‘Nuzûl-i İsâ (a.s)Meselesi’ - Alparslan Aydar

‘Nuzûl-i İsâ (a.s)Meselesi’

Başta Sahih-i Buhâri ve Sahih-i Müslim olmak üzere, muteber hadis mecmualarında  Kıyamet’in büyük âlametleri arasında zikredilen Hz. İsâ’nın (as) nüzûlü; nass ve icmâ ile sabittir. Tarihte  bunu inkâr eden hiçbir fırka yoktur. Son yıllarda  bu meselenin gündeme getirilmesinin bir değil, birden fazla sebebi vardır. Meselenin vahim boyutu; fıkhî ihtilaflar ile itikadî ihtilaflar arasındaki fark kaybolmuş  gibi görünmektedir. Tam da bu noktada ‘Peygamber Efendimiz’in (sav) sünneti ve O’nun cemaati hükmünde olan ashabının takip ettiği usûl (Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat)’ bizler için hayatî bir önem ifade etmektedir. Bu sayımızda son devrin âlimlerinden merhum Muhammed Zâhid el-Kevserî’nin ‘Nüzûl-i İsâ Meselesi’ isimli eserini tanıtmaya gayret edeceğiz.

Nuzûl-i İsâ (a.s)Meselesi
Muhammed Zâhid el- Kevserî
Rıhle Kitap
Mîsak Dergisi
Sayı: 266 / Ocak 2013



Modern zamanlarda İslâm’ın nasıl anlaşılması gerektiği hakkında karşımıza çıkan tartışmaları “hem ortaya çıkaran saik, hem de bu tartışmaların cereyan ediş şekli, Müslümanların bir toplum olarak yaşamasını sağlayan ve bu sayede onlara kendilerine has bir hayat tarzını geliştirme ve muhafaza etmeleri imkânını veren ‘geleneksel dindarlığın’ yok edilmesine matuftur. Yeniden yorumcuların veya dini yeniden yorumlamaya teşebbüs edenlerin ‘dostları’ ve ‘düşmanları’nın kimler olduğuna; daha doğrusu, kimi tenkit edip, neye dayandıklarına bakılacak olursa, bu husus açık bir şekilde ortaya çıkacağı gibi, bunun da ötesinde, bir vakitler dini yeniden yorumlayanlar olarak takdim edilenlerin, ne gibi neticeleri ‘sağladıkları’ veya ‘hangi neticelerin alınmasında onlardan istifade edildiğine’ bakılacak olursa, dini yeniden yorumlamaya yönelenlerin ve bu şekilde takdim olunanların çok da ‘masum’ olmadıklarını söylemek mümkün olur; kısaca şunu söyleyebiliriz: Dini yeniden yorumlamak meselesi, ‘dînî bir mesele’ olmayıp, nereden ve nasıl bakılırsa bakılsın, siyâsî’ bir meseledir. Bu meselenin mahiyetini fark etmeden, bu konuda söz söyleyenler, bir siyasete’ alet olmaktadırlar. Dinin yeniden yorumlanması meselesi, bugün dile getirildiği haliyle insanların veya Müslümanların daha iyi nasıl dindar olabileceği ile ilgili bir mesele olmayıp, Müslümanların modern dünya düzenine nasıl uydurulacağı ile ilgili bir mesele olarak ortaya çıkmıştır.” (1)

“Medyatik tartışma platformlarının, manipülasyona dönük bir yüzü olduğu ve özellikle son yıllarda İslamî kabullerin toplum bilincindeki yerinin sarsılmasına hizmet ettiği gerçeğinden hareketle rahatça söyleyebiliriz ki, ‘Nüzul-i İsa (a.s)’ meselesinin sık sık gündeme getirilmesinden ve tartışılmasından elde edilen netice, ‘tevatür’ olgusunun da ‘tartışılabilirler’ kategorisine sokulmasıdır. İslamî bilgi kaynaklarının vazgeçilmezlerinden olan ‘tevatür’ün böylesi bir fluluğa büründürülmesi operasyonu sonucunda Sünnet ve hatta Kur’an bilincinin yara almaması düşünülemez.

Günümüzde özellikle bir kısım akademik çevrelerde yaygınlaştığı görülen modernist yaklaşımın temel karakteri, herhangi bir hususun ‘İslamî’ olup olmadığını belirleyen ölçütlerin tartışılmasına yönelmiş olmasıdır. Her ne kadar bu yapılırken ortaya konmuş özgün bir bilgi felsefesinden ve sistemden bahsetmek mümkün değilse de, yapılanların, bütün eksiklik ve yetersizliklerine rağmen sokaktaki insanın kafasını karıştırmak için yeterli olduğu da gözden uzak tutulmamalıdır.” (2)

Öncelikle konu ile ilgili ayet-i kerimeleri hatırlatalım.

“Sonunda Îsâ onlardan küfrü hissedince: ‘Allah’a (giden yolda) benim yardımcılarım kimlerdir?’ dedi. Havârîler: ‘Biz, Allah’ın (dîninin) yardımcılarıyız. Allah’a îmân ettik. Hem şâhid ol ki biz, şübhesiz Müslümanlarız’ dediler.(Havârîler:) ‘Rabbimiz! İndirdiğine îmân ettik ve peygambere tâbi’ olduk. Artık bizi(seni ve peygamberlerini tasdîk eden) şâhidlerle berâber yaz!’ (dediler).Ve (o yahudiler, Îsâ’ya) tuzak kurdular, Allah da (onlara) tuzak kurdu (karşılık verdi). Allah ise, tuzak kuranların en hayırlısıdır. O vakit Allah şöyle buyurdu: ‘Ey Îsâ! Seni (kıyâmete yakın) vefât ettirecek olan ve seni kendime yükseltici ve seni o inkâr edenlerden (onların iftirâlarından) temizleyici ve sana tâbi’ olanları kıyâmet gününe kadar inkâr edenlerin üstünde tutacak olan, şüphesiz benim! Sonra dönüşünüz ancak banadır; artık hakkında ihtilâf etmekte olduğunuz şeyler husûsunda aranızda (ben) hüküm vereceğim!” (Âl-i Îmrân Sûresi:52-55)

“Bir de inkâr etmeleri ve (babasız çocuk doğurması üzerine) Meryem’e karşı büyük bir iftirâ söylemeleri ve: ‘Doğrusu biz, Allah’ın elçisi Meryemoğlu Îsâ Mesîh’i öldürdük’ demeleri sebebiyle (onlara lâ’net ettik). Hâlbuki onu ne öldürdüler, ne de onu astılar; fakat (öldürdükleri kişi) kendilerine, ona (Îsâ’ya) benzer gösterildi.Bil’akis Allah, onu kendi (katı)na yükseltti. Çünki Allah, Azîz (kudreti dâimâ galib gelen)dir, Hakîm (her işi hikmetli olan)dır. Hem ehl-i kitabdan hiçbir kimse yoktur ki ölümünden önce mutlaka ona îmân edecek olmasın! Kıyâmet gününde ise, onların (kendisine îmân etmeyenlerin) aleyhine şâhidlik edecektir.” (Nîsâ Sûresi:156-159))

Hâlbuki şübhesiz o, (Îsâ’nın âhir zamanda yeryüzüne gönderilişi), kıyâmet için elbette bir bilgi (bir alâmet)tir; sakın onda şübheye düşmeyin ve bana (şeriatime) tâbi’ olun! Bu dosdoğru bir yoldur.” (Zuhruf Sûresi:61)

 Hz. İsâ(as)’ın nüzûlü: “İcmâ ile sabit olup bunu inkâr eden tek bir mezhep bile yoktur.” (Sh:88) Fakat içinde yaşadığımız zaman dilimi, İslâm dünyasının şimdiye kadar görmediği garipliklerin yaşandığı bir döneme tekabül etmektedir. Son dönem yazılmış meâllerde ya da tefsirlerde ilgili ayet-i kerimelere bir göz atmak yeterlidir. Meselenin daha da vahim boyutu: fıkhî ihtilaflarla itikadî ihtilaflar arasındaki fark kaybolmuş görünmektedir. Tam da bu noktada ‘Peygamber Efendimiz(sav)’in sünneti ve O’nun cemaati hükmünde olan ashabının takip ettiği usûl (Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat)’ bizler için hayatî bir önem ifade etmekte olduğu hatırlanmalıdır. Bu vesileyle merhum Muhammed Zâhid el-Kevserî’nin ‘Nüzûl-i İsâ Meselesi’ isimli eserini tanıtmaya gayret edeceğiz.

 

Mütercimin Önsözü

20. Asrın Mısır’ı, İslâm Modernizminin en etkili olduğu coğrafyaların başında gelir. İtikadi ve ameli noktalarda sapmaların doruk noktasına ulaştığı bu coğrafyada ‘yeni’ diye adlandırılan fikirler, gazete ve dergilerde neşredilen makaleler ile çeşitli matbaalarda tab edilen risâle ve eserler vasıtasıyla kamuoyuna yayılmıştır.

Diğer taraftan Ehl-i Sünnet âlimleri de aynı şekilde, çeşitli dergi ve gazetede neşredilen makaleleri ve kaleme aldıkları risâle ve kitaplarıyla bu akıma karşı durmuşlar ve her daim İslâm adına onlarla mücadeleyi sürdürmüşlerdir.

Hayatının son otuz senesini Mısır’da geçiren Osmanlı Devleti’nin son devirde yetiştirdiği en önemli ilim ehlinden olan Muhammed Zahid el-Kevserî, bu mücadelenin ön saflarında yer alan isimlerin başında gelmektedir. Kevserî, Mısır’da çeşitli dergilerde yayımladığı çok sayıda makalesiyle ilmi ve fikri hastalıklara anında müdahil olmuştur. Bunun yanı sıra Kevserî, irili ufaklı birçok mühim esere de imza atmıştır. Mısır’ın içinde bulunduğu bu menfi durum nedeniyle Kevserî merhumun eserlerinden önemli bir kısmı da tenkit mahiyetli eserlerdir.

Kevserî’nin tenkit mahiyetli eserlerinden biri de, Modernist düşüncenin temsilcilerinden Mahmud Şeltut’un Nüzûl-i İsâ Meselesi’ndeki görüşlerini tetkik ettiği Nazrâ Âbira isimli risâlesidir. Eserin öyküsü kısaca şöyledir:

İngiliz işgal ordusunda subay olarak görev yapan bir Kâdiyanî olan Abdülkerim Han isimli şahıs tarafından, Ezher Üniversitesi rektörlüğüne şu sorular sorulmuştur:

‘Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i mutahharaya göre Hz. İsâ diri mi yoksa ölü müdür? Hz. İsâ’nın diri olduğunu inkâr eden bir Müslüman hakkındaki hüküm nedir? Aynı şekilde onun ikinci defa dünyaya döneceği farz olunduğu takdirde buna inanmayan kişi hakkında hüküm nedir?’

Bunun üzerine zamanın Ezher rektörü olan Muhammed Mustafa el-Merâği, bu fetva talebini Şeyh Şeltut’a havale etmiştir. Şeyh Şeltut bu soruyu cevaplamış ve bu cevap 1943 yılında er-Risâle dergisi (X. yıl, 462. sayı) tarafından yayımlanmıştır.

Yayımlandığı günden itibaren Şeltut’un bu fetvasına, hamiyet-i diniyye sahibi birçok Ehl-i Sünnet âlimi reddiye yazmıştır. Bunlardan biri de Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi’dir. Mustafa Sabri Efendi, muhalled eseri Mevkifü’l-Akl’dan önce neşrettiği el-Kavlü’l-Fasl isimli eserinde (s. 140-147) Şeltut’un iddialarını reddetmiştir.

Şeltut, fetvasına gelen bu tepki ve reddiyelere en azından tepkisiz kalmak istememiş olsa gerek ki, er-Risâle dergisinde ardı sıra beş yeni makale yayımlamıştır.

Bu makalelerin isimleri şöyledir:

1. Nüzûlü İsâ, er-Rİsâle, Sayı: 514.

2. el-Akîdetü’d-Dîniyye ve Tarîku Sübûtihâ, er-Risâle, Sayı: 516.

3. Âyetân, er-Risâle, Sayı: 517.

4. es-Sünne ve Sübûtü’l-Akîde, er-Risâle, Sayı: 518.

5. el-İcmâ ve Sübûtü’l-Âkîde, er-Risâle, Sayı: 519.

İşte, Muhammed Zahid el-Kevserî’nin Nazrâ Âbira isimli bu eseri, Şeltut’un mevzubahis fetvası ile yukarıda isimlerini verdiğimiz beş makalesine reddiyedir. Kevserî, reddiyesinin planını mezkûr makalelere göre kurmuştur. Nazrâ Âbira beş ana başlıktan oluşmakta ve her başlıkta sırasıyla Şeltut’un makaleleri irdelenmektedir. Ancak zaman zaman Şeltut’un ilgili fetvası da mevzubahis edilmiştir. Bu yüzden Nazra Ahira’nın hem mezkür fetvaya hem de beş makaleye reddiye olduğunu söyleyebiliriz.” (Mütercim: Abdulkadir Yılmaz, Sh:7-11)

 

Müellifin Önsözü

“İslâm’ın ilk yıllarından bugüne değin İslâm ümmetinin tevarüs edegeldiği; itikâdî, ameli ve ahlâki meselelerde, sahip oldukları edebi meziyetleri kullanarak şüphe uyandıran ve Müslümanların söz birliğini bozan bazı kimselerin ortaya çıkması, hamiyet-i diniye sahibi herkesin içini kemirmektedir. Hâlbuki İslâm ümmeti, sahip olduğu her türlü imkânı bu kimselere sunarken, onlardan dinlerini muhafaza edip Müslümanlar arasında söz birliği sağlamaları beklentisi içerisindeydi. Ancak, kendi aralarında, ne Allah’ın (c.c.) ne de Resûlü(s.a.v.)’nün razı olmayacağı şeyleri fısıldayıp duran bu kimseler, ‘yeniyi kabullenmekle’ ‘eskiyi muhafaza etmek’ arasında şaşkın bıraktıkları Ümmet-i İslâm’ı gafil avlamışlardır.

Bu kimseler, her türlü tecdidin İslâm’ın şanını yücelttiği zannıyla, kendilerini tecdit yolunda addetmektedir. Hâlbuki fayda sağlayacak olan tecdit, kâinatın yeni sırlarını keşfedip bunları, hayatı kolaylaştıracak şekilde istihdam etmek; dini sapma ve ahlaki çözülmenin sebeplerini ortadan kaldırmak suretiyle toplumu ıslah etmekten ibarettir. İslâm Ümmetinin şanını gerçek anlamda yüceltip onları başka milletlere muhtaç durumda olmaktan kurtaracak olan yegâne iş budur. Ancak bu şekilde İslâm Ümmeti, ecdadının elde ettiği şerefi kazanma yolunda büyük bir mesafe kat etmiş olur.

Bu anlamda bir kalkınmaya kimsenin itirazı olmayacağı gibi, böyle bir kalkınma, toplumun bütün kesimlerinde, her türlü teşvik, takdir ve övgüye mazhar olacaktır.

Ancak, İslâm’ın ilk yıllarından günümüze kadar tevarüs edilen itikâdî ve ameli hükümleri, yeniden düzenleyip değiştirmek suretiyle bu ümmetin dinine ilişmek, üstelik bunu bazen ‘ıslah’ bazen de ‘tecdit’ adı altında yapmak, asla bir hayır vesilesi olamaz.

Allah’ın kitabı, indirildiği gibi muhafaza edilmiş, her asırda var olan hadis hafızları, Hz. Peygamber(sav)’in sünnetini adeta bir kale gibi korumuş, ittifak ve ihtilaf edilen meseleler, asırlar boyu ölümsüz eserlerde tedvin edilmiştir. Bütün bunlara vakıf olmak için bir miktar merak ve gayretten başka hiçbir şeye ihtiyaç yoktur. Ayrıca Kur’an-ı Hâkim ile bir şekilde bağlantılı olan tüm ilim dallarında durum bundan farksızdır.

Kitabı, Peygamberinin sünneti, ilmi mesele ve eserleri, anlattığımız nitelikte olan bir din, ‘Lutherizm’e ihtiyaç duymaz. Bunun aksini düşünenler İslâm ve Hıristiyanlık tarihini bilmemekte ve bu iki tarih arasında yanlış mukayese yapmaktadır. İtikadî ve ameli hükümleriyle oynanması, Ümmet-i İslâm’ı yüceltmez, aksine başını öne düşürür; itikâdî, ameli ve ahlaki çözülmenin acısını tattırır.

Tecdit davetçilerine tavsiyem, kendilerine ve ümmete hayrı dokunacak işler yapsınlar ve dini hükümlere saygısızlık etmekten vazgeçsinler. Bunun yerine İslâmi ilimlerde derinleşip, yeni düzenlemeler yapmadan ve değiştirmeden bu mirası olduğu gibi muhafaza etsinler. Bunu yaptıkları takdirde, her türlü övgü ve teşekküre nail olacaklardır.

Din, her gün değiştirilebilecek bir vaka değildir. Buna rağmen, bazı heveskârların arzularına uyarak, çeşitli vesilelerle dinin şiarlarını, itikâdî ve ameli hükümlerini değiştirmeye çalışan kişiler ortaya çıkacak olursa, Allah’ın gazabı ve Müslümanların öfkesi onlardan geri kalmayacaktır.”( Sh:13-16)

 

Nüzûl-i İsâ Meselesinden Usanmadılar mı?

Kevserî bu bölümde Hz. İsa’nın (a.s.) nüzûlünü inkâr edenleri, sahip oldukları sosyal statüleri ve bağlantıları üzerinden incelemektedir. Yaptığı şu karşılaştırma meseleyi özetlemektedir: “Kur’ân, Sünnet ve İcma ile teyit edilen Sahabe, Tabiin, Fıkıh, Hadis, Tefsir ve Tevhid imamlarının tamamı bir yanda, ‘Kadıyan’daki yalancı Moğol peygamber ile geçmiş zamanın ‘Tura’ filozofu tarafından desteklenen bu önyargılı kişi bir yanda! Ne feci bir manzara!”(S.20)

“Şeyh Abduh’a gelince ... O herkesçe bilinen bazı meziyetlere sahip bir kimsedir. Yazı, idare, yönetim ve topluma faydası olan bazı işlerde gösterdiği icraatlarla, kendi asrında yaşayan şahsiyetler arasından sıyrılmış ender biriydi.

Nitekim yakın dostu Lord Cromer (Evelyn Baring, tarafından ‘emperyalizmin pratisyeni ve filozofu’ diye yâd edilen Lord Cromer/Cromer kontu, 1883-1907 arası İngiltere’nin Mısır müstemleke valisidir) kendisini, ‘geniş ilim sahibi ve aydın fikirli’ şeklinde niteleyerek övmüştür. Aynı zat, Abduh’un müritlerini de ‘her türlü teşvik ve yardıma layıktırlar. Gösterilecek teşvik ve yardımlarla kendilerine destek olunmalıdır. Çünkü onlar reformist Avrupalının tabii müttefikleridir’ diyerek övmüştür. Aynı kişi Şeyh Abduh hakkında şunları da söylemiştir:‘Urâbi hareketinin önde gelen akıl hocalarındandı. 1883 yılında Mısır’a geldiğimde gözden düşmüş bir vaziyetteydi. İngiliz tazyikiyle hareket eden babacan tabiatlı Hidiv Tevfik, onu affedip kadı tayin etti. O da işini lâyıkı ve hakkıyla eda etti.” (Bkz. The Earl of Cromer, Modern Egypt, c.2, London: Macmillan and Co., Limited, 1908, s.179)

Yine aynı kişi şunları söylemiştir: “Muhammed Abduh’u yıllarca gücümün yettiğince teşvik ettim; fakat bu çetin bir işti, zira muhafazakâr Müslümanlardan gördüğü şiddetli husûmetin yanı sıra, maalesef Hidiv ile de arası hayli bozuktu ve müftülük makamını ancak İngilizlerin güçlü desteğiyle koruyabiliyordu.” (The Earl of Cromer, a.g.e., s.180-181/1. dipnot.)

 

Dini Akide ve Bunun Sübut Yolu

Kevserî , Şeltut’a ait akidenin sübutu ile ilgili problemli ifadelerin beş tanesini sırasıyla ele alarak inceledikten sonra, makalenin son kısmında aklî ve naklî delillerin nasıl değerlendirilmesi gerektiğini yaptığı nakillerden hareketle izah eder.( Sh:35-49)

“Hatta şunu çok rahat söyleyebiliriz ki, sadece akli delillere dayanarak şeriat ilmi hakkında konuşmak bidat ve dalalettir. Zira tevhid ve sıfat ilminde asıl olan, Kur’an ve Sünnet’e tutunup heva ve bidatten kaçınmak; Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliğini kabul edenlerle tartışırken Ehl-i Sünnet ve Cemaat yoluna bağlılık göstermektir. Tek başına aklî delil ise, Müslüman olmayan kimselere karşı kullanılır. Hak ehline göre Kuran ve Sünnet’in kabul etmediği bir itikada itibar edilmez. İtikat ile Kur’an-Sünnet arasındaki bu ilişkiyi zayıflatmaya çalışan kişi, büyük bir dalâlettedir.”( Sh:41)

 

Hz. İsâ’nın Göğe Kaldırılması ve Nüzûlü Hakkındaki Ayetler

Şeltut’un kendisine yönelttiği eleştirilere M. Zâhid el-Kevserî’nin cevabı şöyledir: “Ehl-i Sünnet akidesini savunan kişi dalâlet üzere; bu akideden ayrılıp ona karşı çıkan kimse ise hidayet üzere oluyor” öyle mi?! Fesubhânallah!.. İşte, yeni neslin kanaat önderi olan, ıslahatçı, insaf ve vicdan sahibi kimse böyle oluyor! Biz onun artık bâtıl şeyler konuşmak yerine susmasını ve Kâhir Allah’ın yardımı sayesinde kendisini susturmayı umut ediyor değiliz. Bizim tek istediğimiz, toplumu onun meydana getirdiği şüphelerden korumaktır.

Bu zat, İslâm’ın ilk yıllarından, yalancı Moğol peygamberi zamanına kadarki hak ehlinden, kendisinin reddettiğini reddeden sahih bir rivayet bulup ortaya koymak için, yerin içine inebileceği bir tünel ya da göğe çıkabileceği bir merdiven arasa, buna asla yol bulamayacaktır. Ve binde birlik bir ihtimalle bile olsa hakkın bu zatın tarafında olması şöyle dursun, bu konudaki şaz görüşünde kendisine eşlik eden birinin daha mevcut olduğu dahi söylenemeyecektir.” ( Sh:54-55)

Daha sonra konu ile ilgili ayet-i kerimelerin (Al-i Îmran Sûresi:55 ve Maide Sûresi:117) nasıl anlaşılması gerektiğini izah ettikten sonra şu tespitlerde bulunur: “Yalnızca Kur’an-ı Hakîm’in nassları bile Hz. İsâ’nın diri olarak göğe kaldırıldığını ve ahir zamanda yeryüzüne ineceğini kesin olarak ortaya koymaktadır. Bu hususta delilden neşet etmeyen hayali bir takım ihtimallere itibar edilemez. Konuyla ilgili hadisler mütevatir derecesinde iken, haleften selefe bütün ümmet bu hadisleri alma ve bildirdikleri hususu en eski devirlerden günümüze değin itikad kitaplarına kaydetmişlerken, nasıl olur da bu hususta en ufak bir şüpheye mahal kalabilir?” (Sh:72)

 

Sünnet ve Akidenin Sübûtu

Kevserî bu bölümde Şeltut’un zikredeceğimiz iki görüşünü inceler. Birincisi: ‘Haber-i ahâd akîde ifade etmez.’ İkincisi: ‘Gaybi konularda haber-i ahâda itimat doğru değildir’ sözü, üzerinde icmâ olan ve akıl sahibi hiç kimsenin muhalefet edemeyeceği aklî zorunluluk hükmüyle sabit bir görüştür.” (Sh:82)

“Hz. İsâ’nın nüzûlü konusundaki hadisleri, haber-i âhâd farz etsek bile, bunlar, Buhârî ile Müslim’in ittifakla rivayet ettiği ve hiç kimsenin hadis fenni/ilmi açısından eleştiriye tabi tutmadığı rivayetlerdendir. Konuyla ilgili bu hadisler, haleften selefe bütün Ümmetin kabulle telakkî ettiği ve asırlar boyunca bu Ümmetin âlimlerinin, mazmûnunu itikâd konusu ettiği rivayetlerdir. Bu yüzden ilgili hadisleri almak bir zorunluluktur.

Tabi bütün bu söylediklerimiz, rivayetin haber-i âhâd olduğu varsayımına dayalıdır. Gerçek şu ki bu konudaki rivayetler kat’i olarak mütevatirdir. Nitekim bu husus, konunun uzmanlarından yaptığımız nakillerden anlaşılmaktadır. Binaenaleyh, hadisin tariklerine vakıf olduktan sonra onu inkâr etmek, son derece tehlikelidir. Allah’tan (c.c.) selamet isteriz.

Hz. İsâ’nın göğe kaldırılışı ve nüzûlü hakkındaki rivayetler mütevâtir haberlerdir. el-Bezdevî, mütevâtir bahsinin sonunda, mütevâtiri inkar edip muhalefet eden kimsenin kafir olacağını açıkça ifade etmiştir.” (Sh:78-79)

 “Hiç kimse, hadislerin aynı anlamda iştirak etmeleriyle meydana gelen manevi tevatürün sayıca çok olduğu gerçeğini inkâr edemez. Hz. İsâ’nın nüzûlü hakkındaki hadislerin tevatürü, manevi tevatürdür. Nitekim çok sayıda hadis, bu hususu ortak olarak ifade etmiştir. Bu hadisler arasında birçok sahih ve hasen hadis vardır ki bunlar, başka manaları da içermekle birlikte, Hz. İsâ’nın nüzûlü meselesini açıkça ortaya koymuşlardır. Hadis ilminden bir nebze nasibi olan hiç kimse, bu hakikati inkâr edemez.” (Sh:84) Ebubekir Sifil, el-Keşmîrî’den naklen konu ile ilgili rivayetlerin dökümünü vermiştir. [Bakınız: İslâm ve Modern Çağ-3, Kayıhan Yay, Sh:97, Ayrıca Nüzûl-i Îsâ meselesi ile ilgilenen kardeşlerimiz için konu ile ilgili Şubat 2006’da Dâru’l-Hikme’de yapılan değerlendirmeyi tavsiye edebiliriz.] http://www.ebubekirsifil.com/index.php?sayfa=detay&tur=soylesi&no=15 )

 

İcma ve Akidenin Sübutu

“Yazar (Şeltut), din imamlarınca Şeriatın delillerinin üçüncüsü kabul edilen İcmâ’ı ele almış ve elinden gelen bütün gayreti sarf ederek bu delil üzerinde şüphe uyandırmaya çalışmıştır. Böylece o, avamdan ve avam tabakasından mâdud kimselerden kendisine kulak verenlerin gözünde, Allah’ın hüccetleri olan; Kitap, Sünnet ve İcmâ’ı, basitleştirme ve önemsizleştirme misyonunu tamamlamış olmaktadır.

Bilemiyorum ki, onu bu dolambaçlı yollara sokan nedir? Hak ehli arasında haklarında İcmâ bulunan delilleri karalamak için kurallar, kaideler ihdas etmesine ne gerek vardı ki? Bunların hiç birini yapmadan şöyle diyebilirdi:

‘İsâ aleyhisselam’ın vefat ettiği ve âhir zamanda nüzûl etmeyeceği konusunda Kur’an’dan filanca nass vardır ve bu nass onun vefat ettiğine ve Nüzûl etmeyeceğine delalet etmektedir.’

Ya da: ‘Sünnetten, falan kişilerin rivayet ettiği filanca delil vardır ve bu delil, Müslüman cemaatin bu konudaki itikadına muhaliftir.’ Yahut: ‘Filanca din imamından filan kimsenin senediyle gelen falan rivayet vardır ki, bu rivayet Hz. İsâ’nın vefat ettiğini ve nüzûl etmeyeceğini ifade etmektedir.’ Tabi eğer bunlardan biri, ilmin tedvin edildiği kitaplarda varsa ...

Lakin yazar, varını yoğunu ortaya koysa bile, Ehl-i Kitab’ın rivayetlerine aldanmamış birinden, Hz. İsâ’nın vefat ettiği ve ahir zamanda yeryüzüne inmeyeceği şeklinde bir rivayet bulamaz. Nerde kaldı Kitap ve Sünnetten delile benzer bir şeyler bulsun. Üstelik karşısında, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in itikadına delalet eden Allah’ın kitabının ve Resûlünün mütevâtir sünnetinin nassları ile Müslüman âlimlerin icmâ’ı varken.” (Sh:101-102)

Bu tesbitlerden sonra icmâ’nın mahiyeti ve konu ile ilgisi üzerinde durur ve aşağıdaki tesbitlerle makalesini tamamlar:

 “İsâ aleyhisselam’ın nüzûlü meselesinin, sahih, sünen, mesânid, cevâmi, musannefat ve daha başka türlerdeki hadis kitaplarında, senetleriyle birlikte, otuz sahabenin diliyle, Hz. Peygamber’den sabit olduğu düşünülünce, İslâm’ın zuhurundan bu yana, Hıristiyanların bu akideyi Müslümanların itikadına sokmak için çalıştığını söylemek, sözün sahibinin batılda ne kadar ileri gittiğini gösteriyor.

Hristiyanların propagandasını yaptığı ve yaymak için uğraştığı bir meseleyi, Hz. Mustafa mı (Allah’ın salavatı ve selamı üzerine olsun) dile getirmiştir? Yoksa Müslümanlar üzerinde bu entrikayı çeviren kimseler Sahabe-i Kiram mıydı? Ya da, bu ithal akideyi Müslümanların itikadına sokanlar, mevzubahis hadisleri seleften halefe mütevatir yollarla nakleden bu ümmetin hafızları mıydı? Yoldan çıkma noktasında bundan daha ilerisi tasavvur edilemez. Alın işte, yazarın delilleri ortada!

Hz. Mustafa’nın (Allah’ın salât ve selamı üzerine olsun) ashabı hakkında (Allah onlardan razı olsun) böyle bir tasavvura sahip olan biri; Sahabeden sünnetleri rivayet eden râviler ve her asırda bu sünnetlerin râvileri olan zatlar hakkında böyle bir düşünceye sahip bir kimse; sıhah, sünen, mesânid, cevâmi, musannefat türü hadis kitaplarıyla, rivayet ve dirayet tefsirleri ve sair kitaplar hakkında böyle düşünen bir insan, yüzündeki maskeyi çıkarmış ve kendisiyle tartışmaya gerek bırakmamıştır. Yazarın, bugünkü üstadı gibi, geçmişteki üstadı da hüccet değildir.” (Sh:119-120)

Son olarak bir hususu hatırlatmakta fayda görüyoruz:

Kur’an Müslümanlığı ve Dinde Reform konuları özelinde kardeşlerimize; farklı birçok mesele üzerinde yüzeysel değerlendirmelerde bulunmaktan ziyade bir mesele üzerine derinlemesine araştırma yapmayı tavsiye edebiliriz. Nüzûl-i İsâ Meselesi: bir nevî turnusol kâğıdı hükmünde olup, buradan hareketle dinimizi kimden öğrendiğimiz, meselenin bir başka boyutudur. ‘Peygamber Efendimiz(sav)’in sünneti ve O’nun cemaati hükmünde olan ashabının takip ettiği usûle bağlı kalan müslümanlara ‘Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat’ vasfı verilmiş, bu vasfı kaybedenler ise ‘Ehl-i Bid’at’ veya ‘Ehl-i Ehvâ’ şeklinde tanımlanmıştır. İhtilaf fıkhî değil, itikadîdir.

 Mehmed Zahid Aydar

Mîsak Dergisi

Sayı:266 / Ocak 2013


1-Tahsin Görgün -’Dinin Yeniden Yorumlanması’ Meselesi Üzerine, Köprü / Üç Aylık Fikir Dergisi, Kış 2001, 73. Sayı

2- Ebubekir Sifil, Milli Gazete, 31 Ocak 2004