Bu sayımızda sizlere Ertuğrul Düzdağ
tarafından kaleme alınan ‘Yakın Tarihimizde İslâm ve Irkçılık
Meselesi’ isimli kitabı tanıtmaya gayret edeceğiz. Son dönemde
artan etnik-terör hadiseleri; ‘kavmiyetçilik’ felâketinin, en temel
problemlerimizden biri olduğunu bizlere tekrar tekrar hatırlatmaktadır.
Tehlikeyi ilk fark edenlerden Ahmed Naim Bey ‘İttifak’
gazetesinin 30 Ağustos 1908 tarihli 14. sayısında ‘Arap İttihad Kulübü’ ne
karşı kaleme aldığı tenkid yazısındaki tesbiti şöyledir: “Biraz uzak
görüşlü olanlar nazarında bu yapılan, İslâm kardeşliğinin en ziyade takviye
edileceği bir zamanda, bir ayrılık başlangıcı gibi görünmez mi? Ey kardeşler!
İhtimal ki benim bu ürkekliğimi, bu korkumu biraz mübalağalı bulursunuz. Ben
ise, bu cemiyeti bu nam ile kuranları, her türlü fesatçı garazlardan, bütün
gönlümle tenzih etmekle beraber, bu unvanın kalbime verdiği dehşeti tasvirden,
lisan ve kalemimi âciz görüyorum.” (Sh:76) Tanıtmaya çalıştığımız eser
alanında bir boşluğu doldurmakta fakat ne hazindir ki kavmiyetçilik fesadı
sebebiyle yangın yerine dönen Türkiye’de değişen bir şeyin olmadığı da ibretle
gözlenmektedir.
Yakın Tarihimizde İslâm ve Irkçılık Meselesi |
Bu sayımızda sizlere Ertuğrul Düzdağ tarafından
kaleme alınan ‘Yakın Tarihimizde
İslâm ve Irkçılık Meselesi’ isimli kitabı tanıtmaya gayret
edeceğiz.
Son dönemde artan terör hadiseleri;
‘kavmiyetçilik’(ırkçılık) felâketinin, en temel problemlerimizden biri olduğunu
bizlere tekrar tekrar hatırlatırken, Cumhuriyeti kuran iradenin ortaya koyduğu
tercihin netice itibarıyla meseleyi içinden çıkılamaz hale getirdiği ortadadır.
Zira kurulan yanlış denklem, yapılan bütün doğru hesaplamaları boşa
çıkartmaktadır.
Türkiye’nin yaklaşık son otuz yılına damgasını vuran
etnik terör felâketi meseleyi sağlıklı bir zeminde ele almamızı
zorlaştırmaktadır. Bu toprakların ‘kavmiyetçilik’ (ırkçılık) felâketiyle
tanışıklığı daha eskilere dayanır. Bugünleri anlayabilmek için hafızalarımızı
yoklamakta fayda vardır.
Tehlikeyi ilk fark edenlerden Ahmed Naim Bey ‘İttifak’
gazetesinin 30 Ağustos 1908 tarihli 14. sayısında ‘Arap İttihad Kulübü’ ne
karşı kaleme aldığı tenkid yazısındaki tesbiti şöyledir: “ Biraz uzak
görüşlü olanlar nazarında bu yapılan, İslâm kardeşliğinin en ziyade takviye
edileceği bir zamanda, bir ayrılık başlangıcı gibi görünmez mi? Ey kardeşler!
İhtimal ki benim bu ürkekliğimi, bu korkumu biraz mübalağalı bulursunuz. Ben
ise, bu cemiyeti bu nam ile kuranları, her türlü fesatçı garazlardan, bütün
gönlümle tenzih etmekle beraber, bu unvanın kalbime verdiği
dehşeti tasvirden, lisan ve kalemimi âciz görüyorum.” (Sh:76)
Kavmiyetçi ‘Başkım’ kulüplerinin tahriki ile ayaklanan
Arnavutlar, muhtariyet isteyerek devlete isyan etmişler ve Balkan harbinde
Sırpların işgaline ve katliamına maruz kalmışlardı. Altı yıl sonra 23 Nisan
1914’te kaleme aldığı meşhur ‘İslâm’da Da’vay-ı Kavmiyyet’ adlı
risalesinde; “Irkın saadeti denen aldatıcı serâbın ardından koşan
Arnavut kardeşlerimizin başına gelen büyük felâket, bize müthiş bir ibret dersi
olarak yeter. Aynı sebepler aynı neticeleri doğurur. Bu tabiî ve aklî
bir kaidedir. O halde, bu yolda devam ettiğimiz takdirde, bizim de başımıza
gelecek musibet budur. Bu gidişle, İslâm’ın son sığınağı olan bu diyar, Allah
korusun-Arnavutluk gibi- dârü’l küfr haline gelecektir. Bazı Arap
kardeşlerimizin, ırk dâvâsına düşmekle takip ettikleri gayeyi bilemezsek de,
‘Türkçü’ namını takınan Türk kardeşlerimizle temasımız çokça olduğu için,
yollarını ve fikirlerini biliyoruz zannındayız. Kürd kardeşlerimiz ise
–anladığımıza göre- henüz bu hastalığa tutulmamıştır. Bundan sonra da dûçâr
olmamalarını Cenâb-ı Hak’tan niyâz ederim” (Sh:20) şeklinde efkâr-ı
umumiyyeye sunduğu tespit ve temennisinin önemi bugün çok daha iyi
anlaşılmaktadır.
“Adaleti mülkün (iktidarın) temeli olarak
değerlendiren Osmanlı-Saltanat rejimi, Tanzimat döneminden itibaren garip bir
değişime uğramıştır. Bu değişimin belirleyici unsuru, ‘Büyük Fransız
Devrimi’dir. Bu devrimden sonra Avrupa’da; bütün hükümlerin kaynağını akılla
sınırlandıran, bilimi putlaştıran ve dini ferdin vicdanına hapseden siyâsi akım
gündeme girmiştir..” (1)
“ Sanayi devriminin getirdiği imkânlarla bütün dünyayı
hızla etkisi altına alan aydınlanma felsefesi ve milliyetçilik ideolojisinin
zaruri neticesi olarak ‘her ulusa bir devlet’ anlayışının
ön plana çıktığı malumdur.” (2) “Osmanlı
Devleti’nin son yıllarında, bilhassa Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra gündeme
gelen ‘kavmiyetçilik’ fesadı Ümmet-i Muhammed’in param-parça olmasını
sağlamıştır. Meşrutiyet Dönemi’nde yaygın bir hastalık haline gelen
‘kavmiyetçilik’(ırkçılık) fesadı ile aydınlanma felsefesinin etkisinde kalan
İttihâd Terakki Fırkası iktidarının uygulamalarını birbirinden ayırmak kolay
değildir.” (3)
“İttihâd Terakki’nin fikrî yapısını iki safhada
değerlendirmek mümkündür. Birinci safha kısaca Namık Kemal’in anladığı manada
bir Osmanlıcılık diyebiliriz. 1913 yılından itibaren hâkim olmaya başlayan
ikinci safha ise tam manasıyla Tûrancı milliyetçilik felsefesidir ki, Arap
ve Kürt isyanlarına sebep olan da bu düşüncedir.” (4)
“Osmanlı Devleti’ni I. Cihan Harbine sokan Enver,
Tal’at ve Cemal Paşa üçlüsünden; Tal’at Bey, Alman hayranı, aşırı Türk
milliyetçisi ve masondur. Cemal Paşa ise Fransız hayranı, aşırı Türkçü
ve masondur. Enver Bey ile araları açılınca harbiye Nâzırı sıfatı ile
Suriye’deki 4. Orduy-u Hümâyûn kumandanlığına getirilmiş ve Arap Eyâletleri
onun idaresine verilmiştir.” (5)
Gazeteci Falih Rıfkı Atay o günleri anlattığı eserinde
ortaya koyduğu: “Acaba insanın öldüreceği kimseleri, önceden sağ
olarak, karşısında dizlerine kapatmaktan ve dik boyunlarını eğdirmekten aldığı
zevk nedir?” (6) şeklindeki tespiti ile “Cemal
Paşa için artık herkesin bildiği büyük rütbe ve nüfuzdan başka, masallaşmış
hükümler bile vardı. Suriye’de derlerdi ki, Cemal Paşa birisiyle görüştüğü
zaman burnunu kaşırsa sürgün düşünüyor, sakalını kaşırsa affedip etmemeyi
düşünüyor demektir. Yalnız bıyık burmasından korkunuz o zaman bu görüşmenin
ölüme kadar yolu vardır.” (7) şeklindeki tanıklığı
Cemal Paşa ile ilgilidir. Mason Cemal Paşa’nın görevini hakkıyla yerine
getirdiği görülmektedir.
Cihan Harbi sonrası Ortadoğu sınırlarını tespit eden
eller ile ‘İslâm kardeşliğinin bir işe yaramadığı, Araplar’ın en zayıf
zamanımızda bizi arkadan vurduğu’ propagandasını yıllardır gündemde
tutan elleri birbirinden ayırmak mümkün değildir. İşin garip tarafı bazı
kardeşlerimizin bu propagandanın etkisiyle kavmiyetçilik yangınının üzerine
körükle gittiklerinin farkında olmamalarıdır. (8)
Meryem Cemile meseleyi bir başka boyutuyla ele alır:
“Arap milliyetçilik hareketi en büyük hızını Beyrut’taki Amerikan
Üniversitesi’nden aldı. 1866 senesinde misyonerler tarafından kurulan
ve ilk Suriye Protestan Koleji olarak tanınan bu müessesenin tesiri bütün
Ortadoğu’da çabucak hissedildi. (…) Burada zehirlenmiş gençler nesiller boyunca
Arap dünyasının liderliğini yaptılar.” (Bu üniversite otuz dört binden fazla
mezun ve Birleşmiş Milletlere on dokuz kurucu üye vermiştir.) (Sh:283-285)
Meselenin özü Kadir Mısıroğlu’nun; “İngilizler,
Lozan’da imzalanan muâhedeyi tam yedi buçuk ay tasdik etmeyerek Hilâfet’in
ilgâsı keyfiyetinin gerçekleşmesini görene kadar beklemişlerdir. 24 Temmuz
1923’te imzalanan Lozan Muâhedesi’nin İngiliz Parlamentosu’ndaki müzâkere ve
tasdîki 6 Mart 1924’tür. Zira 3 Mart 1924’te yenilenen meclisle Hilâfet’in
ilgâsı temin olunmuş ve bunu gören İngilizler de mezkûr muâhedeyi tasdîkte bir
beis görmemişlerdir” (9) şeklindeki tespitinde
saklıdır.
Sosyal hadiselerin bir tek sebeple açıklanamayacağı
malumdur. İslâm topraklarını yangın yerine çeviren ‘kavmiyetçilik’ (ırkçılık)
felâketini o günlere bakan birkaç boyutuyla kısaca ele almaya çalıştık. Tanıtmaya
çalışacağımız kitap; o dönemin canlı şahitlerinin meseleyi nasıl
değerlendirdiklerini göstermesi açısından da önemlidir. Kitapta;
Babanzâde Ahmed Naim, Said Halim Paşa, Mehmed Âkif Ersoy, Bedîüzzaman Said
Nursi ve Çerkeşşeyhi-Zâde Halil Hâlid’in hayat ve eserleri kısaca tanıtılmış,
sonra söz konusu makaleleri aktarılmıştır. Son bölümde ise ‘Seçilmiş Yazılar’
başlığı altında; Şeyhülislâm Ebussu’ûd Efendi, Ahmed Cevdet Paşa, Yozgat
Gazetesi, Yunus Nâdi, Mehmed Reşad, İmam Gazâli, Muhammed Hamidullah, Ömer Rıza
Doğrul, Nizameddin Nazif Tepedelenlioğlu, Meryem Cemile, Sezai Karakoç ve Ahmed
Selim yazılarıyla kitap zenginleştirilmiş.
Babanzâde Ahmed Naim
Mithat Cemal Kuntay, Ahmed Naim için; “İşte
Akif’in ashaptan sonra en sevdiği adam! Mehmet Akif kırk iki sene
ona hizmet etti” dedikten sonra şöyle devam eder: “Bir de bu Ahmed
Naim o kadar çok susuyor, en basit şeyi o kadar dikkatle dinliyordu ki
-hatırladıkça hala utanırım- onun hakkında ‘basit adam’ kararını vermiştim.
Hâlbuki Akif onun asıl bu yönünü seviyordu”. Mehmet Akif’in ‘Naim,
sormazsan malumatını söylemeyen adamdır, Naim dinlemesini bilen
adamdır’ dediğini, bu noktalarda Mehmet Akif’le birbirlerine çok
benzediklerini aktarır.” (10)
“Şeyhü’l-İslâm Musa Kâzım Efendi’nin İslâm
Mecmuası’nda çıkan bir makalesi üzerine, önce ‘Irkçı-Milliyetçi’ sonra
‘İttihatçı-Mason’, daha sonra ‘Solcu-Sosyalist’ olarak ölen Nüzhet Sabit
ismindeki yazarın(11) öğrenmek maksadıyla
sorduğu sorulara Ahmed Naim Efendi’nin verdiği cevaplardan oluşan ve
sadeleştirilip notlar eklenerek neşre hazırlanan eserin orjinal adı “İslâm’da
Da’vây-ı Kavmiyyet”tir. Risâle, ilk olarak Sebîlürreşad mecmuasının 10
Nisan 1330 / 23 Nisan 1914 tarihli 293. sayısında, yirmi sayfalık mecmuanın on
beş sayfasını kapsayan uzun bir makale olarak neşrolundu. Aynı yıl,
“Sebîlürreşad Kütüphanesi Neşriyatı”’nın 18. Kitabı olarak 55 sayfalık bir
risâle hâlinde yayınlandı: Dârülhilâfe, Tevsi-i Tıbâat matbaası, 1332” (sh-12)
Ahmet Naim, “nereye ve niçin gittiğini idrâkten aciz
bulunan ve bütün yaygaraları ‘Uydum Kalabalığa’ demekten
ibaret olan çoğunluğu bir tarafa bıraktığını, Türkçülerin ileri gelenlerini,
reislerini, önderlerini, ulularını ikiye bölünmüş ve bunlardan bir kısmını
‘Halis Türkçü’ diğer bir kısmını da ‘Türkçü-İslâmcı’ olarak gördüğünü ifade
eder. (Sh:20)
Halis Türkçülerin: “Büsbütün yeni bir mefkûre ortaya koymak;
eski an’aneler ile münasebet bağını keserek, yeni an’aneler vücuda
getirmek, ‘yeni bir iman’ ile ‘yeni bir kavim’ ve ‘yeni
bir millet’i kalıba dökmek” hevesinde oldukları; bu sebeple
“Türkçü-İslâmcı’larla dertleşilebileceği, zira bunlarla İslâm çerçevesi içinde
anlaşıp, hakikati din namına onlara kabul ettirmenin daha kolay olduğu”
kanaatindedir. (Sh:21-23) Ertuğrul Düzdağ konu ile ilgili kanaatlerini şöyle
dile getirir: “Müslüman milletleri ırk heyecanını tahrik ederek birbirine
düşürmek Yahudilerin ve münafıkların vazgeçilmez usulleridir. 1908
Meşrutiyetinden sonra, meselâ Moiz Kohen Tekinalp’in Türkçülük faaliyetleri
hayret verecek kadar çoktur. Yazı ve kitaplarını sadece “Tekin Alp” imzası ile
yayınladığı için çokları onu da Türk sanıyordu.(Tekin Alp hakkında daha fazla
bilgi için ‘Yakın Tarihimizde Gizli Çehreler’ adlı kitabımıza
bakınız.) Arapçı ve Türkçülerin ileri gelenlerinin birçoğu ise Birinci Cihan
Harbi’nden sonraki devirde, üzerlerindeki eğreti ’Müslüman’ sıfatını da
attılar.
Batıcı ve din karşıtı zümrenin akıl hocaları olup,
başına geçtiler.”(Sh:200, 17 numaralı dipnot) Bir başka yerde şöyle der:
“Meşrutiyet Devri Türkçülerinden bir kısmı, yanlış olsa da, fikirlerinde belki
samimi idiler. Bunlar zayıfladığını zannettikleri din duygusunun yerine ırka
dayanan bir milliyetçilik ülküsünü koymak istiyorlardı. Fakat Cumhuriyet’ten
sonra güdülen Türkçülük fikri sadece İslâmiyet’e –bir ülkü adına- hücum
edebilmek için elde tutulan bir bahane olmaktan öteye gidememiştir. Nitekim
–zann-ı fâsidlerince- dînin hesabı görülünce, Türkçülüğün merkezi olan ‘Türk
Ocakları’ kapatıldı. 1940’dan sonraki yıllarda ‘Resmi Türkçüler’ ile ‘Halis
Türkçüler’ arasında ikincilerin zindanı boylamalarıyla neticelenen ‘Turancılık’
hadisesi herkesin malumudur. Bu vaziyette, merhum Bedîüzzaman’a ‘Kürd’
denilmesi, diyenlerin ‘Türkçülüğünden’ veya ‘Kürdler’e bir hûsumet
beslediklerinden değildi. Onların nazarında merhum, yok etmek istedikleri imanı
ayakta tutan bir adamdı ve nasıl olursa olsun susturulmalıydı. Nitekim ırken
Türk olan birçok din âlimi ve dindar aydın, boyun eğmedikleri için daha da kötü
muâmelelere dûçar olmuşlardır.” (Sh:208, 31 numaralı dipnot)
[Allâh-u Teâlâ’nın; “Onlar sözü dinlerler
ve en güzeline tabi olurlar” (Zümer 39/18) beyanı, müminlerin
vasıflarını ortaya koymaktadır. Dolayısıyla Babanzâde Ahmed Naim’in yazısında
kendisine muhatap kabul ettiği kesimin “Türkçü-İslâmcı” kardeşlerimiz olması
gayet normaldir. Bugün de Müslüman’lığımızın ve Türk’lüğümüzün geleceğini
tehlikede gören bazı kardeşlerimiz çözümü, “Ülkücü Hareket” içinde
görmektedirler. Fakat konunun seçim öncesinde veya terör hadiselerinin arttığı
dönemlerde bir refleks olarak gündeme gelmesi meseleyi içinden çıkılamaz bir
noktaya sürüklemekte, partiler üzerinden yapılan kısır tartışmalar ayrılıkları
pekiştirmektedir. Zerre miktarı hayrın ve zerre miktar şerrin hesabını
vereceğimiz güne hepimiz iman etmekteyiz. Böylesine önemli bir meseleyi
günübirlik tartışmalarla bulandırmadan Allah-u Teâlâ’nın(c.c.) bizden istediği
ölçüleri dikkate almak zorunda olduğumuzu hatırlatmak isteriz.]
Ahmed Naim’in meselenin şer’i boyutunu tüm
ayrıntılarıyla ele aldığı söz konusu makalesi (Sh:34-72) “Allah ve
Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, artık ne mü’min bir erkek ne de mü’min bir
kadın için (o hükme muhâlif) işlerinde
kendilerine (başka bir yolu) seçme hakkı yoktur! Ve her
kim Allah’a ve Rasûlüne isyân ederse, artık muhakkak ki apaçık bir sapıklık ile
dalâlete düşmüş olur” (Ahzâb Sûresi: 33/36) Ayet-i
Kerime’sini kendilerine esas alan mü’minler için bir hazine kıymetindedir.
(“İslâm’da Da’vây-ı Kavmiyyet” adlı makale -Ömer Lütfi Zararsız tarafından
sadeleştirilen 1979 İkbal Yayınları baskısı- Nizamettin Demir tarafından
ayrıntılı bir şekilde farklı boyutlarıyla da tanıtılmıştır. Mîsak Dergisi
Sayı:228-229)
Said Halim Paşa
Ertuğrul Düzdağ’ın kitabına aldığı makale Said Halim
Paşa’nın 1919 da yayınlanan “Buhranlarımız” adlı
kitabın yedinci bölümü olan “İslâmlaşmak” yazısıdır. (Sh:93) Said
Halim Paşa’nın bilinen bütün eserleri Ertuğrul Düzdağ tarafından
sadeleştirilerek neşre hazırlanmış ve İz Yayıncılık tarafından ‘Buhranlarımız
ve Son Eserleri’ adıyla 2003 yılında yayınlanmıştır. (Sh:94)
Said Halim Paşa söz konusu makalesinde: ”Türklerin son
dönemde Müslümanlık’tan nasıl uzaklaştıklarını tedkik etmeye çalışmıştır.”
(Sh.99) “Bizler önceleri, milletçe geri kalmamıza sebep olarak, ‘İslâmiyet’i
daha çok anlayıp daha iyi tatbik edemeyeceğimizi’ gösteriyorduk. Bugün
ise geriliğimizin sebebini kusur ve ihmallerimizde değil, ‘dinimizin
bizi bağladığı esasların noksan oluşunda’ arıyoruz”(sh:103) şeklindeki
tesbiti o günlerde ümmetin içinde bulunduğu ruh halini göstermesi açısından
dikkate değerdir.
Said Halim Paşa’nın, “Millet, birbiri ile kaynaşabilen
bir takım içtimâi ve siyâsi unsurların birleşmesi ile teşekkül eder. Bu
unsurlar, uzun müddet bir arada yaşamış, aynı lisanla konuşmuş,
müşterek his ve fikirlere sahip olmuş, kendilerine mahsus bir san’at ve
edebiyat meydana getirmişlerdir. (…) İnsanlık, İslâm esasları sayesinde bir gün
gelecek, en doğru ve faydalı milliyetçiliğin nasıl olacağını anlayacaktır.
İslâmiyet’i bütünü ile ve her çeşit milliyetçiliğe muhalif olarak görmek, çok
büyük bir hatadır” (Sh:108) şeklindeki ifadelerinde yaşadığı dönemin izlerini
görmek mümkündür. Aynı şekilde “İslâm cemiyeti insanlar arasındaki hürriyet,
adâlet ve yardımlaşma gibi temel esaslar üzerine kurulmuştur. Bu
sebeple, ferdin içtimâî ve siyâsi bütün faaliyetlerini, ‘Bu hürriyet,
adâlet ve yardımlaşmadan doğan ve ahlâkî, ruhî, içtimâî ve siyâsi bütün
olgunlukları ihtiva eden bir gayeye, mümkün olduğu kadar yaklaşmaya
çalışmaktır’ diye özetleyebiliriz” (Sh:110-111) ifadeleri o dönemin
etkilerinin bir başka göstergesidir.
Mehmed Âkif Ersoy
Kitapta ilk olarak. 16 Mayıs 1912’de Sebîlürreşad’da
yayımlanan Hucurât Sûresi’nin 13. âyetinin tefsiri ele alınmış, ikinci olarak
yine Sebîlürreşad’da 20 Haziran 1912’de yayımlanan Hucurât Sûresi’nin 7.
Ayetinin tefsiri ele alınmış ve daha sonra Vahîd Bey’in çıkarttığı ‘Köy Hocası’
adlı mecmuayı tanıtmak ve tavsiye etmek için kaleme aldığı Sebîlürreşad’da
yayımlanan 12 Aralık 1918 tarihli yazı iktibas edilmiş. (Sh:129-136) Fakat çile
şairi Mehmed Âkif’i diğerlerinden ayıran en önemli vasfı şair oluşudur.
1912 / Süleymaniye Kürsüsünde:
Müslümanlık sizi gâyet sıkı, gayet sağlam,
Bağlamak lâzım iken, anlamadım, anlayamam,
Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize?
Birbirinden müteferrik bu kadar akvâmı,
Aynı milliyetin altında tutan İslâm’ı
Temelinden yıkacak zelzele, kavmiyettir.
1913 / Hakkın Sesleri: (Arnavutluk işgal edilmiştir)
“Arnavutluk” ne demek var mı şeriatta yeri?
Küfr olur başka değil kavmini sürmek ileri.
Bedîüzzaman Said Nursi
Ertuğrul Düzdağ’ın kitabına aldığı ilk makale,
Mektûbât’tan Yirmi altıncı mektubun yedi Mes’eleden oluşan Üçüncü Mebhas’ıdır.
Hucûrat Sûresi’nin 13. Ayetinin tefsiridir. (Sh:178-190) Daha sonra Yirmi
dokuzuncu mektubun Altıncı kısmı “Dördüncü Desîse-i Şeytaniyye” başlığıyla
aktarılmış. Merhum Bedîüzzaman, Kur’an hizmetindeki mü’minleri yollarından
alıkoymak ve onları birbirinden soğutmak için şeytanın kullandığı altı hileyi
açıklamakta ve bunlardan korunmanın çarelerini göstermektedir. Dâvâ adamlarının
önüne çıkan bu mâniler: 1-Makam ve mevki hırsı, 2-Korku, 3-Tamah, 4- Irk
gayreti gütmek, 5-Benlik, tembellik şeklinde sıralanmış, kitaba dördüncüsü
alınmıştır. (Sh:190-199) Bu iki yazının sadeleştirilmiş halleri de kitaba
eklenmiştir.
1950 sonrasında, Reisicumhur’a ve Başvekil’e yazdığı
Emirdağ Lâhikası’ndan aktarılan mektupta (Sh:201-202) “Türk milleti dünyanın
her tarafında Müslüman olduğundan, onların ırkçılıkları İslâmiyet’le mecz
olmuş, kabil-i tefrik değil. Türk, Müslüman demektir. Hatta Müslüman
olmayan kısmı Türklükten çıkmışlardır. Türk gibi, Araplarda da Araplık
ve Arap milliyeti İslâmiyet’le mecz olmuş ve olmak lâzımdır. Hakikî
milliyetleri İslâmiyet’tir. O kâfidir. Irkçılık bütün bütün bir tehlike-i
azimdir.” (Sh:202) şeklindeki tespitinin benzerini yirmi dokuzuncu mektubun
altıncı kısmında da yapmıştır:” İlhada giren ve Türk’ün hakikî bütün mefâhir-i
milliyesini taşıyan İslâmiyet Milliyetinden çıkmak isteyen adamları,
Türk bilmiyoruz; Türk perdesi altına girmiş Frenk telâkkî ediyoruz! Çünkü:
Yüzbin defa Türkçüyüz deyip dâvâ etseler ehl-i hakîkati kandıramazlar. Zira
fiilleri, harekâtları, onların dâvâlarını tekzip ediyor.” (Sh:196)
Benzer tespitlerde bulunan İsmet Özel’in aldığı
tepkilerle Bedîüzzaman’a verilen tepkilerin farklılık arz etmesi, üzerinde
düşünülmesi gereken hususlardandır.
“26. mektupta milliyet fikrinin şu asırda çok ileri
gittiğini, İslâm ülkelerini bölmek, parçalamak için Avrupa zalimleri tarafından
kullanıldığını söylüyor, ‘onun için şu zamanda hayat-ı içtimaî ile meşgul
olanlara, fikri milliyeti bırakınız denilemez’ sözüyle de Ziya Gökalp gibi
mevcut şartları veri olarak kabul ettiğini ve düşüncesini bunun üzerine
kurduğunu belirtmiş oluyor. Buna dayalı olarak da milliyetçiliği menfî ve
müsbet milliyetçilik olarak da ikiye ayırıyor. Bediüzzaman’ın bu görüşleri
milliyetçilik konusunda Efganî gibi, Türkiye’de Ziya Gökalp, Ağaoğlu Ahmed gibi
düşündüğünü göstermektedir. Bu görüşlerin tutarlı olup olmadıkları bir yana,
İslâmcıların Cumhuriyet döneminde İslâmiyetle birleştirilmiş milliyetçilik (bir
tür İslâmcı-Türkçü) noktasına nasıl geldiklerini göstermesi bakımından
ilginçtir. Yine İstiklal Marşı’nda (1921) Mehmet Akif’in kullandığı kelimeler
–yukarıda verilen ifadelerle karşılaştırılınca- çok daha çarpıcı örnekler
taşımaktadır.” (12)
Çerkeşşeyhi-Zâde Halil Hâlid
Sırât-ı Müstakim mecmuasına Meşrutiyet’in ilk
yıllarında Londra’dan dikkat çekici yazılar gönderen merhum hakkında, pek çok
okuyucu mektubu alan dergi, 1910 temmuzunda çıkan 96. Sayısında ‘Halil Hâlid
Bey ve Meslek-i Tahrîri’ başlıklı bir yazı ile ilk defa merhumu okuyucularına
tanıtmakta ve ‘Avrupa memleketlerinde bulunduğu halde, dini ve milliyeti
hakkında bu derecelerde ibrâz-ı hamiyet ve fedâkâri buyuran’ bu zatı batıcılara
bir ‘numune-i imtisâl’ olarak göstermektedir.
Merhum daha meşrutiyet devrinde öne sürülmeye başlanan
‘harf devrimi’ne karşı çıkmış; dergi ve gazetelerde aslî harflerimizin lehine,
lâtin hurufâtının aleyhine batılı âlimlerden de misaller veren yazılar
yayınlamıştır.
Metnini sadeleştirerek, aynen buraya aktardığımız
risâle, 1912 yılında Balkan harbi sırasında Kahire’de yayınlanmıştır. Halil
Hâlid’in yazısı Ömer Rıza Doğrul tarafından Arapça’ya çevrilmiş ve her iki
metin birlikte yayınlanmıştır.
Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’ne ‘Halil Hâlid’
maddesini yazmış olan Prof. Dr. Mustafa Uzun Bey, bu risâle hakkında şu
bilgileri vermektedir: “Türkçe’si ve Arapça’sı birlikte yayımlanan eser, Halil
Hâlid’in XX. Yüzyılın başlarında Türk-Arap ilişkilerinde tartışılan, Araplar’ın
Osmanlı Devleti’nden ayrılması, ‘Hilafet’ ve ‘Arap Dili’ gibi konularla ilgili
değerlendirmelerini ihtiva eder. Araplar’ın Osmanlı Devleti’nden ayrılmasının
her iki millet için de iyi bir sonuç vermeyeceğini, bunun İslâm ülkelerini
hâkimiyet altına almak isteyen Avrupalı güçlerin hazırladığı bir oyun olduğunu
söyleyen Halil Hâlid, Türkler’in hâkimiyeti altındaki yerlerde yaşayan
Araplar’ın millî kimlik ve kültürlerini en iyi şekilde muhafaza ettiklerini
savunur. Arapça’nın Osmanlı Devleti’nin ve bütün Müslüman milletlerin resmi
dili olması düşüncesiyle ilgili tartışmalar üzerinde duran müellif, Arapça’nın
Osmanlı Devleti’nde resmî dil kabul edilmesinin mantıkî bir çözüm olmayacağını,
çünkü Osmanlı Devleti içinde Türklerden ve Araplardan başka milletlerin de
bulunduğunu söyler. Halil Hâlid, hilâfetin Arapların hakkı olduğu konusundaki
tartışmaların Müslümanları zayıflatmayı esas aldığını belirtir. Hilafet’in
sadece Araplara ait olduğunu iddia etmenin şeriatın birleştiricilik vasfına
ters düştüğünü söyledikten sonra bu makamın, bağımsızlığını koruyabilen tek
İslâm devleti durumundaki Osmanlı Devleti’nin merkezinde bulunmasının tabii
olduğunu belirtir.” (Sh.211-216)
Kitapta incelenen metinler Osmanlının son
döneminde ‘İslâmcı’ olarak adlandırılan âlim ve aydınlara
aittir. “Osmanlı ülkesindeki İslâmcılık hareketini ‘bir kalkınma ve
kurtuluş ideolojisi’ olarak Osmanlıcılık hareketinin devamı,
Milliyetçilik ve bir ölçüde Türkçülük cereyanının öncesi şeklinde ele almak
doğru olur.
Fakat ‘Osmanlı Milleti’ fikri
pratikte yürümediği için uzun ömürlü olmadı. Balkanlardaki ve Hıristiyan Arapların
başı çektiği Müslüman ülkelerdeki milliyetçilik hareketlerinin hız kazanması
Osmanlıcılık hareketini akamete uğrattı. Bu durum karşısında devlet ve bir
kısım aydınlar ‘ittihad’ın sınırlarını daraltmak, bu sayede devleti toparlamak
için bir adım geri attılar; ittihad-ı anasırdan ‘ittihad-ı İslâm’a’ çektiler.
Böylece Türk olsun olmasın Müslüman unsur birinci plana çıktı ve gayrimüslim
unsur bir ölçüde dışlanmış oldu. Osmanlı siyasî hayatında İttihad-ı İslâm
(panislâmizm, islâmcılık) Abdülaziz’in son zamanlarında (belki de ilk defa
1872’de) kullanılmaya başlandı. (Efganî’nin İstanbul’a ilk gelişinin
1870’de yani bu tarihten iki sene önce gerçekleşmesi dikkate değer bir
husustur. İttihad-ı İslâm fikrini ilk ortaya atan kişinin Cemaleddin Efganî
olduğu Osmanlı Devleti ricaline de onun tarafından telkin edildiği kabul
edilir. Fakat Efganî ittihad-ı İslâm’ın önüne millî -milliyetçi
hareketleri koymuştur. Ona göre bütün İslâm ülkeleri tek tek milli kurtuluş
hareketlerini gerçekleştirdikten sonra ittihad-ı İslâm vücut bulma şansına
sahip olacaktır, bunun tersi doğru ve gerçekçi değildir.) Fakat
İslâmcılık başlı başına bir ‘politika’ olarak II.Abdülhamid döneminde
benimsendi, savunuldu ve çok yönlü olarak yürütüldü. Abdülhamid’e karşı
olan-olmayan Osmanlı aydınları da bu dönemde ittihad-ı İslâm siyasetinden yana
oldular. İzlenen ittihad-ı İslâm politikası dışta tutularak Abdülhamid
dönemi gözden geçirildiği zaman, orduda ve özellikle eğitim alanında batılı
tarzda en büyük ve en yaygın modernizasyonun, batılılaşmanın bu devirde
yürütüldüğü de görülür. Bu gün yine biliniyor ki bu modernizasyonun
neticeleri ve insan unsuru olarak verimleri Abdülhamid’in sonunu hazırladığı
gibi, kendisinden sonra İslâmcılık siyaseti ve fikriyatı yapmak isteyenlerin
işini de büyük ölçüde zorlaştırmıştır. Bu dönemde Abdülhamid’e
muhalefet dışında İslâmcılar arasında fikrî bir ortak birikim sağlanamamıştır.
Nitekim II. Meşrutiyetten sonra İslâmcılar tarafından çıkarılan dergilerde
Abdülhamid’in, istibdadın aleyhinde ve ordu ile İttihat Terakki’nin lehinde
ifadeler yer almıştır.
Meşrutiyetten hemen sonra Mısır ve Suriye başta olmak
üzere Arap İslâm dünyasında, Hıristiyan Arapların da etkin bir şekilde rol
aldığı Arap milliyetçiliği davası güden ve Osmanlı hilafetine karşı batılı
devletlerle anlaşan çokça grup ve cemiyet ortaya çıktı. (Efganî-Abduh
çizgisinin en sadık takipçisi Reşid Rıza 1865/1935 bu cemiyetlerin birçoğunda
yer aldı.) Böylece ittihad-ı İslâm realitede tahakkuk etmesi imkânsız bir
duruma düştü.
Balkan harpleri 1912’de bittiği zaman İttihat Terakki
hükümeti büyük ölçüde ittihad-ı İslâm siyasetinden vazgeçti, fikren bağlı
olduğu Türkçülüğe ve Türk milliyetçiliğine döndü. Ardından Sırat-ı
Müstakîm ekibi dağılmaya yüz tuttu: 1911’de Türk Yurdu mecmuası
‘türkçü ve milliyetçi’ bir politikayla yayına başladı. Mecmuanın kurucusu
Akçuraoğlu Yusuf ve yazarlarından Ağaoğlu Ahmed daha önce ilk kuruluşundan
itibaren Sırat-ı Müstakîm’de yazmaktaydılar. 1914’te İslâm
Mecmuası çıkmaya başladı. Sırat-ı Müstakîm’in, Musa Kâzım,
Mehmed Şemseddin (Günaltay), Halim Sabit gibi önemli bazı yazarları bu dergiye
geçerek Sırat-ı Mustakîm - Türk Yurdu arasında
kendilerine bir yer bulmaya çalıştılar. ‘İslâmcı-Türkçü’ lakabıyla anılacak
olanlar bunlardır.
1918’de Birinci Dünya Harbi bittiği zamanda ise bir
‘İslâm Milleti’ fikri bütün maddî dayanaklarını artık kaybetmişti ve İslâmcılıktan
geriye miras olarak ‘İslâm’la takviye edilmiş milliyetçilik’ kaldı.
İslâmcıların halifeliğe ve İstanbul hükümetine rağmen Kurtuluş Savaşı’na, Milli
Mücadele’ye bütün varlıkları ve içtenlikleriyle katılmaları, kısmen Cumhuriyet
yönetimine dâhil olmaları da vardıkları yer itibarıyla bize ışık tutacak
mahiyettedir.” (13)
İsmail Kara; “Uzun süre devam eden askeri yenilgilerin
‘yeniden istikrara kavuşmak, galip devletleri taklit etmekle mümkündür’
fikrinin ağırlık kazanmasına; bunun ordudan başlayıp, eğitim, siyasi rejim,
devlet işleyişi ve gündelik hayata kadar uzandığı üzerinde durur. Zamanla
gelişen aşağılık duygusu, oryantalizm (şarkiyatçılık) ve misyonerlik
faaliyetleri neticesinde, “İslâmcılık hareketiyle şu veya bu ölçüde
ilgisi olan bütün fikir ve siyaset adamlarının, Müslüman ülkelerde yaşayan
aydınların, altında ezildikleri, tedirgin, ümitsiz, güvensiz ve yılgın
hayatları boyunca cevaplandırmakla adeta kendilerini yükümlü saydıkları
konular, sorular, problemler batılıların önlerine koyduğu problemler oldu” (14) tespitinde
bulunur.
Hüsnü Aktaş’ın da konu ile ilgili önemlidir:“Pan-İslâmizm
ideolojisini savunan Müslüman aydınların ve İttihad-ı Muhammedi Hareketi’ni
yöneten âlimlerin yaşadıkları travmaları kelimelerle anlatmak kolay değildir.
İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti’nin kurucularından olan Bedîüzzaman Said Nursi’nin
‘şeytanın ve siyasetin şerrinden Allah’a sığınırım’ şeklindeki istiazesi, o
dönemde yaşadığı travmaların bir neticesidir. Hayatını ‘Eski Said/Yeni Said’
dönemi şeklinde ikiye ayırmasının bir değil birden fazla sebebi vardır.” (15)
II. Dünya Savaşı sonrasında ABD ile aynı safta yer
almamız Türkiye’deki İslâmi muhalefeti “Komünizm Tehlikesi !” karşısında
Milliyetçi-Muhafazakâr blokla birlikte hareket etmeye zorlamış, zamanla “İslâmi
cemaatler” içerisinde bile Milliyetçi anlayışlar yer bulabilmiştir. Refah
Partisi’nin 1991’de yaptığı ittifak ise Kürt kavmine mensup Müslümanların
kırgınlıklarını arttırması bir yana, Güneydoğudaki muhalefetin PKK’nın
kontrolüne geçmesinde önemli etkenlerden birisi olmuş, Kürtler tarihte hiç
olmadığı kadar “Modern Değerler! ” ile tanışmaya başlamışlardır. Geriye
döndüğümüzde bir asır önce tartıştığımız meselelerin değil fakat aktörlerinin
değiştiğini söyleyebiliriz. Tanıtmaya çalıştığımız eser; alanında bir boşluğu
doldurmakta, yaşanan hadiselerin arka planına dair ipuçları vermektedir.
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı:251 / Ekim 2011
Sayı:251 / Ekim 2011
____________________
1- Hüsnü
Aktaş, Türkiye’nin Siyâsi ve İktisadî Manzarası, Mîsak Yay, Ank 2010,
Sh:129-130
2- Hüsnü
Aktaş, A.g.e. , Sh.24
3- Hüsnü
Aktaş, A.g.e. , Sh:121
4- Bilinmeyen
Osmanlı / Prof. Dr. Ahmet Akgündüz-Doç. Dr. Said Öztürk /Osmanlı Araştırmaları
Vakfı / İst:1999 /Sh:284
5- Akgündüz,
Sh:293
6- Falih
Rıfkı Atay, Zeytindağı, Pozitif Yayınları, tarihsiz, 1.Baskı: 1932, Sh:51
7- Falih
Rıfkı Atay, A.g.e. , Sh:55
8- Bu
günlerde özellikle de ‘Filistin Meselesi’ üzerinden bazı çevrelerce gündeme
getirilen ve ‘yaptıklarını çekiyorlar’ şeklinde özetlenebilecek bu anlayış
özellikle de Filistin için söz konusu olamaz. Geniş bilgi için Bknz: Kadir
Mısıroğlu, Filistin Dramının Düşündürdükleri, Sebil Yay. İst 2008, İkinci
Bölüm: Arap İhaneti İddiası, Sh:71-136 ayrıca Dr. Ramazan Balcı, Osmanlıyı
Yıkan Cephe: Filistin, Nesil Yayınları, İst 2006, Sh:72-95
9- Kadir
Mısıroğlu, Filistin Dramının Düşündürdükleri, Sebil Yay. İst 2008, Sh:69
10- Mithat
Cemal Kuntay, Ölümünün 50. Yılında Mehmet Akif, Türkiye İş Bankası Kültür Yay.
Ank 1986. Nakleden: Hüseyin Hansu, Babanzâde Ahmet Naim, Kaynak Yay. İzmir
2007, Sh:30
11- Mîsak
Dergisi, Sayı:229, Sh:43
12- İsmail
Kara, Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi - Temel Metinler, Gerçek Hayat, Tarihsiz,
Sh:37-38
13- İsmail
Kara, A.g.e. Sh:18-21
14- İsmail
Kara, A.g.e. Sh:12-23
15- Yusuf
Kerimoğlu, Devlet ve Siyaset Üzerine Notlar, Mîsak Yay. Ank 2008, Sh:353