Kürt Sorunu "Ya Tam Kardeşlik Ya Hep Birlikte Kölelik" - Alparslan Aydar

Kürt Sorunu "Ya Tam Kardeşlik Ya Hep Birlikte Kölelik"

Tanıtmaya çalıştığımız eser hem yazarı, hem de konusu itibarıyla önümüzdeki dönemde gündemde kalacak gibi gözükmektedir. “Kürt Sorunu”  yaklaşık bir asırdır ülkenin değişmeyen gündemlerindendir. Bazı kitaplar okunmalı, bazıları da okunması gereken zamanda okunmalıdır. Gerek içinde bulunduğumuz dönem, gerek yazarının statüsü kitabın önemini daha da arttırmaktadır.

Altan Tan kitabına Kürt sorununun ne olduğuna dair belli başlı görüşleri inceleyerek başlar. Bu noktada Kürt sorununu; yok kabul edenler, terör ve bölücülük sorunu, ekonomik bir sorun, etnik bir kimlik sorunu ve ulusal bir sorun kabul edenlerin görüşlerini ayrıntılarıyla aktarır. Kürt sorununun etnik kimlik sorunu olarak tanımlanabileceğini belirtir. (Sh:15-22)

Kürt Sorunu "Ya Tam Kardeşlik Ya Hep Birlikte Kölelik"
Altan Tan
Timaş Yayınları
Mîsak Dergisi
Sayı: 252 / Kasım 2011

Kürtler; Türkiye (15milyon), Suriye (1,5milyon), Irak (4,5 milyon) ve İran’da (8 milyon) yoğun olarak yaşamakta olup 2008 yılı itibariyle Kürtlerin nüfusunun yaklaşık otuz milyon civarında olduğu söylenebilir. (2011 genel seçimlerinden sonra Taraf gazetesine gönderdiği ‘Adressiz kurşun katildir’ yazısında bu sayı kırk milyonu aşar!) Kurmanci (Bahdini), Sorani, Dimili (Zazaki) ve Gorani (Hevremani)’den oluşan dört lehçe ile konuşmaktadırlar. Hz. Ömer (r.a.) döneminden itibaren Müslüman olmaya başladıklarını ve çok az sayıda Yezîdi dışında %98-99 oranında Müslüman olduklarını, bunlarında %10 kadarının Şiî ve Alevî, kalan kısmının da Sünni olduklarını, Sünnilerin ise %80’inin üzerinde bir kısmının Şafii geri kalanının ise Hanefi mezhebinden olduklarını belirtir. (Sh:27-44)

Kürtlerde sosyal yapıyı açıklarken; Mirler (Beyler), ağalar, eşraf, şeyhler ve melalar (mollalar) ve bu unsurların toplumsal karşılığını açıklar. (Sh:49-57) Kürtlerin Müslüman olduğu dönemden Safavî/Şah İsmail dönemine kadar Kürtlerin Emevî ve Abbasilerle ilişkileri, bu arada kurulan Kürt ve Türkmen devletleri hakkında bilgi verir. (Sh57-73)

Sünni Osmanlılarla Alevî Safavilerin arasındaki siyasi gerginliğin giderek artması üzerine, Safavi yönetiminden rahatsız olan Sünni Kürtlerde Osmanlılarla bir olarak Safavilere karşı koyma eğilimi ortaya çıktı. Bu eğilimin güçlenerek Kürtlerle Osmanlılar arasında siyasi bir ittifaka dönüşmesinde meşhur Kürt âlimi İdris-i Bitlisi’nin büyük etkisi oldu. Yavuz Sultan Selim’in kendi aralarından lider seçmeleri teklifi üzerine kendi ararlından birisi üzerinde ittifak sağlayamayınca Osmanlı Sultanı’nın tayin edeceği birini kabul edeceklerini bildirdiler. Yavuz Sultan Selim, Bıyıklı Mehmed Paşa’yı Diyarbekir Beylerbeyi olarak atadı. 23 Ağustos 1514 tarihinde Van Gölü’nün kuzeydoğusundaki Çaldıran Ovası’nda yapılan savaşta Kürt Beylerinin büyük desteğiyle Safavi ordusu yenildi. Savaşta kendisini destekleyen Kürt beyleri ile 1515 yılında Amasya’da buluşarak tarihi Kürt-Osmanlı Özerklik Antlaşması’nı karara bağladı. İdris-i Bitlisi’yi tam yetkili kıldı; mühürleyip imzaladığı boş fermanları İdris-i Bitlisi’ye vererek istediği şekilde bu boş fermanları doldurabileceğini söyledi. Bu antlaşmanın en önemli özelliği; Kürt emirlerinin atalarından kendilerine intikal eden topraklarda, bağımsız olarak, geleneksel düzenlerini koruyacakları ve bu emirliklerin eskiden olduğu gibi, babadan oğula intikal edeceğidir. 1520 yılında Yavuz Sultan Selim’in yerine geçen oğlu Kanûnî Sultan Süleyman’da bir ferman yayınlayarak aynı siyaseti devam ettirdi. (Sh:73-80)

1839 yılında Mustafa Reşit Paşa tarafından okunarak ilan edilen Tanzimat Fermanı batılılaşma yolunda önemli bir dönüm noktası oldu. Siyasi, mali, hukuki ve idari yeni düzenlemelere gidildi. 1856 yılında bugünkü anlamda tapu teşkilatı kurularak geleneksel Osmanlı toprak düzeni değiştirildi. Tüm bu gelişmeler Kürt beylerinin Yavuz Sultan Selim ile yaptıkları 1515 antlaşmasının şartlarının da değişmesine neden oldu. Tanzimat Fermanı Osmanlı Devleti’nin Kürdistan’daki mevcut Kürt Emirliklerini ortadan kaldırma ve merkezi yönetimi hâkim kılma politikalarında etkili olmuştur. Bu yeni durumu kendi statülerine yönelik bir tehlike ve beyliklerinin tasfiye sürecinin başlangıcı olarak değerlendiren Kürt beyleri yeni düzenlemelere itiraz ederek direnmeye ve yer yer de isyan etmeye başladılarBu dönemle ilgili araştırma yapan birçok kişi 19. Yüzyıldaki Kürt direniş hareketlerinin ulusal yanının ya çok zayıf olduğu veya hiç olmadığı görüşündedirler. Bunlar daha çok devletin merkezileştirme çabalarına karşı, Kürt aşiret reislerinin birer tepkisinden öte bir anlam taşımıyordu. (Sh:86-97)

Sultan Abdülhamid’in ‘İslâmcılık’ siyasetini uygularken üzerinde en başarılı olduğu halk Müslüman Kürtlerdir. Sultan’ın bu konudaki en başarılı icraatı Hamidiye Alaylarıdır. 1891 yılından 1908 yılına kadar geçen dönemde 65 adet Hamidiye Alayı kuruldu. En dikkat çekici hususlardan biri de Yavuz Sultan Selim’den beri Osmanlılar ve Sünni Kürtlerle araları iyi olmayan Alevi aşiretlerin (Alevi Kürtlerin) hiçbirinin Hamidiye Alaylarında görev almamasıydı.(…) Geniş bir Kürt kitlesinde Sultan Abdülhamid’e karşı hem dini inanç birliğinden ötürü hem de her ne olursa olsun o dönem içerisinde Kürtlere görece bir statü ve etkinlik sağlamasından dolayı sempati ve bağlılık oluştu. Sultan Abdülhamid’in Kürtler arasındaki adı ‘Bavê Kurdan’ yani ‘Kürtlerin Babası’ idi. (Sh:97-104)

Osmanlı’yı oluşturan halklar içinde milliyetçilik/ulusalcılık fikirleriyle en geç tanışan aydınlar, Kürt aydınları oldu. 1910’lu yıllarda İstanbul’da öğrenci olan ve ileriki yıllarda Kürt Ulusalcılığının önderleri olacak gençlerden Dr. M. Nuri’nin anıları İttihat ve Terakki döneminde yaşananlara ışık tutması açısından oldukça önemlidir. 

“İttihat ve Terakki Cemiyetinin yegâne gayesi Türk olmayan unsurları kati suretle Türkleştirmek veyahut zecri (zorla) tavsiyeye tabi tutmak siyasetine matuftu. Bu sebeple Türk olmayan milletlere mensup gençler arasında Türk Devleti’ne karşı bir nefret ve itimatsızlık havası esmeye başlamıştı. Kürt gençleri arasında dahi büyük bir aksülamel husule getirilmişti. O zamana kadar Kürtçülük zihniyeti taşımayan Kürt gençleri bile çok büyük bir heyecana kapılarak Türkleri düşman bilmeye başlamışlardı. İstanbul’da üniversite gençleri arasında artık bir milliyet kavga ve mücadelesi baş göstermişti.”

Kürt milliyetçiliğinin en önemli isimlerinden Celadet Ali Bedirhan da 1933 yılında Mustafa Kemal’e yazdığı mektupta, geçmişe atıfta bulunarak, Kürt milliyetçiliğinin Osmanlı’nın son dönemlerinde hangi etkenlerle ortaya çıktığı ile ilgili tespitler yapar, bizzat yaşadığı olayları anlatır. “…şöven milliyetçiliğin, daha doğru bir tabir ile başka milletlerin kanıyla vücuda getirilmek istenilen yeni milliyetin edebiyatını yapmak üzere Türk Ocakları, Türk Yurtları tesis olundu. Mecmualar ve kitaplar neşredildi. Fakat ilerde göreceğiz ki bu ocaklar size Türkçü yetiştirdiği kadar bize de Kürtçü yetiştiriyordu. (Sh:131-134)

II. Meşrutiyet sonrası Kürt örgütleri hakkında bilgi verdikten sonra Kürtlerin, İngiltere, Almanya, Fransa, Rusya, Ermeniler, Süryaniler ve Nesturilerle olan ilişkilerini açıklar. (Sh:134-153)  

Osmanlı Devleti’nin artık yıkıldığı ve Kürtlerin kendi başlarının çaresine bakmaları gerektiğine inanan laik ve ulusalcı fikirlere sahip küçük bir azınlık dışında Kürtlerin ezici çoğunluğu, Türklerle birlikte kurtuluş savaşı vermekten yanadır. Zira o dönemde Mustafa Kemal’in Kürtlerle ilişkilerinde birkaç husus öne çıkar: Kürtlerin desteğini almak için öncelikle din kardeşliğini ileri sürerek, İslâmi dil, üslup ve kavramları kullanır. İslâm dünyası için çok önemli olan Halifelik kurumunu ve İngilizlerin elinde esir olduğu kabul edilen Halife’nin kurtarılmasını sürekli olarak ön planda tutar. Kurulacak bir Ermenistan’ın, Kürtlerin varlığına bir tehdit ve tehlike olduğunu vurgular. Kimlikleriyle ilgili meşru taleplerinin karşılanacağı sözünü verir. Fakat daha sonra Lozan Antlaşması’nın imzalanması Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde sert tartışmalara neden olur. Meclis 1 Nisan 1923 tarihinde feshedilerek yeniden seçimlere gidilme kararı alınır. Buna rağmen muhaliflerin nispeten ayıklanmış olduğu yeni meclis ve hükümette de sorunlar yaşanır. Lozan görüşmeleri sırasında Avrupalı devletler, Kürtlerin ‘azınlık’ olduğunda ısrar etmiş, fakat İsmet Paşa, Kürtleri İslâm hukuku esasları ve Osmanlı millet anlayışına göre azınlık değil, çoğunluk ve asli unsur içinde kabul etmiştir.

Lozan’da Musul meselesi görüşülürken de yoğun tartışmalar yaşanır. İsmet Paşa görüşmelerin başladığı ilk günlerde Musul meselesinin Lozan’da çözülerek Cemiyet-i Akvam’a bırakılması fikrindedir. İsmet Paşa’nın (ilk fikirlerinden) yüz seksen derecelik dönüşünü Lozan Konferansı’nda İngilizlerle gizli antlaşmadan kaynaklandığı iddialarını nakleder.

Cumhuriyetin ilanından sonra yaşanan radikal değişiklikler toplumun bünyesinde derin çalkantılara sebep olur. İlk başlarda Mustafa Kemal, her fırsatta hilafetin lüzumundan bahsetmektedir. Sonra o Paşa gider yerine hilafeti kaldırmak için gerekirse bazı kellerin gideceğini söyleyen Paşa gelir. Birçoklarının öne sürdüğü gibi hilafetin kaldırıldığı 3 Mart 1924 tarihi, Kürt-Türk ilişkilerinde, daha doğru ve gerçekçi bir ifadeyle Kürt-Ankara ilişkilerinde mîlat oldu. (Sh:167-204)

Altan Tan kitabında Şeyh Said Ayaklanması ve sonrasında meydana gelen gelişmelere geniş yer ayırır. (Sh:208-266)  Şeyh Said’in gerek başkaldırı döneminde yaptığı konuşmalar ve yayınladığı bildirilerde ve gerekse Diyarbakır’daki mahkeme süresince verdiği ifadelerde İslâmi endişe ve hassasiyetlerini sebep göstermiştir. (Sh:215) 17 Kasım 1924’te kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası Şeyh Said’in 15 Nisan 1925’te ele geçirilmesinden hemen sonra, 3 Mayıs 1925’te kapatılmasının Şeyh Said Kıyamı’nın bir provakasyon olduğu şeklindeki kanaatleri aktarır. (Sh:231)
Dönemin Ankara hükümeti, Şeyh Said hadisesini, Türkiye’nin iç kamuoyuna Kürtçü ve bölücü bir başkaldırı olarak takdim ederken; Türkiye dışına, Batılı devletlere ise, dinci-şeriatçı, gerici bir karşı devrim hareketi olarak lanse etmiştir. (Sh:231)

Tek parti dönemi Cumhuriyet Halk Partisi zihniyeti ve bu dönemin hâkim anlayışını çok net bir şekilde özetlemesi açısından dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un 17 Eylül1930’da Adalet Bakanı sıfatıyla Ödemiş’te yaptığı konuşma yeterince açıklayıcıdır. “Benim fikrim ve kanaatim şudur ki; dost da düşman da bilsin ki, bu memleketin efendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsin.” (Sh:266)  

1925 Sonrası Kürt Siyaseti başlığı altında; Serbest Fırka, Suriye’deki Kürt muhalefeti, Ağrı İsyanı ve sonrası, Hawar Dergisi, Irak, İran, Sovyetlerdeki Kürtler ve Dersim İsyanı’nı inceler. (Sh:266-298)  Bölgedeki tüm isyanların bastırılması ve ardından bütün şiddetiyle devam eden sindirme hareketleri bölgede uzun yıllar sürecek bir sessizliğinde başlangıcı olduğunu vurgular. (Sh:298)

Demokrat Parti’nin ilk yıllarındaki coşku ve ümitler zamanla hayal kırıklığı ve çaresizliğe dönüşmüştür. 1958 İhtilal’inden sonra Irak’a dönen ve tekrar Kürt hareketini başlatan Molla Mustafa Barzani’nin eylemlerinin Türkiye’yi etkilemesi ve Türkiye’deki Kürtlerin de benzer taleplerle harekete geçmesinden endişe eden Türkiye’deki resmi çevreler, 1959 yılında Irak’ın Kerkük şehrinde meydana gelen olayları gerekçe göstererek Türkiye’de Kürt aydınlara karşı tutuklamalar gerçekleştirir. Tarihe 49’lar olayı olarak geçen hadise Kürt hareketinin ilk defa sol bir çizgiye evrilmesine zemin hazırlaması açısından önemlidir. (Sh:323-339)

1965 yılına gelindiğinde solcu sosyalist Kürtler Türkiye İşçi Partisi’nde (TİP), sağcı milliyetçi Kürtler, Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi’nde(TKDP) rejim ile entegrasyon sürecinde olan ve aslında bu entegrasyonu önemli oranda gerçekleştirmiş bulunan feodal Kürt ağa ve şeyhler ise Adalet Partisi ve Yeni Türkiye Partisi’nde toplanmışlardı. (Sh:350)

Asıl etkilerini ilerleyen yıllarda gösterecek olan Doğu Mitingleri’ni Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi yanlıları, Türkiye İşçi Partisi içinde yer alan ulusalcı Kürtler ve bağımsız Kürt aydınları birlikte düzenlediler. Mitinglerin ana teması Doğu’nun geri kalmışlık sorunu (veya kasten geri bırakıldığı) ile Kürt dili ve kültürü üzerindeki baskıların sona erdirilmesiydi. Halkın gösterdiği büyük ilgi mitingleri düzenleyen Kürt gençlerini umutlandırdı. Bu mitingler sonucu meydana gelen kamuoyunu örgütleme fikrinden hareketle ‘Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nı (DDKO) kurma kararı aldılar. İlk DDKO 1969 Mayıs’ında Ankara’da kuruldu. (Sh:351-354)

Altan Tan daha sonra “1974 affı ve Kürtler” başlığı altında o dönemdeki Kürt örgütlenmeleri üzerinde durur. (Sh:355-365)
PKK (Partiya Karkaren Kurdistan), Türkçesiyle ‘Kürdistan İşçi Partisi’, 27 Kasım 1978 tarihinde Diyarbakır’ın Lice ilçesinin Fis köyünde yapılan bir toplantıda Abdullah Öcalan’ın liderliğinde kuruldu. THKP-C’nin devamı olarak ortaya çıkan örgüt özünde Marksist-Leninist bir anlayışla, bağımsız birleşik Kürdistan hedefiyle ortaya çıktı.  PKK’nın başlangıçtaki ideolojisi ile ilgili Mustafa Akyol’dan şu tespitleri aktarır. 

“PKK’nın ideolojisi Marksizm-Leninizm’in yanı sıra, komünizmin ikinci bir versiyonu olan Maoculuğu da içeriyordu. Hatta 1970’lerin sonunda PKK’yı Dev-Genç, Dev-Yol gibi diğer sol örgütlerden ayıran en önemli farkın söz konusu Maocu etken olduğu söylenebilir. Maoculuk, devleti silah yoluyla yıkmayı hedefleyen klasik Marksizm-Leninizm’e bir de ‘gerilla savaşı’, ‘etnik milliyetçilik’ ve ‘köylü devrimi’ kavramlarını ekleyen bir formüldür.”  

Öcalan 1988 basımı Sosyalizm Ansiklopedisi’nde ‘devrimci şiddet’i ısrarla savunmaktadır. Abdullah Öcalan’ın şahsında PKK, kuruluşundan bu güne kadar geçen zaman içinde taktik ve stratejilerinde olduğu gibi ideolojik yaklaşımlarında da oldukça değişken ve pragmatik bir yaklaşım izledi. PKK’nın özünü oluşturan ‘sömürge tezi’ Öcalan’ın mahkemedeki ifadesinde ve son savunmasında terk edildi. Bölgedeki diğer Kürt partilerinin çoğu ve özellikle Irak’takiler belli bir bölge ya da aşirete bağlı olmalarına karşın PKK’nın yapısı içinde klasik anlamda Kürtlük çok azdır. PKK’nın kuruluşundaki lider kadroların çoğu Kürt kültürüne oldukça yabancı olup, birçoğu meramını düzgün ifade edebilme anlamında Kürtçe bilmemektedir. Kuruluşundan bu yana otuz yıllık bir dönem geçmiş olmasına rağmen PKK’nın kendi arasındaki eğitim ve yazışma dili Türkçedir. PKK’nın üzerinde siyaset yaptığı ana kitlenin geleneksel alt dokusu büyük bir çoğunluğuyla Sünni, Nakşibendî ve Şafii’dir. Bu coğrafyanın insanlarında Kürtlük endişesi ideolojik endişelerin önündedir ancak PKK’nın özellikle Avrupa’daki yönetici kadrolarının önemli bir kesimi Alevi Kürtlerdir.

‘PKK 1978 yılındaki kuruluşundan 1980 darbesinin yapıldığı güne kadar Kürt siyasetinde tek isim olmak, kendi dışındaki örgütleri tasfiye ederek bölgenin tek hâkimi olmak için çalışmıştır. Daha sonra PKK’nın aslında ne olduğu ile ilgili iddiaları değerlendirir. PKK eylemleri sonucunda Kürtlerin %60’ının Türkiye’nin batısına göç etmesi nedeniyle; Kürt sorunu, Irak, Suriye ve İran için olmasa da en azından Türkiye için, siyasi ve sosyal sonuçları itibariyle ‘ayrılıkçı ve bölücü’ niteliğini kaybetmiştir. tespitiyle PKK’ya ayırdığı bölümü noktalar. (Sh:365-379)

12 Eylül 1980 Darbesi ve Kürtler başlığı altında Diyarbakır 5 No’lu Askeri Cezaevi’nde yaşananları aktarır. Cezaevinden çıkmayı başarabilenlerin büyük çoğunluğu yıllardır uzak kaldıkları annelerini ve babalarını bile doğru düzgün görmeden Dağ’a çıkarlar. (Sh:380-399)

Türk Milliyetçilerin (Sh:400) ve Komünistler-Sosyalistlerin (Sh:407) Kürt sorununa bakışını inceledikten sonra İslâmcıların Kürt sorununa bakışını Nurcular, Tarikatçılar, Milli Görüş Hareketi, Türkiye’deki Müslüman aydınlar, Müslüman Kardeşler Cemaati ve İran İslam Devrimi başlıkları altında inceler. (Sh:425-483) Tüm bu unsurlardan önce Bediüzzaman Said-i Nursi’nin  “Keskin zekâsı, engin İslâmi bilgisi ve belki de bunlardan çok daha önemli olan yanı ömrü boyunca her hâl ve şart altında devam ettirdiği onurlu, tavizsiz, ilkeli ve mütevazı hayatıyla 20. Yüzyıl İslami hareketlerine damgasını vuran kişi olmuştur. Said-i Nursi’nin fikirleri, önyargısız ve objektif olarak incelendiğinde, dün olduğu gibi bugün de ve daha da önemlisi yarın için de Kürt sorunun çözümünde önemli bir nirengi noktasıdır.” tespitinden sonra görüşlerini inceler. (Sh:426-458)

Tanzimat Fermanı’nın ardından bölgedeki Beyliklerin tasfiye edilmeleri sonrasında ortaya çıkan boşluğu Nakşibendî tarikatı doldurmuştur.  Demokrat Parti’den AKP’ye kadar uzanan silsile içinde birkaç istisna dışında hemen hemen ileri gelen tüm tarikat şeyhlerinin çocukları milletvekili oldu. Büyük çoğunluğu sistemle bütünleşen bu aileler zaman içinde Kürt sorunundan uzaklaşmaya ve resmi ideolojiye yakınlaşmaya başladı. Bugün Türkiye’de etkili olan tarikatların hemen hemen tamamı Kürt sorunundan uzak durmakta, resmi söylemlerinde bu konuya değinmemeye dikkat etmektedirler. (sh:461-463)

Kürtler üzerinde etkili olmuş ve Kürtlerin ciddi bir destek verdikleri hareketlerden biri de Necmettin Erbakan liderliğindeki Milli Görüş Hareketi’dir. 1987 milletvekili genel seçimlerinde başta Diyarbakır olmak üzere çoğu bölge ilinde Milli Görüş’ün kalesi kabul edilen Konya’dan daha fazla oy aldığını hatırlatır. Refah Partisi, Milliyetçi Çalışma Partisi ve Islahatçı Demokrasi Partisi arasında 1991 yılında gerçekleştirilen seçim ittifakı ve sonuçları üzerinde ayrıntılarıyla durur.  Bölgenin ve Türkiye’nin ve hatta Ortadoğu’nun geleceğini planlayan bir ‘gizli el’ Refah Partisi’ni ve onun şahsında dindar Kürtleri, Kürt siyaseti içinde istemediğinden söz konusu ittifakın gerçekleştirildiği iddiasındadır. Bu ittifak ile Kürt siyaseti tamamen PKK ve Laikçi-Sol Kürt grupların eline geçti. Milli Görüş Hareketi kadroları ve hareketin lideri Necmettin Erbakan’ın Kürtlerin yıllardır süren fedakâr ve çoğu kez cansiperane desteklerine rağmen Kürt kimliği, dili ve kültürü ile en ufak bir kanun teklifinde bulunmamasını eleştirir. RP’nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasına sebep olan Bingöl konuşmasının bile Kürtlerin gasp ve inkâr edilen haklarının iade edilmesi yönünde bir çaba ortaya koymadığı, aksine mevcut durumu zımnen kabulü olduğunu ifade eder. Refah Partisi eleştirisini ‘Recai Kutan’ın meşhur Kürt gelini’ esprisiyle noktalar. (Sh:463-470)

‘Müslüman Aydınlar ve Kürt Sorunu’ başlığı altında Abdurrahman Dilipak, Hayrettin Karaman ve Ali Bulaç’ın görüşlerine yer verir. Ardından Turgut Özal ile ilgili değerlendirmelerde bulunur. (Sh:470-486)

‘Derin Devlet ve Kürt Sorunu’ başlığı altında derin güçlerin son otuz yıllık yakın dönemde ortaya koydukları politikaları ‘Kürdü, Kürde kırdırmak’ şeklinde özetlenebileceğini belirterek, PKK-Hizbullah çatışmasını aktardıktan sonra asıl doğurduğu sonuçların tartışılması gerektiğini söyler. (Sh:489)

‘Günümüzde Kürt Sorununa Yaklaşımlar’ başlığı altında, solun, MHP’nin, AKP’nin,  DTP’nin, HAK-PAR’ın, KADEP’in, Ordu ve MİT’in Kürt sorununa bakışını özetler. (Sh:507-520)

‘Kürtler Neden Şehirleşemedi?’ sorusuna verdiği cevaplar bölgeyi tanımak adına önemli ayrıntılardır. Kürdistan’daki kentlerin şehir dili genellikle Türkçe ve Arapçadır. (Sh.520-524)

‘Kürt Ulusalcılığının Sorunları’ üzerinde durduğu bölümde; Sömürgecilik ve 5 Parça Tezi, Aryan Üstün Irk Tezi, Kürt Burjuvazisi, Etnik Nüfus ve Etnik Toprak Tezi, Resmi Dil ve Ulusal Dil Sorunu, Kürt Diasporası, Ulusalcı Aydın Profili, Medya ve Ulusalcılığın Düşman Olduğu Unsurlar üzerinde durur. (Sh:525-546)

‘Kürt Sorununun Çözümüne Doğru’ başlığı altında Bağımsız Kürdistan, Otonomi-Federasyon ve Birlikte Yaşama şeklindeki alternatifleri irdeler. Bask, Katalanya, İsviçre ve Belçika modellerine değinir. Dün olduğu gibi bugünde Kürtlerin büyük çoğunluğunun Bağımsız Kürdistan’dan yana olmadığını bunun da iki temel sebebi olduğunu belirtir. Birincisi; Ulus- devlet fikri ve modeli 19. yüzyıla ait olup bugün geçerliliğini yitirmiştir. İkincisi; Ulus- devlet modeli, Ortadoğu’ya uymamaktadır. Ulus- devlet, Ortadoğu toplumlarına çözüm değil çözümsüzlük getirmiştir. (Sh:546-555)

Etnik federasyon (her din, mezhep veya dile ayrı bir devlet) fikrinin Türkiye şartlarına uygun olmadığını ve birlikte yaşamanın gerekçelerini ortaya koyar. Entegrasyon mu, asimilasyon mu sorununu acılı ve acısız asimilasyon kavramlarıyla açıklamaya çalışır. Kendisine ait olan acısız asimilasyon tabirini açıklarken Türkiye’deki ‘derin siyasi çevrelerin’ çözümü geciktirebildikleri oranda kârlı olduklarının farkında olduklarına değinir. Örneğin Türkiye’de yaşayan Kürtlerin yarıdan fazlası ana dilleri olan Kürtçeyi konuşamadıkları, terör sebebiyle metropollerde doğan Kürt çocuklarında bu oranın %90’a ulaştığını aktarır. Etnik kültürlerine fazla bağlanan toplulukların ekonomik, sosyal ve kültürel geri kalması şeklinde ifade edilen ‘Etnik Tuzak’ üzerine söyledikleri dikkate değerdir. (Sh:555-574) Bu vesileyle Kürtlere ana dilde eğitim üzerinden yaptığı hatırlatmaların, Müslümanların İmam Hatip meselesini konuşurken dikkate almaları gerektiğini hatırlatmakta da fayda vardır.

Kürt meselesinin yoğun bir şekilde tartışılmaya başlandığı 20.yüzyılın başlarından günümüze kadar devam eden yaklaşık yüzyıllık dönemde Kürt siyasetinde Laik-Ulusalcı Kürtler ile İslâmcı Kürtlerden oluşan iki ana çizgi süregelmektedir. 1990’lardan itibaren içeride ve dışarıda uzantıları olan bir gizli el, İslâmcı Kürtleri ve İslâm’ı Kürt coğrafyasından tasfiye operasyonuna başladı. Bölge PKK’nın şahsında laikçi-seküler ve özellikle de İslâm karşıtı Kürt siyasetine terk edildi. Günümüzde birçok siyasi analist Kürtlerin arasında laik-seküler dünya görüşünü benimseyen önemli bir kitlenin meydana gelmesinde PKK’nın etkisinin yadsınamaz olduğunun altını çizmektedir. PKK eliyle ‘Kürt Modernleşmesi’nin gerçekleştirilmesi ve seküler hayat tarzının yerleştirilmesi uzun vadeli ve ciddi bir planlama olarak görülmektedir. (Sh:578-580)

‘DTP-Statüko İttifakını’ açıklarken verdiği örnekler meselenin can alıcı noktasını ifşa etmektedir. DTP Iğdır milletvekili Pervin Buldan ile Van milletvekili Özdal Üçer’in açıklamaları şöyledir: “Bizim laiklik anlayışımızla Türk Silahlı Kuvvetleri’nin laiklik anlayışı aynıdır. Türkiye için en büyük tehlike ‘Ilımlı İslâm’ projesidir.” Bu meseleyi farklı örneklerle açıklar. (Sh:583-586)

Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslarda ya kardeşçe ve el ele verilerek ‘yeni bir düzen’ kurulacak ya da halen yaşamakta olduğumuz felaket ve acılarla dolu zelil durum devam edecektir. Bundan sonrası ‘Ya Kardeşlik, Ya Kölelik’ tir. Barış ve kardeşliğin kazanması dileğiyle kitabını tamamlar.

Özetlemeye çalıştığımız kitap ile ilgili aşağıdaki tesbitleri ilave etmekte fayda vardır.

1-Kürt sorununu ele alırken Türkiye ile sınırlı kalmayıp tüm Kürt coğrafyasındaki gelişmeleri kronolojik olarak ele alması ile ciddi bir kaynak taraması yapmış olması kitabın kıymetini arttıran hususlardan olup mesele ile ilgilenenler için hemen her konuya değinmesi sebebiyle konuyla ilgili ilk planda müracaat edilecek kaynaklardan olmuştur.   

2-Kürt-Ermeni ilişkilerini incelediği bölümde; “Bazı dönemlerdeki iktidar mücadeleleri ve rekabetler dışında Kürt hükümdarlıkları ile Ermeni beylik ve krallıkları arasındaki ilişkiler genelde dostane olmuştur.” (Sh:142) tesbitinde bulunur. Müfid Yüksel bu konuda farklı düşünmektedir; “ Kürtler ve Ermeniler tarihte birbirine rakip iki kavimdir. Kürt-Ermeni düşmanlığının tarihi M.Ö.400’lü yıllara dayanır.  Kürtler İslâm’a girdikten sonra, Kürt-Ermeni düşmanlığı daha da arttı. Kürtler diğer Müslümanların yardımı ile Ermenileri bölgede sürekli gerilettiler. Ermenilerin Osmanlıya sadık oldukları dönemde sadece Ermenilerle Kürtler arasında düşmanlık söz konusuydu. Ermeniler, Osmanlı-Rus savaşında Rusların yanında yer alırlar. 1877-78, 93 harbinde Kars ve Ardahan’ı Ruslara Ermeniler teslim eder. Birinci Dünya Savaşında, Rus ordusunu Erzurum, Van, Muş, Bitlis’e Ermeniler sokar. Bu durumda Osmanlı yönetimi Ermeni nüfusunun Kürdistan’dan başka yerlere nakline karar verir. Bölgede Kürtlerle karışık bir ortamda yaşayan Ermeniler tehcire tabi tutulur. Bugün Ermenilerin, Ermenistan diyerek hak iddia ettikleri bölgelerin tamamına yakını Kürdistan mıntıkası içinde yer alır. Yani Ermenilerin asıl sorunu Kürtlerledir, diğer kavimlerle değildir. Son dönemlerde Ermenilerin Kürtlere karşı sıcak gibi gözüken tavırları son derece aldatıcıdır. Zira Ermeni’nin gözü bugünkü Kürt toprağındadır.

Birinci Dünya Savaşında Kürtlere düşmanlıkları M.Ö. 600’lü yıllara dayanan Hıristiyan Asur milisler Asur Devleti vaadine kanarak İngilizler safında Osmanlılara ve Kürtlere karşı savaşır. Hatta Kerkük ve Musul’un İngilizlerin eline geçmesini sağlarlar. Ancak İngilizler Asurlulara verdikleri sözleri yerine getirmezler. Asurlular da Osmanlılar ve Kürtler tarafından büyük bir kıyıma uğratılır. Birinci Dünya Savaşından sonra Kürtler, diğer Müslümanların da yardımı ile iki büyük Hıristiyan topluluğunu Kürdistan’dan saf dışı etmiş olurlar. Kürt nüfusunun yayılma alanı tarihte görülmeyecek şekilde genişler. Kars’ın Digor’undan Irak’ın Süleymaniye’sine kadar geniş bir alan Kürt nüfusu ile dolar.” (1)   Kadir Mısıroğlu ise PKK’nın kamufle bir Ermeni Hareketi olduğunu iddia eder. (2) Altan Tan’ın PKK tahlilleri yaptığı bölümde Ermenilerin ve bir dönem çok konuştuğumuz ‘Çekiç Güç’ün etkilerini dikkate almadığı gözlenmektedir.

3- 49’lar olayının sonuçlarını değerlendirirken: “ Geçmişte büyük çoğunluğu feodal Kürt ailelerine mensup kişilerle, bir şekilde okuma fırsatı bulmuş az sayıdaki orta sınıf Kürt ailelerinin önderliğinde gelişen ve genel özellikleri demokratlık olan Kürt hareketinin belki de ilk defa sol bir çizgiye evrildiği” şeklinde bir ifade kullanır. (Sh:334) Oysa Müfid Yüksel aynı kanaatte olmayıp Kürt hareketinin belirleyici unsurunun Nakşibendî tarikatı olduğu kanaatindedir. “Nakşibendî aristokrasisi, Cumhuriyet’in kuruluşundan kısa bir süre sonra Şeyh Said ayaklanmasıyla birlikte muhalif konuma geçti. İsyana katılmayan Norşin, Ohin, ve Hizan şeyhleri de sürgüne gönderildi. Bir kısmı ağır cezalarla cezalandırıldı. Özellikle de tek parti döneminde tüm Kürdistan’a ve özellikle Nakşibendî şeyh ve molla ailelerine yönelik jandarma baskısı, bunları iyice muhalif konuma getirdi. Bu muhalefet, devlet okullarına gitmemek, medrese ve tekkeleri açık tutmaya çalışmak, hatta TC’nin nüfus cüzdanlarını almamak şeklinde tezahür ediyordu.” (3)  Başka bir yerde ise şu tespitlerde bulunur: “Kürdistan’da medreseler sadece şehirler ve kasabalarda bulunmazdı. Birçok Kürt köyünde medreseler vardı. Hatta köylerde medreseler şehirlerden daha yaygındı. Şehirlerde mirlerin-beylerin yaptırdıkları medreseler vardı. Köylerde ise medreseler şeyhler ve mollaların elinde idi. 19. Yüzyıldaki Nakşî etkisi ile beraber medreseler Nakşî egemenliğine girmişti. Bu medreselere bağlı mollaların; yaşadıkları veya mollalık görevini yaptıkları köylerde medreseleri vardı. Kürdistan’ın en önemli özelliklerinden birisi hemen her köyde medrese kökenli bir mollanın bulunmasıdır. (4) Müfid Yüksel kitabında bu sosyal yapıyı ayrıntılarıyla tahlil eder. Meseleye bu açıdan bakıldığında PKK’nın kullandığı etnik-terör yönteminin sonuçlarından olan köy boşalmalarının, hangi büyük planın parçası olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Ulusalcı-Laikçi çizginin Kürtler üzerindeki etkinliği son yirmi yılla sınırlıdır. Oysa yukarıda açıklamaya çalıştığımız gibi tarikatların Kürtler üzerinde ciddi bir ağırlığı vardır. Kitapta bu konu yeterince ele alınmış gözükmemektedir.(5)  

4-Altan Tan, farklı devletlerin sınırları içinde yaşamak zorunda kalan ve Kürtlerin gasp edilen hak ve hukukları için mücadele eden Kürt hareketlerinin Arap Dünyası, Türkiye ve İran’daki İslâmi hareketlerden ciddi bir destek ve olumlu bir yaklaşım görmedikleri kanaatindedir. (Sh:425) Bu ifadeleri 2011 genel seçimlerinden sonra Taraf gazetesine gönderdiği ‘Adressiz Kurşun Katildir’ yazısında sertleşir: 

“Bazı ‘Demokrat’, ‘liberal’ ve sözde İslamcının, kendini ümmetçi zanneden milliyetçinin Kürtler için ön gördüğü acısız asimilasyondur.” (Taraf/25 Eylül 2011) Seçimlerden önce Habertürk Televizyonunda ‘Söz Sende’ programında: “Benim kimliğimi, dilimi, dinimi, mezhebimi tanımayan, gasbeden, gasbedenlere destek veren Kürt, Devşirme Kürttür.” açıklamasını yapar.

Bu açıklama üzerinden Recep Tayyip Erdoğan’a yüklenir. Bu noktada Altan Tan’a PKK Terör Örgütü’nün liderlerinden Murat Karayılan’ın Almanya’da yayımlanan ‘Bir Savaşın Anatomisi’ isimli kitabında PKK’nın dine ve dindar Kürtlere bakışını anlatırken, ağır hakaretlerde bulunmayı tercih ettiğini hatırlatmakta fayda vardır.(6) Osman Öcalan’ın Kürtlerin dinine ve meşrebine (Nakşibendîlik) tahammülü yoktur.
Kürt kavmine mensup Müslümanlara Anadolu’dan yeterli desteğin gelmediği eleştirilerine Müfid Yüksel de katılır fakat üslûbu farklıdır: “Gerçek şu ki, Türkiye’deki İslâmcı akımların çoğu Kemalist rejime karşı olma iddiasında olmalarına rağmen, Kemalist rejimin yıllardır yerleştiremediği bazı imajlardan hala kurtulamamışlardır. Bütün hareket ve planlar, hala sanki bu ülkede sadece Türk unsuru varmış gibi yapılmaktadır. Diğer unsurlar (bilinçli olmasa da) görmezlikten gelinmekte, dolayısıyla soruna eğilinilmemektedir. Sanki rejimin ‘Türkiye Türktür’, ‘Türkiye Türklerindir’ şeklinde yerleştirmeye çalıştığı imajı, bilinçaltında kabullenmiş gözükmektedirler.” (7)  

Bu kanaatlerin Kürt kavmine mensup kardeşlerimiz arasında son dönemde yaygınlaşması meselenin bir başka yönünü ortaya koymakla birlikte eleştirilerde haklılık payı vardır. Ancak tam da bu noktada bir hatırlatma yapmakta fayda vardır.

 Meselenin yaşanılan coğrafya ya da mensup olduğumuz ırklarla bir ilgisi yoktur. Kürtlerin verdiği mücadelenin uluslararası camiada ses getirmesinin haklılıkları ile ilgisi olmadığı ortadadır. Uluslararası camia Irak’ta ölen bir milyon Müslüman’ı çok rahat görmezden gelebilmektedir. Müslümanlar Bosna’yı, Cezayir’i,  Çeçenistan’ı, Afganistan’ı ve diğer bölgelerde yaşanan gelişmeleri unutmamışlardır. Arap Baharı dünyayı yöneten zalimlerin menfaatlerine hizmet ettiği oranda bir değer ifade eder. ‘Medeni Vahşet’ bu noktada bir ayrımda bulunmaz. Altan Tan seçim öncesi Habertürk’te Diyarbakır’da katıldığı bir başka TV programında TOKİ ihalelerini kazanan Kürt’lerin sayısını isteyerek “Kürtler artık kardeşlik değil ortaklık istiyor .” diyebilmektedir. İşin tuhaf tarafı İslami kimliği ile ön plana çıkmış farklı Kürt unsurlarının da bu kardeşlik söyleminden rahatsız olmalarıdır. Uluslararası güç odakları ve uzantılarıyla aralarına mesafe koyan tüm Müslüman unsurlar yalnızlaşmış ya da yalnızlaştırılmıştır. Bu bilinçli tercihin sebebi ortaklığı değil kardeşliği öncelemeleridir. Aramızdaki hukuku yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen tesis edecek olan şey halen İslam kardeşliğidir.

5- Refah Partisi, Milliyetçi Çalışma Partisi ve Islahatçı Demokrasi Partisi arasında 1991 yılında gerçekleştirilen seçim ittifakı ve sonuçları üzerinde ayrıntılarıyla durduğu kitabında,  Bölgenin ve Türkiye’nin ve hatta Ortadoğu’nun geleceğini planlayan bir ‘gizli el’ Refah Partisi’ni ve onun şahsında dindar Kürtleri, Kürt siyaseti içinde istemediğinden söz konusu ittifakın gerçekleştirildiği iddiasındadır.

2011 Genel Seçimlerden önce Habertürk Televizyonunda katıldığı ‘Söz Sende’ programında daha önce eleştirdiği çizgideki insanlarla birlikte siyaset yapma sebebi sorulduğunda: “ BDP’de DTP’de Kürt siyasetinde önemli bir aktör, önemli bir nokta. Tabii ki onlar da yaşadıkları bu deneyimden ders çıkarttılar” şeklinde cevap vermiştir. Bu cevabın, Bölgenin ve Türkiye’nin ve hatta Ortadoğu’nun geleceğini planlayan bir ‘gizli el’ ile ilgisi olmadığı ortadadır. İki yılda neyin değiştiğini izah etmek zorundadır.

6- Said-i Nursi’nin fikirleri, önyargısız ve objektif olarak incelendiğinde, dün olduğu gibi bugün de ve daha da önemlisi yarın için de Kürt sorunun çözümünde önemli bir nirengi noktasıdır.” tespitini yapar. (Sh:426-458) Daha sonra Said Nursi’nin İçtimai Dersler eserinden alıntı yapar ve şöyle yorumlar: “Said-i Nursi bütün hayatı boyunca ümmetçi İslam anlayışının bir gereği olarak Kürt-Türk kardeşliğini savunmuş ve her iki milletin de hukuklarının muhafaza altına alındığı İslam birliğini arzulamıştır. Kürtleri inkâr ve asimile etme anlayışına sahip olan Türk ırkçılarına da, Türklerden ayrılarak bir Kürt devleti fikrinde olan Kürt ulusalcılarına da karşı çıkmıştır. Dinsizlik ve Frenklik illetine kapılmakla suçladığı ‘Kürt unsurundan addedilen mahdut (sınırlı-az sayıda) birkaç dinsiz veya mezhepsiz’ Kürt ulusalcılarına şiddetle karşı çıkmıştır. (Sh:457) Altan Tan’ın örnek olarak gösterdiği Said-i Nursi’yi, örnek almasında fayda vardır.

7- Kanaatimce kitabın en ilgi çeken bölümlerinden birisi babası Bedii Tan’dan bahsettiği bölümdür: “Bedii Tan’ı tanıyan herkesin ağzından dökülen ilk kelime ‘beyefendi, tam bir beyefendi’ydi. Kırk dokuz yıllık kısa ömründe hemen hemen hiç kimseyi kırmamış, hiç kimseyi incitmemiş birisiydi. Hayatı boyunca CHP’ye muhalefet etti, Demokrat Parti’yi ise ‘renksiz’ ve CHP’nin ‘güler yüzlüsü’ diye niteleyerek eleştirdi. Milli Selamet Partisi kuruluncaya kadar hiçbir siyasi partiye yakınlık duymadı. Edebiyata ve özellikle şiire tutkuluydu. Anlayışlı, kibar, mert, çocuklarıyla arkadaş ve cesur bir kişiydi. Cesaret ile kibarlığı aynı anda kişiliğinde birleştirebilen ender kişilerdendi. Koğuş arkadaşı Selim Dindar onu şöyle anlatıyor:

Altan Tan’ın babası Bedii Tan’ı da bir gardiyan işkenceyle öldürdü. O, yüzünde devamlı tebessüm olan biriydi. Yaşlı olmasına rağmen, işkence yapıldığı zaman bağırmıyor, yalvarmıyor, işkence yapanların gözlerinin içine bakıp tebessüm ediyordu. Bu tavrı onları çok kızdırdı. Çok dayak yedi ve yatağa düştü.” (Sh:393-394)

Babasını işkencede kaybeden Altan Tan’ın sisteme tepkisi ve hırçın tavırları anlaşılabilir. Fakat takınması gerektiğini düşündüğüm üslup, tam da babasının takındığı üsluptur. Yüzünden eksik etmediği tebessümle doğru yerden, doğru şeyleri söylediği takdirde, çözüme sağlayacağı katkının şimdikine oranla çok daha fazla olacağı kanaatindeyim. Altan Tan’ın BDP milletvekilliğini gözden geçirmesinde başta kendisi olmak üzere ümmetin maslahatları açısından fayda vardır.

Mîsak Dergisi
Sayı:252 / Kasım 2011

---------------------

1-Müfid Yüksel, Kürdistan’da Değişim Süreci, Sor Yay, Ank 1993, Sh:44-50
2-Kadir Mısıroğlu, Filistin Dramının Düşündürdükleri, Sebil Yay. İst 2008,  Sh:142-152
3-Müfid Yüksel, Age Sh:101-102
4-Müfid Yüksel, Age, Sh:67-68
5-Ayrıca bakınız: Nevzat Çiçek, Seküler ve Dindar Kürtlerin Hegomonya Mücadelesi, Bilge Adamlar Dergisi, Mart 2011,Sayı:25, Sh:106-111
6-Bakınız: Mîsak Dergisi, Sayı:247, Sh:
7-Müfid Yüksel, Age,  Sh:33