İslâm’da Siyasi Düşünce Tarihi - Alparslan Aydar

İslâm’da Siyasi Düşünce Tarihi

İslâm Fıkhı’nı esas alan bir devletin; hem Allah’ın (cc) hukukunu koruması, hem de insanlığa hizmet etmesi farzdır. Toplumu yönetme ilmi (siyaset) peygamberlerin insanlara öğrettiklerin ilimlerin başında gelir. Müslümanların siyasi alanda köklü, kapsamlı ve farklı bir düşünce usûlüne sahip oldukları ve Müslüman düşünürlerin bu çerçevede birçok bilimsel kuram oluşturdukları bilinmektedir. Batı düşüncesinin ancak yakın zamanda erişebildiği nice sonuçların, Müslümanlar arasında geçmişte tartışılmış, irdelenmiş ve hatta uygulanmış olan kuramlar arasında bulunduğu, Batının bunlardan birçoğuna henüz yaklaşamamış olduğu bu kitapta gözler önüne serilmiştir. Prof. Dr. Ziyauddin Rayyıs’ın kaleme aldığı ‘İslam’da Siyasî Düşünce Tarihi’ isimli eser, siyasetle meşgul olan müslümanların mutlaka okumaları gereken bir eserdir.

Müslümanların siyasi alanda köklü, kapsamlı ve değişik bir düşünce örgüsüne sahip oldukları ve Müslüman düşünürlerin bu çerçevede birçok bilimsel kuram oluşturdukları bilinmektedir. Batı düşüncesinin ancak yakın zamanda erişebildiği nice sonuçların, Müslümanlar arasında geçmişte tartışılmış, irdelenmiş ve hatta uygulanmış olan kuramlar arasında bulunduğu, Batının bunlardan birçoğuna henüz yaklaşamamış olduğu bu kitapta gözler önüne serilmiştir. Sözünü ettiğimiz bu özellikler, ‘İslam’da Siyasî Düşünce Tarihi’ni’ kendi alanında öncü duruma getirmiştir.


İslâm’da Siyasi Düşünce Tarihi
Prof.Dr.Ziyauddin Rayyıs
Nehir Yayınları
Misak Dergisi
Sayı: 253 / Aralık 2011

Birinci Bölüm: İslâm Devleti’nin Oluşumu

Yazar, kitabına Hz Peygamber (sav) dönemini ele alarak başlamıştır. İslâm’da kurulan sosyal düzenin yapısını açıklar. Daha sonra Hz. Ebubekir(r.a.)’in halife seçildiği Sakife toplantısını ayrıntılarıyla aktardıktan sonra, sonuçları üzerinde durur. Mac Donald’ın eleştirilerine cevap verir. (Sh:36-45)


İkinci Bölüm: İslâm’da Siyasal Kuramların Doğuşu

Hz. Osman(r.a.)’ın şehid edilmesine sebep olan olayları değerlendirmeden önce, yavaş yavaş dünyadan çekilen bir kuşağın eksikliğini hissettirdiğini ve gelişen olayların meselenin bu yönüyle de ilgisi olduğunu hatırlatır. (Sh:49-52)

Bu dönemde fırkaların doğuşunu etkileyen faktörleri ele alırken; Yöneticilerin azli meselesi, Kureyşlilik ayrıcalığının yadsınması, Hz. Ebu Zer(r.a.)’in malla ilgili görüşlerinin etkileri ve ilerleyen dönemlerde asıl etkisini gösterecek olan Abdullah İbni Sebe’nin görüşleri üzerinde durur. “Şia’nın kaynağının Yahudilik olduğunu öne sürenler, görüşler arasındaki bu benzerliğe dayanmakta ve Şia’nın görüşleriyle Abdullah İbni Sebe’ninkiler arasındaki benzerlik ve yakınlığı delil olarak göstermektedirler” tespitinde bulunur. Fakat Hz Osman(r.a) döneminde yaşanan tüm problemlerin tek kişiye yüklenmesinin doğru olmadığı kanaatindedir. (Sh:56)

Hakem olayını aktardıktan sonra “Her iki hakemin de hem Hz. Ali’nin, hem de Hz. Muaviye’nin halifelikten alınması, yeni halifenin şura yoluyla seçilmesi, seçim işinin halka bırakılması yargısına varmış olduklarını göstermektedir” şeklindeki rivayetin tercih edilmesi gerektiğini belirtir.(Sh:62)

Hilafetin saltanata dönüşmesinin ortaya çıkardığı felaketin sonuçlarını ve neticelerinden olan fırkaların (Hariciler, Şia, Mu’tezile, Sünnet ve Hadis Ehli ve Mürcie) bu konudaki görüşlerini inceler. (Sh:62-82) Sünnet ve Hadis Ehli’nden bahsettiği bölümde: “Ömer bin Abdülaziz’in ‘Bu konular, Allah’ın ellerimize bulaştırmadığı kanlardır; biz de dillerimizi bulaştırmayalım’ kanaati, geçmişin olayları üzerine görüş belirtmeme; lanet okumaktan, ilgi kesmekten, ashabı tekfirden ve benzeri yargılardan el çekme tutumunun güzel bir örneğidir. Sünnet ve Hadis Ehli, Haricilerin tutumunun tam tersine bir yol izlemiştir. Bu tutumları, imamet ve onun uzantı alanlarında araştırma ve tartışmayı Haricilere, Şia’ya, Mutezile’ye ve Mürcie’ye bırakmaları gibi bir sonuç vermiş ve bu sonuncu fırka (Ehli sünnet) diğerlerinin tüm sözlerini söylemelerinden sonra konuyla ilgili düzenlemelere başlamışlardır. Bu tutum, bireysel planda da siyasal görüşleri olmadığı ya da Emeviler ve Abbasiler eliyle ümmete yöneltilen yönetim ve eylem biçimlerine rıza gösterdikleri biçiminde yorumlanamaz. Ancak, başarı umulmayan ayaklanma ve başkaldırıların “fitne” uyandırmaktan öte bir anlam taşımadığı görüşü içinde olmuş, bu gibi davranışların kargaşa ve kan dökmenin, birliği sarsmanın ve benzeri yeni olaylara yol açmanın ötesinde bir sonuç vermediğini gözlemlemiş olarak siyasal alandan eletek çekip, daha tutarlı ve kalıcı gördükleri bilimsel araştırmalara eğilmişlerdir” (Sh:77) şeklindeki tespitleri dikkate değerdir.


Üçüncü Bölüm:

I-İmamet Sorunları-Niceliği: Şehristani’nin “Ümmet arasındaki en büyük uyuşmazlık ‘imamet’ konusundadır. Hiçbir dini meseleden dolayı bu ölçüde kılıç sıyrılmamış, kan dökülmemiştir” tespitini aktararak başlar. Daha sonra imamet konusunda ilk defa eser veren Şia başta olmak üzere Harici ve Mutezile kelâmcılarına değinir.
Şia, Mutezile ve Hariciler imamet meselesi üzerine tartışmalarını sürdürürken, ‘muhaddis’, ‘kurra’ gibi adlarla anılan bilginler de çalışmalarını bir başka alana yöneltmişlerdi. İslâm Fıkhı’nın oluşacağı, Allah’ın Kitabı ile Allah Resulü’nün sünnetinden hüküm çıkarmanın eşiğine eğilmişlerdi. İçtihatlarının kaynağı bunlardı, yeri burasıydı.

Amaçları, bu kaynağı tüm topluma ve geleceğe ulaştırmaktı. Bunlar, kelâm biliminden hoşlanmaz, kelamın sorunları üzerinde uğraşmayı, ona dalıp kalmayı çirkin karşılardı. Fakat görüşleri bilimsel kalıplara dökmek, hadisçilerin değil, fakihlerin işi olmuştur. ‘İmamet’i, fıkıh konuları arasına İmam Şafii(r.a.) almıştır. Bundan sonra, konu, hukuk çalışmalarının bir bölümü olarak ele alınacak, kelamcıların aynı konuyu kendi kitaplarına almalarına karşın, fakihler de ‘imamet’le ilgilenecek, fıkhın bir bölümü, bir konusu olarak inceleyeceklerdir.

Şunu da belirtmeliyiz ki, İmam Şafii’nin, Ehl-i Sünnet görüşlerinin gelişmesine olan katkıları yalnızca ‘imamet’i fıkhın bir konusu haline getirmekle kalmayıp; daha büyük ve daha önemli bir katkı olarak, ‘icma’ ilkesini belirlemesi ve kimi kurallara bağlamış olmasıdır.
Aynı zamanda ‘Fıkıh Usulü’nün de kurucusu olan İmam Şafii, ‘istinbat’ için gerekli kuralları belirlemiş, içtihada bir yöntem getirmiştir. Şafii eliyle belirlenmiş olan icma ilkesi, çok önemli bir konu, büyük bir aşamadır. İcma, yalnızca sıradan bir delil olmanın çok ötesinde, Kitap ve Sünnet’in hemen ardından yer alabilecek bir noktaya oturmuştur. İmam Şafii’nin varlığını benimsediği ilk icma da, ashabın icmaıdır. Bunun devamı, herhangi bir çağda yaşayan müçtehitlerin tümünün icmaı biçiminde kendini gösterir. Ehl-i Sünnet’in ‘imamet’ görüşlerinin üzerine oturtulacağı temel “icma” olacak, bu alandaki hemen hemen tüm görüşler icma’ya dayandırılacaktır. (Sh:96-98)

İngiliz Oryantalist T. Arnold’un görüşlerini irdeleyerek üçüncü bölümün ilk kısmını tamamlar.


II-Hilafet ve Krallık Açısından İmametin Niteliği: İmamet görevini yüklenen kişiler, genelde şu üç kelimeden biriyle adlandırılmışlardır: ‘İmamHalife ve Emirû’l Mü’minin Bunların her birinin belli amaçlar içeren bir doğuşu ve tarihsel olaylarla ilişkileri vardır. İmam, ister doğru ister yanlış yolda olsun halkın kendisine uyduğu kişidir. İslâm’da ‘imam’ kelimesi, özellikle namazla olan ilişkisi dolayısıyla, çok kullanılmış diğer anlamları yanında giderek özel bir anlam kazanmış, hatta en çok kullanıldığı anlamı da bu olmuştur. İmam, tüm düzenlemesi İslâm’a göre yapılmış olan bir Müslüman toplumun başındaki kimsenin görev ve niteliğini içerir. Bu ‘el-İmametu’l-Kübra’ ve ‘el-Uzmâ’ diye nitelenen imamlıktır. Hilafet kelimesi de aynı keyfiyeti ifade etmektedir. Bununla birlikte Hz. Ebu Bekir(r.a.) için ‘Rasûlullah’ın halifesi’, Hz. Ömer(r.a.) içinse ‘Emirû’l Mü’minin’ unvanları da kullanılmıştır. Fakat Şia, onaylamadıkları devlet başkanlarına hep halife derken, yönetimin başında bulunsun veya bulunmasın önderlerini de hep, ‘imam’ olarak anmıştır. Ancak imamların devlet yönetimini de elinde tutması durumunda önceki sıfatlarının yanına bir de ‘halife’ veya ‘Emirû’l Mü’minin’ adını eklemişlerdir. (Sh:105-120)


Dördüncü Bölüm: İslâm ve Yönetimin Vacipliği

İmametin ‘vacip’ ve bunu gerçekleştirmenin de ‘farz’ olduğunu öne süren görüşte, tüm Ehl-i Sünnet, Mürcie, Mutezile (çok azı dışında hepsi) ve Hariciler (Necdat kolu dışındakiler) birleşmektedirler. Şia’nın tüm kolları da aynı görüştedir. Fakat onların kendilerine ait bir vaciplik anlayışı vardır. Konuyla ilgilenen bilim adamlarının üzerinde durdukları ilk sorun, kuşkusuz, bu yönetimi gerçekleştirmenin ve uygulamaya koymanın gerekli oluşu, yani vücûbiyetidir. Yönetimin gerçekleştirilmesindeki toplumsal zorunluluk, bu görevi ümmetin bütününe ‘farz’ bir eylem durumuna getirmekte; gerçekleştirilmemesini ise, günah olarak değerlendirmektedir. Görüş budur ve bunun belirlenmesi için de, ortaya, birçok deliller konulmaktadır. Bu, böyle bir yönetimi ‘vacip’ değil de; ‘“caiz’ görenlere karşılık vermek için yapılan bir çalışmadır.” Çağdaş yazarlardan bir bölümü, “imametin caizliği” anlatımından, onun zorunlu sayılmadığı, uygulama çerçevesinde bile gereksinme duyulmayacağı doğrultusunda kimi anlamlar çıkarmışlardır. “Caizdir diyenlerin amacının ‘imamet’in yasallığını irdelemek veya gerekliliği üzere kuşku yaymak veya kurumun önemini küçümsemek olduğunu sanmışlardır. Oysa “imamet caizdir” diyenlerin vurgulamak istediği, elbette, bu anlaşılan durum değildir. Hatta bunun benzeri bile değildir. Çünkü gerçekte, ‘vacip’ ve ‘caiz’ kelimeleri birer fıkıh kavramıdır ve yasa dili olarak algılanmaları gerekir. Yasal açıdan farz veya vacip kesin bağlayıcıdır. Mübah veya caiz ise, eşyada asıl olandır. Bilim adamları imametin vacip veya caiz olduğunu öne sürerken, kurumun, bu sayılan basamaklardan hangisine düştüğünü belirtmek, yasal olarak durumunun ne olduğunu belirlemek amacındadırlar. Eğer, ‘farz’ olduğu görüşündeyseler, bunun ‘farz-ı ayn’ veya ‘farz-ı kifaye’den hangisinin alanına girdiğini; yani ümmetin her üyesinin sürekli olarak mı, yoksa ümmetin bütün olarak (yeterli sayıda kimsenin üstlenmesine dek)mi sorumlu sayılacağını araştıracaklardır. Ki, imamet, ‘farz-ı kifaye’ olarak görülmüştür. Yeteri sayıda kimsenin ‘farz’ı yerine getirmesi sonuç vermekte, tüm ümmet sorumluluktan kurtulmaktadır. Tersine, hiç bir kimse tarafından bu ‘farz’ yerine getirilmediği sürece, ümmetin tamamı bundan sorumlu ve günahkârdır.” (Sh:124-126) Daha sonra imametin vacipliğini savunanların; Ümmetin İcma’ı, başıbozukluğun önüne geçmek, dini görevlerin yerine getirilmesi ve adaleti (şeriatı) tam olarak sağlamak (Sh:126-136) şeklinde ifade edilen delillerini inceler.
İmametin ‘caiz’ olduğunu söyleyenler önemsemezlik bir yana, tersine vacip olduğunu daha bir vurgulamış olurlar. Fakat bunu bağımsız bir yapı olmaktan çıkarıp, yasal bir çerçeveye kavuşturmuşlardır. Daha açık bir anlatımla, somut bir kurumun vacipliği yerine, Allah’ın buyruklarına uymanın vacip olması noktası üzerinde dururlar. Dolayısıyla ‘vacip’liği savunanlar ile ‘caiz’ diyenler arasındaki uyuşmazlık, fırkaları iyi kavrayamayan kimselerin sanmakta olduklarının tersine, pek de büyük değildir. (Sh:136-150)

Bu bölümde son olarak Şia’nın görüşlerini ele alır. “Şia’dan birçok kimse Mutezile’ye bağlı ve Mutezile’den pek çok kişi de Şii olduğundan dolayı bu gelişme, ya Abbasi hilafetinin baskıları ya da hilafete karşı başkaldırılar dolayısıyla, hicri üçüncü yüzyılın ikinci yarısından bu yana ortaya çıkmış, iki mezhep arasında bir yakınlaşma, bir benzerlik oluşturmuştur. Şia, Mutezile’nin delillerini almış, görüşlerini onların mantığıyla savunmağa başlamıştır. Bu yüzden her ikisinin de kanıt olarak öne sürdükleri kıyas şöylece belirmiştir: ‘Lütuf (iyilik) işlemek Allah’a vaciptir. İmamet de bir lütuf, üstelik lütfun en büyüklerinden biridir. Öyleyse bu lütuf da Allah üzerine vaciptir.’ Bunu kanıtlayıcı birçok önermeler öne sürülür. Bu önermelerle de, aynı zamanda, ‘imamın masumluğu’ noktasına varılır. Lütuf olan imamet, onlara göre, herhangi bir kimsenin imameti değil, masum olan imamın imametidir. Dolayısıyla Allah’a vacip olan imamet budur.” Ehl-i Sünnet’in Şia’nın iddialarına verdiği cevapları aktarır. (Sh:150-157)


Beşinci Bölüm: Düşünce ve Olgu Açısından İmamet

Bu bölümde Hz. Ebu Bekir (r.a.) ve diğer Raşid Halifelerin hilafetlerinin ne şekilde gerçekleştiği üzerinde durulmuş, Ömer bin Abdülaziz (rh.a) dönemine kadar olan tarihi süreç işlenmiştir. (Sh:163-194) Söz konusu dönemde Hilafetin saltanata dönüşme süreci ayrıntılarıyla ele alınmıştır.

Birinci Kuşak’taki Raşid Halifeler dönemi uygulamalarına, Müslümanların büyük çoğunluğunu oluşturan Ehl-i Sünnet, gerçek hilafet gözüyle bakar. Üstelik bu hilafetin üzerine kurulduğu temelleri, gerçekleştirdiği uygulamaları İslâm’a dayalı bir örgü ve düzenlemenin vazgeçilmez ilkeleri olarak görür. Dinin gerçeklerini herkesten çok onlar bilmektedir, herkesten fazla onlar anlamışlardır ve herkesten çok onlar üstün örnek durumunda olagelmişlerdir. Bir konu üzerinde birleştiklerinde vardıkları sonuç, yaptıkları uygulama bir ‘icma’ olarak ilk sırada yer alır. (…) Allah Rasûlü’(s.a.v.)nün Yüce Rabb’ına kavuşmasının hemen ardından O’nun yerine bir halifenin imameti yüklenmesi gerektiği yolundaki ilk icma, hilafet veya imametin vacipliğinin en büyük kanıtı olarak gösterilmiştir. Öyle bir icma ki, O mübarek ceset toprağa verilmeden uygulama alanı bulmuş, daha bu noktada sözbirliği ve görüş birliği içinde halife seçimi yoluna gidilmiştir. Ashaptan Said bin Zeyd(r.a.)’in belirttiği üzere, ‘günün küçük bir bölümünde bile cemaatsiz kalmak istememişlerdir’. (Sh:175)


Altıncı Bölüm: Siyasal Sözleşme ve Sorunları

Şia dışındaki tüm Müslüman fırkalar imametin seçimle ve ittifakla gerçekleşeceği konusunda oybirliği halindedir. (Sh:197)

Her akid bir “icab-kabul” ile gerçekleştiğinden, üzerinde durmamız gereken ilk nokta, kuşkusuz, akidde icabı kimin yaptığıdır. Bu da, imamete ilişkin akid için ilk adım atanın (icap yapanın), ümmetin kendisi olduğu gerçeğidir. Birbirleriyle tam dayanışmada bulunan ve böylesine bir bağımsız kişiliği elde etmiş olan ümmetin tüzel kişiliğidir. Yazarlar bunu, ‘Müslümanlar’ sözcüğüyle de ifade etmişlerdir. (Sh:200)

İmamet veya hilafet “ümmete naiblik” olduğuna göre, çağdaş anayasal hukuk dilini kullanarak, ‘siyasal açıdan tüm yetkilerin kaynağı Müslümanlardır ve imamın gerçekleştirdiği her iş ve işlem (gerçekte) Müslümanların isteği doğrultusunda yürümüş olmaktadır’ diyebiliriz. Seçimle imamlık sözleşmesi için öneride bulunmak, yine bu seçimle kendi haklarının kullanımını aktarmış olmak doğrultusundaki istek, Müslümanların isteğidir. Devletin temelinde bu isteklerle gerçekleştirilmiş olan bir akid yatmaktadır. (Sh:203)

Seçimi gerçekleştirecek olan ‘Hall ve Akd’ ehlinin mahiyeti ve işleyişi üzerinde durur. (Sh:204-210) Daha sonra genel iradenin muvafakati başlığı altında imametin ümmetin seçimi ile gerçekleşeceğinin delillerini zikreder. (Sh:210-214) Farklı eğilimlerine karşın İslâm bilim adamlarından hiçbiri, hiçbir zaman, imam belirleme konusunda ‘seçim dışı’ bir yolun geçerli olabileceğini söylememiştir. Seçilmiş olan kişinin, kesinlikle, genel isteğin onayını da alması gerektiğini belirtmişlerdir.

Hz Ebu Bekir(r.a.)’in Hz. Ömer(r.a.)’i veliaht olarak göstermesinden hareketle veliahtlık meselesini inceler. (Sh:215-221) Konu ile ilgili çok karşılaşılan farklı problemlere değinerek bölümü tamamlar.


Yedinci Bölüm: Devlet, Koşullar ve Görevler

İmamet, bilindiği gibi ümmetin tüm işlerinde söz konusu olan bir velayettir. Tüm bu işleri de imamın yalnız başına yapıp yürütmesi, elbette ki düşünülemez. Bu yüzden bu işleri yürütmek üzere ‘naibler’e gereksinme duyacaktır. Sayısız işleri yüklenecek yardımcı ve görevlilere gereksinme duyulması kaçınılmazdır. (Sh:235)

Tefviz ve Tenfiz görevleri naibliği ve icra organları başlığı altında şu tespitlerde bulunur: “Fıkıhçılar, devlet görevlerini ‘tefviz’ ve ‘tenfiz’ görevleri olmak üzere ikiye ayırırlar. Görevler yetkinin verilmesinden kullanılmasına varıncaya dek, bu iki görevlendirme türünde, birbirinden bütünüyle ayrıdır. İlki, bir görevin görevlendirilmiş olan kişiye tümüyle bırakılması anlamını taşır. İkincisi ise bir görevin yürütülmesi için izin verilme durumunu anlatır. İlkinde, görevi kendisine bırakılmış olan iş üzerinde, belli bir çerçevede yetkilidir. İkincisindeyse bir yetki değil, doğrudan doğruya görev vardır. Valiler genelde ‘tefviz’, diğer görevlilerin büyük bir bölümü ise ‘tenfiz’ görevlisi olarak gösterilir.” (Sh:236) Daha sonra Velayet, Vezaret, Tenfiz Vezareti, Tefviz Vezaretini açıklar. (Sh:240-248)
Eyalet Emirliği/Valiliği İstikfa Emirliği’ ve ‘İstilâ Emirliği’ adı altında ikiye ayrılarak incelenmiştir. “İslâm tarihinde, bilindiği üzere, imamın isteği üzerine kurulan ilk istikfa emirlikleri ilk halifeler eliyle uygulamaya konulmuştur. Hz. Ömer ve Hz. Osman gibi Raşid Halifelerin Mısır, Şam, Yemen ve Irak eyaletlerine valiler atamış olduklarını bilmekteyiz. Emevilerle ilk dönem Abbasilerinin görevlendirmiş
bulundukları valiler de bu türden istikfa emirleridir. Ancak üçüncü yüzyılın ikinci yarısından sonra ortaya çıkan ve devam eden bir uygulamanın sonucudur ki, bazı bölgeleri zorla ele geçirenler oralarda yönetimi ellerine almış, halifenin isteği dışında, hatta karşı çıkmasına rağmen, bu tür yönetimi sürdürmüştür. Bunun sonucu olarak da, doğuda ve batıda birçok bölge devletler ve devletçikler ortaya çıkmıştır. Hicretin dördüncü yüzyılı ile beşinci yüzyılının ilk yarısındaki görüntü budur. (Sh:254) Bu yeni durum geçersiz görülmekle birlikte, yine de geçerli sayılmasına yardımcı bazı koşullar ve kurallar belirleme yoluna gidilmiştir. Daha sonra Maverdi’den istilâ emirliğinin caiz görülebilmesiyle korunacak olan yedi unsur aktarılır. (Sh:256-258) Buradan hareketle şöyle bir tesbitte bulunulabilir: Bugün farklı coğrafyalarda İslâm fıkhına göre kurulmuş farklı devletler olduğunu kabul etsek bile bu durum da nihayetinde geçersizdir. Fakat şartların getirdiği mecburiyet sebebiyle onaylanabilir.

İmamet ve Vezaretin (aynı zamanda genel emirliğin) koşullarında olan: Bilgi ve İçtihat, Siyasal, İdari ve Askeri Bilgi, Ruhsal Yeterlilik, Bedensel Yeterlilik, Adalet ve Güzel Ahlâk, Ergin Velayet Sahibi Olmak ve Soy (Kureyşli olmak)’dan oluşan yedi madde halinde açıklanmıştır. (Sh:260-271)

Haklar yahut görevler başlığı altında aktardıkları dikkate değerdir: “Bu bakımdan, İslâm’ın görüşüyle bağdaşan durum, İslâm’da insanın haklarından çok görevlerinden söz edilmesidir. Bu bakış açısının özünde ise, tüm hakların sahibi olarak Allah’ın görülmesi gerçeği yatmaktadır. İnsan ise, kendisine verilen nimetleri korumak, gözetmek, kendisine belirlenen sınırlar içinde bunlardan yararlanmak, yaratıldıkları amaca uygun olarak kullanmak ve bu doğrultuda bir kullanım içinde bulunmak bakımından sorumludur. İnsan kendi varlığının kaynağı olamadığına ve yararlandığı şeylerin yaratıcısı durumunda bulunmadığına göre, bunlar üzerinde hak sahibi olduğunu söylemek nasıl mümkün olabilecektir. İnsan, bu hakların kendisine emanet olduğunu bilmeli, ‘vekil’ olarak belirlenen sınırlar’ içinde kullanımda bulunması gereklidir.

Dolayısıyla İslâm’ın ‘haklar ve görevler’e ilişkin anlayışının ‘Allah’ın hakları’ ve ‘kulların hakları’ şeklinde incelendiği ifade edilmektedir. Daha sonra ‘Allah’ın hakları’ ve ‘kulların hakları’ hakkında açıklamalarda bulunur. (Sh:274-275) Unutulmaya yüz tutan ‘Hukukullah’ gerçeğini hatırlatması kitabın kıymetini arttıran sebeplerden birisidir.

Kifaye farzları incelediği kısımda; “Kifaye farzın yerine getirilmemesinden doğan sorumluluk ve varılan sonuç, bireysel çerçevedeki farz-ı ayn’ların yerine getirilmemesinden doğacak sorumluluk ve alınacak sonuçtan daha korkunçtur. Çünkü kifaye farzından doğacak sonuç bütün ümmeti kapsamakta ve yerine getirilmeme durumunda tüm ümmet bireyleri günahkâr olmaktadır” tesbitinde bulunur. Bu farzların önemlilerinden olan, imamet, yargı ve mezalim davaları, cihad, emr-i bil maruf nehy-i anil münker, din ve dünya bilgilerini sağlamak, bayındırlık imkânlarını hazırlamak ve toplumsal dayanışmayı açıklar. (Sh:277-287)


Sekizinci Bölüm: Yönetilenler ve Devlet Başkanı

Yönetimin temel ilkelerinden Adalet, Şûra ve Yöneticinin Sorumlulukları’nı açıklar. (Sh:294-311) “Kılıca Sarılmak İle Sabretmek Arasında” başlığı altında temekkün kavramı üzerinde durur. (313-318) İmam seçiminde çoğunluğun önemi üzerinde durur. ‘İslâm’ın demokrasiden daha kapsamlı ve onun üstünde bir düzen olduğu’ nu vurgular. İslâm ve demokrasi karşılaştırmasında bulunur. (Sh:322-334)
İslâm devletinin diğerlerinden farklılığını vurguladıktan sonra, İslâmi yönetime ‘İslâm Düzeni’ kavramının uygun olacağını belirtir. “Fakat ille de ‘demokrasi’ sözcüğü kullanılmak isteniyorsa ‘İslâm Demokrasisi’ denilmesi caiz sayılabilir. Fakat yine de her şeye rağmen o, demokrasiyle de karıştırılmaması gereken özgün bir düzendir.” (sh:334) cümleleriyle kitabı tamamlar.

İsmail Kara’nın “İslâmcılık hareketiyle şu veya bu ölçüde ilgisi olan bütün fikir ve siyaset adamlarının, Müslüman ülkelerde yaşayan aydınların, altında ezildikleri, tedirgin, ümitsiz, güvensiz ve yılgın hayatları boyunca cevaplandırmakla adeta kendilerini yükümlü saydıkları konular, sorular, problemler batılıların önlerine koyduğu problemler oldu” şeklindeki tesbiti konumuz açısından da önemlidir. Zira aynı ruh hali, tanıtmaya çalıştığımız Prof. Dr. Ziyauddin Rayyıs’de de kendini hissettirmektedir. Hâlbuki İslâm’ın yönetim şeklini Batılı literatüre başvurmadan, ‘Hilafet Nizamı’ şeklinde tanımlamak da mümkündür. (Geniş bilgi için bakınız: Yusuf Kerimoğlu, Devlet ve Siyaset Üzerine Notlar, Misâk Yay. Ank, 2008)

Bununla birlikte tanıtmaya gayret ettiğimiz eser, İslâm’ın, İslam hukukçularının toplum ve yönetimle ilgili görüşlerini öyle sistemli bir tarzda vermiştir ki; Müslümanların önüne, bu yolla pek çok çağdaş siyasal kuramı yeniden değerlendirebilmelerini sağlayacak yeni ufuklar açmıştır.

Mîsak Dergisi
Sayı:253
Aralık 2011