İmâm-ı Rabbânî Hareketi ve Tesirleri - Alparslan Aydar

İmâm-ı Rabbânî Hareketi ve Tesirleri

Arapça olan Tasavvuf kelimenin kaynağı hususunda ihtilaf vardır. En doğru olarak kabul edilen tahlile göre sûfi kelimesi, Arapça yün anlamına gelen suf’tan türemiştir. Suf’un nisbeti sûfi’dir. Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadis-i şeriflerde tasavvuf kelimesinin geçmediğini dikkate alan bazı müsteşrikler; bunun Hindistan’dan veya eski Yunan’dan geldiğini isbata çalışmışlardır. Ehl-i Sünnet ûleması tasavvufu: ‘Şer’i hududları muhafaza ederek, Allahû Teâla (cc)’yı zikirde müdavim olmak ve rıza makamına ulaşmak’ olarak kabul ve tavsiye etmiştir. Bu durumda tasavvufun kaynağını, Hindistan’da veya eski Yunan felsefesinde aramak boşuna bir gayrettir.

İmâm-ı Rabbânî Hareketi ve Tesirleri
Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu
Erkam Yayınları
Mîsak Dergisi
Sayı: 269 / Nisan 2013

Mü’minler; Resûl-i Ekrem (sav)’in ve Hülâfa-i Raşidîn’in sünnetlerine riayet etmek durumundadırlar. Zühd ve takva hayatında da durum aynıdır. Şer’i şerifin hududlarına riayet olunmadığı süre içerisinde ‘tasavvufi’ hayattan söz etmek mümkün değildir. Tâgûtî güçlere dua eden ve şeytâni vesveselerden kurtulamayan kimselerin; insanlara zühd ve takvayı öğretebilmeleri imkânsızdır. Zühd ve takva hayatı, cihadla yakından alâkalıdır. Türkiye’de; otuz iki farz arasında, cihada yer vermeyen latince eserler bol miktarda basılmakta ve dağıtılmaktadır. Hâlbuki nefsin hevâ ve heveslerini durdurabilecek tek ilâç, cihaddır. Tasavvufî hayat temelde bu cihada dayanmak durumundadır. Aksi mümkün değildir.”(1)

Tanıtmaya gayret ettiğimiz eser aktardığımız tesbitlerin mahiyetini kavramamıza vesile olacak niteliktedir. Kitabın yazarı Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu, 1951 yılında Ankara’da doğdu. 1981’de Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesini bitirdi. 1983 yılında Yüksek Lisansını tamamladı. 1990 yılında doktor,1991 yılında Yardımcı Doçent, 1993’te Doçent, 1999’da Profesör oldu. Hâlen Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı Başkanlık görevini yürütmektedir.

 

XVI ve XIX. Yüzyıllar Arasında Hind-İslâm Dünyasında Rabbani Tasavvuf Okulu’nun Reaksiyon Göstermesine Sebep Olan Hususlar

İmâm-ı Rabbanî’nin başlattığı akım, üç asır boyunca etkili olmuş, üzerine düşen tarihi misyonu yerine getirmeye çalışmıştır.

“Nakşîlik onbir esasa dayanır:

Vukûf-ı zemânî: Zamanını boşa geçirmemek,

Vukûf-ı âdedî: Verilen zikrin adedine riayet etmek,

Vukûf-ı kalbî: Kalbi ayık tutmak,

Hûş der dem: Nefes alıp verirken gaflette olmamak,

Nazar ber kadem: Sürekli önüne bakmak,

Sefer der vatan: Beşeri özelliklerden, güzel sıfatlara yolculuk yapmak,

Hâlvet der encümen: İnsanlar içinde Allah ile baş başa olmak,

Yâd kerd: Zikretmek,

Bâz geşt: Dönüş,

Nigâh daşt : Nefy ve isbatın mânâsını düşünerek kalbe sahib olmak,

Yâd daşt: Yâd etmek.” (Sh:30-31)

Bunun yanı sıra, bu Tasavvuf Okulu’nu Schimmel’in de dediği gibi, sohbet ve zikr-i hafî’ye dayandırılan iki esasta özetlemek de mümkündür. Zikir, insanın ruh âleminde, geldiği istikâmette yönlendirecek gücün oluşumunu motive ederken, sohbet de, bu yolda giderken, musallat olması her zaman beklenen şeytanın belini kıracak bilgi aktarımının sağlanmasını hedef alır.

“İlim adamı anlamına da gelen ‘hace’ kelimesinin çoğul şekli, ‘hacegan’ın bu sûfîyye yolunun özel ismi oluşu, aynı fikri destekler mahiyettedir. Bu tasavvuf okulu, bu şekliyle, maddi ve manevi alanda, ıslahatçı, ihyacı ve İslâmlaştırıcı olarak yanlışlarla mücadele etmiştir.

Nakşîliğin İslam’ın içinden ve dışından gelen problemlere karşı, bu diriltici, ihyacı tavrı, kurucusu, Bahâeddin Nakşbend’den kaynaklanmaktadır diyebiliriz. Kaynakları incelediğimizde, Hoca Bahâeddin’in Halil Ata (Gazan Han) adlı bir sûfî liderin öğrencisi olduğunu, bu zatın altı yıl kadar Maverâünnehir yöresinde sultanlık yaptığını, İslam’dan dönerek, eski Şamanist dine yönelen Türk kabileleriyle savaştığını ve bu savaşa onun da katıldığını görürüz. Bu tavır daha sonraları, İngiliz yönetimine başkaldıran Nakşbendîlik’te de görülecektir. Hind topraklarındaki Mucâhidûn ve Farâizî hareketleri, bunun sadece iki basit örneğidir.” (Sh:31-32)

“XV-XIX. yüzyıllar arasında, Hind topraklarında etkili olmuş, İslam dışı tehlikeler temelde dört tanedir: Sihizm, Marat-Raçput-Jatlar, İngilizler ve Hindû Milliyetçiliği. Bu gruplar, kan dökmeden çekinmemiş, İslam’ı bu topraklardan çıkarmak için ellerinden geleni yapmaktan geri durmamışlardır.

İslam Toplumu İçinde Olan ve İslam’a Zarar Veren Grupları: Mehdî Hareketleri, Din-i İlâhi (Ekber Şah tarafından uydurulan faklı dinlerin karışımıyla oluşturulmuş inanç sistemi), Revşeniyye, Hocalar, Bohralar ve Moğol sultanlarının yanlış dini siyaseti konu başlıkları altında incelenmiştir.” (Sh:30-54)

 

Rabbânî Hareketinin Lideri: İmâm-ı Rabbânî

Bilindiği üzere, Nakşbendi Tasavvuf disiplinini kuran, Kasr-ı Arifan’dan Hâce Muhammed Bahâeddin Nakşbend (718/1318-791/1388)’dir. Onun kurduğu bu tasavvufi disiplinin Hindistan’a girişi, kendisinden yaklaşık bir buçuk asır sonraya tesadüf eder. Aslen Kabil’li olduğu halde, Nakşîlik yolunun Hindistan’a girmesine vesile olan Muhammed Hâce Bâki Billah-ı Kabûlî (971/1563- 1012/1603), İmâm-ı Rabbânî’nin Şeyhi dir.

İmâm-ı Rabbânî’nin Hayat Hikâyesi

“İmâm-ı Rabbânî 4 Şevval 971/27 Mayıs 1564’ de Serhind’de dünyaya geldi. Nesli Hz. Ömer (r.a.)’e dayanır. İmâm-ı Rabbânî, Delhi’ye geldiğinde Hoca Bâkî Bîllâh Kabulî ile tanıştırılır. Bâkî Bîllâh, ona, birkaç gün yanında kalıp sohbetinde bulunmasını rica eder. İmâm-ı Rabbânî, bu sohbetlerden etkilenir. Sonunda el almak isteğini söyler, bu kabul olunur. İmâm-ı Rabbânî iki buçuk ay gibi kısa bir zamanda Nakşîlik yolunda olgunlaşır.

İmâm-ı Rabbânî, Şeyhinin ricası üzerine, bulunduğu bölgede Nakşîlik Okulu’nun eğitimini vermeye başlar. Hoca Bâkî Bîllâh’ın vefatından kısa bir süre önce, İmâm-ı Rabbânî Delhi’ye gelir, Şeyhini ziyaret eder. Dönerken, kendi oğullarını yetiştirmesi için ona teslim eder.

Nüzhe’de kaydedildiğine göre, İmâm-ı Rabbânî, irşad görevi sırasında Fıkıh, Usûl, Kelâm, Tefsir, Hadis, Tasavvuf gibi çeşitli ilimlerde dersler veriyordu. Hidâye, Pezdevî, Şerhu’1-Mevâkıf, Beyzavî, Mişkât, Buharî ve Avârif gibi eserleri okutuyordu.

İmâm-ı Rabbânî, Ekber Şah vefat edip, Selim (Cihângir) tahta çıktığında eski dönemin bitip yeni bir devrin açılışını ümit içinde karşılamıştı. Fakat fitne kazanı kaynıyor İmâm-ı Rabbânî’yi çekemeyenler boş durmuyordu. İmâm-ı Rabbânî’yi Sultan Nureddin Cihângir’e yanlış bilgi vermek suretiyle hapse girmesine neden oldular. Cihângir onu huzuruna getirtti. İmâm-ı Rabbânî huzura girince tahiyye secdesi (selamlama secdesi) yapmadı. Gereken tevâzuyu da göstermedi. Sultan Cihangir öfkelenerek, onu Güvalyâr’da hapse attı. Cihângir’in oğlu Şah Cihan, İmâm-ı Rabbânî’yi çok seviyor ve ona hürmet ediyordu. İmâm-ı Rabbânî’yi kurtarmak üzere, Efdal Han ve Müftü Abdurrahman’ı, bazı fıkıh kitaplarıyla, tahiyye secdesi konusunda ikna etmek için ona yolladı. Bu kitaplarda, sultanlara tahiyye secdesi yapmanın cevazından bahseden fetvalar vardı. Ancak, İmâm-ı Rabbânî’nin verdiği cevap şuydu: ‘Bu sadece ruhsattır. Azimet ise, Allah’tan başkasına secde etmemektir.’ Çoğunluğunu gayr-i müslimlerin oluşturduğu Güvelyar Hapishanesi, İmâm-ı Rabbânî’’nin meskeni olur.”( Sh:79)

Netice itibarıyla geçen zaman şartları değiştirir ve Cihângir, İmâm-ı Rabbânî’’yi serbest bırakma emrini verir. Ancak, İmâm-ı Rabbânî, bu özgürlüğü birtakım şartların yerine getirilmesine bağlar ve bu şartlar yerine getirilir.

“Cihangîr bununla yetinmedi, onu sarayına davet eder, bir cübbe giydirir, mülkünü geri verir, bin rupi hediye eder. İmâm-ı Rabbânî’yi kendi memleketine dönmek veya ordugâhta kalmakta serbest bırakır. O da, yönetim çevresine yakın olmak için ordugâhı seçer. İmâm-ı Rabbânî artık Cihangîr’in danışmanı ve dostu olarak yanından ayrılmaz. Hatta bir ara Şâh-ı Cihân, tahtı ele geçirmek için babası Cihangîr ‘e isyan etmek istese de, İmâm-ı Rabbânî ona şiddetle engel oldu ve ‘bu taht, babanın vefatından sonra zaten sana kalacaktır’ müjdesiyle onu yatıştırır. Durum gerçekten bu müjde doğrultusunda tahakkuk eder. Üç yıl ordugâh hayatı yaşayan İmâm-ı Rabbânî, sıhhi açıdan uyum sağlayamadığı bu ortamdan ayrılmak ihtiyacını hisseder. Kendisine izin verilir. O da Serhind’e giderek orada zikir, tedris ve manevi eğitim ile meşgul olur. 28 Safer 1034/10 Aralık 1624’te Mevlâsına kavuşur.” (Sh:82-84)

“İmâm-ı Rabbânî, yönetimin en üst kademesine olumlu yönde etkili oldu. İmâm-ı Rabbânî’nin vefatı, 1034/1624’te, Ekber Şah’ın 1014/1605’te, Cihangîr adıyla tahta çıkan Selim’inki ise 1037/1627’dedir. Bu durumda, İmâm-ı Rabbânî’nin her iki sultanla ilişkili olduğu gözlenir.

Yazar sonrasında İmâm-ı Rabbânî’nin eserlerini, çocuklarını ve halifelerini ayrıntısıyla tanıtır.” (Sh:84-94)

İmâm-ı Rabbânî’nin Fikirleri konu başlığı altında şu hususlar incelenmiştir: “Müceddidliği, Vahdet-i Şuhûd anlayışı, Bid’at anlayışı, Keşf ve İlhâma bakışı, Kalb anlayışı, Nübüvvetin Velâyetten daha faziletli olduğu inancı, Sohbete bakışı, Muhabbet-Istırap ilişkisi, Dünya ve Siyaset anlayışı.” (Sh:94-130)

“İmâm-ı Rabbânî, Efendimiz (s.a.v.)’in: “Her yüzyılın başında, Allah, bu ümmete dinini yenileyen birini gönderir” (Ebû Dâvûd) hadis-i şerifinden hareketle kendisinin müceddid olduğunu söylemekte ve bu hususta ilhama eriştiğini de beyan etmektedir. Ona ‘Müceddid-i Elf-i Sânî’ unvanını ilk veren kişi Abdülhakim Siyalkoî’dir. Tasavvufi hâl içinde, ‘Bir olanı müşâhede etmektir’ diye tarif olunabilen ‘şuhûdî tevhîd’, İmâm-ı Rabbânî’nin savunduğu, tahkik ettiği, yaşadığı, savunduğu bir öğretidir. O Vahdet-i Vücûd anlayışına karşı çıkmış, onu sık sık eleştiriye tabi tutmuştur. Yazar bu bölümde İmâm-ı Rabbânî’nin, Muhyiddin İbn Arabî’ye ait Vahdet-i Vücûd anlayışına yönelttiği eleştirileri, ardından da İmâm-ı Rabbânî ile Muhyiddin İbn Arabî arasındaki ihtilafları, konuyu doktara tezi olarak çalışan Cavit Sunar’dan yaptığı alıntılarla inceler.”( Sh:96-107)

 

Necdet Tosun, Rıhle Dergisi’nde Vahdet-i Vücûd ile Vahdet-i Şuhûd mukâyesesini yapar:

a-“Vahdet-i vücüd ehline göre âlem (evren) Allah’ın isim ve sıfatlarının gölgesidir, ancak bu gölge asıldan farklı değildir. İmâm-ı Rabbanî Ahmed Sirhindi’ye göre de âlem gölgedir. Ancak bu gölge, asıldan farklıdır. Bir şeyin gölgesi onun aslı olamaz. Âlem gölge olmakla birlikte gerçek bir varlığı bulunmaktadır, hayal ürünü değildir.”

b- “İmâm-ı Rabbanî Ahmed Sirhindî’ye göre vahdet-i vücûd telakkisi sekr (manevi sarhoşluk) ve aşırı muhabbetten doğmaktadır. Tasavvuf yolunda bu düşüncenin ortaya çıkması normal, hatta güzeldir ama orada kalmayıp geçmek gerekir. Salik, ‘Vahdet-i Vücûd’ mertebesinden, Vahdet-i Şuhûd mertebesine çıkmalı, orada da kalmayıp ‘abdiyyet makamına’ ulaşmalıdır. Muhyiddin İbn Arabî ve takipçilerine göre ise, tasavvuf yolunda ulaşılacak son nokta ve yegâne hakikat ‘Vahdet-i Vücûd’tur.” (2)

Hamid Algar İslam Ansiklopedisi’nin İmâm-ı Rabbânî maddesinde, bu tartışmanın İmâm-ı Rabbânî sonrası tarihi gelişimine de değindikten sonra dikkatleri farklı bir isme çeker: “Kendisi hiçbir tarikata mensup olmayan Osmanlı Devleti’nin son şeyhülislamı Mustafa Sabri Efendi, Sirhindî’yi batıl bir akide olan vahdet-i vücûdu başarılı bir şekilde reddettiğinden dolayı övmüştür.” (3) “Ahmed Sirhindî bazı fikirlerini eleştirdiği İbnü’l Arabî hakkında şöyle demektedir: ‘Ne yapılabilir ki? Bu meydanda (sadece) Şeyh (İbnü’l Arabî) vardır. (kuddise sirruh) Onunla da bazen muharebe ediyoruz, bazen de barışıyoruz. Mârifet ve irfân kelâmını (ıstılâhlarını) kuran, şerh edip yayan odur... Geride kalan bizler de o büyüğün bereketlerinden feyz aldık.” (4)

“İmâm-ı Rabbânî keşfi bilginin değerlendirmesini şu şekilde yapar: ‘Şer’i hükümler, dört delile bağlıdır. Onlar arasında ilhâma yer yoktur. Ancak, şer’i hükümlerin ötesinde, çok sayıda dini işler vardır ki, bu bakımdan ilham, beşinci asıl olarak vardır.’ Ancak ona göre, ilham, bir şeyin yanlışlığını ya da doğruluğunu belirleyemez.” (Sh:110)

“İlk defa Hakîm et-Tirmizi (ö.216/831) tarafından ortaya atılan velâyetin nübüvvetten üstün olduğu görüşü, Tasavvuf tarihinde, fikri ihtilaflara sebep olmuş bir görüştür. İmâm-ı Rabbânî bu konuda çok nettir.” (Sh:112-113)

İmâm-ı Rabbânî sohbetin önemini şu şekilde ortaya koyar:“Ne olursa olsun, bu sohbetin yerini hiçbir şey tutmaz. Resûlullah(s.a.v.)’in ashâbını görmüyor musun? Onlar Resûlullah (s.a.v.) ile yaptıkları sohbet sonucu, peygamberlerden başka herkesten üstün oldular. Hatta Veysel Karani, Ömer Mervâni’den bile. Halbuki bu iki zat, en yüksek derecelere ulaşmış, kemâlâtın zirvelerine varmışlardır. Tabii, sohbet hariç ... Sahabeden Hz. Muâviye’nin hatası, bunların sevabından hayırlıdır. İşte bu hayırlı olma keyfiyeti, sırf Resûlullah(s.a.v.)’in sohbeti bereketiyle olmaktadır.” (Sh:115)

İmâm-ı Rabbânî sevgiyi anlatırken, onun mutlaka elemden payı olduğunu söyler: ‘Ey muhib! Elem ve mihnet, muhâbbetin ayrılmaz parçasıdır. Fakrı seçen kişinin, mutlak elemden ve meşakkâtten payı olması lâzımdır.’ İnsanın ruhi tekâmülünü sağlamada, çekilen dertlerin oynadığı rolüne parmak basan Hacı Bayram Velî’nin ifadesi, bir başka makamdır:

N’oldu bu gönlüm n’oldu bu gönlüm,

Derd ü gamınla doldu bu gönlüm.

Yandı bu gönlüm yandı bu gönlüm,

Yanmada derman buldu bu gönlüm.

Gerçi ki yandı, gerçeğe yandı,

Rengine aşkın cümle boyandı.” (Sh:116-118)

Yazar İmâm-ı Rabbânî’nin siyasete bakışını incelediği bölümde şu tesbitlerde bulunmuştur: “Nakşbendîlik tarihinde başta Hoca Bahâeddin ve özellikle Hoca Ubeydullah Ahrâr Taşkendî (807/1404-896/1490) olmak üzere hemen hemen hepsi, şu veya bu şekilde, politik konularda faaliyet göstermiştir. Aynı geleneğin halkalarından İmâm-ı Rabbânî’nin dünyevi faaliyetleri arasında, siyasi yönde olanları, gerçekten ilginç bir görünüm arz eder. İmâm-ı Rabbânî 63 yaşında vefat edene kadar, son derece karanlık ve ümitsiz bir atmosferde, yılmadan çalıştı, mücadele verdi. O, etkinliklerinin hemen büyük bir çoğunluğunu, Hoten’den, Tebriz’e kadar uzanan geniş bir coğrafyaya mektup yazarak gerçekleştirdi. Aynı usûlü, kendisinden iki yüzyıl önce, Seyyid Ali Hemezânî, Keşmir’de İslâm’ı yayarken uygulamış ve bir hayli başarılı olmuştu.” (Sh:120)

“İmâm-ı Rabbânî sözle yapılan kültürel cihâdın, kılıçla yapılan kanlı cihâddan daha yararlı olacağı düşüncesindedir. Zarûret hali müstesna olmak üzere... O, Nakşbendî geleneğinin, Rasûlullah (s.a.v.)’in hayatından aldığı sohbet prensibinden hareketle, sözlü cihadın yani sohbet ve kalemle yapılan cihadın, kılıçlı cihada olan üstünlüğünü ve faydalı yönlerini dile getirmiştir… Bununla birlikte hemen heryerde emperyalizme karşı fiili direniş, İslâm’ın özüne dönüş önemli bir yer tutar.” (Sh:120-130)

Ethem Cebecioğlu, İmâm-ı Rabbânî’nin siyasete bakışını ele aldıktan sonra Mektubât değerlendirmesinde bulunur. (Sh:130-158) Mektubât’ın ne zaman yazılmaya başlandığı, nasıl toplandığı, dilimize ilk ne zaman tercüme edildiği, sonraki tercümeler hakkında malumat, kimlere kaçar mektup yazıldığı, mektup yazılan kişilerin toplumdaki mevkilerine göre değerlendirilmesi, Mektubât’ta geçen bazı zevât hakkında malumat ve değerlendirme ile bölüm tamamlanmıştır. (Sh:158-174)

 

İmâm-ı Rabbânî Takipçisi Sûfî Liderler

“Hace Meyân Muhammed Ma’sûm (1009/1600-1080/1669) İmâm-ı Rabbânî’nin oğullarından üçüncüsüdür. Muhammed Ma’sûm onaltı yaşına kadar, devrinin geçerli zahiri ve Batınî ilimlerini tahsil etmişti. Babası İmâm-ı Rabbânî’nin talimatına büyük bir dikkatle uymuş ve kendisinden hiçbir şekilde büyük günah südûr etmediği için ‘Ma’sûm’ lakabıyla anılmıştı. Ona verilen ‘Ma’sûm’ lakabı, onu peygamberler seviyesine çıkarmak için verilmemiş olup, sahip olduğu derin verâ duygusu ve büyük günahlardan kaçınması sebebiyle layık görülmüştür. İmâm-ı Rabbânî ölünce, yerine irşâd için oturan Muhammed Ma’sûm, bu cemaatin odak noktası olarak, Hind-İslâm dünyasında, babasının icra ettiği fonksiyonu, yine aynı şekilde mektub yazma yolu ile ifa etti. Şeyh olduktan üç yıl sonra Şah Cihan tahta çıktı. Şah Cihan, bizzat Serhind’e kadar gelip ona bey’at etti. Şeyh oluşunun on dördüncü yılında, tarihte en uzun süre hükümdarlık yapmakta tavsif olunan, Feteva-yı Âlemgîriyye’yi ilim adamları komisyonuna hazırlatarak Müslümanların hizmetine sunan Sultan Âlemgîr Evrengzîb, kendisine intisab etti.” (Sh:176-178)

Daha sonra bu bölümde İmâm-ı Rabbânî’nin torunu ve Muhammed Ma’sûm’un da oğlu olan Şeyh Seyfüddin (1055/1645-1098/1686), Seyyid Nûr Muhammed Bedâyunî (Ö. 1135/1722), Şeyh Şemsüddin Habîbullah Cân-ı Cânân Mazhâr (1111/1699-1195/1780), Şeyh Abdullah Dehlevî (1158/1745-1240/1824), Pîr Muhammed Zübeyr (Ö. 1140-1740), Mevlana Halid-i Bağdadî, Hâce Mîr Dard (1134/1721-1200/1785), Muhammed Nâsır Andelib(1109/1697-1169/1755), Şâh Veliyyullah Dehlevî (1114/1704-1175/1763) ve Şâh Veliyyullah Dehlevî’nin büyük oğlu Abülaziz Dehlevî (1159/1746-1240/1824) hakkında malumat verilmiştir. (Sh:175-206)

“Şah Veliyyullah Dehlevî hakkında tesbitlerde bulunur: “Delhi’de 1114/1704 senesinde, 4 Şevval’de dünyaya geldi. Tam adı, Ahmed b.Abdürrahîm b. Vecîhüddin Ömerî Dehlevî’dir.

Şah Veliyyullah’ın babası Şeyh Abdürrahîm Ebu’ l-Feyz, Nakşbendî tasavvuf yoluna mensup bir sûfî idi. Babası ilmi seviyesinin yüksek olması sebebiyle, Hind-İslâm dünyasında tanınmıştı. Şah Âlemgîr Evrengzîb’in hazırlattığı ‘Feteva-yı Âlemgîriyye’yi gözden geçiren, tashihini yapan komisyonda üye olarak bulunmuştu.

Şah Veliyyullah Dehlevî 1145/1734 senesinde ikinci defa hac görevini ifâ ederek Delhi’ye döner. Talebesinin çokluğundan babasından kalan medrese yeterli olmayınca, zamanın sultanı Muhammed, kendisini büyük bir yer tahsis eder. İşte bu, ünlü Medrese-i Rahîmiyye’dir. Burası, zamanla Hindistan’ın en işlek bilim merkezi oldu. Kendisinden sonra oğulları ve onlardan gelen nesil tarafından bu ilim merkezi, asli hüviyetini korumaya devam etmiştir.

Şah Veliyullah Dehlevî, İslâm’ı ve Müslümanların tarihini birbirinden ayırarak, ayrı temellerde ele almış ve tarihin değerlendirmesini İslâm’a göre yapmıştır. O Müslümanların geri kalış sebeplerini, Halifeliğin saltanata dönüşmesi ve içtihad ruhunun kaybolması, onun yerine taklidci zihniyetin almasına bağlamıştır.” (Sh:186-203)

 

İmam-ı Rabbânî Takipçisi Bir Kısım Siyasi Liderler Ve Hareketler

İmâm-ı Rabbânî’nin Hind-İslâm dünyasında başlattığı, tecdidî karakteri ağır basan tepki hareketi, zamanla ivme kazanarak büyük boyutlara ulaşmıştır. Yönetim kademesinin etki altına alınması, İslâmın sesini güçlendireceği için, İmâm-ı Rabbânî, faaliyet alanlarının çoğunu siyasi sahaya teksif etmiştir. Gerek İmâm-ı Rabbânî ve gerekse daha sonra Muhammed Ma’sûm ve Şeyh Seyfüddin’e intisab etmiş olan sultanlar, bu muhterem zevattan istifade etmişlerdir.

Şâh Cihân:“Nureddin Cihângîr’in üçüncü oğlu olup asıl adı Hürrem’dir. 1041/1631’de çok sevdiği hanımı Mümtaz Mahâl, Burhanpûr’da doğum sırasında vefat etti. Şâh Cihân, Agra’da eşinin kabri üzerine Tac Mahal diye anılan muazzam anıt-mezarı inşa ettirdi.

Şâh Cihân’ın dedesi, Ekber Şah gibi eklektik tavırlara girmeyip, şahsiyetli bir Müslüman olarak dininin mücadelesini, inancının kavgasını vermesi, özellikle o devir Hind-İslâm dünyası için gerçekten takdire şayan bir husustur.” (Sh:208-212)

Sultan Âlemgîr: “Terbiye işini üzerine alan zat, İmâm-ı Rabbânî’nin oğlu Şeyh Muhammed Muhammed Ma’sûm ‘dur. Babasının en büyük oğlu olmadığı için, Sultan olma şansı kuvvetli değildi. Gençlik ve yetişme yılları sûfî şeyhleri ve ilim adamları arasında geçti. Medresede dini ilimler tahsil etti. Yazı san’atını (hat) öğrendi. Sonunda ‘hattat’ payesine ulaştı. Kur’an-ı Kerim ve tecvid okudu. Hanefi fıkhını öğrendi. Binicilik ve harp oyunları konusunda yetişti.

1069/1658 senesinde, Âlemgîr, Delhi’de tahta cülûs etti. Bu zâhid sûfî hükümdarın hayatında, artık yeni bir safha açılmış oluyordu. Ölümüne kadar elli küsur yıllık süre içinde, Hind topraklarına hükümran olan Sultan Âlemgîr, buraları adalet ve dirayetle yönetti. Şer’î hükümleri bir kitapta tedvin etme konusundaki çalışmaları, şayan-ı dikkattir. Kendi adına izafeten ‘Fetâvâ-yı Âlemgîriyye’ denen fakat ‘Fetavâ-yı Hindiyye’ diye şöhret bulan bir fıkıh kitabını, kanun-ı esası olarak kabul etti ve onunla amel etti. Bu hükümranlık 1069/1658’den 1119/1707 tarihine kadar sürdü.” (Sh:212-223)

Farayizi Direnişi: “Bu direniş hareketi, Bengal’de olmuştur. Bengal’de Müslüman nüfusun % 90 dolaylarında olduğunu, ancak buna rağmen İngiliz yönetimin, refah dağılımında onları ikinci plana ittiğini ve İngilizşer ile Hindûların, planlı baskılarına karşı, ilk defa Mîr Nâsır Ali komutasında 1243/1827 yılında ayaklandılar. Bu tarih, Emir Abdülkâdir Cezâyirî’nin Cezayir’de Fransızlara karşı başlattığı direniş hareketiyle aynı zamana rastlar. Mîr komutasındaki ayaklanma, başlangıçta oldukça başarılı oldu. Hatta İngilizlere ağır kayıplar bile verdirdiler, Kalküta ve civarını ele geçirmeye muvaffak oldular. Ancak, idari ve askeri bilgisi fazla olmayan bu mücahid, 1247/1831 senesinde yapılan bir muharebede şehid düştü.” (Sh:224-226)

Mücahidun Hareketi: “Bazen, kaynaklarda Seyyid Ahmed Şâh diye adı geçen Seyyid Ahmed Barelvî, Abdülaziz Dehlevî’nin manevi disiplini altında yetişmiş, daha sonra, Hindistan’da hindûların lehine, Müslümanların aleyhine politika güden İngiliz sömürge yönetimine karşı ciddi bir direniş hareketine liderlik etmişti. İngiliz yönetimi altında bir hayli eziyet ve sıkıntı çeken Bengal yöresindeki Müslümanları teşkilatlandıran Seyyid Ahmed Barelvî, emperyalizmin maddi ve manevi baskısını silebilmek için ‘Mücâhidun’ ve ‘Ehlü’s-Sünne ve’l-Hadis’ adlarıyla anılan direniş örgütünü kurdu. İngilizlerin başına bela olan bu hareket zaman içinde zayıflar ve gücünü yitirir.” Meşhur İngiliz kurnazlığı burada da kendini göstermiştir. O dönem yaşanan tartışmalar ibretliktir. Bu hareketin, Hindistan’da Müslüman kamuoyunca kabul görmeyişinin sebebini kaynaklar şu şekilde izah ederler: “Sir Seyyid Ahmed Han’ın faaliyetleri, Hindistan içinde yaşayan ulemanın hükümet tarafında yer alması (ki hükümet, İngiliz hükümetidir), hükümetçe Mekke’ye gönderilen bazı Hind ulemasının Mücâhidleri, Vahhâbî gibi göstererek, aleyhlerinde, Mekke müftülerinden, Hindistan’ın ‘Dâru’l-Harb’ değil, ‘Dârû’l-İslâm’ olduğu yolunda alıp yayınladığı fetvalar; bu iki husus Mücâdhidûn teşkilatının cihad gayretini baltalayıp, Hind Müslümanlarını, başta yönetici olarak bulunan İngilizlere yavaş yavaş ısındırmış veya daha doğrusu onları uyuşturup, yabancı egemenliğini sessizce kabûle sevk etmiştir.” (Sh:226-236)

Yaşadığımız toprakların ‘Dâru’l-Harb’ ya da ‘Dârû’l-İslâm’ olduğu noktasında kanaat belirten Müslümanlar, Hind-İslâm havzasında yaşananları dikkate almak durumundadırlar. Bu toprakların çocuklarının büyük çoğunluğu, Ehl-i Sünnet itikadına mensub, Hanefi fıkhını esas alan ve Nakşîbendi geleneğin takipçileridir. Kaynaklarımız ortadayken mirasçısı olduğumuz gelenek ertelediğimiz muhasebeyi zorunlu kılmaktadır.

 

Sonuç

Yazarın sonuç bölümünde değindiği hususlar hem kitabı özetler hem de yaşadığımız probleme ışık tutar mahiyettedir. “Rabbânî Hareketi’ni yürüten sûfî liderlerin hemen istisnasız hepsi, medrese eğitimi görmüş entellektüel kişilerdir. Bu yüzden hepsi ilmiyye sınıfına mensuptur, Özellikle sonraki dönem Rabbânî Hareketi’nde, tefsir, fıkıh ve hadis alanlarında ekol sayılabilecek aktiflikler görülmüştür. İ’lâu’s-Sünen’i telif eden Tehânevî’ler, Fetâvâ-ı Hindiyye’yi ortaya çıkaran Sultan Âlemgîr’ler, yazdığı eserlerin sayısı belli olmayan ve adına Pakistan’da Araştırma Enstitüleri kurulan Şah Veliyyullah Dehlevî’ler, Diyobendiler oğlu Abdülazîz Dehlevî’ler ve burada ismini zikretmediğimiz daha niceleri, İslâm’ı ilmi yönden ayakta tutmak üzere bazen, bir ömre mal olan büyük eserler vermişlerdir.

Yaklaşık dört yüz yıllık tarihi bir geçmişi bulunan Rabbânî geleneğinin günümüzde ruhi olarak yansımalarını bulmak, gerçekten çok zor. Tam bir tevhidi inanışla, ihlâslı bir şekilde İslâm’a sarılan, insanları maddi ve manevi olarak sömürmeyen, onlara layık oldukları insanlık izzetini bahşeden, onlara özgür olduklarını dikte eden tasavvuf sistemleri, her yüzyılda çözüm getirici, birleştirici, yüceltici, saygınlık kazandırıcı olmuşlardır. Bunun yolu da, hiç şüphesiz ilimden geçmektedir Serî Sakatî’nin Cüneyd’e yaptığı tavsiye, işte bu espiriyi özetler mahiyettedir: ‘Oğlum Cüneyd, sûfî muhaddis değil, muhaddis sûfî ol.’ Yani önce ilimleri öğren, ilim adamı ol, cahillikten kurtul, ondan sonra tasavvuf yoluna yönel!” (Sh:236-245)

Nakşîbendiyye tarikatının Irak, Suriye ve Türkiye’de yayılmasına vesile olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî (1776 veya 1780 – 1827) diye bilinen Ebu’l-Bahâ Ziyâüddin Hâlid eş-Şehrezorî, Albert Haurani’nin, ‘Nakşîbendi Tasavvuf Okulu ve Hâlidiyye Kolu’ isimli makalesi yardımıyla tanıtılmış. (Ek-1, Sh:246-268) “Allâme-i Şâm’î olarak bilinen, ed-Dürrül-Muhtar’ın şerhi olan Reddü’l-Muhtâr’ın yazarı büyük âlim İbn Âbidîn’in, Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî’nin talebesi ve müridi”(5) olduğunu hatırlatmakta fayda var.

Nakşîbendiyye tarikatının Rusya’da yayılmasına vesile olan Başkırlı Şeyh Zeynullah Rasûlev Prof. Dr. Hamid Algar’ın kaleme aldığı ‘Volga-Ural Bölgesinin Nakşbendî Şeyhi Şeyh Zeynullah Rasûlev’ başlıklı makale yardımıyla tanıtılmış.(Ek-2, Sh:269-299) Nakşbendî ekolün Rusya’da muhalefetin önemli bir parçası olduğu bu vesileyle hatırlanması gereken hususlardandır.

 

Mehmed Zahid Aydar

Mîsak Dergisi

Sayı:269 / Nisan 2013

__________________

(1) Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, Tasavvuf Mad, inkılâb yay, İst 2011, Ayrıca: Yusuf Kerimoğlu, Fıkhi Meseleler, Mîsak Yay, Ank 2013, C-2, Sh:345-366, Rıhle Dergisi’nin Tasavvuf konusunu 14. ve 15. sayılarda ayrıntılı incelediğini de hatırlatalım.

(2) Bakınız: Necdet Tosun İbnü’l Arabî ve İmâm-ı Rabbanî Mukâyesesi, Rıhle Dergisi, Sayı:14, Sh:14-20 Ayrıca: Nedvî, Müceddid-i Elf-i Sânî, İmâm-ı Rabbanî, Kayıhan yay, İst2005, Sh:287-319

(3) Mevkıfü’l-’akl, III, 275-350, Nakleden: TDV İslam Ansiklopedisi, C-22, Sh:198

(4) Necdet Tosun İbnü’l Arabî ve İmâm-ı Rabbanî Mukâyesesi, Rıhle Dergisi, Sayı:14, Sh:20

(5) Nedvî, a.g.e, Sh:406