İslâm ve Yahudi Mezhepleri - Alparslan Aydar

İslâm ve Yahudi Mezhepleri

Kur’an-ı Kerim‘de , Yahudilerin ‘kendilerine indirilen kitabın/Tevrat‘ın hükümlerini tebdil ve tağyir ettikleri‘ haber verilmiştir. Yazar Baki Adam’ın doğrudan Yahudi kaynaklarına inerek hazırladığı doktora tezinde aktardığına göre iki Tevrat arasında meşhur ‘On Emir‘ konusunda bile anlaşmazlıklar vardır.

Kitap ehli olan Yahudilerin, aynı inançlara sahip olduklarını söylemek mümkün değildir. Çünkü zaman içerisinde birbirinden farklı inançları ön plâna çıkarmış ve birbirlerini tekfir etmişlerdir. Bu hakikat muhkem nassla haber verilmiştir: “İşlerini (dinlerini) aralarında parçalayıp, çeşitli fırkalara ayrıldılar. Her fırka kendi yanında bulunanla sevinmektedir” (El Mü’minûn Sûresi: 53.) İmam-ı Kurtubi, bu ayeti tefsir ederken farklı fırkaları ortaya çıkaran sebeblere işaret etmiş ve şu tesbitte bulunmuştur: “Denildi ki; onlardan her fırka, kendilerine ait kabul ettikleri muharref kitabın hükümlerine sımsıkı yapışmış ve sadece ona iman etmiştir. Ayrıca kendi kitaplarının dışında kalanların tamamını inkâr etmişlerdir.’

Merhum Doç. Dr. Yaşar Kutluay, tanıtımını yaptığımız bu eserinde, fırkaların ortaya çıkış sebeblerini izah etmiştir.

İslâm ve Yahudi Mezhepleri
Doç. Dr. Yaşar Kutluay
Anka Yayınları
Misak Dergisi
Sayı: 254 / Ocak 2012

Kur’an-ı Kerim’de: “Andolsun ki, biz her kavme ‘Allah’a ibadet edin, Tağut’a kulluk etmekten kaçının’ diye (tebligat yapması için) bir peygamber göndermişizdir (En Nahl Sûresi: 36) buyurulmaktadır.
Esasen Hz. Âdem (as)’den itibaren bütün peygamberler insanları “Allahû Teâla (cc)’ya iman ve ibadet etmeye” davet etmişlerdir. Resûl-i Ekrem (sav)’in “Peygamberler babaları bir kardeşler gibidirler, dinleri birdir” buyurduğu sabittir. Dolayısıyla İslâm dini; ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Âdem (as)’le birlikte başlamış ve bütün peygamberler insanları İslâm’a davet etmişlerdir. Hz. Musa (as) da kavmine: “Ey kavmim, eğer siz gerçekten Allah’a iman ettiyseniz, O’na samimi olarak teslim olmuş müslümanlar iseniz, artık O’na (Allah’a) güvenip dayanınız” (Yunus Sûresi: 84) tebliğini yapmıştır.

Allahû Teâla (cc)’nın indirdiği hükümleri reddeden, hafife alan veya zamana (çağa) uymadığını söyleyenler; kendi hevâlarını ilâh edinmişlerdir. İslâm ulemâsı; Hz. Âdem (as)’den günümüze kadar devam eden ve kıyamete kadar devam edecek olan mücadeleyi “El Milel ve’n Nihal” hakikatini dikkate alarak tasnif etmişlerdir. “Milel” vahye dayanan, “Nihal” ise vahyi reddeden zihniyetleri esas alır. Nihal kelimesi, ’nıhle’nin çoğuludur. Nıhle; kupkuru zan ve iddia manasınadır. Kat’i bir nassa dayanmayan her iddia ise, son tahlilde “zann” hükmündedir. (1)

Kur’an-ı Kerim‘de, Ehl-i Kitab’ın ‘kendilerine indirilen kitabın hükümleri‘ni tebdil ve tağyir ettikleri haber verilmiştir. Baki Adam’ın doğrudan Yahudi kaynaklarına inerek hazırladığı doktora tezinde aktardığına göre iki Tevrat arasında meşhur ‘On Emir‘ konusunda bile anlaşmazlıklar vardır. (2)

Tanıtmaya çalıştığımız Doç. Dr. Yaşar Kutluay tarafından kaleme alınan eserde aktarılan Yahudi tarihi, bu mücadelenin bir parçasını müşahede etmemize imkân sağlaması açısından önemlidir.

Tanıtmaya çalıştığımız eserin en orijinal yönü ise İbranice’ye hakkıyla vâkıf olan yazarın Yahudi dini ve mezheplerini kendi kaynaklarından inceleyerek aktarmış olmasıdır.

16 Şubat 1931 tarihinde Silifke’de doğdu. İlk ve orta tahsilini Silifke, Adana ve Ankara’da tamamladı. 1948 yılında henüz o sene kurulmuş olan İlahiyat Fakültesi’ne kaydoldu. 1952 yılında bu fakülteyi ‘pekiyi’ derece ile bitirdi. Ve fakültenin ‘1’ nolu diplomasını aldı. Rahmetli Prof. Dr. Yusuf Ziya Yörükan’ın kürsüsüne İslâm Mezhepleri Tarihi asistanı olarak girdi. 1954 yılında doktorasını büyük bir başarı ile verdi. Askerliğini yaptıktan sonra 1956 yılında yeniden fakülteye döndü, 1964 yılında doçent oldu. İngilizce, Arapça, İbranice lisanlarına hakkıyla vakıf olan Doç. Dr. Yaşar Kutluay’ın Farsça ve İtalyanca bilgisi de vardı. (Sh:7)

Siyonizm ve Türkiye” adlı kitap yazılırken çok ilginç bir olay yaşanmıştır. Bu olaya şahit olan müellifin kardeşi Kamil Kutluay bize şunları anlattı: “Kitabın müsveddelerini ben daktilo ediyordum. Bu çalışmayı da pek bilen yoktu. Ancak nasıl olduysa yapılan bu çalışmadan İsrail Büyükelçiliği de haberdar olmuş. Ağabeyimi yemeğe davet etmişler. Yemekten sonraki sohbette büyükelçi, Yaşar Ağabeyime şimdilerde bir çalışma yapıp yapmadığını sormuş. Ağabeyim büyükelçinin neyi sormak istediğini hemen anlamış ve yaptığı çalışmayı söylemiş. Elçi, kitaptan ne kadar bastıracağını sormuş. Ağabeyim ‘5000 tane’ cevabını vermiş. Bunun üzerine büyükelçi, ‘kitapları, hepsini biz alsak olur mu,?’ sorusunu sormuş. Ağabeyim ‘tabii alabilirsiniz; ama ben yine bastırırım’ demiş. Büyükelçi, ‘onu da biz alalım’ demiş. Ağabeyim de, ‘o zaman biz de yine bastırırız’ demiş. Büyükelçi, ‘kitaptan ne kadar bastıracaksınız’ sorusuna, ‘kâğıt olduğu ve baskı yapıldığı müddetçe bastırırız’ cevabını alınca Büyükelçi lafı daha fazla uzatmamış. Ancak, ‘bu kitabı bastırmasanız iyi olur’ uyarısında bulunmuş. Bütün bu olanlara rağmen yine de kitap baskıya verilmişti.”  (3)

Hayatını dolu dolu yaşayan Yaşar Kutluay, 1969’da profesör olma gayreti içine girmiştir. Aynı sene kitap yazımıyla da uğraşmaktadır. Bu yoğunluk içinde dinlenmek için Ramazan Bayramı’nda, memleketi Silifke’ye gitmiştir. 12 Aralık sabahı Silifke’nin Taşucu mevkiinden bir balıkçı motoru ile arkadaşı Av. Erhan Löker, Mersinli işadamı Mustafa Denizdelen ve motorun sahibi İsmet Şahin ile oğlu Selami ve Hamdi Gençler eşliğinde altı kişi denize açılmışlardır. Saat 15 sularında kısa süren fırtınanın ardından deniz sakinleşmiş ama onlar dönmemiştir. Gece de dönmeyince, ertesi gün Yaşar Kutluay’ın eşi, durumu ailesine ve ailesi de yetkililere haber vermiştir. Günlerce, haftalarca sahiller aranmıştır. Denizin dibini Mersin’den gelen donanmaya ait gemiler incelemiş, motorlar ile koylarda ağlarla tarama yapılmış, uçaklar Kıbrıs’a kadar denizi aramış, ancak hiçbir şey bulunamamıştır. Ne denizde motorun battığını gösteren bir yağ sızıntısı, ne de sahilde, batan tekneden kıyıya vuran gemi kalıntısı bulundu. (4)

Kitabın önsözünde müellif, şu noktalara temas etmiş ve şöyle demiştir: “Daha önceki çalışmalarımızın amacı, itikadî İslâm mezheplerinin doğuşlarından itibaren ele alınarak büyük kelam sistemlerinin meydana gelişine kadarki devrenin incelenmesi iken, Kudüs İbrani Üniversitesi’nde Yahudi dini, tefekkürü ve mezhep hareketleri üzerinde tetkiklerimiz sonunda, ilk konuyu tadil ederek, iki dinin mezhepleri arasında bir mukayese denemesine girişmeye karar verdik.” (Sh:17)

Türkçede “fırka” ve “mezhep” kavramlarının birbirine karıştırılabildiğinden hareketle “İslâm ve Yahudi Mezhepleri Tarihi”ni incelerken Arapçada “fırka” kavramı çerçevesinde ele alınan itikadî mezhepleri kasdettiğini belirtir. (Sh:19)

İslâm mezheplerini incelerken takip edeceğimiz yol kronolojik sıra olacaktır. Üçüncü Halife Osman b. Affan (r.a.) devrinde başlayan ve önceleri tamamen siyasî iken sonraları dinî ve itikadî mahiyete dönüşen İslâm mezheplerinin gelişmesinde birkaç merhale müşâhade etmek mümkündür. Bunlar:

1-Menşeleri ve ileri sürdükleri iddialar tamamen siyasî olan ilk mezhepler

2-Bu mezheplerin iddia ve görüşlerini ‘Kitab’a istinad ettirme gayretleri ile hâsıl olan yeni durum

3-Tartışmalar sırasında tamamen itikadî mahiyetteki mezhebi görüşlerin ortaya çıkması

4-İtikadî ve dini sahadaki tartışmalara gayri İslâmi unsurların da girmesi ile ortaya çıkan son durum. (Sh:21-22)

İslâmiyet öncesi Arap Yarımadası ve Arapların durumunu ve müsteşriklerin Kur’ân-ı Kerîm ve Efendimiz (s.a.v.) hakkındaki iddialarını aktarır. (Sh:24-40)

Hadislerde ortaya konan ‘kader’ anlayışıyla Talmud’un ‘fatalist’ anlayışı arasında benzerlikler olduğu kanaatindedir. (Sh:43-48)

Şia’nın mezhebinin menşeini eskilere dayandırma çabasının ürünü olarak değerlendirdiği Gadîri Hum olayı sonrasında Hz Ebu Bekr (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) devirlerine kısaca değinerek giriş bölümünü tamamlar. (Sh:49-57)


1. Bölüm: İslâm Mezhepleri

Osman b. Affan (r.a)’ın Hilafeti Devri:

Hz. Osman (r.a)’ın hilafetinin yedinci yılında başlayan ihtilafların derinleşerek mahiyetlerinin ‘tefrika’ya dönüştüğünü görürüz. Bu karışıklıklarda ve sonrasında Hz Osman (r.a.)’ın katliyle sonuçlanacak olan olaylarda, ileride kendi adıyla anılacak bir mezhebin de kurucusu olan Abdullah b. Sebe veya İbn Sevda’nın faaliyetleri üzerinde durur. (Sh:59-70)

“Şi’îler’in hemen her kolu Ali b. Ebî Talip (r.a.)’ı diğer sahabelerden üstün sayarak, Peygamber (s.a.v.)’in hilafetine en çok onun layık olduğunu ileri sürerler ve ilk üç halifenin, onun hakkını gasbederek bu makama gelmiş olduklarını söylerler. Oysa Şi’îliğin kurucusu sayılan Abdullah b. Sebe’de böyle bir görüşe rastlamamaktayız. Ona göre Hz. Ali (r.a.), Peygamber (s.a.v.)’in vasîsidir. Dolayısıyla hilafete ‘Ebû Bekr (r.a) veya Ömer b. El-Hattab (r.a)’dan değil’ fakat Osman b. Affan (r.a)’dan daha layıktır. Osman (r.a) bu makamı haksız olarak almıştır. Bu husustaki delili de İslâmi kaynaklarda değil Ahd-i Atik’dedir. ‘Yuşe b. Nûn (Yohoşua ben Nun) Musa (a.s.)’nın vasîsidir. O Musa (a.s.)’nın yerine geçmiştir. Ali (r.a.) için de durum böyledir.’ Abdullah b. Sebe’nin ortaya attığı ‘vesayet’ doktrini gulv’ün ilk basamağını teşkil etmektedir. Bununla beraber kendisinin ortaya atmış olduğu görüş bundan ibaret değildir. Şehristâni, onun adı etrafında birleşen ‘Sebeiye’nin ‘Tevakkuf, Gaybet, Ric’at, ve Tenâsuh’ fikirlerini de ileri sürmüş olduklarını anlatır.” (Sh:70-71)

Ali b.Ebî Talib (r.a) Devri:

Hz. Ali (r.a.)’ın halife seçilmesi, sonrasında meydana gelen Cemel, Sıffîn ve Tahkîm olayları üzerinde durur. (Sh:72-83) Haricîler ve Şi’îlerin kökenleri üzerinde durduğu bölümde önde gelen Haricî kumandanlar ile Abdullah b. Sebe arasındaki bağlantıyı irdeler.

“Haricîler’in menşeini Sıffîn’den, hakem meselesinden öncelere götürerek Sebeiye’ye bağlamak gerekecektir ki tarihî gerçek de budur. Birbirinin tamamen zıddı iki fırka olarak bilinen Haricîlik ile Şi’îlik (Gulat grubu) böylece menşede birbiri ile ayniyet göstermektedir” (Sh:87) tespitinde bulunur. Akabinde Haricîler ve kolları ile (Sh:88-113) Şi’îler ve kollarını inceleyerek birinci bölümü tamamlar. (Sh.113-162)

Şi’î kelimesinin kökü ‘taraftar’ anlamına geldiğinden ve isim ‘Ali b. Ebî Tâlip taraftarları’ şeklinde anlaşılabileceğinden hilafet konusunda Hz. Ali (r.a.)’yi haklı gören herkese bu sıfat verilebilir. Fakat Mezhepler Tarihi’nin ele aldığı Şi’îleri şöyle tarif etmek mümkündür: “Ali b. Ebî Tâlip (r.a.)’ın nass ve vasiyet ile imam ve halife olduğunu, imâmetin ancak onun soyundan gelenlere âidiyetini kabul ile imâmetin genel halk oyunun seçimine bağlı bir husus değil de dinin aslına taalluk eden bir rükn olduğuna inanan kimselere denir. İmamların ismet sahibi kimseler olarak, her türlü büyük ve küçük günahtan münezzeh oldukları, bundan başka kavlen fiîlen ve aklen teberrî ve tevellîyi kabul etmek gerektiği hususunda da –Zeydiye hariç- bütün Şi’î fırkaları birleşir.” (Sh:113-114)

“Haricîler’in bir siyâsi grup veya cemaat olarak ortaya çıkışları kesin ve belirli hatlarla bilindiği halde, aynı şey Şi’îler için varid değildir” (Sh:120) tesbitinden sonra Şi’îler’in fırka haline gelişinin aşamaları üzerinde durur.

Şi’î fırkaları iki büyük grup altında ele almak mümkündür.

Birincisi: Gerek Ali b. Ebî Tâlip (r.a.) ile soyu ve gerekse bizzat şahısları hakkında ‘gulve (aşırılığa) gitmiş’ olanların meydana getirdiği ve ‘Gâliye’ adı altında ele alınabilecek grup. Çoğunluğu, imamlardan birini ilaha bir kısmı da ilahı bir yaratığa ‘teşbih’ etmişlerdir. Görüşlerinin kökeni hulûl ve tenâsuh ile Yahudi ve Hristiyan dinleridir. (Sh:128-129) 

İkincisi: Ali b. Ebî Tâlip (r.a.) ve soyunun imamete diğerlerinden ziyade hakkı olduğunu genellikle kabul etmekle beraber, imamların sırası konusunda düştükleri anlaşmazlıklarla bölünen ve “İmâmiye” adı altında toplayabileceğimiz gruptur. (Sh:128) Çoğunluğunda beklenen bir ‘mehdi veya imam’ bulunmaktadır. (Sh:146)


2. Bölüm: Yahudi Mezhepleri

Yahudi öğretilerinin tamına ’ Tora adı verilir; Tora kelimesi, Arapça Tevrat’ın karşılığı olmakla beraber, anlamı çok daha geniş tutulmuştur; daha doğrusu, hem Moşe/Mûsa (a.s.)’ye verilen Kitab’ın hem de öğretilerin bütününün adı olmuştur.

Tora, “yazılı” ve “şifahi” olmak üzere ikiye ayrılır. Birincisi Sina dağında Allah tarafından Moşe’ye verilen beş kitabı ve bunun eklerini, ikincisi de Moşe’ye atfedilen ve ondan intikal ettiği kabul edilen sözleri ve Tora üzerindeki açıklamaları içine alır ki, birincisinin tamamlayıcısı durumundadır.

“Yazılı Tora” deyimi önceleri yalnız Musa (a.s.)’ya vahyedilen ilk beş kitap için kullanılırken, bu anlam genişlemiş ve bütün “Ahd-i Atik”i içine almıştır. İbranice’de “Tanah” denilen ve “Tora”, “Neviîm” (Nebiler) ve “Ketuvîm” (Yazılar) kelimelerinin ilk harflerinden meydana gelen Ahd-i Atik’in tamamlanması –takriben M.Ö. 1200-100 arası- binyıldan fazla sürmüştür. Tevrat’ın Musa’ya Sina dağında vahyi ile başlayan Yahudilik’ten önce İsrailoğulları’nın durumu hakkında yazılanlar da söylenenler de an’anelere dayanır. (…) Musa beş kitaptan müteşekkil Tora (Tevrat)’yı ortaya koymuş, Mısır’dan Firavun’un esaretinden kurtardığı İsrailoğulları’nı bir “millet” haline getirmiş, fakat kendisi “Mev’ud Arz”a giremeden ölmüştür. Yerine geçen Yoşua (Yeşu) zamanında “Ken’an memleketi” ele geçirilmiş ve Şilo’ da, Gerizîm dağında dini merasim ve takdimelerin yerine getirilmesi için bir Mezbah inşa edilmiştir. Burası M.Ö. takriben 1100 yılında Piliştiler tarafından işgal edilmiş, Musa (a.s.)’dan kalma emanetler (ki mahiyeti hala bilinmemektedir) götürülmüş ve Mezbah’ta yakılmıştır. (Sh:165-166)

Saul kral olarak (M.Ö. 1067) pek tutulmadı, onun devrinde Dâvud (a.s.) parlamağa başladı, savaşlarda kahramanlıklar gösterdi ve sonunda Saul’un ölümü üzerine kral oldu. Dâvud (a.s.) Yeruşalim’i merkez yaptı, fakat malzemesini hazırladığı Mabed’i inşâya imkân bulamadı. Krallık en muhteşem devrine Şlomo/Süleyman (a.s.) ile ulaştı. M.Ö. 1007 yılında Mâbed Meytha-Mitaş) inşâ edildi. 977 yılında Süleyman’ın ölümü ile memleket ikiye ayrıldı, güneyde Yeduha ve kuzeyde İsrail krallıkları kuruldu. 719 yılında İsrail’in Asur ve 586 yılında da Yehuda’nın Bâbil krallıkları tarafından işgali ve Mabed’in tahribi ile bağımsızlıkları son buldu. Yıllar süren Bâbil esaretinden İran İmparatorluğu’nun lütfu ile kurtulup tekrar Filistin’e döndüler. M.Ö. 332 yılında Büyük İskender’in istilasına kadar ‘İran Devri’ devam etti. (Sh:167)

M.Ö. 165-164 yılında Kutsal Mabed’in ele geçirilip Yunan ilahlarından temizlenmesinden sonra bağımsız bir devlet teşkili için çalışma başladı. Bu 157 yılına kadar devam etti ve o yıl siyasi ve dinî yönden tam bağımsızlığa sahip bir Yahudi devleti kuruldu. Bâbil istilâsından sonraki uzun yüzyıllar içinde kurulan bu devletle Yahudiler tarihte ikinci defa bağımsızlığa kavuştular. Roma hâkimiyeti ile kaybedecekleri bu bağımsızlığı Bar Kohba zamanında (M.S. 132) iki yıl için tekrar ele geçirdilerse de yabancı hâkimiyeti altında ve sürgünde yaşamaya 1948 sonuna kadar devam ettiler. (Sh:190)

Yohanan Hurkonas (135-106) zamanında Peruşîm, Sadukîm ve İsiyîm mezhepleri tarih sahnesine çıktı. Daha çok mistik ve münzevî karakterde bulunan ve olaylara pek karışmamış olan İsiyîm dışında diğer ikisi birbirinin tam muhâlifi iki kutup teşkil ediyorlardı. Yazılı ve Şifahî Tora’ya tam itaati şart koşan, dini kuralları hem fert hem de devlete uygulama temâyülünde olan Peruşîm’e, devlet asil tabakasını, kumandanlarını, kohenlerini, büyük memurlarını teşkil eden Sadukîler şiddetle karşı koyuyorlardı. Alabildiğine bir üstünlük ve nüfuz mücadelesi ortaya çıktı. (Sh:191) Bunlardan başka Milâdi 8. Yüzyıl’dan itibaren doğuda İslâm dünyasında yaşayan Yahudiler arasında Müslümanlığın ve İslâm düşüncesinin kuvvetli tesiri altında zuhûr eden İseviye, Yudgâniye, Ananîye, ve Karaîm’den oluşan ikinci bir mezhep grubu bulunmaktadır. Bu iki gruba Orta Çağ’da ortaya çıkan mistik Kabbala hareketi ile 19. Yüzyıl’da Avrupa’da bilhassa Doğu Avrupa ve Rusya Yahudileri arasında zuhûr eden ‘Hasidût’ hareketini de üçüncü bir grup olarak eklemek mümkündür. (Sh:212)

Peruşîm Mezhebi: Kelimenin İbranice kökü, ‘kendini ayrı tutmak veya saf ve temiz olmayan şahıs veya eşyadan uzaklaşmak’ anlamındadır. Yunan idaresinde mabedlere konulan Yunan tanrılarının heykellerine ibadete zorlanan halk arasında pasif direnişi başlatan bir Hasidism hareketi vardır; halkı, gizli gizli ‘Helenleşmekten’ alıkoyan, ‘Tora’ya sarılmalarını, inançlarını terk etmemelerini telkin eden’ bu insanlar Makabiler’in giriştikleri kurtuluş mücadelesinde de ön sırayı işgal ediyorlardı. M.Ö.165 yılında Yehuda Makabi’nin hâkimiyetine kadar onun safında dövüşmüşlerdir. İşte ‘Peruşîm’ köken itibariyle bu harekete bağlanmaktadır. (Sh:212)

Peruşîm Mezhebi halk üzerindeki nüfuzunu kullanarak İsa’yı Mesih olarak tanımalarına engel olmuş, dolayısıyla Hıristiyanlığın yayılmasını önlemede etkili olmuşlardır. Halk kitleleri üzerindeki bu hâkimiyet miladın 70. yılında Mabed’in tahribi ile belli başlı muhalifleri Sadukîm’in de ortadan kalkmasını müteakip mutlak bir mahiyet kazanmıştır. Bu tarihten sonra bütün Yahudiler’in hayatı Peruşî öğretilerine göre düzenlenip, Yahudiliğin tarihi baştan başa Peruşî görüşüne göre yeniden bina edilmiştir. Öyle ki artık Peruşîm kelimesi dahi kullanılmayıp yerini ‘yahudilik’e terk eder. (Sh:228)

Sadukîm Mezhebi: Bu mezheb hakkında Hüsnü Aktaş Hocaefendi şu bilgileri veriyor: “Dinler tarihi uzmanları; ‘Sadukim’ kelimesinin menşei konusunda, farklı görüşlerin bulunduğunu ifade etmektedirler. Yaygın olan anlayışa göre sadukim terimi, Hz. Davud (as) ve Süleyman (as) zamanlarında kohenlik makamına getirilen ve kurduğu hanedan ile uzun müddet iş başında kalan ‘Sudok’un soyundan gelenleri ifade eden bir terimdir. Sadukiler’in, eski Yunan kültüründen ve bilhassa ‘Epikürizm’den etkilendikleri ifade edilmektedir. Başlıca iddialarını, maddeler halinde izah etmek mümkündür:

a) Tecrübe sahibi insanlar olarak, devletin sadece ‘dini’ kurallarla idare edilemeyeceğini, sadece Allah’a güvenmenin yetişmeyeceğini söylüyorlar ve bu temel prensipte şu sonuca varıyorlardı: “İnsan bedeni ve ruhi kudretini kullanmalı; dini esasların kendisini siyasi birleşmeler veya savaştan alıkoymasına meydan vermemelidir. Tercih ve irade kudretini Allah, insana kullanması için vermiştir. İnsan kendi kaderinin hâkimidir.” İnsanlar arasındaki ilişkiler ve beşeri münasebetler; ilahi müdahale veya ilahi idare anlayışlarından kurtarılmalıdır.

b) Sadukiler, diğer yahudi mezheplerinin aksine, asalet, kudret ve servetin temsilcileri olarak bütün faaliyetlerini siyasi hayatta merkezleştirmişlerdir. Sadukiler ‘İstikbalin Allah’a terkedilmemesi’ gerektiğini savunmuş ve insanların kaderlerinin kendi ellerinde olduğunu ileri sürmüşlerdir.

c) Kaynaklarda Sadukiler’in ‘ölümden sonra dirilmeyi, ahiret hayatını ve ruhun ölmezliği’ gibi, Tevrat’a dayanan hükümleri reddettikleri belirtilmektedir. Yine bazı kaynaklarda ‘Meleklerin ve kötü ruhların varlığına da inanmadıkları’ ifade edilmiştir. Tevrat’ın hükümlerini savunan Yahudi Ferisi Fırkası’nın mensuplarının, Sadukileri ‘Yahudi şeriatını tahrif eden muhterik (fanatik) dinsizler’ şeklinde tarif ettikleri malûmdur.

Yahudi Sadukim Mezhebi’nin ‘Din-devlet ve siyaset işlerinin birbirinden ayrı olmasını, insanların istikbalini Allah’a terketmeyerek kendi ellerine almaları gerektiğini’ esas alan inançları ile günümüzde yaygın olan seküler-laik dünya görüşü arasında önemli bir fark yoktur. İslâm’ın tebliğinden asırlarca (M.Ö. 2.yy) önce yaşayan ‘Sadukileri’ bu inançlarından dolayı ‘ilerici-çağdaş’, Allah’ın yeryüzündeki tasarruf hakkına inanan ve inandığı gibi yaşamaya çalışan Müslümanları da ‘gerici-çağdışı’ ilân edenlerin, zaman algılarında bir problem olduğu da ortadadır.” (5)  

İsiyîm Mezhebi: İsiyîm kelimesinin, mütevazı ve dindar kişilik ile sessiz, sakin ve ketûm kişi ve bunların oluşturduğu topluluk anlamlarına gelmektedir. “Kendilerini Allah’a adamış kimselerdir. Altın ve gümüş biriktirmezler, hayatları için zorunlu olanın dışında bir şey aramazlar, Hemen hemen bütün insanlar içinde yalnız bunlar, eşya ve mala ihtiyaç duymadan yaşarlar. Zahid ve muttaki insanlar olarak nefsin kontrolü, neyin iyi, neyin fena ve neyin değişik olduğu nasıl bilinir, nasıl yapılır konularında çalışıp, Allah’ı, fazileti ve insanları severler. 1947 de Ürdün’de bulunan ve ‘Kumran Yazıtları’nda adı geçen münzevi karakterli İsiyîm hiçbir varlık ve tesir gösterememiştir. (Sh:235-249)

Ortaçağ’da Ortaya Çıkan Mezhepler:

İseviye: İsmini son Emevî halifesi Mervan zamanında yaşayan Ebû İsa İshâk b. Ya’kub el-İsfehâni’den almıştır.Kendisinin önce ‘Beklenen Mesih’in habercisi olduğuna, daha sonra da bizzat ‘Mesih’ olduğuna inanılmıştır. (Sh:251-255)

Yudgâniye ve Şazkâniye: Ebû İsa’nın ölümünden sonra ortaya yerini tutan Yudgân’ın Allah’ın sıfatları konusunda ileri sürdüğü görüş tamamen Mutezilî’dir. (Sh:255-257)

Karaîm: Karaîm hareketi 8.yy’da Irak’ta yaşayan Anan ben David ile başlamış, bu şahsa nisbetle ‘Ananiye’ diye anılmış, sonra da gelişerek ismini değiştirmiştir. Hapiste yolları Ebû Hanife (rh.a.) ile kesişen Anan ben David İmam-ı Azam’ın tavsiyelerini dikkate aldığından hayatı kurtulmuş ve fıkıhtaki metodundan geniş ölçüde faydalanmıştır. (Sh:257-271)

Kabbala ve Hasidût: Yahudi yazarlar tarafından başlangıcı çok eskilere M.Ö. 1.yy’a kadar çıkarılan Kabbala da İslâm dünyasının tesiri altında kalmaktan kurtulamamış ve İhvan-ı Safâ’nın mukallidi olmuştur. Ortaçağ boyunca varlığını kuvvetle bütün Yahudiler arasında hissettiren ve İzmir’li sahte Mesih Şabtay Svi’nin de mensup olduğu bu hareket 19. yy’da bilhassa Doğu Avrupa ve Rusya Yahudileri arasında Hasidût adı altında yeniden hayat bulmuştur. (Sh:271-282)


3. Bölüm: Mukayese

“Mezheplerin teşekkülünde, cemiyetin içinde bulunduğu karışıklıklar önemli rol oynamaktadır. Peruşîm, Sadukîm ve İsiyîm’in toplumun Yunan hâkimiyetinden kurtularak bağımsızlığa kavuştuğu devirde, yeni devletin nasıl, hangi prensiplerle idare edileceği hususundaki çekişmeleri cepheleri nasıl meydana getirmişse; imamet konusunda çıkan anlaşmazlıklarla Havârîc ve Şi’â’nın birbirine zıt kutuplar olarak belirmesi toplumdaki huzursuzluğun yansımasından ibaret olarak ele alınabilir” (Sh:286) tespitinde bulunur. Ardından iki dinin mezhepleri arasındaki paralel görüşlere değinerek çalışmasını tamamlar.

Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 254 / Ocak 2012

____________________
1- Yusuf Kerimoğlu, Emanet ve Ehliyet, C-1, Sh:64-66
2- Ebubekir Sifil, İslâm ve Modern Çağ-2, Sh:208, Kayıhan Yay, İstanbul 2004
3- Ümmügülsüm Şentürk, Yaşar Kutluay’ın Mezhepler Tarihçiliği, (yüksek lisans tezi), Ankara Ün. Sosyal Bilimler Enst. Ankara 2009, Sh:16
4- Ümmügülsüm Şentürk, A.g.e. Sh:16
5- Hüsnü Aktaş, Mîsak Dergisi, Sayı:251, Sh:6