Sh:240-256) 
“Bir erkeğin bir kadını aralarında kararlaştırdıkları bir zamana kadar ve belli bir para karşılığında eş olarak aldığı muvakkat (geçici) bir evlilik” (Sh:242)  şeklinde tanımlanan mut’a nikâhının fıkhî boyutundan önce nasıl istismar edildiğini örneklerinden hareketle açıklamış.

“İslâm’ın benimsediği Sünnî nikâha birçok yönden ters düşen Mut’a’yı Peygamberimiz, bir çırpıda yasaklamamıştır. Bu itibarla, Mut’a’nın kesin haramlığını bildiren nihai hükümden önce geçici ruhsatları bildiren hadisleri esas kabul ederek nihai hükmü bildiren nassları görmezlikten gelmek ve ‘Mut’a’ya izin verildiğini’ söylemek, İslâm’a iftirada bulunmak demektir”(Sh:243) tesbiti konuyu özetler mahiyettedir.

Konu ile ilgili hadisler, Hz Ömer(r.a)’ın uygulamaları, bu uygulamalara Şiî’lerin verdiği tepkiden yola çıkılarak Şiî’lere yönelik eleştiriler, Kur’an-ı Kerim’den konuya delil getirdikleri ayet-i kerimenin tefsiri ve konunun genel bir değerlendirmesi söz konusu makalede göze çarpan genel başlıklar.

Doç. Dr. Ayhan Tekineş’in, “Modern Dünyada Hz. Muhammed (s.a.v)” isimli makalesi (Sh:257-266) modern dünyanın Efendimize bakışı ve bu bakış tarzından etkilenenlerin tutarsızlıklarını incelenmiş.
“On sekizinci yüzyılda Avrupa kültürünün dünyevileştirici öğelerinden türeyen modern şarkiyatçılık ile birlikte, Batı’da İslâm’a ve Hz. Muhammed’e (s.a.v.) bakış değişmeye başlamıştır. Ortaçağda Hz. Peygamber hakkındaki bilgiler birtakım hurafelere ve batıl inançlara dayanmaktaydı. On sekizinci yüz yıldan itibaren ise ilmi esaslara dayalı, tarafsız olmak iddiasındaki çalışmalar ortaya çıkmaya başlamıştır. On dokuzuncu yüzyılda Reinhart Dozy (1820-1883) ve William Muir (1819-1905) gibi yazarlar tarafından kaleme alınan İslam tarihi ile ilgili çalışmalar, kabul edilmesi gerekir ki ciddi bir emek ürünüdür. Ancak bu yazarlarda Doğu’ya ve İslam’a karşı çarpıcı bir nefret gözlenir. Bu tür çalışmalarla şarkiyatçıların yapmak istedikleri şey, Hz. Muhammed hakkında söylenmedik bir şey bırakmayarak, O’nu soğuk bir ışık altında hem engin dini kudretinden hem de Avrupalı’yı ürküten açıklanmamış güçlerinden soyulmuş haliyle göstermektir. Bu dönem şarkiyatçıları Hz. Muhammed’i dünyevileştirmek, O’nun gerçekte bir peygamber değil dünyevi bir lider olduğunu ortaya koyabilmek için büyük çaba sarf etmişlerdir.” (Sh:257)

Bilgin Aydın Türkiye’de dinî hayatın şekillenmesi bakımından XIII.-XIV. Yüzyılların Tasavvufî ve Dinî cereyanları’nı incelemiş. (Sh:267-271)

E. Sadettin Doruklu, “Fazlur Rahman ve İslâm’ı Laikleştirmek” isimli makalesinde (Sh:272-280) dinin yeniden yorumlanması projesinin, Fazlur Rahman ayağını laiklik özelinde ele almış.

Yazarın Fazlur Rahman’dan aktardığı “Kişinin fikrî ve ahlakî melekelere tam olarak sahip olması için topluma yol göstermek ve onu denetlemek gereklidir. Ancak devletin bu rehberlik görevi geçici olmalıdır. Kişi, fikrî ve ahlakî bakımdan tam yeterlilik kazanınca, devletin güdümlü siyaseti terk edilebilir” tesbitinden hareketle “Tam yeterliliğin ölçüsü, sınırları ve kimler tarafından belirleneceği?” sorularının cevapsız kaldığını belirtir. Fazlur Rahman’ın teklifi ile “halka rağmen halk için” formülündeki benzerlik meselenin bir başka boyutuna işaret etmektedir.

Yazar Fazlur Rahman’ın “Bir yandan demokrasi ile İslâm arasında bir bağ kurmaya çalışır görünürken, gerçekte ‘devlet despotizmi’ni meşrulaştırmaya çalıştığı kanaatindedir. ( Sh:274)

Malezya Uluslararası İslâm Üniversitesi, İslâm Hukuku dalında öğretim görevlisi olan Kutb Mustafa Senû’nun, 3. Uluslararası Bediüzzaman Said Nursi Sempozyumu’nda sunduğu İslâm Düşüncesinin 20. Asırda Yeniden Yapılanması ve Bediüzzaman Said Nursî (24-26 Eylül, 1995, İstanbul) tebliğinde ‘Bediüzzaman Said Nursî’nin İçtihat Meselesi’ hakkında tahlili bir değerlendirme çalışmasında bulunmuş. (Sh:281-302)

“ Son zamanlarda bazı dini mevzular tartışma konusu yapılmakta ve bu mevzularda geçmiş İslâm büyüklerinin, Ehl-i Sünnet âlimlerinin ittifak ettikleri, birleştikleri temel inançlara aykırı fikirler ileri sürülmektedir” (Sh:303) tesbitinde bulunan Nedim Yüksel “Gayb’le İlgili Hâdiselerin Allah (c.c.) Tarafından Bildirilmesi ve Hz. İsa’nın İnişi Meselesi’ni ele almış. (Sh:303-309)

Müfid Yüksel, “20. Yüzyılda Bir Ehl-i Sünnet Alimi: Selâmetu’l- Kuda’î el-Azzamî” isimli makalesine (Sh:310-338) şu tesbitlerle başlar: “20. yüzyıl İslâm âleminin, Batı dünyası karşısında yenilgiye uğrayarak can çekiştiği bir dönem olmuştur. İslâm dünyasındaki tüm dini kurumların çöküşü, özellikle Sünni ve Sûfî paradigma ve müesseselerin Osmanlı devletiyle birlikte aynı akıbete uğraması, bu paradigma mensuplarını korunacak bir şemsiyeden yoksun bırakmıştır. Ehl-i Sünnet ve Sûfî ekole ait zaten uzun süredir dejenere olmuş, şirazesinden çıkmış müesseselerin, Hilafet, Şeyhülislâmlık, Medrese ve Tekke başta olmak üzere jakoben devrimlerle bir bir ortadan kalkması, tarihe gömülmesi büyük bir boşluğun doğmasına sebebiyet vermiştir.” (Sh:310)

“Bu dönemde, geleneksel Ehl-i Sünnet inanç ve tutumunu sürdüren, Modernizmin oluşturduğu zeminle tüm İslâm dünyasında kasırga gibi esen Modernizm ve Selefilik akımlarına karşı direnen bu az sayıdaki ulema bütün güçleri ile geleneği savunmayı, akıntıya karşı kürek çekmeyi sürdürdüler. Bunların en önemlilerinden, ancak, ön plana çıkmamış biri olan ve Ezher’de ders verdiği dönemlerde Şeyh Muhammed Zahid el-Kevserî’nin yakın çalışma arkadaşlarından olan Selâmetu’l- Kuda’î el-Azzamî gerek Arap âleminde gerekse ülkemizde bilerek ya da bilmeyerek göz ardı edilmiştir.”

Makalenin Kuda’î’yi Türkiye’de ilmi çevrelere ve okuyuculara tanıtabilmenin kendisi için mutluluk vesilesi olduğunu belirttikten sonra Kuda’î’ ve eserlerini tanıtır.

“On Maddede Özetle Cemâleddin Efganî Gerçeği” (Sh:339-348) isimli makalesinde Yusuf Hanîf konuyu özetler.

1- Efgânî, İran’ın Hamedan şehri yakınındaki Esedâbâd köyünde doğmuş ve Necef medreselerinde tahsil görmüş Şiî asıllı bir aktivisttir.

2-Buna rağmen kendisini Afganistanlı bir Sünnîymiş gibi takdîm etmek sûretiyle aslını gizlemiş, Müslümanları aldatmıştır.

3-Birçok Mason locasına intisab etmiş, bâzılarının reisliğini yapmış ve ömrünün sonuna kadar bu lânetli meslekle ilişkisini kesmemiştir.

4-Gittiği yerlerde milliyetçi hisleri körüklemiş, kan bağını din bağından daha sağlam ve daha uzun ömürlü görmüştür.

5-Osmanlı Hilâfeti’ne karşı Arap Hilâfeti davası gütmüş ve bu davanın önde gelen destekçilerinden İngiliz ajanı Wilfrid Scawen Blunt ile yakın dostluk ilişkileri kurmuştur. II. Abdülhamid Hân bu tür ilişkiler içinde olduğunu anlamış ve İstanbul’a çağırarak göz hapsinde tutmuş, bir daha İstanbul’dan ayrılmasına müsâade etmemiştir.

6-Efgâni bu göz hapsi sırasında Abdülhamid’in kendisine sağladığı onca imkâna rağmen İstanbul’dan ayrılabilmek için gûyâ amansız düşmanı olduğu(!) İngiltereye nâğmeler dizerek, onların tebâsından olduğunu iddia ederek ilticâ etmek istemiştir.

7-Dârül-Fünûn’da verdiği bir konferansta Peygamberlik’ten bir sanat olarak söz etmiş, bunun üzerine devrin ulemâsından hak ettiği cevâbı alarak İstanbul’dan uzaklaştırılmıştır.

8-Onun dînî meselelerdeki lâkaytlığı çokça tenkid edilmesine neden olmuştur.

9-Ernest Renan’ın 29 Mart 1883’te Sorbonne Üniversitesi’nde verdiği ‘İslâm ve İlim’ mevzûlu konferansında İslâm’ı ilim düşmanı, insanlığa vurulan zincirlerin en ağırı, insan zekâsı için yalnızca zararlı olmuş bir din olarak tavsif etmekteydi. Renan’ın bu hezeyanâmesi İslâm dünyasının dört bir yanından şiddetli tepkiler alırken, Efgâni Journal des Débats’da neşrolunan asıl cevabında en az Renan kadar İslâm’a ve Müslümanlara bühtanda bulunmuştur.

10-Efgâni Avrupa’nın ‘parlak’ medeniyetinin temelinde Luther’in Protestanlık reformu olduğu zehabına kapılmış ve aynı yolu İslâm dünyasının da izlemesi gerektiğini düşünerek Müslümanların Luther’i olmaya heveslenmiştir. Ona göre tam mükemmel bir dîn, üç semâvî dînin birleştirilmesiyle oluşturulabilir.”


İkinci Bölüm

Elmalılı Hamdi Efendi’nin Hak Dîni Kur’an Dili isimli tefsîrinden iktibas edilen “M. Abduh’un Fîl Sûresi’nin Tefsîrinin Tenkîdi”(Sh:351-368) , Ahmed Davudoğlu’nun İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü Dergisi’nde (sayı:2, 1964) yayınlanan “İman Bir Bütündür” isimli makalesi (Sh:369-380), Ömer Nasûhî Bilmen’in Büyük İslâm İlmihali’nin mukaddimesinden iktibas edilen “Mezheb İmamları ve Onlara Uymanın Lüzûmu Hakkında” (Sh:381-388), isimli makalelerinden oluşmuştur.


Üçüncü Bölüm

Mustafa İslamoğlu’nun, ‘anlama problemi’ üzerine kurguladığı ‘Üç Muhammed: İki Tasavvur Bir Gerçek’ adlı çalışmasını tenkide tabi tutan Ebubekir Sifil, Mustafa İslamoğlu’nun, ‘anlama problemi’ üzerine kurguladığı kitabında göze çarpan ‘anlama problemleri’ ile sınırlı ‘hatırlatma’larda bulunmuş. (Sh:399-414)

Ernest Renan’ın 29 Mart 1883’te Sorbonne Üniversitesi’nde verdiği ‘İslâm ve İlim’ mevzûlu konferansı ve Efgâni’nin söz konusu konferansla ilgili makalesini konu edinen, Dücane Cündioğlu’nun Divan mecmuasında yayınlanan “Ernest Renan ve ‘Reddiyeler’ Bağlamında İslâm-Bilim Tartışmalarına Bibliyografik Bir Katkı” makalesine, Malatyalı Muhammed Reşad’ın yazdığı tenkid yazısına yer yerilmiş. (Sh:415-445)

Hakan Taha Alp, Ömer Çelakıl’ın “Kur’an-ı Kerim’in Şifresi” isimli kitabına bir karşı tenkid yazısı kaleme almış.(Sh:446-453)

Yusuf Hanif, İbrahim Hatipoğlu’nun “İslâm’da Yenilenme Düşüncesi Açısından Modernistlerin Sünnet Anlayışı” isimli, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslâm Bilimleri Anabilim Dalı Hadis Bilim Dalı’nda Hazırlanan gayr-ı matbu Doktora tezini tahlîl etmiş. (Sh:454-458) Son olarak yine Yusuf Hanif “Türkiyeli Masonlar Efgâni ‘Kardeş’e Sahip Çıktı” isimli bir tenkid yazısı kaleme almış. (Sh:459-460)

Kitaptaki kimi makalelerin konu ile dolaylı ilgileri, makaleler arası konu bütünlüğünün istenen noktada olmaması kitabın göze çarpan eksikliklerinden. Alanında önemli bir boşluğu dolduran eser, ilk cildinin rağbet görmesi durumunda serinin devam edeceği Mehmed Şevket Eygi tarafından ifade edilmiş.


Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 261 / Ağustos 2012
---------------------- 
1- Ebubekir Sifil, Milli Gazete, 9-10 Eylül 2006
2- Ebubekir Sifil, Milli Gazete, 28 Eylül 2004
3- Ebubekir Sifil, Milli Gazete, 28 Eylül 2004
4- Ebubekir Sifil, Milli Gazete, 17 Mart 2007