Kur’an-ı Kerim‘de , Yahudilerin ‘kendilerine indirilen kitabın/Tevrat‘ın
hükümlerini tebdil ve tağyir ettikleri‘ haber verilmiştir. Yazar Baki
Adam’ın doğrudan Yahudi kaynaklarına inerek hazırladığı doktora tezinde
aktardığına göre iki Tevrat arasında meşhur ‘On Emir‘ konusunda bile
anlaşmazlıklar vardır.
Kitap ehli olan Yahudilerin, aynı inançlara sahip
olduklarını söylemek mümkün değildir. Çünkü zaman içerisinde birbirinden farklı
inançları ön plâna çıkarmış ve birbirlerini tekfir etmişlerdir. Bu hakikat
muhkem nassla haber verilmiştir: “İşlerini (dinlerini) aralarında
parçalayıp, çeşitli fırkalara ayrıldılar. Her fırka kendi yanında bulunanla
sevinmektedir” (El Mü’minûn Sûresi: 53.) İmam-ı Kurtubi, bu ayeti
tefsir ederken farklı fırkaları ortaya çıkaran sebeblere işaret etmiş ve şu
tesbitte bulunmuştur: “Denildi ki; onlardan her fırka, kendilerine ait kabul
ettikleri muharref kitabın hükümlerine sımsıkı yapışmış ve sadece ona iman
etmiştir. Ayrıca kendi kitaplarının dışında kalanların tamamını inkâr
etmişlerdir.’
Merhum Doç. Dr. Yaşar Kutluay, tanıtımını yaptığımız
bu eserinde, fırkaların ortaya çıkış sebeblerini izah etmiştir.
![]() |
İslâm ve Yahudi
Mezhepleri
Doç. Dr. Yaşar Kutluay
Anka Yayınları Misak Dergisi Sayı: 254 / Ocak 2012
|
Kur’an-ı Kerim’de: “Andolsun ki, biz her kavme ‘Allah’a ibadet edin, Tağut’a kulluk etmekten kaçının’ diye (tebligat yapması için) bir peygamber göndermişizdir” (En Nahl Sûresi: 36) buyurulmaktadır.
Esasen Hz. Âdem (as)’den itibaren bütün peygamberler
insanları “Allahû Teâla (cc)’ya iman ve ibadet etmeye” davet etmişlerdir.
Resûl-i Ekrem (sav)’in “Peygamberler babaları bir kardeşler
gibidirler, dinleri birdir” buyurduğu sabittir. Dolayısıyla
İslâm dini; ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Âdem (as)’le birlikte başlamış
ve bütün peygamberler insanları İslâm’a davet etmişlerdir. Hz. Musa (as) da
kavmine: “Ey kavmim, eğer siz gerçekten Allah’a iman ettiyseniz,
O’na samimi olarak teslim olmuş müslümanlar iseniz, artık O’na (Allah’a) güvenip
dayanınız” (Yunus Sûresi: 84) tebliğini yapmıştır.
Allahû Teâla (cc)’nın indirdiği hükümleri reddeden,
hafife alan veya zamana (çağa) uymadığını söyleyenler; kendi hevâlarını ilâh
edinmişlerdir. İslâm ulemâsı; Hz. Âdem (as)’den günümüze kadar devam eden ve
kıyamete kadar devam edecek olan mücadeleyi “El Milel ve’n Nihal” hakikatini
dikkate alarak tasnif etmişlerdir. “Milel” vahye dayanan, “Nihal” ise vahyi
reddeden zihniyetleri esas alır. Nihal kelimesi, ’nıhle’nin çoğuludur. Nıhle;
kupkuru zan ve iddia manasınadır. Kat’i bir nassa dayanmayan her iddia ise, son
tahlilde “zann” hükmündedir. (1)
Kur’an-ı Kerim‘de, Ehl-i Kitab’ın ‘kendilerine
indirilen kitabın hükümleri‘ni tebdil ve tağyir ettikleri haber verilmiştir.
Baki Adam’ın doğrudan Yahudi kaynaklarına inerek hazırladığı doktora tezinde
aktardığına göre iki Tevrat arasında meşhur ‘On Emir‘ konusunda bile
anlaşmazlıklar vardır. (2)
Tanıtmaya çalıştığımız Doç. Dr. Yaşar
Kutluay tarafından kaleme alınan eserde aktarılan Yahudi tarihi,
bu mücadelenin bir parçasını müşahede etmemize imkân sağlaması açısından
önemlidir.
Tanıtmaya çalıştığımız eserin en orijinal yönü ise
İbranice’ye hakkıyla vâkıf olan yazarın Yahudi dini ve mezheplerini kendi
kaynaklarından inceleyerek aktarmış olmasıdır.
16 Şubat 1931 tarihinde Silifke’de doğdu. İlk ve orta
tahsilini Silifke, Adana ve Ankara’da tamamladı. 1948 yılında henüz o sene
kurulmuş olan İlahiyat Fakültesi’ne kaydoldu. 1952 yılında bu fakülteyi
‘pekiyi’ derece ile bitirdi. Ve fakültenin ‘1’ nolu diplomasını aldı. Rahmetli
Prof. Dr. Yusuf Ziya Yörükan’ın kürsüsüne İslâm Mezhepleri Tarihi asistanı
olarak girdi. 1954 yılında doktorasını büyük bir başarı ile verdi. Askerliğini
yaptıktan sonra 1956 yılında yeniden fakülteye döndü, 1964 yılında doçent oldu.
İngilizce, Arapça, İbranice lisanlarına hakkıyla vakıf olan Doç. Dr. Yaşar
Kutluay’ın Farsça ve İtalyanca bilgisi de vardı. (Sh:7)
“Siyonizm ve Türkiye” adlı kitap
yazılırken çok ilginç bir olay yaşanmıştır. Bu olaya şahit olan müellifin
kardeşi Kamil Kutluay bize şunları anlattı: “Kitabın müsveddelerini ben
daktilo ediyordum. Bu çalışmayı da pek bilen yoktu. Ancak nasıl olduysa yapılan
bu çalışmadan İsrail Büyükelçiliği de haberdar olmuş. Ağabeyimi yemeğe davet
etmişler. Yemekten sonraki sohbette büyükelçi, Yaşar Ağabeyime şimdilerde bir
çalışma yapıp yapmadığını sormuş. Ağabeyim büyükelçinin neyi sormak istediğini
hemen anlamış ve yaptığı çalışmayı söylemiş. Elçi, kitaptan ne kadar
bastıracağını sormuş. Ağabeyim ‘5000 tane’ cevabını vermiş. Bunun üzerine
büyükelçi, ‘kitapları, hepsini biz alsak olur mu,?’ sorusunu sormuş. Ağabeyim
‘tabii alabilirsiniz; ama ben yine bastırırım’ demiş. Büyükelçi, ‘onu da biz
alalım’ demiş. Ağabeyim de, ‘o zaman biz de yine bastırırız’ demiş. Büyükelçi,
‘kitaptan ne kadar bastıracaksınız’ sorusuna, ‘kâğıt olduğu ve baskı yapıldığı
müddetçe bastırırız’ cevabını alınca Büyükelçi lafı daha fazla uzatmamış.
Ancak, ‘bu kitabı bastırmasanız iyi olur’ uyarısında bulunmuş. Bütün bu
olanlara rağmen yine de kitap baskıya verilmişti.” (3)
Hayatını dolu dolu yaşayan Yaşar Kutluay, 1969’da
profesör olma gayreti içine girmiştir. Aynı sene kitap yazımıyla da
uğraşmaktadır. Bu yoğunluk içinde dinlenmek için Ramazan Bayramı’nda, memleketi
Silifke’ye gitmiştir. 12 Aralık sabahı Silifke’nin Taşucu mevkiinden bir
balıkçı motoru ile arkadaşı Av. Erhan Löker, Mersinli işadamı Mustafa
Denizdelen ve motorun sahibi İsmet Şahin ile oğlu Selami ve Hamdi Gençler
eşliğinde altı kişi denize açılmışlardır. Saat 15 sularında kısa süren
fırtınanın ardından deniz sakinleşmiş ama onlar dönmemiştir. Gece de
dönmeyince, ertesi gün Yaşar Kutluay’ın eşi, durumu ailesine ve ailesi de
yetkililere haber vermiştir. Günlerce, haftalarca sahiller aranmıştır. Denizin
dibini Mersin’den gelen donanmaya ait gemiler incelemiş, motorlar ile koylarda
ağlarla tarama yapılmış, uçaklar Kıbrıs’a kadar denizi aramış, ancak hiçbir şey
bulunamamıştır. Ne denizde motorun battığını gösteren bir yağ sızıntısı, ne de
sahilde, batan tekneden kıyıya vuran gemi kalıntısı bulundu. (4)
Kitabın önsözünde müellif, şu noktalara temas etmiş ve
şöyle demiştir: “Daha önceki çalışmalarımızın amacı, itikadî İslâm
mezheplerinin doğuşlarından itibaren ele alınarak büyük kelam sistemlerinin
meydana gelişine kadarki devrenin incelenmesi iken, Kudüs İbrani
Üniversitesi’nde Yahudi dini, tefekkürü ve mezhep hareketleri üzerinde
tetkiklerimiz sonunda, ilk konuyu tadil ederek, iki dinin mezhepleri arasında
bir mukayese denemesine girişmeye karar verdik.” (Sh:17)
Türkçede “fırka” ve “mezhep”
kavramlarının birbirine karıştırılabildiğinden hareketle “İslâm ve Yahudi
Mezhepleri Tarihi”ni incelerken Arapçada “fırka” kavramı çerçevesinde ele
alınan itikadî mezhepleri kasdettiğini belirtir. (Sh:19)
İslâm mezheplerini incelerken takip edeceğimiz yol
kronolojik sıra olacaktır. Üçüncü Halife Osman b. Affan (r.a.) devrinde
başlayan ve önceleri tamamen siyasî iken sonraları dinî ve itikadî mahiyete
dönüşen İslâm mezheplerinin gelişmesinde birkaç merhale müşâhade etmek
mümkündür. Bunlar:
1-Menşeleri ve ileri sürdükleri iddialar tamamen
siyasî olan ilk mezhepler
2-Bu mezheplerin iddia ve görüşlerini ‘Kitab’a istinad
ettirme gayretleri ile hâsıl olan yeni durum
3-Tartışmalar sırasında tamamen itikadî mahiyetteki
mezhebi görüşlerin ortaya çıkması
4-İtikadî ve dini sahadaki tartışmalara gayri İslâmi
unsurların da girmesi ile ortaya çıkan son durum. (Sh:21-22)
İslâmiyet öncesi Arap Yarımadası ve Arapların durumunu
ve müsteşriklerin Kur’ân-ı Kerîm ve Efendimiz (s.a.v.) hakkındaki iddialarını
aktarır. (Sh:24-40)
Hadislerde ortaya konan ‘kader’ anlayışıyla Talmud’un
‘fatalist’ anlayışı arasında benzerlikler olduğu kanaatindedir. (Sh:43-48)
Şia’nın mezhebinin menşeini eskilere dayandırma
çabasının ürünü olarak değerlendirdiği Gadîri Hum olayı sonrasında Hz Ebu Bekr
(r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) devirlerine kısaca değinerek giriş bölümünü tamamlar.
(Sh:49-57)
1. Bölüm: İslâm Mezhepleri
Osman b. Affan (r.a)’ın Hilafeti Devri:
Hz. Osman (r.a)’ın hilafetinin yedinci yılında
başlayan ihtilafların derinleşerek mahiyetlerinin ‘tefrika’ya dönüştüğünü
görürüz. Bu karışıklıklarda ve sonrasında Hz Osman (r.a.)’ın katliyle
sonuçlanacak olan olaylarda, ileride kendi adıyla anılacak bir mezhebin de
kurucusu olan Abdullah b. Sebe veya İbn Sevda’nın
faaliyetleri üzerinde durur. (Sh:59-70)
“Şi’îler’in hemen her kolu Ali b. Ebî Talip (r.a.)’ı
diğer sahabelerden üstün sayarak, Peygamber (s.a.v.)’in hilafetine en çok onun
layık olduğunu ileri sürerler ve ilk üç halifenin, onun hakkını gasbederek bu
makama gelmiş olduklarını söylerler. Oysa Şi’îliğin kurucusu sayılan Abdullah
b. Sebe’de böyle bir görüşe rastlamamaktayız. Ona göre Hz. Ali (r.a.),
Peygamber (s.a.v.)’in vasîsidir. Dolayısıyla hilafete ‘Ebû Bekr (r.a)
veya Ömer b. El-Hattab (r.a)’dan değil’ fakat Osman b. Affan (r.a)’dan
daha layıktır. Osman (r.a) bu makamı haksız olarak almıştır. Bu husustaki
delili de İslâmi kaynaklarda değil Ahd-i Atik’dedir. ‘Yuşe b. Nûn
(Yohoşua ben Nun) Musa (a.s.)’nın vasîsidir. O Musa (a.s.)’nın yerine geçmiştir.
Ali (r.a.) için de durum böyledir.’ Abdullah b. Sebe’nin ortaya attığı
‘vesayet’ doktrini gulv’ün ilk basamağını teşkil etmektedir. Bununla beraber
kendisinin ortaya atmış olduğu görüş bundan ibaret değildir. Şehristâni, onun
adı etrafında birleşen ‘Sebeiye’nin ‘Tevakkuf, Gaybet, Ric’at, ve Tenâsuh’ fikirlerini
de ileri sürmüş olduklarını anlatır.” (Sh:70-71)
Ali b.Ebî Talib (r.a) Devri:
Hz. Ali (r.a.)’ın halife seçilmesi, sonrasında meydana
gelen Cemel, Sıffîn ve Tahkîm olayları üzerinde durur. (Sh:72-83) Haricîler ve
Şi’îlerin kökenleri üzerinde durduğu bölümde önde gelen Haricî kumandanlar ile
Abdullah b. Sebe arasındaki bağlantıyı irdeler.
“Haricîler’in menşeini Sıffîn’den, hakem meselesinden
öncelere götürerek Sebeiye’ye bağlamak gerekecektir ki tarihî gerçek de budur.
Birbirinin tamamen zıddı iki fırka olarak bilinen Haricîlik ile Şi’îlik (Gulat
grubu) böylece menşede birbiri ile ayniyet göstermektedir” (Sh:87) tespitinde
bulunur. Akabinde Haricîler ve kolları ile (Sh:88-113) Şi’îler ve kollarını
inceleyerek birinci bölümü tamamlar. (Sh.113-162)
Şi’î kelimesinin kökü ‘taraftar’ anlamına geldiğinden
ve isim ‘Ali b. Ebî Tâlip taraftarları’ şeklinde anlaşılabileceğinden hilafet
konusunda Hz. Ali (r.a.)’yi haklı gören herkese bu sıfat verilebilir. Fakat
Mezhepler Tarihi’nin ele aldığı Şi’îleri şöyle tarif etmek mümkündür: “Ali
b. Ebî Tâlip (r.a.)’ın nass ve vasiyet ile imam ve halife olduğunu, imâmetin
ancak onun soyundan gelenlere âidiyetini kabul ile imâmetin genel halk oyunun
seçimine bağlı bir husus değil de dinin aslına taalluk eden bir rükn olduğuna
inanan kimselere denir. İmamların ismet sahibi kimseler olarak, her
türlü büyük ve küçük günahtan münezzeh oldukları, bundan başka kavlen fiîlen ve
aklen teberrî ve tevellîyi kabul etmek gerektiği hususunda da –Zeydiye hariç-
bütün Şi’î fırkaları birleşir.” (Sh:113-114)
“Haricîler’in bir siyâsi grup veya cemaat olarak
ortaya çıkışları kesin ve belirli hatlarla bilindiği halde, aynı şey Şi’îler
için varid değildir” (Sh:120) tesbitinden sonra Şi’îler’in fırka haline
gelişinin aşamaları üzerinde durur.
Şi’î fırkaları iki büyük grup altında ele almak
mümkündür.
Birincisi: Gerek Ali
b. Ebî Tâlip (r.a.) ile soyu ve gerekse bizzat şahısları hakkında ‘gulve
(aşırılığa) gitmiş’ olanların meydana getirdiği ve ‘Gâliye’ adı
altında ele alınabilecek grup. Çoğunluğu, imamlardan birini ilaha bir kısmı da
ilahı bir yaratığa ‘teşbih’ etmişlerdir. Görüşlerinin kökeni hulûl ve tenâsuh
ile Yahudi ve Hristiyan dinleridir. (Sh:128-129)
İkincisi: Ali b.
Ebî Tâlip (r.a.) ve soyunun imamete diğerlerinden ziyade hakkı olduğunu genellikle
kabul etmekle beraber, imamların sırası konusunda düştükleri anlaşmazlıklarla
bölünen ve “İmâmiye” adı altında toplayabileceğimiz
gruptur. (Sh:128) Çoğunluğunda beklenen bir ‘mehdi veya imam’ bulunmaktadır.
(Sh:146)
2. Bölüm: Yahudi Mezhepleri
Yahudi öğretilerinin tamına ’ Tora adı verilir; Tora
kelimesi, Arapça Tevrat’ın karşılığı olmakla beraber, anlamı çok daha geniş
tutulmuştur; daha doğrusu, hem Moşe/Mûsa (a.s.)’ye verilen Kitab’ın hem de
öğretilerin bütününün adı olmuştur.
Tora, “yazılı” ve “şifahi” olmak
üzere ikiye ayrılır. Birincisi Sina dağında Allah tarafından Moşe’ye verilen
beş kitabı ve bunun eklerini, ikincisi de Moşe’ye atfedilen ve ondan intikal
ettiği kabul edilen sözleri ve Tora üzerindeki açıklamaları içine alır ki,
birincisinin tamamlayıcısı durumundadır.
“Yazılı Tora” deyimi önceleri
yalnız Musa (a.s.)’ya vahyedilen ilk beş kitap için kullanılırken, bu anlam
genişlemiş ve bütün “Ahd-i Atik”i içine almıştır.
İbranice’de “Tanah” denilen ve “Tora”, “Neviîm” (Nebiler)
ve “Ketuvîm” (Yazılar) kelimelerinin ilk harflerinden meydana
gelen Ahd-i Atik’in tamamlanması –takriben M.Ö. 1200-100 arası- binyıldan fazla
sürmüştür. Tevrat’ın Musa’ya Sina dağında vahyi ile başlayan Yahudilik’ten önce
İsrailoğulları’nın durumu hakkında yazılanlar da söylenenler de an’anelere
dayanır. (…) Musa beş kitaptan müteşekkil Tora (Tevrat)’yı ortaya koymuş,
Mısır’dan Firavun’un esaretinden kurtardığı İsrailoğulları’nı bir “millet” haline
getirmiş, fakat kendisi “Mev’ud Arz”a giremeden ölmüştür.
Yerine geçen Yoşua (Yeşu) zamanında “Ken’an memleketi” ele
geçirilmiş ve Şilo’ da, Gerizîm dağında dini merasim ve takdimelerin yerine
getirilmesi için bir Mezbah inşa edilmiştir. Burası M.Ö. takriben 1100 yılında
Piliştiler tarafından işgal edilmiş, Musa (a.s.)’dan kalma emanetler (ki
mahiyeti hala bilinmemektedir) götürülmüş ve Mezbah’ta yakılmıştır.
(Sh:165-166)
Saul kral olarak (M.Ö. 1067) pek tutulmadı, onun
devrinde Dâvud (a.s.) parlamağa başladı, savaşlarda kahramanlıklar gösterdi ve
sonunda Saul’un ölümü üzerine kral oldu. Dâvud (a.s.) Yeruşalim’i merkez yaptı,
fakat malzemesini hazırladığı Mabed’i inşâya imkân bulamadı. Krallık en
muhteşem devrine Şlomo/Süleyman (a.s.) ile ulaştı. M.Ö. 1007 yılında Mâbed
Meytha-Mitaş) inşâ edildi. 977 yılında Süleyman’ın ölümü ile memleket ikiye
ayrıldı, güneyde Yeduha ve kuzeyde İsrail krallıkları kuruldu. 719 yılında
İsrail’in Asur ve 586 yılında da Yehuda’nın Bâbil krallıkları tarafından işgali
ve Mabed’in tahribi ile bağımsızlıkları son buldu. Yıllar süren Bâbil
esaretinden İran İmparatorluğu’nun lütfu ile kurtulup tekrar Filistin’e
döndüler. M.Ö. 332 yılında Büyük İskender’in istilasına kadar ‘İran Devri’
devam etti. (Sh:167)
M.Ö. 165-164 yılında Kutsal Mabed’in ele geçirilip
Yunan ilahlarından temizlenmesinden sonra bağımsız bir devlet teşkili için
çalışma başladı. Bu 157 yılına kadar devam etti ve o yıl siyasi ve dinî yönden
tam bağımsızlığa sahip bir Yahudi devleti kuruldu. Bâbil istilâsından sonraki
uzun yüzyıllar içinde kurulan bu devletle Yahudiler tarihte ikinci defa bağımsızlığa
kavuştular. Roma hâkimiyeti ile kaybedecekleri bu bağımsızlığı Bar Kohba
zamanında (M.S. 132) iki yıl için tekrar ele geçirdilerse de yabancı hâkimiyeti
altında ve sürgünde yaşamaya 1948 sonuna kadar devam ettiler. (Sh:190)
Yohanan Hurkonas (135-106) zamanında Peruşîm, Sadukîm
ve İsiyîm mezhepleri tarih sahnesine çıktı. Daha çok mistik ve münzevî
karakterde bulunan ve olaylara pek karışmamış olan İsiyîm dışında diğer ikisi
birbirinin tam muhâlifi iki kutup teşkil ediyorlardı. Yazılı ve Şifahî Tora’ya
tam itaati şart koşan, dini kuralları hem fert hem de devlete uygulama
temâyülünde olan Peruşîm’e, devlet asil tabakasını, kumandanlarını,
kohenlerini, büyük memurlarını teşkil eden Sadukîler şiddetle karşı
koyuyorlardı. Alabildiğine bir üstünlük ve nüfuz mücadelesi ortaya çıktı.
(Sh:191) Bunlardan başka Milâdi 8. Yüzyıl’dan itibaren doğuda İslâm dünyasında
yaşayan Yahudiler arasında Müslümanlığın ve İslâm düşüncesinin kuvvetli tesiri
altında zuhûr eden İseviye, Yudgâniye, Ananîye, ve Karaîm’den oluşan ikinci bir
mezhep grubu bulunmaktadır. Bu iki gruba Orta Çağ’da ortaya çıkan mistik
Kabbala hareketi ile 19. Yüzyıl’da Avrupa’da bilhassa Doğu Avrupa ve Rusya
Yahudileri arasında zuhûr eden ‘Hasidût’ hareketini de üçüncü bir grup olarak
eklemek mümkündür. (Sh:212)
Peruşîm Mezhebi: Kelimenin
İbranice kökü, ‘kendini ayrı tutmak veya saf ve temiz olmayan şahıs
veya eşyadan uzaklaşmak’ anlamındadır. Yunan idaresinde mabedlere
konulan Yunan tanrılarının heykellerine ibadete zorlanan halk arasında pasif
direnişi başlatan bir Hasidism hareketi vardır; halkı, gizli gizli
‘Helenleşmekten’ alıkoyan, ‘Tora’ya sarılmalarını, inançlarını terk
etmemelerini telkin eden’ bu insanlar Makabiler’in giriştikleri kurtuluş
mücadelesinde de ön sırayı işgal ediyorlardı. M.Ö.165 yılında Yehuda Makabi’nin
hâkimiyetine kadar onun safında dövüşmüşlerdir. İşte ‘Peruşîm’ köken itibariyle
bu harekete bağlanmaktadır. (Sh:212)
Peruşîm Mezhebi halk üzerindeki nüfuzunu kullanarak
İsa’yı Mesih olarak tanımalarına engel olmuş, dolayısıyla Hıristiyanlığın
yayılmasını önlemede etkili olmuşlardır. Halk
kitleleri üzerindeki bu hâkimiyet miladın 70. yılında Mabed’in tahribi ile
belli başlı muhalifleri Sadukîm’in de ortadan kalkmasını müteakip mutlak bir
mahiyet kazanmıştır. Bu tarihten sonra bütün Yahudiler’in hayatı Peruşî
öğretilerine göre düzenlenip, Yahudiliğin tarihi baştan başa Peruşî görüşüne
göre yeniden bina edilmiştir. Öyle ki artık Peruşîm kelimesi dahi kullanılmayıp
yerini ‘yahudilik’e terk eder. (Sh:228)
Sadukîm Mezhebi: Bu mezheb
hakkında Hüsnü Aktaş Hocaefendi şu bilgileri veriyor: “Dinler tarihi
uzmanları; ‘Sadukim’ kelimesinin menşei konusunda, farklı görüşlerin
bulunduğunu ifade etmektedirler. Yaygın olan anlayışa göre sadukim terimi, Hz.
Davud (as) ve Süleyman (as) zamanlarında kohenlik makamına getirilen ve kurduğu
hanedan ile uzun müddet iş başında kalan ‘Sudok’un soyundan gelenleri ifade
eden bir terimdir. Sadukiler’in, eski Yunan kültüründen ve bilhassa
‘Epikürizm’den etkilendikleri ifade edilmektedir. Başlıca iddialarını, maddeler
halinde izah etmek mümkündür:
a) Tecrübe
sahibi insanlar olarak, devletin sadece ‘dini’ kurallarla idare
edilemeyeceğini, sadece Allah’a güvenmenin yetişmeyeceğini söylüyorlar ve bu
temel prensipte şu sonuca varıyorlardı: “İnsan bedeni ve ruhi kudretini kullanmalı;
dini esasların kendisini siyasi birleşmeler veya savaştan alıkoymasına meydan
vermemelidir. Tercih ve irade kudretini Allah, insana kullanması için
vermiştir. İnsan kendi kaderinin hâkimidir.” İnsanlar arasındaki ilişkiler ve
beşeri münasebetler; ilahi müdahale veya ilahi idare anlayışlarından
kurtarılmalıdır.
b) Sadukiler,
diğer yahudi mezheplerinin aksine, asalet, kudret ve servetin temsilcileri
olarak bütün faaliyetlerini siyasi hayatta merkezleştirmişlerdir. Sadukiler
‘İstikbalin Allah’a terkedilmemesi’ gerektiğini savunmuş ve insanların
kaderlerinin kendi ellerinde olduğunu ileri sürmüşlerdir.
c) Kaynaklarda
Sadukiler’in ‘ölümden sonra dirilmeyi, ahiret hayatını ve ruhun ölmezliği’
gibi, Tevrat’a dayanan hükümleri reddettikleri belirtilmektedir. Yine bazı
kaynaklarda ‘Meleklerin ve kötü ruhların varlığına da inanmadıkları’ ifade
edilmiştir. Tevrat’ın hükümlerini savunan Yahudi Ferisi Fırkası’nın
mensuplarının, Sadukileri ‘Yahudi şeriatını tahrif eden muhterik (fanatik)
dinsizler’ şeklinde tarif ettikleri malûmdur.
Yahudi Sadukim Mezhebi’nin ‘Din-devlet ve siyaset
işlerinin birbirinden ayrı olmasını, insanların istikbalini Allah’a
terketmeyerek kendi ellerine almaları gerektiğini’ esas alan inançları ile
günümüzde yaygın olan seküler-laik dünya görüşü arasında önemli bir fark
yoktur. İslâm’ın tebliğinden asırlarca (M.Ö. 2.yy) önce yaşayan ‘Sadukileri’ bu
inançlarından dolayı ‘ilerici-çağdaş’, Allah’ın yeryüzündeki tasarruf hakkına
inanan ve inandığı gibi yaşamaya çalışan Müslümanları da ‘gerici-çağdışı’ ilân
edenlerin, zaman algılarında bir problem olduğu da ortadadır.” (5)
İsiyîm Mezhebi: İsiyîm
kelimesinin, mütevazı ve dindar kişilik ile sessiz, sakin ve ketûm kişi ve
bunların oluşturduğu topluluk anlamlarına gelmektedir. “Kendilerini Allah’a adamış
kimselerdir. Altın ve gümüş biriktirmezler, hayatları için zorunlu olanın
dışında bir şey aramazlar, Hemen hemen bütün insanlar içinde yalnız bunlar,
eşya ve mala ihtiyaç duymadan yaşarlar. Zahid ve muttaki insanlar olarak nefsin
kontrolü, neyin iyi, neyin fena ve neyin değişik olduğu nasıl bilinir, nasıl
yapılır konularında çalışıp, Allah’ı, fazileti ve insanları severler. 1947 de
Ürdün’de bulunan ve ‘Kumran Yazıtları’nda adı geçen münzevi
karakterli İsiyîm hiçbir varlık ve tesir gösterememiştir. (Sh:235-249)
Ortaçağ’da Ortaya Çıkan Mezhepler:
İseviye: İsmini son
Emevî halifesi Mervan zamanında yaşayan Ebû İsa İshâk b. Ya’kub el-İsfehâni’den
almıştır.Kendisinin önce ‘Beklenen Mesih’in habercisi olduğuna, daha sonra da
bizzat ‘Mesih’ olduğuna inanılmıştır. (Sh:251-255)
Yudgâniye ve Şazkâniye: Ebû İsa’nın ölümünden sonra ortaya yerini tutan Yudgân’ın Allah’ın
sıfatları konusunda ileri sürdüğü görüş tamamen Mutezilî’dir. (Sh:255-257)
Karaîm: Karaîm hareketi
8.yy’da Irak’ta yaşayan Anan ben David ile başlamış, bu şahsa nisbetle
‘Ananiye’ diye anılmış, sonra da gelişerek ismini değiştirmiştir. Hapiste
yolları Ebû Hanife (rh.a.) ile kesişen Anan ben David İmam-ı Azam’ın
tavsiyelerini dikkate aldığından hayatı kurtulmuş ve fıkıhtaki metodundan geniş
ölçüde faydalanmıştır. (Sh:257-271)
Kabbala ve Hasidût: Yahudi yazarlar tarafından başlangıcı çok eskilere M.Ö. 1.yy’a kadar
çıkarılan Kabbala da İslâm dünyasının tesiri altında kalmaktan kurtulamamış ve
İhvan-ı Safâ’nın mukallidi olmuştur. Ortaçağ boyunca varlığını kuvvetle bütün
Yahudiler arasında hissettiren ve İzmir’li sahte Mesih Şabtay Svi’nin de mensup
olduğu bu hareket 19. yy’da bilhassa Doğu Avrupa ve Rusya Yahudileri arasında
Hasidût adı altında yeniden hayat bulmuştur. (Sh:271-282)
3. Bölüm: Mukayese
“Mezheplerin teşekkülünde, cemiyetin içinde bulunduğu
karışıklıklar önemli rol oynamaktadır. Peruşîm, Sadukîm ve İsiyîm’in toplumun
Yunan hâkimiyetinden kurtularak bağımsızlığa kavuştuğu devirde, yeni devletin
nasıl, hangi prensiplerle idare edileceği hususundaki çekişmeleri cepheleri
nasıl meydana getirmişse; imamet konusunda çıkan anlaşmazlıklarla Havârîc ve
Şi’â’nın birbirine zıt kutuplar olarak belirmesi toplumdaki huzursuzluğun
yansımasından ibaret olarak ele alınabilir” (Sh:286) tespitinde bulunur. Ardından
iki dinin mezhepleri arasındaki paralel görüşlere değinerek çalışmasını
tamamlar.
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 254 / Ocak 2012
____________________
1- Yusuf Kerimoğlu, Emanet ve Ehliyet, C-1, Sh:64-66
2- Ebubekir Sifil, İslâm ve Modern Çağ-2, Sh:208,
Kayıhan Yay, İstanbul 2004
3- Ümmügülsüm Şentürk, Yaşar Kutluay’ın Mezhepler
Tarihçiliği, (yüksek lisans tezi), Ankara Ün. Sosyal Bilimler Enst. Ankara
2009, Sh:16
4- Ümmügülsüm Şentürk, A.g.e. Sh:16
5- Hüsnü Aktaş, Mîsak Dergisi, Sayı:251, Sh:6