İslâm Fıkhı’nı esas alan bir
devletin; hem Allah’ın (cc) hukukunu koruması, hem de insanlığa hizmet etmesi
farzdır. Toplumu yönetme ilmi (siyaset) peygamberlerin insanlara öğrettiklerin
ilimlerin başında gelir. Müslümanların siyasi alanda köklü, kapsamlı ve farklı
bir düşünce usûlüne sahip oldukları ve Müslüman düşünürlerin bu çerçevede
birçok bilimsel kuram oluşturdukları bilinmektedir. Batı düşüncesinin ancak
yakın zamanda erişebildiği nice sonuçların, Müslümanlar arasında geçmişte
tartışılmış, irdelenmiş ve hatta uygulanmış olan kuramlar arasında bulunduğu,
Batının bunlardan birçoğuna henüz yaklaşamamış olduğu bu kitapta gözler önüne
serilmiştir. Prof. Dr. Ziyauddin Rayyıs’ın kaleme
aldığı ‘İslam’da Siyasî Düşünce Tarihi’ isimli eser,
siyasetle meşgul olan müslümanların mutlaka okumaları gereken bir eserdir.
Müslümanların siyasi alanda köklü, kapsamlı ve
değişik bir düşünce örgüsüne sahip oldukları ve Müslüman düşünürlerin bu
çerçevede birçok bilimsel kuram oluşturdukları bilinmektedir. Batı düşüncesinin
ancak yakın zamanda erişebildiği nice sonuçların, Müslümanlar arasında geçmişte
tartışılmış, irdelenmiş ve hatta uygulanmış olan kuramlar arasında bulunduğu,
Batının bunlardan birçoğuna henüz yaklaşamamış olduğu bu kitapta gözler önüne
serilmiştir. Sözünü ettiğimiz bu özellikler, ‘İslam’da Siyasî Düşünce
Tarihi’ni’ kendi alanında öncü duruma getirmiştir.
![]() |
İslâm’da
Siyasi Düşünce Tarihi
Prof.Dr.Ziyauddin Rayyıs
Nehir Yayınları Misak Dergisi Sayı: 253 / Aralık 2011
|
Birinci Bölüm: İslâm Devleti’nin Oluşumu
Yazar, kitabına Hz Peygamber (sav) dönemini ele alarak
başlamıştır. İslâm’da kurulan sosyal düzenin yapısını açıklar. Daha sonra Hz.
Ebubekir(r.a.)’in halife seçildiği Sakife toplantısını ayrıntılarıyla
aktardıktan sonra, sonuçları üzerinde durur. Mac Donald’ın eleştirilerine cevap
verir. (Sh:36-45)
İkinci Bölüm: İslâm’da Siyasal Kuramların Doğuşu
Hz. Osman(r.a.)’ın şehid edilmesine sebep olan
olayları değerlendirmeden önce, yavaş yavaş dünyadan çekilen bir kuşağın
eksikliğini hissettirdiğini ve gelişen olayların meselenin bu yönüyle de ilgisi
olduğunu hatırlatır. (Sh:49-52)
Bu dönemde fırkaların doğuşunu etkileyen faktörleri
ele alırken; Yöneticilerin azli meselesi, Kureyşlilik ayrıcalığının yadsınması,
Hz. Ebu Zer(r.a.)’in malla ilgili görüşlerinin etkileri ve ilerleyen dönemlerde
asıl etkisini gösterecek olan Abdullah İbni Sebe’nin görüşleri üzerinde durur.
“Şia’nın kaynağının Yahudilik olduğunu öne sürenler, görüşler arasındaki bu
benzerliğe dayanmakta ve Şia’nın görüşleriyle Abdullah İbni Sebe’ninkiler
arasındaki benzerlik ve yakınlığı delil olarak göstermektedirler”
tespitinde bulunur. Fakat Hz Osman(r.a) döneminde yaşanan tüm problemlerin tek
kişiye yüklenmesinin doğru olmadığı kanaatindedir. (Sh:56)
Hakem olayını aktardıktan sonra “Her iki hakemin de
hem Hz. Ali’nin, hem de Hz. Muaviye’nin halifelikten alınması, yeni halifenin
şura yoluyla seçilmesi, seçim işinin halka bırakılması yargısına varmış
olduklarını göstermektedir” şeklindeki rivayetin tercih edilmesi gerektiğini
belirtir.(Sh:62)
Hilafetin saltanata dönüşmesinin ortaya çıkardığı
felaketin sonuçlarını ve neticelerinden olan fırkaların (Hariciler, Şia,
Mu’tezile, Sünnet ve Hadis Ehli ve Mürcie) bu konudaki görüşlerini inceler.
(Sh:62-82) Sünnet ve Hadis Ehli’nden bahsettiği bölümde: “Ömer bin
Abdülaziz’in ‘Bu konular, Allah’ın ellerimize bulaştırmadığı
kanlardır; biz de dillerimizi bulaştırmayalım’ kanaati, geçmişin
olayları üzerine görüş belirtmeme; lanet okumaktan, ilgi kesmekten, ashabı
tekfirden ve benzeri yargılardan el çekme tutumunun güzel bir örneğidir. Sünnet
ve Hadis Ehli, Haricilerin tutumunun tam tersine bir yol izlemiştir. Bu
tutumları, imamet ve onun uzantı alanlarında araştırma ve tartışmayı
Haricilere, Şia’ya, Mutezile’ye ve Mürcie’ye bırakmaları gibi bir sonuç vermiş ve
bu sonuncu fırka (Ehli sünnet) diğerlerinin tüm sözlerini söylemelerinden sonra
konuyla ilgili düzenlemelere başlamışlardır. Bu tutum, bireysel planda da
siyasal görüşleri olmadığı ya da Emeviler ve Abbasiler eliyle ümmete yöneltilen
yönetim ve eylem biçimlerine rıza gösterdikleri biçiminde yorumlanamaz.
Ancak, başarı umulmayan ayaklanma ve
başkaldırıların “fitne” uyandırmaktan öte bir anlam taşımadığı görüşü
içinde olmuş, bu gibi davranışların kargaşa ve kan dökmenin, birliği sarsmanın
ve benzeri yeni olaylara yol açmanın ötesinde bir sonuç vermediğini gözlemlemiş
olarak siyasal alandan eletek çekip, daha tutarlı ve kalıcı gördükleri
bilimsel araştırmalara eğilmişlerdir” (Sh:77) şeklindeki tespitleri dikkate
değerdir.
Üçüncü Bölüm:
I-İmamet Sorunları-Niceliği: Şehristani’nin “Ümmet arasındaki en büyük
uyuşmazlık ‘imamet’ konusundadır. Hiçbir dini meseleden dolayı bu
ölçüde kılıç sıyrılmamış, kan dökülmemiştir” tespitini aktararak başlar.
Daha sonra imamet konusunda ilk defa eser veren Şia başta olmak üzere Harici ve
Mutezile kelâmcılarına değinir.
Şia, Mutezile ve Hariciler imamet meselesi üzerine
tartışmalarını sürdürürken, ‘muhaddis’, ‘kurra’ gibi adlarla anılan bilginler
de çalışmalarını bir başka alana yöneltmişlerdi. İslâm Fıkhı’nın oluşacağı,
Allah’ın Kitabı ile Allah Resulü’nün sünnetinden hüküm çıkarmanın eşiğine
eğilmişlerdi. İçtihatlarının kaynağı bunlardı, yeri burasıydı.
Amaçları, bu kaynağı tüm topluma ve geleceğe
ulaştırmaktı. Bunlar, kelâm biliminden hoşlanmaz, kelamın sorunları üzerinde
uğraşmayı, ona dalıp kalmayı çirkin karşılardı. Fakat görüşleri bilimsel
kalıplara dökmek, hadisçilerin değil, fakihlerin işi olmuştur. ‘İmamet’i,
fıkıh konuları arasına İmam Şafii(r.a.) almıştır. Bundan sonra, konu,
hukuk çalışmalarının bir bölümü olarak ele alınacak, kelamcıların aynı konuyu
kendi kitaplarına almalarına karşın, fakihler de ‘imamet’le ilgilenecek, fıkhın
bir bölümü, bir konusu olarak inceleyeceklerdir.
Şunu da belirtmeliyiz ki, İmam Şafii’nin, Ehl-i Sünnet
görüşlerinin gelişmesine olan katkıları yalnızca ‘imamet’i fıkhın bir konusu
haline getirmekle kalmayıp; daha büyük ve daha önemli bir katkı olarak, ‘icma’
ilkesini belirlemesi ve kimi kurallara bağlamış olmasıdır.
Aynı zamanda ‘Fıkıh Usulü’nün de kurucusu olan İmam
Şafii, ‘istinbat’ için gerekli kuralları belirlemiş, içtihada bir yöntem
getirmiştir. Şafii eliyle belirlenmiş olan icma ilkesi, çok önemli bir konu,
büyük bir aşamadır. İcma, yalnızca sıradan bir delil olmanın çok ötesinde,
Kitap ve Sünnet’in hemen ardından yer alabilecek bir noktaya oturmuştur. İmam
Şafii’nin varlığını benimsediği ilk icma da, ashabın icmaıdır. Bunun devamı,
herhangi bir çağda yaşayan müçtehitlerin tümünün icmaı biçiminde kendini
gösterir. Ehl-i Sünnet’in ‘imamet’ görüşlerinin üzerine oturtulacağı temel
“icma” olacak, bu alandaki hemen hemen tüm görüşler icma’ya dayandırılacaktır.
(Sh:96-98)
İngiliz Oryantalist T. Arnold’un görüşlerini
irdeleyerek üçüncü bölümün ilk kısmını tamamlar.
II-Hilafet ve Krallık Açısından İmametin
Niteliği: İmamet görevini yüklenen kişiler,
genelde şu üç kelimeden biriyle adlandırılmışlardır: ‘İmam, Halife ve Emirû’l
Mü’minin’ Bunların her birinin belli amaçlar içeren bir
doğuşu ve tarihsel olaylarla ilişkileri vardır. İmam, ister doğru ister yanlış
yolda olsun halkın kendisine uyduğu kişidir. İslâm’da ‘imam’ kelimesi,
özellikle namazla olan ilişkisi dolayısıyla, çok kullanılmış diğer anlamları
yanında giderek özel bir anlam kazanmış, hatta en çok kullanıldığı anlamı da bu
olmuştur. İmam, tüm düzenlemesi İslâm’a göre yapılmış olan bir Müslüman
toplumun başındaki kimsenin görev ve niteliğini içerir. Bu ‘el-İmametu’l-Kübra’ ve ‘el-Uzmâ’ diye
nitelenen imamlıktır. Hilafet kelimesi de aynı keyfiyeti ifade etmektedir.
Bununla birlikte Hz. Ebu Bekir(r.a.) için ‘Rasûlullah’ın halifesi’,
Hz. Ömer(r.a.) içinse ‘Emirû’l Mü’minin’ unvanları da
kullanılmıştır. Fakat Şia, onaylamadıkları devlet başkanlarına hep halife
derken, yönetimin başında bulunsun veya bulunmasın önderlerini de hep, ‘imam’
olarak anmıştır. Ancak imamların devlet yönetimini de elinde tutması durumunda
önceki sıfatlarının yanına bir de ‘halife’ veya ‘Emirû’l
Mü’minin’ adını eklemişlerdir. (Sh:105-120)
Dördüncü Bölüm: İslâm ve Yönetimin Vacipliği
“İmametin ‘vacip’ ve bunu gerçekleştirmenin de
‘farz’ olduğunu öne süren görüşte, tüm Ehl-i Sünnet, Mürcie,
Mutezile (çok azı dışında hepsi) ve Hariciler (Necdat kolu
dışındakiler) birleşmektedirler. Şia’nın tüm kolları da aynı görüştedir. Fakat
onların kendilerine ait bir vaciplik anlayışı vardır. Konuyla ilgilenen bilim
adamlarının üzerinde durdukları ilk sorun, kuşkusuz, bu yönetimi
gerçekleştirmenin ve uygulamaya koymanın gerekli oluşu, yani vücûbiyetidir.
Yönetimin gerçekleştirilmesindeki toplumsal zorunluluk, bu görevi ümmetin
bütününe ‘farz’ bir eylem durumuna getirmekte; gerçekleştirilmemesini ise,
günah olarak değerlendirmektedir. Görüş budur ve bunun belirlenmesi için de,
ortaya, birçok deliller konulmaktadır. Bu, böyle bir yönetimi ‘vacip’ değil
de; ‘“caiz’ görenlere karşılık vermek için yapılan bir çalışmadır.”
Çağdaş yazarlardan bir bölümü, “imametin caizliği” anlatımından, onun zorunlu
sayılmadığı, uygulama çerçevesinde bile gereksinme duyulmayacağı doğrultusunda
kimi anlamlar çıkarmışlardır. “Caizdir diyenlerin amacının ‘imamet’in
yasallığını irdelemek veya gerekliliği üzere kuşku yaymak veya kurumun önemini
küçümsemek olduğunu sanmışlardır. Oysa “imamet caizdir” diyenlerin vurgulamak
istediği, elbette, bu anlaşılan durum değildir. Hatta bunun benzeri bile
değildir. Çünkü gerçekte, ‘vacip’ ve ‘caiz’ kelimeleri birer fıkıh kavramıdır
ve yasa dili olarak algılanmaları gerekir. Yasal açıdan farz veya vacip kesin
bağlayıcıdır. Mübah veya caiz ise, eşyada asıl olandır. Bilim adamları imametin
vacip veya caiz olduğunu öne sürerken, kurumun, bu sayılan basamaklardan
hangisine düştüğünü belirtmek, yasal olarak durumunun ne olduğunu belirlemek
amacındadırlar. Eğer, ‘farz’ olduğu görüşündeyseler, bunun ‘farz-ı ayn’ veya
‘farz-ı kifaye’den hangisinin alanına girdiğini; yani ümmetin her üyesinin
sürekli olarak mı, yoksa ümmetin bütün olarak (yeterli sayıda kimsenin
üstlenmesine dek)mi sorumlu sayılacağını araştıracaklardır. Ki, imamet, ‘farz-ı
kifaye’ olarak görülmüştür. Yeteri sayıda kimsenin ‘farz’ı
yerine getirmesi sonuç vermekte, tüm ümmet sorumluluktan kurtulmaktadır.
Tersine, hiç bir kimse tarafından bu ‘farz’ yerine getirilmediği sürece,
ümmetin tamamı bundan sorumlu ve günahkârdır.” (Sh:124-126) Daha sonra imametin
vacipliğini savunanların; Ümmetin İcma’ı, başıbozukluğun önüne geçmek,
dini görevlerin yerine getirilmesi ve adaleti (şeriatı) tam olarak sağlamak (Sh:126-136)
şeklinde ifade edilen delillerini inceler.
İmametin ‘caiz’ olduğunu söyleyenler önemsemezlik bir
yana, tersine vacip olduğunu daha bir vurgulamış olurlar. Fakat bunu bağımsız
bir yapı olmaktan çıkarıp, yasal bir çerçeveye kavuşturmuşlardır. Daha açık bir
anlatımla, somut bir kurumun vacipliği yerine, Allah’ın buyruklarına uymanın
vacip olması noktası üzerinde dururlar. Dolayısıyla ‘vacip’liği savunanlar ile
‘caiz’ diyenler arasındaki uyuşmazlık, fırkaları iyi kavrayamayan kimselerin
sanmakta olduklarının tersine, pek de büyük değildir. (Sh:136-150)
Bu bölümde son olarak Şia’nın görüşlerini ele alır.
“Şia’dan birçok kimse Mutezile’ye bağlı ve Mutezile’den pek çok kişi de Şii
olduğundan dolayı bu gelişme, ya Abbasi hilafetinin baskıları ya da hilafete
karşı başkaldırılar dolayısıyla, hicri üçüncü yüzyılın ikinci yarısından bu
yana ortaya çıkmış, iki mezhep arasında bir yakınlaşma, bir benzerlik
oluşturmuştur. Şia, Mutezile’nin delillerini almış, görüşlerini onların
mantığıyla savunmağa başlamıştır. Bu yüzden her ikisinin de kanıt olarak öne
sürdükleri kıyas şöylece belirmiştir: ‘Lütuf (iyilik) işlemek Allah’a
vaciptir. İmamet de bir lütuf, üstelik lütfun en büyüklerinden biridir. Öyleyse
bu lütuf da Allah üzerine vaciptir.’ Bunu kanıtlayıcı birçok önermeler öne
sürülür. Bu önermelerle de, aynı zamanda, ‘imamın masumluğu’ noktasına
varılır. Lütuf olan imamet, onlara göre, herhangi bir kimsenin imameti değil,
masum olan imamın imametidir. Dolayısıyla Allah’a vacip olan imamet budur.”
Ehl-i Sünnet’in Şia’nın iddialarına verdiği cevapları aktarır. (Sh:150-157)
Beşinci Bölüm: Düşünce ve Olgu Açısından İmamet
Bu bölümde Hz. Ebu Bekir (r.a.) ve diğer Raşid
Halifelerin hilafetlerinin ne şekilde gerçekleştiği üzerinde durulmuş, Ömer bin
Abdülaziz (rh.a) dönemine kadar olan tarihi süreç işlenmiştir. (Sh:163-194) Söz
konusu dönemde Hilafetin saltanata dönüşme süreci ayrıntılarıyla ele
alınmıştır.
Birinci Kuşak’taki Raşid Halifeler dönemi
uygulamalarına, Müslümanların büyük çoğunluğunu oluşturan Ehl-i Sünnet, gerçek
hilafet gözüyle bakar. Üstelik bu hilafetin üzerine kurulduğu temelleri,
gerçekleştirdiği uygulamaları İslâm’a dayalı bir örgü ve düzenlemenin
vazgeçilmez ilkeleri olarak görür. Dinin gerçeklerini herkesten çok onlar
bilmektedir, herkesten fazla onlar anlamışlardır ve herkesten çok onlar üstün
örnek durumunda olagelmişlerdir. Bir konu üzerinde birleştiklerinde vardıkları
sonuç, yaptıkları uygulama bir ‘icma’ olarak ilk sırada yer alır. (…) Allah
Rasûlü’(s.a.v.)nün Yüce Rabb’ına kavuşmasının hemen ardından O’nun yerine bir
halifenin imameti yüklenmesi gerektiği yolundaki ilk icma, hilafet veya
imametin vacipliğinin en büyük kanıtı olarak gösterilmiştir. Öyle bir icma ki,
O mübarek ceset toprağa verilmeden uygulama alanı bulmuş, daha bu noktada
sözbirliği ve görüş birliği içinde halife seçimi yoluna gidilmiştir. Ashaptan
Said bin Zeyd(r.a.)’in belirttiği üzere, ‘günün küçük bir bölümünde
bile cemaatsiz kalmak istememişlerdir’. (Sh:175)
Altıncı Bölüm: Siyasal Sözleşme ve Sorunları
Şia dışındaki tüm Müslüman fırkalar imametin seçimle
ve ittifakla gerçekleşeceği konusunda oybirliği halindedir. (Sh:197)
Her akid bir “icab-kabul” ile gerçekleştiğinden,
üzerinde durmamız gereken ilk nokta, kuşkusuz, akidde icabı kimin yaptığıdır.
Bu da, imamete ilişkin akid için ilk adım atanın (icap yapanın), ümmetin
kendisi olduğu gerçeğidir. Birbirleriyle tam dayanışmada bulunan ve böylesine
bir bağımsız kişiliği elde etmiş olan ümmetin tüzel kişiliğidir. Yazarlar bunu,
‘Müslümanlar’ sözcüğüyle de ifade etmişlerdir. (Sh:200)
İmamet veya hilafet “ümmete naiblik” olduğuna göre,
çağdaş anayasal hukuk dilini kullanarak, ‘siyasal açıdan tüm yetkilerin
kaynağı Müslümanlardır ve imamın gerçekleştirdiği her iş ve işlem (gerçekte)
Müslümanların isteği doğrultusunda yürümüş olmaktadır’ diyebiliriz.
Seçimle imamlık sözleşmesi için öneride bulunmak, yine bu seçimle kendi
haklarının kullanımını aktarmış olmak doğrultusundaki istek, Müslümanların
isteğidir. Devletin temelinde bu isteklerle gerçekleştirilmiş olan bir akid
yatmaktadır. (Sh:203)
Seçimi gerçekleştirecek olan ‘Hall ve Akd’ ehlinin
mahiyeti ve işleyişi üzerinde durur. (Sh:204-210) Daha sonra genel iradenin
muvafakati başlığı altında imametin ümmetin seçimi ile gerçekleşeceğinin
delillerini zikreder. (Sh:210-214) Farklı eğilimlerine karşın İslâm bilim
adamlarından hiçbiri, hiçbir zaman, imam belirleme konusunda ‘seçim
dışı’ bir yolun geçerli olabileceğini söylememiştir. Seçilmiş olan
kişinin, kesinlikle, genel isteğin onayını da alması gerektiğini
belirtmişlerdir.
Hz Ebu Bekir(r.a.)’in Hz. Ömer(r.a.)’i veliaht olarak
göstermesinden hareketle veliahtlık meselesini inceler. (Sh:215-221) Konu ile
ilgili çok karşılaşılan farklı problemlere değinerek bölümü tamamlar.
Yedinci Bölüm: Devlet, Koşullar ve Görevler
İmamet, bilindiği gibi ümmetin tüm işlerinde söz
konusu olan bir velayettir. Tüm bu işleri de imamın yalnız başına yapıp
yürütmesi, elbette ki düşünülemez. Bu yüzden bu işleri yürütmek üzere
‘naibler’e gereksinme duyacaktır. Sayısız işleri yüklenecek yardımcı ve
görevlilere gereksinme duyulması kaçınılmazdır. (Sh:235)
Tefviz ve Tenfiz görevleri naibliği ve icra organları
başlığı altında şu tespitlerde bulunur: “Fıkıhçılar, devlet
görevlerini ‘tefviz’ ve ‘tenfiz’ görevleri
olmak üzere ikiye ayırırlar. Görevler yetkinin verilmesinden kullanılmasına
varıncaya dek, bu iki görevlendirme türünde, birbirinden bütünüyle ayrıdır.
İlki, bir görevin görevlendirilmiş olan kişiye tümüyle bırakılması anlamını
taşır. İkincisi ise bir görevin yürütülmesi için izin verilme durumunu anlatır.
İlkinde, görevi kendisine bırakılmış olan iş üzerinde, belli bir çerçevede
yetkilidir. İkincisindeyse bir yetki değil, doğrudan doğruya görev vardır.
Valiler genelde ‘tefviz’, diğer görevlilerin büyük bir bölümü ise ‘tenfiz’
görevlisi olarak gösterilir.” (Sh:236) Daha sonra Velayet, Vezaret,
Tenfiz Vezareti, Tefviz Vezaretini açıklar. (Sh:240-248)
Eyalet Emirliği/Valiliği ‘İstikfa Emirliği’ ve ‘İstilâ
Emirliği’ adı altında ikiye ayrılarak incelenmiştir. “İslâm
tarihinde, bilindiği üzere, imamın isteği üzerine kurulan ilk istikfa
emirlikleri ilk halifeler eliyle uygulamaya konulmuştur. Hz. Ömer ve Hz. Osman
gibi Raşid Halifelerin Mısır, Şam, Yemen ve Irak eyaletlerine valiler atamış
olduklarını bilmekteyiz. Emevilerle ilk dönem Abbasilerinin
görevlendirmiş
bulundukları valiler de bu türden istikfa emirleridir. Ancak üçüncü yüzyılın ikinci yarısından sonra ortaya çıkan ve devam eden bir uygulamanın sonucudur ki, bazı bölgeleri zorla ele geçirenler oralarda yönetimi ellerine almış, halifenin isteği dışında, hatta karşı çıkmasına rağmen, bu tür yönetimi sürdürmüştür. Bunun sonucu olarak da, doğuda ve batıda birçok bölge devletler ve devletçikler ortaya çıkmıştır. Hicretin dördüncü yüzyılı ile beşinci yüzyılının ilk yarısındaki görüntü budur. (Sh:254) Bu yeni durum geçersiz görülmekle birlikte, yine de geçerli sayılmasına yardımcı bazı koşullar ve kurallar belirleme yoluna gidilmiştir. Daha sonra Maverdi’den istilâ emirliğinin caiz görülebilmesiyle korunacak olan yedi unsur aktarılır. (Sh:256-258) Buradan hareketle şöyle bir tesbitte bulunulabilir: Bugün farklı coğrafyalarda İslâm fıkhına göre kurulmuş farklı devletler olduğunu kabul etsek bile bu durum da nihayetinde geçersizdir. Fakat şartların getirdiği mecburiyet sebebiyle onaylanabilir.
bulundukları valiler de bu türden istikfa emirleridir. Ancak üçüncü yüzyılın ikinci yarısından sonra ortaya çıkan ve devam eden bir uygulamanın sonucudur ki, bazı bölgeleri zorla ele geçirenler oralarda yönetimi ellerine almış, halifenin isteği dışında, hatta karşı çıkmasına rağmen, bu tür yönetimi sürdürmüştür. Bunun sonucu olarak da, doğuda ve batıda birçok bölge devletler ve devletçikler ortaya çıkmıştır. Hicretin dördüncü yüzyılı ile beşinci yüzyılının ilk yarısındaki görüntü budur. (Sh:254) Bu yeni durum geçersiz görülmekle birlikte, yine de geçerli sayılmasına yardımcı bazı koşullar ve kurallar belirleme yoluna gidilmiştir. Daha sonra Maverdi’den istilâ emirliğinin caiz görülebilmesiyle korunacak olan yedi unsur aktarılır. (Sh:256-258) Buradan hareketle şöyle bir tesbitte bulunulabilir: Bugün farklı coğrafyalarda İslâm fıkhına göre kurulmuş farklı devletler olduğunu kabul etsek bile bu durum da nihayetinde geçersizdir. Fakat şartların getirdiği mecburiyet sebebiyle onaylanabilir.
İmamet ve Vezaretin (aynı zamanda genel emirliğin)
koşullarında olan: Bilgi ve İçtihat, Siyasal, İdari ve Askeri Bilgi, Ruhsal
Yeterlilik, Bedensel Yeterlilik, Adalet ve Güzel Ahlâk, Ergin Velayet Sahibi
Olmak ve Soy (Kureyşli olmak)’dan oluşan yedi madde halinde açıklanmıştır.
(Sh:260-271)
Haklar yahut görevler başlığı altında aktardıkları
dikkate değerdir: “Bu bakımdan, İslâm’ın görüşüyle bağdaşan durum, İslâm’da
insanın haklarından çok görevlerinden söz edilmesidir. Bu bakış
açısının özünde ise, tüm hakların sahibi olarak Allah’ın görülmesi gerçeği
yatmaktadır. İnsan ise, kendisine verilen nimetleri korumak, gözetmek,
kendisine belirlenen sınırlar içinde bunlardan yararlanmak, yaratıldıkları
amaca uygun olarak kullanmak ve bu doğrultuda bir kullanım içinde bulunmak
bakımından sorumludur. İnsan kendi varlığının kaynağı olamadığına ve
yararlandığı şeylerin yaratıcısı durumunda bulunmadığına göre, bunlar üzerinde
hak sahibi olduğunu söylemek nasıl mümkün olabilecektir. İnsan, bu hakların
kendisine emanet olduğunu bilmeli, ‘vekil’ olarak belirlenen sınırlar’ içinde
kullanımda bulunması gereklidir.
Dolayısıyla İslâm’ın ‘haklar ve görevler’e ilişkin
anlayışının ‘Allah’ın hakları’ ve ‘kulların
hakları’ şeklinde incelendiği ifade edilmektedir. Daha sonra
‘Allah’ın hakları’ ve ‘kulların hakları’ hakkında açıklamalarda bulunur.
(Sh:274-275) Unutulmaya yüz tutan ‘Hukukullah’ gerçeğini
hatırlatması kitabın kıymetini arttıran sebeplerden birisidir.
Kifaye farzları incelediği kısımda; “Kifaye farzın
yerine getirilmemesinden doğan sorumluluk ve varılan sonuç, bireysel
çerçevedeki farz-ı ayn’ların yerine getirilmemesinden doğacak sorumluluk ve
alınacak sonuçtan daha korkunçtur. Çünkü kifaye farzından doğacak sonuç bütün
ümmeti kapsamakta ve yerine getirilmeme durumunda tüm ümmet bireyleri günahkâr
olmaktadır” tesbitinde bulunur. Bu farzların önemlilerinden olan, imamet, yargı
ve mezalim davaları, cihad, emr-i bil maruf nehy-i anil münker, din ve dünya bilgilerini
sağlamak, bayındırlık imkânlarını hazırlamak ve toplumsal dayanışmayı açıklar.
(Sh:277-287)
Sekizinci Bölüm: Yönetilenler ve Devlet Başkanı
Yönetimin temel ilkelerinden Adalet, Şûra ve
Yöneticinin Sorumlulukları’nı açıklar. (Sh:294-311) “Kılıca Sarılmak
İle Sabretmek Arasında” başlığı altında temekkün kavramı
üzerinde durur. (313-318) İmam seçiminde çoğunluğun önemi üzerinde durur.
‘İslâm’ın demokrasiden daha kapsamlı ve onun üstünde bir düzen olduğu’ nu
vurgular. İslâm ve demokrasi karşılaştırmasında bulunur. (Sh:322-334)
İslâm devletinin diğerlerinden farklılığını
vurguladıktan sonra, İslâmi yönetime ‘İslâm Düzeni’ kavramının uygun olacağını
belirtir. “Fakat ille de ‘demokrasi’ sözcüğü kullanılmak isteniyorsa ‘İslâm
Demokrasisi’ denilmesi caiz sayılabilir. Fakat yine de her şeye rağmen o,
demokrasiyle de karıştırılmaması gereken özgün bir düzendir.” (sh:334)
cümleleriyle kitabı tamamlar.
İsmail Kara’nın “İslâmcılık hareketiyle şu veya bu
ölçüde ilgisi olan bütün fikir ve siyaset adamlarının, Müslüman ülkelerde
yaşayan aydınların, altında ezildikleri, tedirgin, ümitsiz, güvensiz ve yılgın
hayatları boyunca cevaplandırmakla adeta kendilerini yükümlü saydıkları
konular, sorular, problemler batılıların önlerine koyduğu problemler oldu”
şeklindeki tesbiti konumuz açısından da önemlidir. Zira aynı ruh hali,
tanıtmaya çalıştığımız Prof. Dr. Ziyauddin Rayyıs’de de kendini
hissettirmektedir. Hâlbuki İslâm’ın yönetim şeklini Batılı literatüre
başvurmadan, ‘Hilafet Nizamı’ şeklinde tanımlamak da
mümkündür. (Geniş bilgi için bakınız: Yusuf Kerimoğlu, Devlet ve Siyaset
Üzerine Notlar, Misâk Yay. Ank, 2008)
Bununla birlikte tanıtmaya gayret ettiğimiz eser,
İslâm’ın, İslam hukukçularının toplum ve yönetimle ilgili görüşlerini öyle
sistemli bir tarzda vermiştir ki; Müslümanların önüne, bu yolla pek çok çağdaş
siyasal kuramı yeniden değerlendirebilmelerini sağlayacak yeni ufuklar
açmıştır.
Mîsak Dergisi
Sayı:253
Aralık 2011
Sayı:253
Aralık 2011