Bazı İslâm âlimleri: eğitimin hedefi
‘mükellefe Allah’ın (cc) rızasını kazandıracak davranışların öğretilmesiyle’
sınırlandırmışlardır. Tanıtmaya çalışacağımız eser, ûlemanın ve ûmeranın
eğitime verdiği değeri ortaya koymaktadır. Alanında hazırlanmış ender
çalışmalardan olan eser, Mısır’lı Dr. Ahmed ÇELEBİ’nin Târîh’
ut-Terbiyet’ il-İslâmiyye (İslâm’da Eğitim Öğretim Tarihi) isimli kitabının
tercümesidir. Müslümanların tarih boyunca Eğitim ve Öğretim’e verdiği değeri
tahlil etmesi açısından önemlidir. Bu vesileyle Mü’minlerin eğitim meselesine
daha önce gösterdikleri hassasiyete bugünlerde sahip olup olmadıklarını
söylemek mümkündür. Problemlerimiz ortadadır ve Müslümanlar modern eğitim
kurumlarının alternatiflerini oluşturamamışlardır. Türkiye’deki özel okulların
da ‘tevhid-i tedrisat’ kanunu sebebiyle kendi müfredatlarını şekillendiremedikleri
malûmdur. Seçmeli Kur’an-ı Kerim ve Siyer derslerinin programa alınmış olması
önemli gelişmelerdir, fakat hayal görmenin de anlamı yoktur.
İslam’da
Eğitim ve Öğretim Tarihi
Dr.Ahmet Çelebi
Dr.Ahmet Çelebi
Damla Yayınları
Mîsak Dergisi
Sayı: 263 / Ekim 2012
|
Bir millet, geleceğini eğitim yoluyla inşâ edeceğinden,
içinde bulunduğu şartları dikkate alarak kendi eğitim sistemini oluşturmalıdır.
Kendi bünyesine uygun olmayan sistemlerin kalıcı olmayacağı ise hepimizin
yaşayarak şahid olduğu hususlardandır. Cumhuriyet’in ilanıyla ortaya konulan
eğitim sisteminde ‘Çağdaş Uygarlık!’ değerleri esas alınmıştır.
Hâlbuki Ortaçağda Avrupa: “Antik kültürü,
yalnızca Hıristiyanlık süzgecinden geçirilmiş şekliyle tanıyordu. Rönesans
iledir ki Antik kültür artık dolaylı yollardan değil, doğrudan doğruya
tanınmaya başladı. Antik çağın yazarları, Ortaçağ için kendi dinî amaçları
yönünden yalnızca bir vasıta, bir bilgi kaynağıydı. Rönesans için Antik
çağ eserleri, her hususta örnek alınarak kendilerine benzemek istenilen,
insanlığın asil ve ulu yankılarını teşkil etmektedirler. Böylece Antik
kültürden, yeni bir hayat ideali, yeni bir hayat uslûbu alınmak istenmektedir.” (1) Antik
çağa ait değerlerden ilham alınarak oluşturulmuş Batı Medeniyetine direnç
gösteren Müslümanların gericilikle ve eğitime karşı olmakla suçlanması yaşadığımız topraklarda sergilenen garipliklerdendir.
Geçen sayımızda tanıtmaya çalıştığımız ‘İlim Yolunda’
isimli eserde Müslümanların ilme verdiği önemi ve bu uğurda gösterdikleri
fedakârlıkları ortaya koymaya gayret ettik. Bu sayımızda tanıtmaya
çalışacağımız eser, ümmetin eğitime bakışını ve bunu hangi vasıtalarla
gerçekleştirdiğini incelemektedir. Alanında hazırlanmış ender çalışmalardan
olan eser, Mısır’lı Dr. Ahmed ÇELEBİ’nin Târîh’
ut-Terbiyet’ il-İslâmiyye (İslâm’da Eğitim Öğretim Tarihi) isimli
kitabının tercümesidir.
Kitabı tercüme eden Ali Yardım aşağıdaki bilgileri
verir: “Başlangıçtan Hicri VI. / Mîlâdî XIII. asra kadarki İslâm Eğitim ve
Öğretim Tarihi’ni inceleyen eser, Cambridge Üniversitesi’nde ‘doktora
tezi’ olarak hazırlanmıştır. Eserin aslı İngilizce’dir. History
of’ Muslim Education adı altında ilk defa 1954 senesinde Beyrut’ta
basılmıştır. Yazar, birçok ilave, çıkarma ve tashihlerle eseri tekrar elden
geçirerek Arap Dili ile de neşretmiştir. Arapça nüsha, ilk defa 1954 senesinde
Beyrut’ta yayımlanmış, 1960 senesinde de Mısır’da ikinci baskısını yapmıştır.
Tercüme, Arapça nüshanın birinci baskısından (Beyrut 1954) yapılmıştır.”
(Sh:VII)
Yazar araştırmasını yaptığı konunun
kaynaklarını: ‘Tedris yerleri ve tarihi kitabeler, öğretimle ilgili
kitaplar, genel kültür eserleri ve tarih kitapları’ olmak üzere dört
kısma ayırmanın mümkün olduğunu belirtir ve ilgili kaynakları tanıtır.
(Sh:10-18)
Kitabın giriş bölümünde şu tespitlerde bulunur: “Hicri
459 (M. 1066-67) senesi, İslâm eğitim-öğretim tarihinde bir dönüm noktası kabul
edilir. Bu yılda, Büyük Selçuklu Veziri Nizamül-Mülk’ün inşa ettirdiği
medreseler manzumesinin ilki Bağdat’ta açılmış oldu. Bunlar, merkezi yerlerdeki
büyük medreselere ilave olarak, bütün İslâm âlemine, hatta kasaba ve en küçük
köylere varıncaya kadar yayıldı. Daha sonra, aşağıda izah edeceğimiz gibi, pek
çok hükümdar ve devlet ricali, bu yolda Nizam’ül-Mülk’ün yolunu tuttular.
Medreselerin intişârından önce öğretim halkaları, belirli bir yerde değil;
mescidler, ulema evleri, kitapçı dükkânları ve çeşitli hüviyet taşıyan
benzeri yerlerde teşkil edilirdi. Medreseler yaygın hale gelince, oralarda,
müderrislere ve talebelere büyük fırsatlar hazırlandı. Üstün vasıflı hocaları
ve geniş bir talebe kütlesini kendine çeken müterakki sistemler ve geniş
avantajlar sağlandı. Bu sebeple, eski haliyle bir müddet daha ayakta
kalmalarına rağmen, daha önce mamur olan diğer öğretim yerlerine itibar azaldı.
Böylece, medreselerin dışındaki öğretim halkalarının sayısı bariz bir şekilde
düşmüş oldu. Ne var ki onlar, sayılarını ve varlıklarını devam ettirdiler. Bu
sebeple biz, bu etüdümüzde, öğretim yerlerini iki bölümde mütalaa edeceğiz.
Medreselerin Açılmasından Önceki Öğretim Yerleri ve Medreseler.” (Sh:21)
Birinci Bölüm:Öğretim Yerleri
I-Medreselerin Açılmasından Önceki Öğretim Yerleri
a-Küttâb: “Okuma yazma öğretimine tahsis edilen müesseselerdir. Çocuklar, bu
mekteplerde okuma yazma öğrenimi yapınca, haliyle diğer müesseselerde de
özellikle Kur’an-ı Kerim ve din öğrenimi yapmış oluyorlardı. Bu durum, diğer
öğretim müessesesine de küttab isminin verilmesine sebep oldu. Daha sonra bu
müşterek isim yaygınlaştı ve küttâb ismi öğrendikleri konu ne olursa olsun;
ister Kur’ an, isterse okuma yazma, çocukların öğrenim yaptıkları yere denmeye
başlanmıştır.” (Sh:23-27)
b-Kur’an ve İslâm Dini Esaslarının Öğretildiği
Mektepler: İslâm’ın ilk dönemlerinde
ortaya çıkan bu mekteplerle ilgili İbn’ül Arabî ‘Öğrencilerin çoğunluğu
Kur’an-ı Kerim’i ezberleme işini sona bırakır, önce fıkıh, hadis ve Allah’ın
dilediği diğer şeyleri öğrenirler. Çoğu zaman talebe, Kur’an hafızı olmadan
imam olur’ tespitinde bulunur. (Sh:37-35)
c-Saraylarda İlköğretim: “Sarayda öğretimi idare eden zata, ‘Sıbyân Muallimi’ veya ‘Mekteb
Muallimi’ denmez, ‘Müeddib’ denilirdi. Müeddib kelimesi ‘edeb’ kökünden
türemiştir. Edeb; ister ‘ahlâk’, isterse ‘rivayet’ manasına gelsin, onlar,
müeddib tabirini, ‘Hükümdar Çocukların Muallimi’ne unvan olarak
vermişlerdir. Zira müeddibler, her ikisini de öğretmeyi üzerlerine almışlardır.
Öte yandan, öğrenci burada, çocukluk çağını atlatıncaya kadar bilgi almaya
devam eder; küttâb talebesi seviyesinde bilgi edinerek cami ve medreselerdeki
ders halkalarında yetişen talebelerin seviyesine ulaşırdı.” (Sh:35-38)
d-Kitapçı Dükkanları: “Kitap satış evleri, Abbâsi Devleti’nin kuruluş devresinde ortaya
çıkmıştır. Sonra, İslâm âleminin merkezi şehirlerine ve muhtelif beldelerine
yayılmıştır. Zamanla her şehirde, hatta her mahallede bunlardan bol miktarda
bulunur olmuştur. Mısır’da, Tolun Oğulları ve Ihşıd Oğulları devirlerinde,
muazzam bir ‘kitapçılar çarşısı’ vardı. Burada, kitaplar
satışa arz edilir ve zaman zaman da, dükkânlarında münazaralar yapılırdı.
el-Makrizi, el-Hıtat isimli eserinin bir çok yerinde bu çarşılardan söz eder.”
(Sh:38-42)
e-Ulema Evleri: “İslâm’ın
çok erken devirlerinde ve mescidlerin yapılışından önce, İslâmi öğretim evde
icra edilmiştir: ‘Resûlullah (s.a.s), ashabına ve İslâm’a girenlere yeni dinin
esaslarını öğretmek ve nazil olan Kur’ ân-ı Kerim ayetlerini onlara okumak
için, el-Erkam b. Ebî’l-Erkam’ (r.a.)’ın evini merkez ittihaz etmişti. Aynı
şekilde Resûlullah (s.a.s), irşad ve talimi ile kalplerini kazanmak için,
İslâm’a meyli olan kimseleri de bu evde kabul etmiştir.’ Müslümanlar, evleri
genel öğretime elverişli kabul etmemelerine rağmen dönem dönem kullanmaktan
geri durmamışlardır. Örneğin Gazali Nîşabur Nizâmiye Medresesi’ndeki
vazifesinden ayrıldıktan sonra talebelerini evinde kabul etmiştir.” (Sh:42-45)
f-Edebiyat Salonları: “Abbâsi Devleti kurulup rejim rayına oturunca,
edebiyat salonları, İslâm âleminde gerçek manası ile kendini göstermeye
başlamış ve yabancı medeniyetlerin, özellikle Fars medeniyetinin tesirinde
kalan o devrin havasına uygun biçimde salonların ilmi hazırlıkları yapılmıştır.
Bu toplantılar muntazam vakitlerde akdedilir ve sadece halifelerin saraylarına
münhasır kalmayarak, vezir ve diğer devlet ricalinin konaklarında da yapılırdı.
Salonlar, devletin o devirde ulaştığı kültür ve refah
seviyesine uygun düşecek tarzda donatılmıştı. Öte yandan toplantılar, o devrin
çok yönlü kültür hayatı ile mütenasip olarak, edebiyat veya diğer ilim ve
fenleri de (şarkı ve mûsıkî dâhil) içine alacak şekilde çeşitlilik arz
ediyordu. Ne var ki, ilim ve edebiyat meclisleri, diğer toplantılar arasında en
değerli ve itibarlı olma vasfını koruyordu.” (Sh:46-66)
g-Bâdiye (Çöl): “Kentte oturanlardan bir
kısmının, şehre inip dil öğreten bedevilerden öğrendikleri ile yetindiklerini;
diğer bir kısmının da bununla yetinmeyip, dili esas kaynağından öğrenmek,
melezlerin ve avamın bozuk şivelerinden uzak kalmak maksadıyla yurtlarını terk ederek
çöle göç ettiklerini görüyoruz. Bu sebeple hicretin ilk iki asrında bâdiye,
zamanımızdaki mekteplerin yerini tutan bir hüviyetle karşımıza çıkmaktadır.
Bu konuda Hitti şöyle der: ‘Suriye çölü, Emevi
şehirlerinin mektebi olmuştu. Onlar, sırf fasîh dili öğrenmeleri, şiir ve
edebiyat tekniğinin zevkini tatmaları için çöle gönderilmişlerdir. Bu adet,
sadece Emevi şehzadelerine inhisâr etmiş değildir. Hârun’ur-Reşîdin oğlu
el-Mu’tasım da, sırf bu maksatla badiyeye gönderilmişti.” (Sh:67-71)
h-Mescid: “Müslümanlar
daha İslâm’ın ilk asırlarında ‘mescidin fonksiyonu’ anlayışını çok geniş
tutmuşlar, mescidi; ibadet yeri, ilim müessesesi, yargı dairesi, ordu karargâhı
ve elçilerin kabul edildiği bir makam olarak kullanmışlardır” tespitinden sonra
belli başlı cami ve zâviyeleri tanıtır.” (2) (Sh:71-80)
II-Medreseler
“Hicri 25 Muharrem 447 (Miladi 26 Nisan 1055)
tarihinde Selçuklular’ın Irak’ı fethedip Bağdâd’a girişleri, Ehl-i Sünnet’in
Şi’îlere galibiyetlerinin başlangıcı kabul edilir. Nitekim o tarihten itibaren,
halk arasında Şi’îliği yaymak veya onları buna zorlamak için Büveyhilerin
faaliyet gösterdikleri yollar tıkanmış oldu. Selçuklular, sapıklık ve din dışı
kabul ettikleri inançlara karşı, halkın zihnine hür düşünceyi yerleştirebilmek
için bir karşı faaliyetle harekete geçmekten başka çare olmadığını anladılar.
Ve gördüler ki, ilmi yaymak bu hususta en hayırlı yoldur. Vatandaşa, gerçek
dini öğrenme imkânı hazırlanırsa şüphesiz onlar, hidayeti dalaletten, hayrı
şerden ayırt edebileceklerdir. İşte medreseler bu gayenin tahakkuku için ortaya
çıkmıştır. Bu da Alp Arslan ve Melikşah’a vezirlik yapan büyük vezir
‘Nizam’ül-Mülk’ün sayesinde olmuştur. Bu medreseler, kurucusu Nizam’ül-Mülke
nisbet edilerek ‘el- Medâris’ün-Nizâmiyye’ (Nizamiye Medreseleri) ismi ile
tanınmışlardır. Onlar, son derece heybetli ve azametli idiler. Zamanla sayıları
çoğalmış, her şehir, hatta her köy bunlardan birer tanesine sahip olmuştur.”
(Sh:83)
Yazar, medreselerin doğuşunu izah ettikten sonra,
Nizâm’ül-Mülk, Nureddîn Zengî ve Eyyubiler Devri Medreselerini tanıtır.
(Sh:81-100)
İkinci Bölüm:Kütüphaneler
“Kütüphaneler, eski ulemanın ilmi yayma babında
başvurdukları bir yoldu. Yazma eserlerin fiyatları çok yüksek olduğundan,
zenginlerden başkasının kendi şahsı için kitap alması güçleşince, maarifperver
kimseler, içinde kitapları toplayan kütüphaneler inşasına ve kapılarını halka
açma yoluna başvurdular. Batlamyus (Ptolémée) Hanedânı İskenderiye
Kütüphanesi’ni, Abbâsîler de Beytü’l-Hikme’yi bu maksatla kurmuşlardır. Kitap
koleksiyonları, Bağdad’taki: Beyt’ül-Hikme ve
Kahire’deki Dar’ul-Hikme gibi ilk İslâm üniversitelerinin
nüvesi olmuştur. Nitekim bu durum, bu müesseselerin fonksiyonları hakkında
tarihçilerin ihtilafa düşmelerine yol açmıştır: Bunlar medrese mi kabul
edilecektir, yoksa kütüphane mi? Öte yandan bu müesseseler (ister devletin
yaptırdığı, ister fertlerin tesis ettiği olsun) bu neviden kuruluşlara örnek
teşkil etmiştir. Böylece kütüphaneler, o asırlarda İslâm âleminde, yeniçağdaki
ilim müesseselerinin vazifesini gördüğü gibi, ayrıca günümüzdeki modern
kütüphanelerin yaptığı hizmeti de yerine getirir oldular.”( Sh:103)
Daha sonra yazar kitap ve kütüphanelerin edebî
kıymeti, kütüphane binalarının tanzimi, fihristler, ödünç kitap verme,
kütüphane personeli, kütüphanelerin malî durumu gibi konu başlıkları altında
açıklamalarda bulunur. (Sh:103-160)
Üçüncü Bölüm:Müderrisler
Bu bölümde: Hükümet-Müderris Münasebetleri,
Müderrislerin Mâli Durumu, Nizâmiye Medreseleri Müderrisleri, Müderrislerin
Karakteri ve Vecîbeleri, İcâzetnâmeler, Cezalar, Bahşiş ve Mükâfatlar,
Müderrislerin Kıyafetleri ve Öğretmenler Sendikası konu başlıkları altında
değerlendirmelerde bulunur. (Sh:163-228)
Yazar eğitim meselesinde hocanın önemini şu şekilde
ortaya koyar: “Müslümanlar; ilmi, ders veren hocalardan öğrenmeye bilhassa
itina göstermişler ve talebenin, ilmi, tek başına kitaplardan almasına şiddetle
karşı çıkmışlardır. Nitekim bazıları şöyle demiştir: ‘Belânın en büyüğü
sayfaları hoca edinmektir. Yani halkın, ilmi, kitaplardan öğrenmesidir.’ Benzer
şekilde İmam Şâfî’nin: ‘İlmi, kitapların sahifelerinden öğrenen kimse, ahkâmı
öğrenmekten mahrum kalır’ dediği rivayet edilir.( Sh:163-164)
‘Hükümet-Müderris Münasebetleri’ni izah ederken
şu tespitlerde bulunur: “Orta çağ’ da, ders veren âlimlerle, ders vermeyi
kendisine meslek edinmemiş âlimler arasında bir ayırım yapılmadığı bilinen bir
gerçektir. Nitekim ücretli veya ücretsiz, hepsi de, ya ders halkaları teşkil
etmek, ya da kitaplar yazıp yayımlamak suretiyle, halkın kültür seviyesini
yükseltmek ve onlara bir şeyler öğretmek için çalışırlardı.
“Mescidlerin kapısı, kendisini öğretmenlik yapma
liyakatine malik görüp de gelen kimselere tamamen açıktı. Tabiatıyla
müderrisin, bir konuyu bütün teferruatı ile öğretme mecburiyeti yoktu. O,
bildiği kadarı ile halka vaaz eder ve gücü yettiği kadarı ile de onların
sorularını cevaplandırırdı. Nitekim âlimler, bu vazifeyi eda etmek için -
kimsenin teşvikini beklemeden - mescidlere gelmişlerdir. Halk da onların
etrafında toplanmış ve bu hususta hükümetin hiç bir desteği olmaksızın onlardan
bilgi almışlardır. Bu iş, hükümetin faaliyet sahası dışında kalıyordu. Muallim,
hükümet tarafından tayin edilmediği ve yaptığı vazifeye karşılık devletten bir
ücret de almadığı için, o, dilediği şekilde ve istediği vakit ders vermekle baş
başa bırakılmıştı.
Hükümetin öğretime el atması; idarecilerin muayyen bir
konunun okutulmasını istedikleri, ya da hükümetin, öğretim müesseseleri kurup,
oralara, muntazam ücret alan müderrisler tayin ettikleri zamandan itibaren
başlamıştır. Öyle veya böyle, artık öğretime hükümetlerin iştiraki başlamış
oldu.”( Sh:166-167)
“Mâverâünnehir uleması, Bağdad’ta Nizamiye
Medresesi’nin yapılış haberini alınca ‘ilim matemi’ tutmuşlar
ve şöyle demişlerdir: Şimdiye kadar ilimle, şerefinden dolayı onu
tahsil eden ve onunla kemale ermek maksadını güden yüksek himmet erbabı ve temiz
şahsiyetler meşgul olurdu. İlme bir de ücret karışırsa, artık bayağı kimseler
ve tembeller ona yaklaşacak, bu ise onun değerinin düşmesine ve zayıflamasına
sebep olacaktır.”( Sh:187)
Müslümanların ilme ve hoca talebe münasebetlerine
bakışını ortaya koyması açısından aşağıdaki rivayet dikkate değerdir. “Yine
rivayet edildiğine göre; İmam Ebu Yusuf ağır bir şekilde hastalanır ve hocası
İmam Azam Ebu Hanife onu ziyaret eder ve kendisine: ‘Seni, kendimden sonra,
yerime bırakmayı düşünmüştüm’ der. Ebu Yusuf, iyileşince hocasının kendisi
hakkındaki şahadeti sebebiyle nefsine kapılır ve bir ‘Emâli Meclisi’ teşkil
eder. Bunu öğrenen Ebu Hanife, Ebu Yusuf’un acele ettiğini görür ve kendisine
bir adam göndererek beş meselenin cevabını ister. Soruları cevaplayamayan Ebu
Yusuf hatasını, kusurunu anlar ve Ebû Hanîfe’ye döner. Hocası ona : ‘Olgunlaşmadan
önce, koruktan üzüm kurutmaya kalkıştın. Kendisini, öğrenmekten
müstağnî zanneden kimse bahtına ağlasın’der.”( Sh:210-211)
Cezâlar başlığı altında
aktarılan bilgilerde modern pedagoji ile farklılaşmalar söz konusudur. “İbn
Haldun eserinde, ‘Öğrencilere sert davranmanın zararlı olduğu’na dair
bir fasıl açmıştır. Burada o, açıkça belirtir ki: ‘Eğitim ve öğretim işlerinde
öğrencilere ve bilhassa küçük yaştaki çocuklara sert davranmak son derece
zararlıdır. Zîrâ zulüm ve şiddetle yapılan terbiye; öğrencilerin
neş’esini giderir, onları tembelliğe ve yalan söylemeye sevk eder ve kızgın
ellerin kendilerine uzanmasından korkarak, kalplerinde sakladıklarının ve
düşündüklerinin tersini söylemeye sürükler. Zamanla bu hâller, onlar
için bir adet ve karakter hüviyetine bürünür.
Böylece onlardaki insanî meziyetler bozulur, güzel huy
ve üstün meziyetler kazanma melekesini kaybeder. Zîrâ zulüm ve şiddet korkusu
ile dürüstlük kazanmaya alıştırılan kimse, günün birisinde şiddet havasından
kurtulunca, fazilet atmosferinden uzaklaşır ve çoğu kere rezîlet yolunu tutar.
İbn Haldun’un, öğretim müesseselerinde şiddet ve zulmün terk edilmesi
konusundaki görüşü, herkesçe benimsenen bir görüştür. Ne var ki, Müslümanlar;
şiddet kullanma ile zaruret hissettiği anda muallimin başvurduğu hafif okşama
arasını birbirinden ayırmışlardır. Onlar, birinciyi haram, ikinciyi ise mübah
kabul etmişlerdir.”( Sh:218)
Yazar konu hakkında farklı yaklaşımları ele aldıktan
sonra kanaatlerini aktarır:
1 - On yaşını geçen
ve henüz gençlik çağına da ulaşmayan çocuklara dayak cezalarının tatbiki
mübahdır. On yaşını doldurmamış çocuklarla, yaşları ilerlemiş talebeleri ise
dövmek caiz değildir.
2 - Öğretmen, dayak
cezalarına, ancak son çare olarak başvurabilir. Bunu da sık sık
kullanmamalıdır. Kullandığı takdirde de, katı kalplilikle öcalan kimse
pozisyonunda değil, merhametli ve terbiye edici nitelikte olmalıdır.
3- Dayak,
elâstikî ve emniyetli olduğu için kamçı ile atılır. Başa ve yüze kat’iyyen
vurulmaz. Sadece kaba etlerine ve ayakaltlarına vurulur. Zîrâ buralar, ârıza
bırakmadığı gibi tehlikeli de değildir.( Sh:220-221)
Öğretmenler Sendikası ile ilgili belgeler aktardıktan sonra şu tespitlerde bulunur: “Bu
önemli vesikalar, bu teşekkülün, çok erken devirlerde Müslümanlar arasında
mevcut olduğu fikrini vermektedir. Bu teşekkülün henüz gelişmemiş ve ideal
seviyeye ulaşmamış olduğunu, haliyle itiraf ediyoruz. (Sh:228)
Dördüncü Bölüm:Talebeler
“Müslüman talebe, ilme ve ilim tahsiline teşvik eden
bütün tavsiyeleri işitmiş ve azimleri perçinlenmiş olarak dört bir tarafa
dağılmışlardır. Ayet ve hadisler, talebenin dilinde devamlı olarak tekrar
ediliyor ve onun gönlünü tamamen kaplıyordu. Böylece o, kendisini bocalatan
tereddütleri, ya da etrafını saran yırtıcı unsurları bertaraf ederek enerjisini
yeniliyor ve gayretini arttırmış oluyordu.”( Sh:231)
Öğretimde Fırsat Eşitliği konusunu ele alırken Nizam’ül-Mülk’ü örnek gösterir: “O, kendi
medreselerinde herkesin öğrenim yapabilme hakkına sahip olduğunu ve istisnasız
bütün talebeye, dersin karşılıksız verileceğini ilan etmişti. Üstelik herkese
şamil parasız öğrenim yanında, ayrıca, muhtaç talebelere muntazam maaş da
bağlamıştı. Bağdad Nizâmiyesi’nde, aralarında memleketin en ileri gelenlerinin
çocukları yanında, en fakir aile çocuklarının da bulunduğu altı bin (6000)
talebe, eğitim-öğretim gıdasını alıyordu. Bunların hepsi de parasız öğrenim
yapıyorlardı. Fakir talebelere ayrıca, kendileri için ayrılan bütçeden, belli
bir miktar para da veriliyordu.” (Sh:242)
Bu bölümde ele aldığı diğer konu başlıkları şunlardır:
Gazâli ve İbn-i Sina’ya Göre Çocukların Eğitimi, Talebelerin Kabiliyetlerine
Göre Yönlendirilmesi, Öğrenim Yaşı, Ders Halkasında Talebe Sayısı, Çocuk ve
Oyun, Talebelerin Karakter ve Ödevleri, Talebenin Talebe ile Münasebetleri,
Talebelerin İlim Tahsili Uğrundaki Çabaları, İlim Tahsili İçin Yapılan
Yolculuklar ve Kadın’ın Öğretimi. (Sh:231-289)
Günümüzde çokça tartışılan seviye sınıfları hakkında
İmam Gazali’nin tespitleri şöyledir: “Bedeni kuvvetler akla üstün
basarsa, öğrencinin, fazla okumaya ve uzun zamana ihtiyacı olur. Aklın nûru,
diğer hissi arzulara üstün gelirse, o zaman talebe, çok az bir tefekkürle,
defalarca okuma külfetinden kurtulur.’ Bu sebeple müderrisin ödevlerinden
birisi de: ‘Öğrenim çağında, zekî ve gabî çocukları müşterek bir yerde
bulundurmamaktır. Aksine davranış, zeki çocukları geri bıraktığı gibi, gabî
çocuklara da bir işkence olur.” (Sh:246)
Kadın’ın Öğretimi başlığı
altında önce Ortaçağ Avrupa’sında eğitim meselesi incelenmiş, daha sonra İslâm
dünyasında kadınlar ve eğitim meselesi ele alınmıştır.
Beşinci Bölüm: İlmi Himâye Edenler ve İlim
Müesseselerindeki Sistemin Felsefesi
İlim müesseselerinin kurucularından; Abdullah
el-Me’mun, Nizâm’ül-Mülk, Nûreddin Zengi ve Selahaddin el-Eyyubî tanıtılır ve
öğretim vakıfları üzerinde durulur. (Sh:293-308)
Öğretim halkası, İslâm
âleminde çok erken devirlerde ortaya çıkmış ve çok sayıdaki ders halkaları
aralıksız günümüze kadar devam edegelmiştir.( Sh:308-312)
“Çağımızın birçok medeni devletlerinde öğretim
kademeleri dört kısma ayrılmaktadır: İlköğretim, ortaöğretim,
yükseköğretim, lisansüstü araştırma ve inceleme safhaları.
Öğretimdeki bu kademelerin, Orta Çağda Müslümanlarca
tanınması ve birbirinden ayırt edilmiş olması, insanı hayrette bırakmaktadır.
Ancak Müslümanların, çağımızda uygulandığı gibi, bir kademe ile diğer kademeyi
birbirinden ayıran belirli çizgiler tespit etmedikleri doğrudur. Fakat onlar,
bu tabii gelişme ile karşılaşmışlar ve bunu müesseselerinde tatbik etmişlerdir”
tespitinden sonra öğretim kademeleri hakkında bilgi verir. (Sh:312-316)
Altıncı Bölüm:Ders Konuları
Fâtımîler devrinde Mısır’da hâkim olan İsmâilî
Mezhebi’nin inançları ve Fâtımîler’in bu mezhebi yayma çabaları ele
alınmıştır.( Sh:321-344)
Tanıtmaya çalıştığımız eser Müslümanların tarih
boyunca Eğitim-Öğretim’e verdiği önemi göstermesi açısından dikkate değerdir.
Bu vesileyle Mü’minlerin eğitim meselesine daha önce gösterdikleri hassasiyete
bugünlerde sahip olup olmadıkları, üzerinde durulması gereken farklı bir
noktadır. Problemlerimiz ortadadır ve Müslümanlar modern eğitim kurumlarının
alternatiflerini oluşturamamışlardır. Türkiye’deki özel okullar da Tevhid-i
Tedrisat sebebiyle kendi müfredatlarını ortaya koyamamışlardır. Büyük bir kısmı
da ticaret kurumu görünümündedir. Mecburi Temel Eğitim sebebiyle her evladımız
modern eğitimden geçmekte ve okulun kalitesi düştükçe çocuklarımız için
olumsuzluklar artmaktadır. İslâm’a hizmet niyetiyle ortaya çıkan cemaatler
kendi eğitim kurumlarını kurma konusunda yetersiz gözükmektedirler. Seçmeli
Kur’an-ı Kerim ve Siyer derslerinin programa alınmış olması önemli
gelişmelerdir, fakat hayal görmenin de anlamı yoktur.
Bu vesileyle şu hususları da hatırlatmadan
geçemeyeceğiz. Türkiye’yi modernleştirme çabaları: sanılanın aksine, “halka
rağmen halk için” anlayışıyla hareket eden, tepeden inme yaklaşımları
benimsemiş çevrelerin eliyle gerçekleşmemiştir. Halk bu anlayış sahiplerini
tanımakta gecikmemiş, onlardan gelen her tür yeniliğe kapılarını kapamıştır.
Modernleşme hareketinin asıl aktörleri: II. Abdülhamid, Adnan Menderes, Turgut
Özal ve R. Tayyip Erdoğan’dır. Halk bu isimleri kendinden bilmiş ve tüm savunma
reflekslerini kaybetmiştir.
Cumhuriyet’in ilanıyla beraber ortaya çıkan yeni durum
karşısında takındıkları tavır sebebiyle kız çocuklarını okullara göndermeyen
Müslümanlar gericilikle suçlanmışlardır. Zaman içinde yaşanan gelişmeler,
başörtüsü problemini gündeme getirmiş ve malum çevrelerin niyetlerinin üzüm
yemek değil bağcıyı dövmek olduğu tüm çıplaklığı ile ortaya çıkmıştır.
Mecburi Eğitim sekiz yıla çıkarıldığında yaşananlar
herkesin malumudur. AKP iktidarı bu süreyi on iki yıla çıkartmış ve bu
uygulamayı liselerde başörtüsü problemini çözmeden yapmıştır. Bu uygulamayı
başlatanların, kızlarımızın mükellef olma yaşını, lise bitimine kadar
uzatamayacakları ortadadır. Tesettür meselesi, İmam Hatip Liseleri de dâhil
olmak üzere yasal anlamda çözülmüş değildir. Müslümanlara gösterilen kapı, Açık
Lise’dir. ‘Ortalıkta fazla gözükmeyin ve ikinci sınıf vatandaşlığa razı
olun.’ şeklinde anlaşılabilecek bu yaklaşımın hesabını vermeleri kolay
olmayacaktır.
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 263 / Ekim 2012
____________________
1)Kemal AYTAÇ, Avrupa Eğitim Tarihi, Doğu Batı Yay,
2009 Ank, Sh:92 Adı geçen eserde Avrupa’da eğitim meselesi, Antik Çağdan
Endüstrileşme Çağına kadar bu konuda söz söyleyen temel aktörler üzerinden ele
alınmış.
2)Ayrıca bakınız: Mustafa Ağırman, Hz.
Muhammed(s.a.v.) Devrinde Mescid ve Fonksiyonları, Ravza Yay, İst, 2010