Başta Sahih-i Buhâri ve Sahih-i Müslim olmak üzere, muteber hadis mecmualarında Kıyamet’in büyük âlametleri arasında zikredilen Hz. İsâ’nın (as) nüzûlü; nass ve icmâ ile sabittir. Tarihte bunu inkâr eden hiçbir fırka yoktur. Son yıllarda bu meselenin gündeme getirilmesinin bir değil, birden fazla sebebi vardır. Meselenin vahim boyutu; fıkhî ihtilaflar ile itikadî ihtilaflar arasındaki fark kaybolmuş gibi görünmektedir. Tam da bu noktada ‘Peygamber Efendimiz’in (sav) sünneti ve O’nun cemaati hükmünde olan ashabının takip ettiği usûl (Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat)’ bizler için hayatî bir önem ifade etmektedir. Bu sayımızda son devrin âlimlerinden merhum Muhammed Zâhid el-Kevserî’nin ‘Nüzûl-i İsâ Meselesi’ isimli eserini tanıtmaya gayret edeceğiz.
![]() |
Nuzûl-i İsâ (a.s)Meselesi |
Modern zamanlarda İslâm’ın nasıl
anlaşılması gerektiği hakkında karşımıza çıkan tartışmaları “hem ortaya çıkaran
saik, hem de bu tartışmaların cereyan ediş şekli, Müslümanların bir toplum
olarak yaşamasını sağlayan ve bu sayede onlara kendilerine has bir hayat
tarzını geliştirme ve muhafaza etmeleri imkânını veren ‘geleneksel dindarlığın’
yok edilmesine matuftur. Yeniden yorumcuların veya dini yeniden yorumlamaya teşebbüs
edenlerin ‘dostları’ ve ‘düşmanları’nın kimler olduğuna; daha doğrusu, kimi
tenkit edip, neye dayandıklarına bakılacak olursa, bu husus açık bir şekilde
ortaya çıkacağı gibi, bunun da ötesinde, bir vakitler dini yeniden
yorumlayanlar olarak takdim edilenlerin, ne gibi neticeleri ‘sağladıkları’ veya
‘hangi neticelerin alınmasında onlardan istifade edildiğine’ bakılacak olursa,
dini yeniden yorumlamaya yönelenlerin ve bu şekilde takdim olunanların çok da
‘masum’ olmadıklarını söylemek mümkün olur; kısaca şunu söyleyebiliriz: Dini
yeniden yorumlamak meselesi, ‘dînî bir mesele’ olmayıp, nereden ve nasıl
bakılırsa bakılsın, siyâsî’ bir meseledir. Bu meselenin mahiyetini
fark etmeden, bu konuda söz söyleyenler, bir siyasete’ alet olmaktadırlar. Dinin
yeniden yorumlanması meselesi, bugün dile getirildiği haliyle insanların veya
Müslümanların daha iyi nasıl dindar olabileceği ile ilgili bir mesele olmayıp,
Müslümanların modern dünya düzenine nasıl uydurulacağı ile ilgili bir mesele
olarak ortaya çıkmıştır.” (1)
“Medyatik tartışma platformlarının,
manipülasyona dönük bir yüzü olduğu ve özellikle son yıllarda İslamî kabullerin
toplum bilincindeki yerinin sarsılmasına hizmet ettiği gerçeğinden hareketle
rahatça söyleyebiliriz ki, ‘Nüzul-i İsa (a.s)’ meselesinin sık
sık gündeme getirilmesinden ve tartışılmasından elde edilen netice, ‘tevatür’
olgusunun da ‘tartışılabilirler’ kategorisine sokulmasıdır. İslamî bilgi
kaynaklarının vazgeçilmezlerinden olan ‘tevatür’ün böylesi bir fluluğa
büründürülmesi operasyonu sonucunda Sünnet ve hatta Kur’an bilincinin yara
almaması düşünülemez.
Günümüzde özellikle bir kısım akademik
çevrelerde yaygınlaştığı görülen modernist yaklaşımın temel karakteri, herhangi
bir hususun ‘İslamî’ olup olmadığını belirleyen ölçütlerin tartışılmasına
yönelmiş olmasıdır. Her ne kadar bu yapılırken ortaya konmuş özgün bir bilgi
felsefesinden ve sistemden bahsetmek mümkün değilse de, yapılanların, bütün
eksiklik ve yetersizliklerine rağmen sokaktaki insanın kafasını karıştırmak
için yeterli olduğu da gözden uzak tutulmamalıdır.” (2)
Öncelikle konu ile ilgili ayet-i
kerimeleri hatırlatalım.
“Sonunda Îsâ onlardan
küfrü hissedince: ‘Allah’a (giden
yolda) benim yardımcılarım kimlerdir?’ dedi. Havârîler: ‘Biz, Allah’ın (dîninin) yardımcılarıyız. Allah’a
îmân ettik. Hem şâhid ol ki biz, şübhesiz Müslümanlarız’ dediler.(Havârîler:) ‘Rabbimiz!
İndirdiğine îmân ettik ve peygambere tâbi’ olduk. Artık bizi(seni ve
peygamberlerini tasdîk eden) şâhidlerle berâber yaz!’ (dediler).Ve (o
yahudiler, Îsâ’ya) tuzak kurdular, Allah da (onlara) tuzak
kurdu (karşılık verdi). Allah ise, tuzak kuranların en
hayırlısıdır. O vakit Allah şöyle buyurdu: ‘Ey Îsâ! Seni (kıyâmete
yakın) vefât ettirecek olan ve seni kendime yükseltici ve seni o inkâr
edenlerden (onların iftirâlarından) temizleyici ve sana tâbi’
olanları kıyâmet gününe kadar inkâr edenlerin üstünde tutacak olan, şüphesiz
benim! Sonra dönüşünüz ancak banadır; artık hakkında ihtilâf etmekte olduğunuz
şeyler husûsunda aranızda (ben) hüküm vereceğim!” (Âl-i
Îmrân Sûresi:52-55)
“Bir de inkâr etmeleri
ve (babasız çocuk doğurması
üzerine) Meryem’e karşı büyük bir iftirâ söylemeleri ve: ‘Doğrusu biz,
Allah’ın elçisi Meryemoğlu Îsâ Mesîh’i öldürdük’ demeleri sebebiyle (onlara
lâ’net ettik). Hâlbuki onu ne öldürdüler, ne de onu astılar; fakat (öldürdükleri
kişi) kendilerine, ona (Îsâ’ya) benzer
gösterildi.Bil’akis Allah, onu kendi (katı)na yükseltti. Çünki
Allah, Azîz (kudreti dâimâ galib gelen)dir, Hakîm (her işi
hikmetli olan)dır. Hem ehl-i kitabdan hiçbir kimse yoktur ki ölümünden önce
mutlaka ona îmân edecek olmasın! Kıyâmet gününde ise, onların (kendisine
îmân etmeyenlerin) aleyhine şâhidlik edecektir.” (Nîsâ Sûresi:156-159))
“Hâlbuki şübhesiz o, (Îsâ’nın âhir zamanda yeryüzüne
gönderilişi), kıyâmet için elbette bir bilgi (bir alâmet)tir;
sakın onda şübheye düşmeyin ve bana (şeriatime) tâbi’ olun! Bu
dosdoğru bir yoldur.” (Zuhruf
Sûresi:61)
Hz. İsâ(as)’ın nüzûlü: “İcmâ ile
sabit olup bunu inkâr eden tek bir mezhep bile yoktur.” (Sh:88) Fakat içinde
yaşadığımız zaman dilimi, İslâm dünyasının şimdiye kadar görmediği
garipliklerin yaşandığı bir döneme tekabül etmektedir. Son dönem yazılmış
meâllerde ya da tefsirlerde ilgili ayet-i kerimelere bir göz atmak yeterlidir.
Meselenin daha da vahim boyutu: fıkhî ihtilaflarla itikadî ihtilaflar
arasındaki fark kaybolmuş görünmektedir. Tam da bu noktada ‘Peygamber
Efendimiz(sav)’in sünneti ve O’nun cemaati hükmünde olan ashabının takip ettiği
usûl (Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat)’ bizler için hayatî bir önem ifade
etmekte olduğu hatırlanmalıdır. Bu vesileyle merhum Muhammed Zâhid
el-Kevserî’nin ‘Nüzûl-i İsâ Meselesi’ isimli eserini tanıtmaya gayret edeceğiz.
Mütercimin Önsözü
20. Asrın Mısır’ı, İslâm Modernizminin en
etkili olduğu coğrafyaların başında gelir. İtikadi ve ameli noktalarda
sapmaların doruk noktasına ulaştığı bu coğrafyada ‘yeni’ diye adlandırılan
fikirler, gazete ve dergilerde neşredilen makaleler ile çeşitli matbaalarda tab
edilen risâle ve eserler vasıtasıyla kamuoyuna yayılmıştır.
Diğer taraftan Ehl-i Sünnet âlimleri de
aynı şekilde, çeşitli dergi ve gazetede neşredilen makaleleri ve kaleme
aldıkları risâle ve kitaplarıyla bu akıma karşı durmuşlar ve her daim İslâm
adına onlarla mücadeleyi sürdürmüşlerdir.
Hayatının son otuz senesini Mısır’da
geçiren Osmanlı Devleti’nin son devirde yetiştirdiği en önemli ilim ehlinden
olan Muhammed Zahid el-Kevserî, bu mücadelenin ön saflarında yer alan isimlerin
başında gelmektedir. Kevserî, Mısır’da çeşitli dergilerde yayımladığı çok
sayıda makalesiyle ilmi ve fikri hastalıklara anında müdahil olmuştur. Bunun
yanı sıra Kevserî, irili ufaklı birçok mühim esere de imza atmıştır. Mısır’ın
içinde bulunduğu bu menfi durum nedeniyle Kevserî merhumun eserlerinden önemli
bir kısmı da tenkit mahiyetli eserlerdir.
Kevserî’nin tenkit mahiyetli eserlerinden
biri de, Modernist düşüncenin temsilcilerinden Mahmud Şeltut’un Nüzûl-i İsâ
Meselesi’ndeki görüşlerini tetkik ettiği Nazrâ Âbira isimli
risâlesidir. Eserin öyküsü kısaca şöyledir:
İngiliz işgal ordusunda subay olarak görev
yapan bir Kâdiyanî olan Abdülkerim Han isimli şahıs tarafından, Ezher
Üniversitesi rektörlüğüne şu sorular sorulmuştur:
‘Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i mutahharaya
göre Hz. İsâ diri mi yoksa ölü müdür? Hz. İsâ’nın diri olduğunu inkâr eden bir
Müslüman hakkındaki hüküm nedir? Aynı şekilde onun ikinci defa dünyaya döneceği
farz olunduğu takdirde buna inanmayan kişi hakkında hüküm nedir?’
Bunun üzerine zamanın Ezher rektörü olan
Muhammed Mustafa el-Merâği, bu fetva talebini Şeyh Şeltut’a havale etmiştir.
Şeyh Şeltut bu soruyu cevaplamış ve bu cevap 1943 yılında er-Risâle dergisi (X.
yıl, 462. sayı) tarafından yayımlanmıştır.
Yayımlandığı günden itibaren Şeltut’un bu
fetvasına, hamiyet-i diniyye sahibi birçok Ehl-i Sünnet âlimi reddiye
yazmıştır. Bunlardan biri de Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi’dir. Mustafa
Sabri Efendi, muhalled eseri Mevkifü’l-Akl’dan önce
neşrettiği el-Kavlü’l-Fasl isimli eserinde (s. 140-147)
Şeltut’un iddialarını reddetmiştir.
Şeltut, fetvasına gelen bu tepki ve
reddiyelere en azından tepkisiz kalmak istememiş olsa gerek ki, er-Risâle
dergisinde ardı sıra beş yeni makale yayımlamıştır.
Bu makalelerin isimleri şöyledir:
1. Nüzûlü İsâ, er-Rİsâle,
Sayı: 514.
2. el-Akîdetü’d-Dîniyye ve Tarîku
Sübûtihâ, er-Risâle, Sayı: 516.
3. Âyetân, er-Risâle, Sayı: 517.
4. es-Sünne ve Sübûtü’l-Akîde, er-Risâle, Sayı: 518.
5. el-İcmâ ve Sübûtü’l-Âkîde, er-Risâle, Sayı: 519.
İşte, Muhammed Zahid el-Kevserî’nin Nazrâ
Âbira isimli bu eseri, Şeltut’un mevzubahis fetvası ile yukarıda
isimlerini verdiğimiz beş makalesine reddiyedir. Kevserî, reddiyesinin planını
mezkûr makalelere göre kurmuştur. Nazrâ Âbira beş ana
başlıktan oluşmakta ve her başlıkta sırasıyla Şeltut’un makaleleri irdelenmektedir.
Ancak zaman zaman Şeltut’un ilgili fetvası da mevzubahis edilmiştir. Bu
yüzden Nazra Ahira’nın hem mezkür fetvaya hem de beş makaleye
reddiye olduğunu söyleyebiliriz.” (Mütercim: Abdulkadir
Yılmaz, Sh:7-11)
Müellifin Önsözü
“İslâm’ın ilk yıllarından bugüne değin
İslâm ümmetinin tevarüs edegeldiği; itikâdî, ameli ve ahlâki meselelerde, sahip
oldukları edebi meziyetleri kullanarak şüphe uyandıran ve Müslümanların söz
birliğini bozan bazı kimselerin ortaya çıkması, hamiyet-i diniye sahibi herkesin
içini kemirmektedir. Hâlbuki İslâm ümmeti, sahip olduğu her türlü imkânı bu
kimselere sunarken, onlardan dinlerini muhafaza edip Müslümanlar arasında söz
birliği sağlamaları beklentisi içerisindeydi. Ancak, kendi aralarında, ne
Allah’ın (c.c.) ne de Resûlü(s.a.v.)’nün razı olmayacağı şeyleri fısıldayıp
duran bu kimseler, ‘yeniyi kabullenmekle’ ‘eskiyi muhafaza etmek’
arasında şaşkın bıraktıkları Ümmet-i İslâm’ı gafil avlamışlardır.
Bu kimseler, her türlü tecdidin İslâm’ın
şanını yücelttiği zannıyla, kendilerini tecdit yolunda addetmektedir. Hâlbuki
fayda sağlayacak olan tecdit, kâinatın yeni sırlarını keşfedip bunları, hayatı
kolaylaştıracak şekilde istihdam etmek; dini sapma ve ahlaki çözülmenin
sebeplerini ortadan kaldırmak suretiyle toplumu ıslah etmekten ibarettir. İslâm
Ümmetinin şanını gerçek anlamda yüceltip onları başka milletlere muhtaç durumda
olmaktan kurtaracak olan yegâne iş budur. Ancak bu şekilde İslâm Ümmeti,
ecdadının elde ettiği şerefi kazanma yolunda büyük bir mesafe kat etmiş olur.
Bu anlamda bir kalkınmaya kimsenin itirazı
olmayacağı gibi, böyle bir kalkınma, toplumun bütün kesimlerinde, her türlü
teşvik, takdir ve övgüye mazhar olacaktır.
Ancak, İslâm’ın ilk yıllarından günümüze
kadar tevarüs edilen itikâdî ve ameli hükümleri, yeniden düzenleyip değiştirmek
suretiyle bu ümmetin dinine ilişmek, üstelik bunu bazen ‘ıslah’ bazen de
‘tecdit’ adı altında yapmak, asla bir hayır vesilesi olamaz.
Allah’ın kitabı, indirildiği gibi muhafaza
edilmiş, her asırda var olan hadis hafızları, Hz. Peygamber(sav)’in sünnetini
adeta bir kale gibi korumuş, ittifak ve ihtilaf edilen meseleler, asırlar boyu
ölümsüz eserlerde tedvin edilmiştir. Bütün bunlara vakıf olmak için bir miktar
merak ve gayretten başka hiçbir şeye ihtiyaç yoktur. Ayrıca Kur’an-ı Hâkim ile
bir şekilde bağlantılı olan tüm ilim dallarında durum bundan farksızdır.
Kitabı, Peygamberinin sünneti, ilmi mesele
ve eserleri, anlattığımız nitelikte olan bir din, ‘Lutherizm’e
ihtiyaç duymaz. Bunun aksini düşünenler İslâm ve Hıristiyanlık tarihini
bilmemekte ve bu iki tarih arasında yanlış mukayese yapmaktadır. İtikadî
ve ameli hükümleriyle oynanması, Ümmet-i İslâm’ı yüceltmez, aksine başını öne
düşürür; itikâdî, ameli ve ahlaki çözülmenin acısını tattırır.
Tecdit davetçilerine tavsiyem, kendilerine
ve ümmete hayrı dokunacak işler yapsınlar ve dini hükümlere saygısızlık
etmekten vazgeçsinler. Bunun yerine İslâmi ilimlerde derinleşip, yeni
düzenlemeler yapmadan ve değiştirmeden bu mirası olduğu gibi muhafaza etsinler.
Bunu yaptıkları takdirde, her türlü övgü ve teşekküre nail olacaklardır.
Din, her gün değiştirilebilecek bir vaka
değildir. Buna rağmen, bazı
heveskârların arzularına uyarak, çeşitli vesilelerle dinin şiarlarını, itikâdî
ve ameli hükümlerini değiştirmeye çalışan kişiler ortaya çıkacak olursa,
Allah’ın gazabı ve Müslümanların öfkesi onlardan geri kalmayacaktır.”(
Sh:13-16)
Nüzûl-i İsâ Meselesinden
Usanmadılar mı?
Kevserî bu bölümde Hz. İsa’nın (a.s.)
nüzûlünü inkâr edenleri, sahip oldukları sosyal statüleri ve bağlantıları
üzerinden incelemektedir. Yaptığı şu karşılaştırma meseleyi özetlemektedir:
“Kur’ân, Sünnet ve İcma ile teyit edilen Sahabe, Tabiin, Fıkıh, Hadis, Tefsir
ve Tevhid imamlarının tamamı bir yanda, ‘Kadıyan’daki yalancı Moğol peygamber
ile geçmiş zamanın ‘Tura’ filozofu tarafından desteklenen bu önyargılı kişi bir
yanda! Ne feci bir manzara!”(S.20)
“Şeyh Abduh’a gelince ... O herkesçe
bilinen bazı meziyetlere sahip bir kimsedir. Yazı, idare, yönetim ve topluma
faydası olan bazı işlerde gösterdiği icraatlarla, kendi asrında yaşayan
şahsiyetler arasından sıyrılmış ender biriydi.
Nitekim yakın dostu Lord
Cromer (Evelyn Baring, tarafından ‘emperyalizmin
pratisyeni ve filozofu’ diye yâd edilen Lord Cromer/Cromer kontu,
1883-1907 arası İngiltere’nin Mısır müstemleke valisidir) kendisini, ‘geniş
ilim sahibi ve aydın fikirli’ şeklinde niteleyerek övmüştür. Aynı zat,
Abduh’un müritlerini de ‘her türlü teşvik ve yardıma layıktırlar.
Gösterilecek teşvik ve yardımlarla kendilerine destek olunmalıdır. Çünkü onlar
reformist Avrupalının tabii müttefikleridir’ diyerek övmüştür. Aynı
kişi Şeyh Abduh hakkında şunları da söylemiştir:‘Urâbi hareketinin önde
gelen akıl hocalarındandı. 1883 yılında Mısır’a geldiğimde gözden düşmüş bir
vaziyetteydi. İngiliz tazyikiyle hareket eden babacan tabiatlı Hidiv Tevfik,
onu affedip kadı tayin etti. O da işini lâyıkı ve hakkıyla eda etti.” (Bkz.
The Earl of Cromer, Modern Egypt, c.2, London: Macmillan and Co., Limited,
1908, s.179)
Yine aynı kişi şunları söylemiştir: “Muhammed
Abduh’u yıllarca gücümün yettiğince teşvik ettim; fakat bu çetin bir işti, zira
muhafazakâr Müslümanlardan gördüğü şiddetli husûmetin yanı sıra, maalesef Hidiv
ile de arası hayli bozuktu ve müftülük makamını ancak İngilizlerin güçlü
desteğiyle koruyabiliyordu.” (The Earl of Cromer, a.g.e., s.180-181/1.
dipnot.)
Dini Akide ve Bunun
Sübut Yolu
Kevserî , Şeltut’a ait akidenin sübutu ile
ilgili problemli ifadelerin beş tanesini sırasıyla ele alarak inceledikten
sonra, makalenin son kısmında aklî ve naklî delillerin nasıl değerlendirilmesi
gerektiğini yaptığı nakillerden hareketle izah eder.( Sh:35-49)
“Hatta şunu çok rahat söyleyebiliriz ki,
sadece akli delillere dayanarak şeriat ilmi hakkında konuşmak bidat ve
dalalettir. Zira tevhid ve sıfat ilminde asıl olan, Kur’an ve Sünnet’e tutunup
heva ve bidatten kaçınmak; Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliğini kabul
edenlerle tartışırken Ehl-i Sünnet ve Cemaat yoluna bağlılık göstermektir. Tek
başına aklî delil ise, Müslüman olmayan kimselere karşı kullanılır. Hak ehline
göre Kuran ve Sünnet’in kabul etmediği bir itikada itibar edilmez. İtikat ile
Kur’an-Sünnet arasındaki bu ilişkiyi zayıflatmaya çalışan kişi, büyük bir
dalâlettedir.”( Sh:41)
Hz. İsâ’nın Göğe
Kaldırılması ve Nüzûlü Hakkındaki Ayetler
Şeltut’un kendisine yönelttiği
eleştirilere M. Zâhid el-Kevserî’nin cevabı şöyledir: “Ehl-i Sünnet akidesini
savunan kişi dalâlet üzere; bu akideden ayrılıp ona karşı çıkan kimse ise
hidayet üzere oluyor” öyle mi?! Fesubhânallah!.. İşte, yeni neslin kanaat
önderi olan, ıslahatçı, insaf ve vicdan sahibi kimse böyle oluyor! Biz onun
artık bâtıl şeyler konuşmak yerine susmasını ve Kâhir Allah’ın yardımı
sayesinde kendisini susturmayı umut ediyor değiliz. Bizim tek
istediğimiz, toplumu onun meydana getirdiği şüphelerden korumaktır.
Bu zat, İslâm’ın ilk yıllarından, yalancı
Moğol peygamberi zamanına kadarki hak ehlinden, kendisinin reddettiğini
reddeden sahih bir rivayet bulup ortaya koymak için, yerin içine inebileceği
bir tünel ya da göğe çıkabileceği bir merdiven arasa, buna asla yol
bulamayacaktır. Ve binde birlik bir ihtimalle bile olsa hakkın bu zatın
tarafında olması şöyle dursun, bu konudaki şaz görüşünde kendisine eşlik eden
birinin daha mevcut olduğu dahi söylenemeyecektir.” ( Sh:54-55)
Daha sonra konu ile ilgili ayet-i
kerimelerin (Al-i Îmran Sûresi:55 ve Maide Sûresi:117) nasıl anlaşılması
gerektiğini izah ettikten sonra şu tespitlerde bulunur: “Yalnızca Kur’an-ı
Hakîm’in nassları bile Hz. İsâ’nın diri olarak göğe kaldırıldığını ve ahir
zamanda yeryüzüne ineceğini kesin olarak ortaya koymaktadır. Bu hususta
delilden neşet etmeyen hayali bir takım ihtimallere itibar edilemez. Konuyla
ilgili hadisler mütevatir derecesinde iken, haleften selefe bütün ümmet bu
hadisleri alma ve bildirdikleri hususu en eski devirlerden günümüze değin
itikad kitaplarına kaydetmişlerken, nasıl olur da bu hususta en ufak bir
şüpheye mahal kalabilir?” (Sh:72)
Sünnet ve Akidenin
Sübûtu
Kevserî bu bölümde Şeltut’un
zikredeceğimiz iki görüşünü inceler. Birincisi: ‘Haber-i ahâd akîde ifade
etmez.’ İkincisi: ‘Gaybi konularda haber-i ahâda itimat doğru
değildir’ sözü, üzerinde icmâ olan ve akıl sahibi hiç kimsenin
muhalefet edemeyeceği aklî zorunluluk hükmüyle sabit bir görüştür.” (Sh:82)
“Hz. İsâ’nın nüzûlü konusundaki hadisleri,
haber-i âhâd farz etsek bile, bunlar, Buhârî ile Müslim’in ittifakla rivayet
ettiği ve hiç kimsenin hadis fenni/ilmi açısından eleştiriye tabi tutmadığı
rivayetlerdendir. Konuyla ilgili bu hadisler, haleften selefe bütün Ümmetin
kabulle telakkî ettiği ve asırlar boyunca bu Ümmetin âlimlerinin, mazmûnunu
itikâd konusu ettiği rivayetlerdir. Bu yüzden ilgili hadisleri almak bir
zorunluluktur.
Tabi bütün bu söylediklerimiz, rivayetin
haber-i âhâd olduğu varsayımına dayalıdır. Gerçek şu ki bu konudaki rivayetler
kat’i olarak mütevatirdir. Nitekim bu husus, konunun uzmanlarından yaptığımız
nakillerden anlaşılmaktadır. Binaenaleyh, hadisin tariklerine vakıf olduktan
sonra onu inkâr etmek, son derece tehlikelidir. Allah’tan (c.c.) selamet
isteriz.
Hz. İsâ’nın göğe kaldırılışı ve nüzûlü
hakkındaki rivayetler mütevâtir haberlerdir. el-Bezdevî, mütevâtir bahsinin
sonunda, mütevâtiri inkar edip muhalefet eden kimsenin kafir olacağını açıkça
ifade etmiştir.” (Sh:78-79)
“Hiç kimse, hadislerin aynı anlamda
iştirak etmeleriyle meydana gelen manevi tevatürün sayıca çok olduğu gerçeğini
inkâr edemez. Hz. İsâ’nın nüzûlü hakkındaki hadislerin tevatürü, manevi
tevatürdür. Nitekim çok sayıda hadis, bu hususu ortak olarak ifade
etmiştir. Bu hadisler arasında birçok sahih ve hasen hadis vardır ki bunlar,
başka manaları da içermekle birlikte, Hz. İsâ’nın nüzûlü meselesini açıkça
ortaya koymuşlardır. Hadis ilminden bir nebze nasibi olan hiç kimse, bu
hakikati inkâr edemez.” (Sh:84) Ebubekir Sifil, el-Keşmîrî’den naklen konu ile
ilgili rivayetlerin dökümünü vermiştir. [Bakınız: İslâm ve Modern Çağ-3,
Kayıhan Yay, Sh:97, Ayrıca Nüzûl-i Îsâ meselesi ile ilgilenen kardeşlerimiz
için konu ile ilgili Şubat 2006’da Dâru’l-Hikme’de yapılan değerlendirmeyi
tavsiye edebiliriz.] http://www.ebubekirsifil.com/index.php?sayfa=detay&tur=soylesi&no=15
)
İcma ve Akidenin Sübutu
“Yazar (Şeltut), din imamlarınca Şeriatın
delillerinin üçüncüsü kabul edilen İcmâ’ı ele almış ve elinden gelen bütün
gayreti sarf ederek bu delil üzerinde şüphe uyandırmaya çalışmıştır. Böylece o,
avamdan ve avam tabakasından mâdud kimselerden kendisine kulak verenlerin
gözünde, Allah’ın hüccetleri olan; Kitap, Sünnet ve İcmâ’ı, basitleştirme ve
önemsizleştirme misyonunu tamamlamış olmaktadır.
Bilemiyorum ki, onu bu dolambaçlı yollara
sokan nedir? Hak ehli arasında haklarında İcmâ bulunan delilleri karalamak için
kurallar, kaideler ihdas etmesine ne gerek vardı ki? Bunların hiç birini
yapmadan şöyle diyebilirdi:
‘İsâ aleyhisselam’ın vefat ettiği ve âhir
zamanda nüzûl etmeyeceği konusunda Kur’an’dan filanca nass vardır ve bu nass
onun vefat ettiğine ve Nüzûl etmeyeceğine delalet etmektedir.’
Ya da: ‘Sünnetten, falan kişilerin rivayet
ettiği filanca delil vardır ve bu delil, Müslüman cemaatin bu konudaki
itikadına muhaliftir.’ Yahut: ‘Filanca din imamından filan kimsenin senediyle
gelen falan rivayet vardır ki, bu rivayet Hz. İsâ’nın vefat ettiğini ve nüzûl
etmeyeceğini ifade etmektedir.’ Tabi eğer bunlardan biri, ilmin tedvin edildiği
kitaplarda varsa ...
Lakin yazar, varını yoğunu ortaya koysa
bile, Ehl-i Kitab’ın rivayetlerine aldanmamış birinden, Hz. İsâ’nın vefat
ettiği ve ahir zamanda yeryüzüne inmeyeceği şeklinde bir rivayet bulamaz. Nerde
kaldı Kitap ve Sünnetten delile benzer bir şeyler bulsun. Üstelik karşısında,
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in itikadına delalet eden Allah’ın kitabının ve
Resûlünün mütevâtir sünnetinin nassları ile Müslüman âlimlerin icmâ’ı varken.”
(Sh:101-102)
Bu tesbitlerden sonra icmâ’nın mahiyeti ve
konu ile ilgisi üzerinde durur ve aşağıdaki tesbitlerle makalesini tamamlar:
“İsâ aleyhisselam’ın nüzûlü
meselesinin, sahih, sünen, mesânid, cevâmi, musannefat ve daha başka türlerdeki
hadis kitaplarında, senetleriyle birlikte, otuz sahabenin diliyle, Hz.
Peygamber’den sabit olduğu düşünülünce, İslâm’ın zuhurundan bu yana,
Hıristiyanların bu akideyi Müslümanların itikadına sokmak için çalıştığını
söylemek, sözün sahibinin batılda ne kadar ileri gittiğini gösteriyor.
Hristiyanların propagandasını yaptığı ve
yaymak için uğraştığı bir meseleyi, Hz. Mustafa mı (Allah’ın salavatı ve selamı
üzerine olsun) dile getirmiştir? Yoksa Müslümanlar üzerinde bu entrikayı
çeviren kimseler Sahabe-i Kiram mıydı? Ya da, bu ithal akideyi Müslümanların
itikadına sokanlar, mevzubahis hadisleri seleften halefe mütevatir yollarla
nakleden bu ümmetin hafızları mıydı? Yoldan çıkma noktasında bundan daha
ilerisi tasavvur edilemez. Alın işte, yazarın delilleri ortada!
Hz. Mustafa’nın (Allah’ın salât ve selamı
üzerine olsun) ashabı hakkında (Allah onlardan razı olsun) böyle bir tasavvura
sahip olan biri; Sahabeden sünnetleri rivayet eden râviler ve her asırda bu
sünnetlerin râvileri olan zatlar hakkında böyle bir düşünceye sahip bir kimse;
sıhah, sünen, mesânid, cevâmi, musannefat türü hadis kitaplarıyla, rivayet ve
dirayet tefsirleri ve sair kitaplar hakkında böyle düşünen bir insan, yüzündeki
maskeyi çıkarmış ve kendisiyle tartışmaya gerek bırakmamıştır. Yazarın, bugünkü
üstadı gibi, geçmişteki üstadı da hüccet değildir.” (Sh:119-120)
Son olarak bir hususu hatırlatmakta fayda
görüyoruz:
Kur’an Müslümanlığı ve Dinde Reform
konuları özelinde kardeşlerimize; farklı birçok mesele üzerinde yüzeysel
değerlendirmelerde bulunmaktan ziyade bir mesele üzerine derinlemesine
araştırma yapmayı tavsiye edebiliriz. Nüzûl-i İsâ Meselesi: bir nevî turnusol
kâğıdı hükmünde olup, buradan hareketle dinimizi kimden öğrendiğimiz, meselenin
bir başka boyutudur. ‘Peygamber Efendimiz(sav)’in sünneti ve O’nun cemaati
hükmünde olan ashabının takip ettiği usûle bağlı kalan müslümanlara ‘Ehl-i
Sünnet ve’l Cemaat’ vasfı verilmiş, bu vasfı kaybedenler ise ‘Ehl-i Bid’at’
veya ‘Ehl-i Ehvâ’ şeklinde tanımlanmıştır. İhtilaf fıkhî değil, itikadîdir.
Mîsak Dergisi
Sayı:266 / Ocak 2013
1-Tahsin Görgün -’Dinin Yeniden
Yorumlanması’ Meselesi Üzerine, Köprü / Üç Aylık Fikir Dergisi, Kış 2001, 73.
Sayı
2- Ebubekir Sifil, Milli Gazete, 31 Ocak
2004