Türkistan Kaygısı - Alparslan Aydar

Türkistan Kaygısı

“Türklerin ülkesi demek olan Türkistan, Tanrı Dağları’ndan Hazar Denizi’ne uzanan bölgenin adı olup, doğu ve batı olarak ikiye ayrılmaktadır. Batı Türkistan; Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Tacikistan ve Türkmenistan’ın bulunduğu bölgeden ibaret olup 1715-1897 yılları arasında Rusya tarafından işgal edilmiştir. Batı Türkistan’daki Rus hâkimiyeti Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılmasına kadar sürmüştür. Doğu Türkistan ise Çin işgali altında bulunup, Çin yönetimince ‘Sincan Uygur Özerk Bölgesi’ olarak isimlendirilmiştir.” (1)


Türkistan Kaygısı

Alihan Töre

Tarih & Kuram Yayınları

Mîsak Dergisi

Sayı: 352 / Mart 2020

Takdim

Orta Asya ve Doğu Türkistan’ın Yakın Tarihine Ait Önemli Bir Kaynak

“Elinizdeki kitap Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği (1917-1991) gibi bir komünist süper devletin dünyaya meydan okuduğu ‘Soğuk Savaş’ diye bilinen dönemde yazılmıştır. Onun yazarı Alihan Töre Sagunî, şimdiki Çin’in kuzeybatı bölgesinde 1944 yılının Kasım ayında çıkan silahlı ayaklanma sonucu kurulan Doğu Türkistan Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanıdır.

O, 1946 yılının Haziran ayında kaçırılarak, o vakitlerde Sovyet sınırları içinde bulunan Özbekistan’ın Taşkent şehrine sürgün edildi. Komünist iktidardan gizleyerek kaleme aldığı Türkistan Kaygısı isimli eseri, bugünlerde de bilim dünyasının tam anlamıyla tanımadığı bir kaynak durumundadır. Onun, ithaf edildiği esas Türkçe konuşan halklara ve bunun yanı sıra İslam âlemine ve dünya kamuoyuna ulaşamamış olması da acı bir gerçektir.

Eserin birinci bölümü, Türkistan Kaygısı-1, 1969 yılında bizzat yazarın kendi kaleminden çıkmıştır. Modern Özbekçe döneminde yazılmış olmasına rağmen eserin dili, yüzyıllar boyunca tüm Türkistan milletinin ortak lisanı olagelen Çağataycadır.

İkinci kısmı, Türkistan Kaygısı-2 ise 1969-1980 yılları arasında, yazarın talimatıyla, oğlu Asılhan tarafından yazılmış ve böylece bir bütün hâline getirilmiştir.

Türkistan Kaygısı isimli eserin, önemli bir kaynak olmasının birinci sebebi, yazarın Batı ve Doğu Türkistan’da 1917-1950 yılları arasında yaşanan olayları ele alması, o dönemde bölgede yaşanan gelişmelerin bilinmeyen yönlerini aydınlatmasıdır. Bu da eseri tarihî ve siyasî açıdan kıymetli kılmaktadır.

Eserde, Sovyet rejiminin, devlet terörünü nasıl siyaset hâline getirdiği ve onu hangi tarzda pratiğe döktüğü, uluslararası düzeyde Rus-Çin antiTürkistan işbirliğini hangi yöntemlerle oluşturduğu ve bu siyasetin bölge halklarının mukadderatını ne denli feci şekilde etkilediği açıkça anlatılmıştır. Böylece Çin’in, sadece Orta Asya için değil, bütün dünya için büyük bir tehlike olduğuna dikkat çekilmiştir. Bununla beraber yazarın Türkistan milli istiklalinin geleceği hakkında kaygılanarak beyan ettiği fikir ve mülahazaları istikbale ışık tutucu niteliktedir.”

 

Doğu Türkistan İstiklal Hareketi’nde Alihan Töre Sagunî’nin Tarihi Rolü ve Yeri

“Alihan Töre Sagunî, Orta Asya adı altında bilinen Türkistan ülkesinde yaşamakta olan Müslüman Türk ve başka halkların asıl manevi değerlerini kendinde cisimlendiren, parlak tarihi kişilik taşıyan bir insandır. Ailede Nakşîlik ruhuyla yoğrulan özel terbiye alması ve bunun o zamandaki müstemleke ortamıyla zıddiyet oluşturması, eğitimini sırf Şark geleneklerine göre Mekke, Medine ve Buhara medreselerinde görmesi, XX. yüzyıl başlarında dünya ve kendi ülkesinde tezahür eden tarihi olaylarla iç içe yaşama tarzı onun tam anlamda olgun içtimai-siyasi erbap olarak yetişmesinde belirleyici rol oynamıştır.

Alihan Töre, tabir caizse, Orta Asya’da mevcudiyetini o veya bu şekilde sürdüregelen Müslüman uygarlığının en pozitif anlamdaki mümessili, doğu insanı ve aydınıdır. Bundan dolayı o Cedidizm’e katılmadı, Bolşevizm’i kesinlikle reddetti. Çünkü ona göre adı geçen akımların temelini Batıcılık, yani milli değerleri çiğneyici Avrupa merkeziyetçiliği oluşturmaktaydı. Rus Bolşevizmi Batı sosyal demokrasisinin en kötü taklidi olmakla beraber tüm insanlığın var oluşuna tehdit eden maceracı deneyden başka bir şey değildi. Alihan Töre açısından ‘Fazıla medeniyet’ denen ve İslamî değerlerle iç içe olan Doğu kültürünün Batı’ya kıyasen eksikliği yok, belki üstünlükleri vardır. Bu konuda hiçbir komplekse kapılmamıştır.

Konuyu araştırma esnasında vardığımız başka bir hulâsa şundan ibaret ki, Alihan Töre Sagunî belli başlı ilim alanlarında geniş bilgi sahibi olmakla beraber aynı zamanda kâmil İslam âlimidir. Zaten bunu Tarih-i Muhammedi eserinin yüksek seviyesi, Orta Asya ve Doğu Türkistan’ı kapsayan büyük mıntıkada sürüp gelmekte olan dini nüfuzu da doğruluyor.

Konunun başka, belki de tartışılabilir tarafı, onun geleneksel anlamdaki profesyonel din adamı olmayışıdır. Çünkü o ömrünün sonuna kadar kâh çiftçilik, ama genelde tabiplik yoluyla maddi hayatını sürdürdü. Onun tıbbi mahareti ve şöhreti hatta dini nüfuzundan hiç de az değildi ki, şark tıbbı yasaklandığı zamanlarda bile ahalinin tepkisinden korkan Sovyet makamları onun doktorluk faaliyetini durduramamıştı. Yoksa onun siyasi faaliyetini durdurmayı başarmışlardı.

Alihan Töre Sagunî’nin dindarlık kimliği ele alınırken, onun Nakşîbendilik ruhunda yetişmiş olduğu göz ardı edilmemelidir. Bilindiği gibi bu tarikatın mahiyetinde ‘ ...Allah’ tan başka hiçbir hedef ve gaye edinmemek, iç ve dış dünyasını her türlü kusurlardan arındırmak, vs. kuralların yanı sıra ‘yüce gayeler peşinde koşmak’ gibi günlük dünyevi işleri aksatmamak prensipleri yatmaktadır.’ Buna göre Alihan Töre kişiliğinin mühim çizgisi onun sosyal cereyanlarda aktif katılmadan yana ve de bu şuuru pratiğe dökebilen bir din âlimi olmasıdır denebilir.

1944-49 yıllarında verilen Doğu Türkistan İstiklal Mücadelesi’ne ait tarihi belgelere dayanarak şunu itiraf etmeliyiz ki, o inkılâbın başarısında mevzuu bahis şahsın organizatörlük rolü büyük olmuştur. O kitlevî hareketlerde organize olma kabiliyetinin halledici önemini çok erken kavramıştı. Bu gerçeği o, Buhara talebelerinin önde gelen lideri olarak ve de 1916 yılında patlak veren Çarlığa karşı halk ayaklanmasında katılarak anlamış ve bu hususta Hokand Muhtariyeti’nin 1917’de, Doğu Türkistan Türk İslam Cumhuriyeti(DTİC)’nin 1933’te yenilgilerini tahlil ederek önemli hulasalara varmıştı. Şunun içindir ki, o, bağımsızlık mücadelesinin başta gelen hedefi olarak teşkillenmeyi belirledi ve bir grup yandaşlarıyla beraber (bunlar mahalli halkın türlü kesimlerine mensuptular) ‘Azatlık Teşkilâtı’nı kurdu. Bunun başkanı olarak aktif faaliyet yürütmeye başladı ve kısa vakit zarfında onun büyük bir coğrafyada nüfuslu teşkilata dönüşmesini sağladı. Milli ve ekonomik zulümden çok ezilerek hâkim idareye nefreti dolup-taşan Müslüman halk kitlesi işbu teşkilat saflarını oluşturmada bitmez-tükenmez memba oldu. Amacı ‘milli istiklal’i elde etmekten ibaret olan ‘Azatlık Teşkilatı’ üç basamaktan oluşan siyasi programa göre faaliyet sürdürdü:

l. etapta halk içinde yerel örf-âdetler icab eden herhangi bir toplantılarda ve cami minber (kürsü) imkânını geniş çapta kullanarak sistemli tarzda istiklal propagandası yürütmek ve kitleleri harekete getirmek;

2. basamakta gizli şekilde hazırlık yaptıktan sonra İli bölgesinde silahlı ayaklanmaya geçerek Çin iktidarını yıkmak;

3. safhada ise tüm Doğu Türkistan istiklalci teşkilatlarıyla cephe kurarak Gomindan hükümetini bertaraf etmek ve bağımsız demokratik Doğu Türkistan devletini oturtmak. ‘Azatlık Teşkilatı’nın siyasi çalışmaları sonucu kısa bir süre içinde milli kurtuluş çabaları teşkili hale geldi ve kudretli faktöre dönüştü. Teşkilat içine Sovyet casuslarının sızması, birçok üyelerin hapse atılmaya başlamasından dolayı başta açık şekilde faaliyette bulunan teşkilat sonradan ‘gizli rejim’e geçti. Kısacası, ‘Azatlık Teşkilatı’ o dönem şartları itibariyle en doğru olan mücadele stratejisini, yani silahlı, organize edilmiş ayaklanmayı seçti ve bunu gerçekleştirmede kararlılık gösterdi.

Alihan Töre Sagunî bütün hayatını Türkistan halklarının hürriyeti için mücadeleye adamış XX. yüzyıl Türklüğünün kahraman liderlerindendir. O, kendisinden önce ve sonraları gelen bir takım liderlerden komünist rakiplerin kastını ve hilesini sezerek doğru çareler almasıyla farklı idi. O, Doğu Türkistan’ı bağımsızlığa kavuşturma yoluyla bütün Türkistan halkına hürriyet kazandırma gayesini güden uzak görüşlü devlet adamıydı. Onun hayatını bilmek, düşüncesini araştırmak, tarihi tecrübelerinden sonuçlar çıkarmak, gerçekleşmemiş büyük arzusuna varislik etmek hâlâ güncel olan Doğu Türkistan probleminin adaletli çözümünde ve genç bağımsız Türk Cumhuriyetlerinin istiklaliyetlerini pekiştirmede büyük öneme maliktir.” S.359-365

Kutlukhan (Edikut) Şakirov

İstanbul 15.05.2005

 

Yazarın Önsözü

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla,

“Yüce ruhlu, kâmil akıllı kişilerin söylediklerine göre; her insanın muhakkak surette özünde var olan iyiliklerden, ilim, hüner ve faziletlerden başkalarına fayda sağlayacak, sonraki nesillere ibret olacak yazılı bir eser bırakması lâzımdır.

Bilge ağızlardan çıkan yukarıdaki sözler ışığında bende var olan faziletler içerisinden tarih ilmini seçtim. Çünkü bugünkü günde, yani 1966 yılında öz vatanında gurbette gibi yaşayan halkımız için tarih ilminin balığın suya ihtiyacı seviyesinde gerekli olduğunu çoktan beri hissediyordum. Geçmiş tarihini unutup, bugünkü tarihini de idrak edemeyen bir millet; karanlıkta kalmış, elinde değneği olmayan kör bir adam gibi nereye adım atacağını bilemediğinden düşmanın kılavuzluğuyla yaşamaya mecbur olur. Aydın fikirli, ferasetli vatan evlatlarının, tarihin ne kadar zaruri olduğunu benim bu sözümden yola çıkarak en iyi şekilde anlamaları gerekmektedir.

Şimdi, vatanım beni sevmese de, ben onu sevdiğimden; ulusum beni tanımasa da, ben onu tanıdığımdan dolayı vatanımda cereyan eden tarihî değişiklikleri ve bunların gelecekteki kötü neticelerini göstermek amacıyla, vatan evlatlarına ülgü (örnek) olacak, diğer insanların da ibret alabilecekleri tarihî bir eser yazma işine giriştim.

Ancak ben İslamiyet’e olan meftuniyetimin yanında, aynı zamanda doğuştan gönlü insan sevgisi ile dopdolu olan bir şahsiyet idim. Halka hangi yollarla iyilik edebilirim diye gençlik, delikanlılık çağımda sıkıntılı, çileli günler yaşadım. Şimdi ise, saç sakalım ağardı; ihtiyarlık mevsimine ulaştım. Yaşım 80’e varıp, manevi ve fiziki güçlerim azalmaya başladı. İhtiyarlık yükü altında belim bükülürken, artık görünmeye başlayan milletimin yok oluş çukuruna yaklaşmasına dayanamadım ve gelecek nesillerimizin derdiyle, her türlü güçlüğe rağmen bu tarih kitabını yazmaya başladım. Kalemimden çıkan dertli sözlerim, adeta kanlı gözyaşım gibi bu kitabın sayfaları üzerine dökülmüştü. Bunun için kitaba Türkistan Kaygısı adını verdim.

Lâkin ben bu eserimi, buradaki tarihî sözlerimi bugün Özbekistan adı verilmiş olan öz vatanım Uluğ Türkistan üzerine yazmam gerekirdi. Ancak, buralarda son günlerde olup biten ağır hadiseler, korkunç olaylar; dipsiz bir denizcesine tükenmez bir destan gibi olduğundan; geçici olarak da olsa bunları bir yana bırakıp, şu günlerde ejderhanın ağzına dayanan, bizden önce yutulma tehlikesiyle karşı karşıya bulunan Doğu Türkistan hakkında yazmayı daha uygun gördüm. Çünkü burada 1931 yılından 1946 yılına kadar cereyan eden büyük tarihî olaylara kendim önderlik edip, emek harcamış ve bizzat şahit olmuştum. Başka vicdansızlar gibi tarihî gerçekleri karalamaktan kaçınıp, geçmişte meydana gelen olayları hiçbir tarafa saptırmadan, olduğu gibi doğru yazmayı gerekli saydım. Bunun yanı sıra, bu iki ülkenin tarihî ve siyasî durumları da birbirine sıkı sıkıya bağlıydı. Ayrıca, bütün dünyaya meydan okuyan Sovyet idaresinin, 1917 yılında kurulduğu günden başlayıp 1931 yılına dek yaşattığı korkunç günler hakkında; harmandan bir dane, denizden bir damla misali de olsa yazmayı tarihî vazifem olarak bildim.

Bunun için, sonsuz kudret sahibi ulu Tanrı’yâ sığınarak, Doğu Türkistan’a geçtiğim güne kadar başımdan geçenleri anlatarak söze başlıyorum.”

 

Türkistan Kaygısı

Dünya tarihi, insanların sınıfsal mücadelelerinden ibarettir,” şeklindeki yanlış fikir, Karl Marks tarafından ortaya atıldığı günden itibaren, milletlerin içindeki gizli haset odu alevlenmiş, insanlık âlemi için fitne ve fesat kapısı açılmış oldu. Bu fikri kör gibi kabul eden insanlar, iktidarı ele geçirdikten sonra halk arasında sınıf ayrılığını ve özel mülkiyeti kaldırmak için işçi egemenliğine dayalı dehşet verici kanunlar çıkardılar. Bunun neticesinde, vasıfsız işçiler ile cahil çiftçilerin dışındaki halk arasında ‘haklı-haksız’ fitnesi ve kavgası başladı. Dindar bir bakışla ilahî kurallara, dünyevi bir yaklaşımla ise tabiat kanunlarına aykırı davranarak; dünyaya eşit haklarla gönderilmiş olan insanlar arasından bir kısmını kendi çıkardıkları hayalî kanunlara dayanmak suretiyle temel haklarından tamamen mahrum kıldılar. Bu şekilde kurşuna dizilen, saldırıya uğrayan günahsız kişilerin haddi hesabı yoktu. Bu hücumlardan kurtulan ve hakları elinden alınmış, kaçıp saklanarak ele geçirilemeyen kişiler için ise çeşitli cezalar belirlenmişti. Bazılarının bütün mal varlıklarına el konulup, çoluk çocukları sokağa atıldı; kendileri ise uzak yerlere sürgün edildiler. Çoğunluğuysa uzun süreli hapis cezalarına çarptırılıp, ağır işlerde çalıştırıldılar. Halk arasındaki bazı insanlara korkutma ve aldatma yoluyla gizli casusluk görevleri verdiler. İmanlı veya imansız, vicdanlı veya vicdansız herkes; dayak ve işkence vahşetinden nasibini, bu makam düşkünü cellâtların elinde, eşit olarak aldı. Çünkü (jurnalcilik) ödevlerini tam olarak yapmadıkları takdirde, kendileri için belirlenen ağır cezaların derhal uygulanacağına şüphe yoktu. Hiçbir günahları olmayan, ancak kendilerine karşı olarak bildikleri kişileri dışarıya ses geçirmeyen yer altı evlerine sokup, işkence altında öldürmek gibi vahşilikler alışılmış işlerdendi. Bu cellâtların eline düşen bahtsız mazlumlar işkencenin şiddetinden dolayı; gönüllerindeki sözlerinin, gömülü mallarının gizli kalması şöyle dursun; Ömürlerinde işitmedikleri, insanın hayaline dahi gelmeyen siyasî suçlamaları kabul etmeye mecbur kaldıklarından, çokları feci şekilde yok edildiler.” S.20

“Tarih, bugün üstünde yaşadığımız vatanımız Özbekistan ülkesinin nice defa doğudan ve kuzeyden gelen bela selleri altında kaldığını, nice defa harap edildiğini anlatıyor. İşte bundan dolayı, geçmişteki parlak medeniyetimizin nasıl viraneye döndüğünü, nesillerimizin tabii nüfus artışının ise nasıl sekteye uğradığını daha rahat görebiliyoruz. Bize sınır komşusu olan Çin’in halkı, son sayımlara göre yedi yüz milyona ulaştığı halde; biz Türkistan halkı, bunlarla aynı devirde yaşıyor olsak da, niye bunların yaklaşık yüzde birine eşit olan on milyon rakamına bile ulaşamadık? Bunun sebepleri çok yönlü olarak incelendiğinde, ortada ne kadar çeşitli gerekçe olduğu anlaşılıyor. Ancak, eski büyük filozofların ifadeleri ve tarihi tecrübeler gösteriyor ki, tarihte hangi millet kendine ait milli devleti kaybeder, hâkimiyetini yitirirse; o milletin nüfusu da yönetimi ele geçiren işgalcilerin lehine olmak üzere her yıl biraz daha azalır ve bu millet en sonunda bütünüyle yok olur. Milli hâkimiyeti kaybetmek demek, yok olmak demektir. Bunun içindir ki, dünyadaki bilinçli ve medeni milletler, hâkimiyetlerini korumak uğruna milyonlarca kurban vermeye hazırdırlar.” S.43

“Adeta bir yeryüzü ucmağına (cennetine) benzeyen, cennet misal nimetlerle dolu, nice nice yaylalara, nice nice akarsulara sahip, bağlı bostanlı, güzel vatanımız Özbekistan ülkesinin; etrafımızda bulunan açgözlü düşmanlar tarafından her devirde hücuma maruz kaldığı, meşhur tarih kitaplarının tamamında kaydedilmiştir. Günümüzden yedi yüz seksen yıl kadar önce, bütün dünyaya dehşet salan, kasırgalar estiren Ortaçağ vahşisi Cengiz’in askerleri, ilk darbelerini biz Türkistan halkının üstüne indirmişti. Aynen bunun gibi, yeryüzündeki insanlar için kendisinden iyilik umulan yirminci asırda ortaya çıkan Bolşeviklerin de ilk darbelerine, yine biz Türkistan Müslümanları maruz kaldık. Yukarıda belirttiğimiz gibi, dünyadaki insanlar bu medeniyet devrinin tatlı meyvelerinden faydalandılar ve insani haklarına bütünüyle sahip çıktılar. Ayrıca bu sayede bilim, kültür ve sanat yeryüzüne yayıldı; hatta Afrika çöllerine bile girmeye başladı. Bizlerden başka, dünyanın her yerindeki irili ufaklı milletler, vatanlarını işgalcilerden kurtarıp, tam bağımsız milli hükümetlerini kurmayı başardılar. Biz ise, doğrusu Bolşevik hükümetin kurulduğu günden itibaren; yalnız milli, dini ve vatani haklarımızı değil; bütün insani haklarımızı da kaybettikten sonra, özgürlükten yoksun hayvanlar gibi çalışmaya mecbur kaldık. Bir milletin kendine ait hakları tamamıyla yine kendi elinde bulunmadıktan sonra; ‘Özbekistan’ adının kâğıt üstüne yazılması ile yahut ‘Özbek’ adını taşıyan ama başkalarının yükünü omuzlayıp arabasını çeken eşeklerin, atların derecesinde bulunan ve bu yönleriyle vicdandan mahrum, ruhsuz heykellere dönmüş olan birkaç zavallıya, düşmanın maksadına ulaşmak için koltuklar vermesi ile; o millet, nasıl olur da ‘özgürlüğümüze kavuştuk’ diyebilir?! Böyle milletlerin, böylesine hıyanet perdeleri altında bütün hissiyatlarını yitirerek başkalarına yem olmaları ve sonunda da yüzükoyun yokluk çukuruna yuvarlanıp helâka sürüklenmeleri kaçınılmazdır. Tarihte Özbekistan toprağında binlerce yıl boyu yaşayan bağımsız devletimizi 1865 yılında Çarlık Rusya’sının işgaliyle kaybetmiş bile olsak, o devirde dahi bazı konularda bizim sözümüz geçiyordu. Üstelik bu dönemde, Buhara ve Harezm hükümetleri de 1919 yılının sonlarına kadar hayatını devam ettirmişti. Bütün avantajlar onların lehineyken bilinçsizlik belası ve siyasi körlük yüzünden, yüzlerce yıldır beklenen böylesi bir fırsatı boşu boşuna kaçırdılar. Oysa bu iki hükümetin birleşmesinin ve bunun üstüne halkın zenginliğiyle tabii zenginliklerin de eklenmesi suretiyle vatanımız Türkistan’da güçlü ve milli bir devletin kurulmasının tam sırası gelmişti. Ne var ki, bizim kaderimize karşı kendimizi savunacak kuvvetimiz bulunmadığı için öz yurdumuzda garip olduk ve mirasımıza sahip çıkamadık.” S.44

“Tahminen 1922 yılında V. Ulyanov (Lenin) imzasıyla şu satırlar kaleme alınmıştı:

"Eğer Orta Asya Müslümanları 'Bizim yaşantımız için Kuran’ın emirleri yeterlidir, Kuran’ın rehberliğinde yaşamak istiyoruz' diyecek olurlarsa, bizim bunu muhakkak surette kabul etmemiz gerekir.”

Müslümanların hoşuna gidecek bu gibi güzel sözlerin gazetelerde Lenin’in ağzından yayınlanmasından etkilenip, bunlar hakkındaki düşüncelerim az çok değişmeye başladı. Bunun için, başkalarına bakmaksızın halkın talebine uydum ve Tokmak Merkez Camisi’ne imam hatip seçilince de, her Cuma günü cami mescidinde en az bin kişiden oluşan vaaz meclisleri kurarak, dinsizliğe karşı bir mücadele başlattım. Lenin’in yukarıdaki sözünü kullanmak amacıyla başlattığım bu hareket, 3-4 yıl aralıksız olarak devam etti. Bu işte hedeflediğim maksat; Nemrud’un İbrahim Halilullah’ı ateşe vermek için yakılan muazzam ateşini söndürmek amacıyla gagasında su taşıyan kırlangıç gibi, gönlümde beslediğim sadakati ilahi bir kanun olduğuna inandığım İslam dinine karşı ispat etmekti. Bu yüzden, “Gönülden çıkan söz, yüreğe ulaşır” sözünde olduğu gibi, benim bu dini vaazlarımın da halkın gönlünde büyük tesirler bırakmakta olduğu anlaşılınca, demir kollu siyasi yönetimler beni kendilerinin onulmaz düşmanları ilan ettiler. İşte o günden başlayarak sözlerim her geçen gün biraz daha denetim altına alındı. En sonunda olan oldu ve 1922 yılında üç harfli teşkilat GPU’nun Pişpek (Frunze) şehri yeraltı hapishanesinde yattım. Her ne kadar içeride çok yatmamışsam da, böylesine dehşet verici bir duruma ilk defa olarak maruz kaldığım ve böyle korkunç bir yere ilk kez girdiğim için, gönlümün iç ve dış hissiyatı bu zulüm darbesiyle epeyce yaralanmıştı. Gazete sayfalarında Lenin’in imzasıyla yayınlanan yukarıdaki sözlerin tamamıyla yalan olduğu, bir aldatma tuzağından ibaret bulunduğu böylece anlaşılmış oldu.” S.46

“...zindandan kurtulan Yusuf (a. s.), çıkacağı zaman kapının üzerine 2-3 kelimelik şu hikmetli sözü yazmıştı:

"Bu yer, dirilerin kabirleridir. Düşmanları sevindirir; dostları ise sınar."

Hz. Ömer (r. a.), Müslümanların mümkün olduğunca hapsedilmemesini buyurmuştu. Bunun içindir ki, İslam şeriatında bu cezanın üç yıldan fazla olmasına pek izin verilmez. Çünkü bu sürenin uzamasının insanlar üzerinde çok yönlü zararlar bırakacağı, özellikle de bu insanların aile hayatlarının mahvolacağı şüphesizdir.” S.46

“Başından sonuna kadar böylesine acılı tarihi gerçekleri kaleme almaktaki asıl maksadım; içi boş destanlar düzmek değil, bilakis bütün insan haklarından mahrum edilen, öz vatanında garip olan Türkistan halkını, özellikle de vatanımızın bugünkü ve gelecekteki gençlerini uyarmak, onları ölüm uykusundan uyandırmaktır. Gönlümdeki elemleri, dertleri adeta kalemin ucundan akıtarak yazdığım bu kitabımı okuyan veya dinleyen vatanperver, milliyetsever kahraman çocuklarımıza vasiyet edeceğim ödev odur ki; dilimin ucuyla değil, dertli gönlümle kaleme aldığım bu kor kesilmiş sözleri göz ucuyla okuyup geçmesin ve her bir kelimesini iyice tartıp, onlar hakkında fikir yürütsünler. İnsanlığın değil, medeniyetin terakki ettiği şu yirminci asrın insanlarının; milli, vatani ve dini haklarını korumak için neleri elde etmelerinin gerektiğini iyi anlayıp, bu uğurda uğraş versinler. Görüldüğü gibi, özgür vatanımızın yönetimi kendi elimizde olmadığında, bütün hukuklarımız başkalarının lehine ayaklar altında çiğnenmektedir.

İşgalciler; Özbekistan, özellikle de Kırgızistan ve Kazakistan bölgelerinde, buraların öz halkından kat be kat fazla olmak üzere çoğaldılar; bütün topraklarımız Ruslaştırıldı. İstilacılar ülkelerimize, başkalarının gözünü boyamak için, kâğıt üzerinde ‘Özbekistan’, ‘Falanistan’, ‘Filanistan’ diye adlar verip, iş başına sözde yerli halk adına Moskova tarafından tayin edilen birkaç vatan hainini, Rus yalakçısını, makam sevdalısını, vicdansızı ve idealsizi getirmek suretiyle ekonomik, siyasi ve askeri bütün işleri bugün hâlâ ellerinde tutmaktalar. Halkımızın bizzat kendi emeğiyle kazandığı ekonomik zenginliği ve vatanımızdaki doğal zenginlikleri utanmazcasına talan ediyorlar. Günümüzde, yani yirminci asrın ikinci yarısında, bütün dünyada sömürgecilik devri neredeyse sona ermişken; biz Türkistan halkı, işgalci Rusların akıl almaz sömürge politikaları altında eziliyoruz. Hatta bu devirde halkımızın Ruslaşarak yok olma tehlikesi bile söz konusudur. Bizlerin bütün haklarımızı kaybetmemiz yetmiyormuş gibi; bağlık bostanlık, güzel vatanımız ve bize atamızdan miras kalan helal mallarımız, gözlerimizin içine bakıla bakıla istilacı düşmanlarımız arasında bölüşülmektedir. Verimli vatan topraklarından elde ettikleri milyonlarca ton ‘ak altını’ (pamuk) düşmanın eline teslim eden bahtsız çiftçilerimiz, ekonomik açıdan müthiş derecede sıkıntıya girmiş olup, bugün tarifsiz zorluklarla geçinebilmektedirler! Öz elinde, öz toprağında garip duruma düşen bu zavallıların durumunu düşünen, onları hatırlayarak ıstırap duyan var mı?! Bu namussuzlar, ‘İtini aç tut ki, arkandan gelsin’ atasözünü dile getirmeseler de, tam anlamıyla uyguladılar.” S.60

“Kitabın bu satırlarını yazarken gönlüm kederlendi; gözlerim yaşla doldu Zira baktım ki; bugün hayatta yukarıda adlarını andığım yoldaşlarımdan ve bunların dışında pek çok dert ortağımdan bir tanesi olsun kalmamış. Gençlik, delikanlılık çağlarımdan beri halkım için yaşadığım sıkıntılı, çileli günler; hiç aralık vermeksizin bugüne kadar devam ediyor. Gözümü açtığım günden başlayarak güttüğüm maksat olan Doğu Türkistan’ın hürriyeti, nice vatan evladının akıttığı mukaddes genç kanlar sayesinde kazanılmıştı...

Yazıklar olsun ki; kendini ezilen, sömürülen halkların zalimlerden kurtarıcısı, dünyanın neresinde haksızlığa uğramış mazlum varsa, tümünün yardımcısı olarak ilan eden yalancı, kezzap Sovyet hükümeti, 6 milyon Uygur Müslümanını kendi menfaati uğruna kurban etti.” S.70

 

Gulca Ayaklanması ve Doğu Türkistan Cumhuriyeti’nin Kuruluşu

“O günlerde, yani 1944 yılının Eylül ayında Gulca vilayetinin Nılkı Nahiyesi havalisinde yaşayan Kazakların başlattığı ayaklanmayı işgalciler ‘Altı Hırsız’ hareketi olarak adlandırmış olsalar da, halk onları iyi tanıyordu, Onların Kazak halkının hürriyet sevdalısı kahraman önderleri olduğunu ve aralarında Uygur liderlerden Gani Batur’un bulunduğunu da biliyorlardı. Hükümet bu konuyla ilgilenmek üzere casuslarının sayısını artırmış, halkı sıkı bir kontrol altına almış, Kazaklar üzerinde terör estirmeye başlamıştı. Aynı günlerde Doğu Türkistan’da, özellikle de Sovyetler’e sınır olan vilayetlerde kendilerini ‘Aydın Vatanseverler’ olarak adlandıran bir kısım taifeler, bizi Sovyetler kurtaracak diyerek bunların düdüğünü çalıyorlardı. Ancak bunların halkın gözünde iki kuruşluk itibarı, güvenilirliği yoktu. Çünkü bütün Gulca halkı Sovyetler’in vahşi zulümlerini bizzat yaşamış, halk içinde ölümden kurtulabilenler buralara canlarını dar atmış, anca korunabilmişlerdi. 1930’lu yıllarda Kaşgar halkını kana boyayıp, talan edip, sonunda inkılâba ihanet ederek Doğu Türkistan halkını Çinli işgalcilere teslim ederek çıkıp giden Sovyetler’in kendisiydi. Bundan dolayı komünistlere orada da itimat etmezlerdi. Çünkü bunlar zorbalığa dayanır ve yalan temelinde iş görürlerdi. Komünizmin tabiatında insanlara iyilik yapmak diye bir şeyin bulunmadığı buradan da bellidir. Bununla birlikte Allah’ı inkâr ederek bütün gerçeklere sırtlarını döner, ne tür iftira varsa hepsini kullanıp halk üzerinde soykırımlar yapmaya kalkışırlar. Üstüne üstlük buna da ‘Sınıf Mücadelesi’ adını verirler. Babamız, vaaz ve nutuklarında komünistlerin bu tür caniliklerini, insanların başına açtıkları korkunç felaketlerini hep açıkça anlatmışlardır. Bu durumdan yerel yönetimin de çıkarı vardı. Çünkü uzun süredir Sovyetler’den yüz çevirmiş, bütün ilişkilerini koparmış ve değişivermişti. Babam işte bu durumdan ustaca istifade ediyor, verdiği vaazlarda doğrudan doğruya yerel yönetime değil, zalim Sovyet komünistlerine yükleniyordu. Bunun üzerine yerel zalimler, babam hakkında bir türlü karar veremeyerek kafaları karışıyordu. Durumlar bu şekilde uygun hale geldiği için babam da ihtilal yapmaya yönelik faaliyetlerini sürdürüyor, Gulca vilayetinde yaşayan insanların gözünde ve diğer bölgelerde geniş çaplı, sağlam bir yer ediniyordu. ‘Azatlık Cemiyeti’nin başkanlığını yaparken 1944 yılının Ekim ayında Ebulhayır Töre’yle de görüşmüş geleceğe yönelik planlar yaparak anlaşmışlardı.

‘Azatlık Cemiyeti’nin kararı uyarınca ayaklanmacılar 1944 yılının 7 Kasım günü şehrin doğusunda olan Karadöng’den ve kuzeyinde bulunan Tepedöng’den şehre girdiler. O gün sabah namazının farzı kılınırken ‘Allahu Ekber’ nidalarına, uzaklardan hürriyet yolunda atılan ilk silahın sesi eşlik etti. Namaz kılındı. Büyük bir iman gücü ve özgürlük ruhuyla ibadetler yapılıp da cami avlusuna çıktığımızda, cemaatin birbirine inanmadığını, türlü sözler söyleyip ortaya çıkan durumu doğru değerlendirmekten aciz bir durumda olduğunu gördük. Tam da böyle bir anda Ahmet Hacı adında bir adamın “Bu Altı Hırsız’ın işidir” diyerek milletin hissiyatını boğmaya çalıştığını görünce babam ‘Bu hırsız işi değil; işgalci zalimlere karşı sıkılan özgürlük kurşunudur!’ dediler. Bunun üzerine avluda toplanan insanların gözleri, yatağında derin bir uyku uyumaktayken ürkerek uyanan adamın gözleri gibi yerlerinden fırlarcasına açıldı; şaşkına dönmüşlerdi. Babam ‘Bütün Müslümanlar; durumunu gözden geçirsin ve özgürlük için harekete geçsin!’ diyerek sokağa çıktı ve yürümeye başladı. O yürürken, diğer insanlar da ondan ayrılmayarak ardı sıra yürümeye başladılar. Aynı anda uzaklardan kurşun sesleri duyuluyor, adeta insanları hürriyete çağırıyordu.

Tam bu sırada başta babamız olmak üzere Ebulhayır Töre ve Rahimcan evden çıktılar. Babamız yüksek bir yere çıkarak, toplanmış olan silahlı silahsız bir sürü insana hitaben ateşli bir konuşma yaptı. Yüksek sesle şöyle dedi:

‘Bugünden itibaren işgalci Çin hükümetini tanımıyoruz!’

Bu sözün ardından babamız gür bir sesle ‘Allahu Ekber!’ diye bağırınca, bütün halk hep bir ağızdan öyle bir ‘Allahu Ekber!’ nidası kopardı ki, yer gök inledi. Bu sözler halkı o kadar etkilemişti ki, insanlar ateşe atılmaya hazırdılar. Hepimiz öyleydik. Çünkü bizlere Allah tarafından bahşedilen, atalarımızdan miras kalan anavatanımızı kurtaracaktık. ‘Allahu Ekber!’ seslerine bütün halk eşlik ediyordu. Bu nara göklere yükseldikçe, işgalciler yattıkları yerde sıtmaya tutulmuş gibi oldular.

İşte o gün yüksek bir maneviyatla bir araya gelen halk özgürlük savaşçılarıyla birlikte giderek silingbuyu, yani valilik binasını ele geçirdik. Teslim olan Çinli askerleri silahlarından arındırdık.”

12 Kasım 1944 tarihinde, saat 10 sularında ‘Azatlık Cemiyeti’ toplantısı, Merkezi Hükümet binasının toplantı salonunda büyük bir coşkuyla yapıldı ve geçici hükümet heyeti üyeleri ile devlet başkanlığı seçimi yapıldı. Bağımsız Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti kurulmuş ve babamız Şakirhan Töre oğlu Alihan Töre devlet başkanı, Hâkimbek Hoca ise devlet başkan yardımcısı olarak ilan edilmişti. O gün ayrıca, dokuz maddeden ibaret olan ‘Bağımsızlık Bildirgesi’ kabul edildi.

Bağımsız Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti kurulduğu günden itibaren bağımsızlığın temellerini teşkil eden bu bildirge, İslam nuruyla bütün Doğu Türkistan’ı aydınlatmaya başlamıştı. Bunu gören satılmış komünistlerin içlerine ateş düştü ve kendilerini oradan oraya atarak halkı aldatmaya çalıştılar. Ancak halk, onları zerre kadar olsun ciddiye almadı. Ayrıca bunların güvendikleri Sovyet hükümeti de zamanın gerekleri icabı mecburen Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti’nden yana oluyor, babamızın tarafını tutuyordu.” S.286-292

 Nefîr-i Âmm Zaferi ve Milli Kurtuluş Harekâtının Genişlemesi

“Ulaşan bir habere göre, Cing’deki düşman kuvvetleri Gulca’nın kuzeydoğudaki geçidi Açal’dan Gulca’ya inmeye çalışmaktaydı ve epeyce de ilerlemişti. Durumu panik içerisinde babamıza anlatan Aleksandr, hızla geri çekilmezsek çember içinde kalacağımız yönünde akıl vermeye başladı. Kendi ailesini Korgas’a tahliye ederek, başkalarını da kendi fikrine yönlendirme girişimlerinde bulunuyordu. Ona uyan Rahimcan ve Zunnun da kaçarak, çoluk çocuklarıyla birlikte Korgas’a göçtü. Ancak babamız bu teklifi katiyetle reddetti. 1944 yılının Aralık ayı sonlarında askeri konsey olağanüstü olarak toplanıp, bunların görüşlerini dinledi.

Toplantıda askeri müşavir General Nikolay Arhipoviç ile Aleksandr, askeri durumu şöyle anlattılar:

“Düşman şu anda Açal’dan indi ve Pancüm Köyü önlerine kadar yaklaştı. Tam anlamıyla kuşatılmış durumdayız. Onun için hepimizin Korgas’a çekilmemiz gerekmektedir: Bizde de bu tür geriye çekilmeler olmuş, şehirler birkaç kez elden ele geçmiştir”.

Bunun üzerine babamız:

“Sizlerin nizami askerleriniz bir emirle çekilir; bir sözle tekrar birleşebilir: Bizimkisi ise halk ayaklanmasıdır. Onun için eğer biz çekilirsek, bu ihtilal sona erdi demek olur. Size müsaade. Biz çekilmiyoruz. Şimdi her dakika bizim için altın değerinde,” diyerek çarçabuk yerinden kalktı ve telefonla propaganda müdürünü çağırarak, kadın erkek bütün herkesi bir an evvel kamuya açık yerlerde toplamasını emretti.

Biraz sonra belirlenen yerlerde toplanan halka hitaben şöyle bir konuşma yaptı:

“Şimdi bizler için ‘nefîr-i âmm’ zamanıdır. Çünkü düşman üzerimize gelmektedir: Nefîr-i âmmda düşmana karşı koymak, vatanı himaye etmek, bütün halkın, hatta peçeli kadınların, kızların bile üzerine farzdır: Onun için işte şu andan itibaren bütün milletimizle birlikte, düşmanla çarpışmakta olanlara, fedakâr asker yavrularımıza var gücümüzle yardım edeceğiz. Ancak bu şekilde düşmanın önünü keser ve onları yok ederiz. Çünkü Hak bizimledir!..” 

Konuşma sonrasında bütün halk düşmana karşı ayaklanmıştı. Pek çok kişi hemen o günün gecesinde atlı ve yayan olarak ön saflarda savaşmakta olan asker çocuklarımıza öncelikle yiyecek, kıyafet; ardından da odun kömür ulaştırdı; bu şekilde büyük bir destek vermiş oldu. Bu sayede asker yavrularımızın moralleri yükseldi ve kalın giysileri giyince soğuğun dehşetinden de kurtulmuş oldular. Askerlerimizin halktan binlerce insanla birlikte attıkları naralar, Çinli düşmanlarda üzerlerine yıkılmakta olan bir dağ tesiri yapıyordu ve bu işgalcileri bayıltacak kadar korkutmuştu. Sonunda düşman askerleri soğuktan yürüyemez hale geldiler ve birbirlerinin üstüne yıkılarak şaşkınlık içerisinde durdular. Bütün şehir ahalisiyle köylüler bir olup, on binlere ulaşan bir kalabalık haline gelince dağların arasından akan ırmak havzalarındaki tepelere çıktılar. Bu kalabalığın ‘Allahu Ekber’ naraları dağlardan dağlara yankılanarak öyle korkunç bir ses fırtınası koparmıştı ki, düşmanların ellerindeki silahlar adeta işe yaramaz olmuştu; donup kalmışlardı. Sadece ilk gece üç binden fazla düşman askeri esir alındı. Alınan kararlardan bir tanesi de dağlardaki tepelerde gece boyu sayısız ateş yakılmasıydı. Düşman bunlardan dolayı da büyük bir korkuya kapılıyor, kendinde yürüyecek güç, düşünecek akıl bulamıyordu. Üstüne üstlük, soğuğa uyum sağlayamayan düşman askerleri karı yararak yürüyemedikleri için, buz tutarak durdukları yerde kalakalmışlardı. Sonuçta, Açal’dan inen düşmanla Hayranbağ’daki düşmanın birleşme planları altüst olmuş oldu. Babamızın cesaretiyle bütün halk düşmana karşı seferber olmuştu ve askeri müşavirlerin çekilelim önerisini reddederek o gece düşmanımızın karşısında büyük bir zafer kazanmıştık.” S.298

 

Sovyetler’in İhaneti ve Sonuç

8 Haziran’da babamızın çalışma masasına konulmuş içinde mektup bulunan bir zarf bulduk. Mektupta özetle babama istifa etmesi teklif ediliyor ve ‘Halk cahildir; sizin samimi hizmetlerinizi doğru değerlendirmeyebilir ve bu yüzden size zarar verebilir. Bu sebepten istifa ediniz; canınızı kurtarmış olursunuz. Bu konuda sizi uyarıyoruz.’ gibi sözler ifade ediliyordu. Bunun, konsolosluğun komünizme iman edenlere haince verdiği bir talimatın eseri olduğu gayet açıktı.

Babamızı ve bütün Doğu Türkistan halkına ihanet eden Sovyetler, işte bu 1946 yılının 13 Haziran ayında babamızı kaçırdı. S.337


Mehmed Zahid Aydar

Mîsak Dergisi

Sayı: 352  / Mart 2020

 

1-Prof. Dr. Alaeddin Yalçınkaya, Doğu Türkistan Tarihinde Önemli Kavşaklar ve Çin İşgali, Hür Doğu Türkistan Sempozyumu, İNSAMER 2010