Yüzleşmenin Kişisel Tarihi - Alparslan Aydar

Yüzleşmenin Kişisel Tarihi

Cemiyet halinde yaşayan insanoğlunun neseb ve sebeb taassubuna kapılması mümkündür. Neseb taassubunun zaruri neticesi olan kavmiyetçilik/milliyetçilik ideolojisi, insanları birbirinin kurdu haline getiren bir ideolojidir.  Tanıtımını yapacağımız ‘Yüzleşmenin Kişişel Tarihi’ isimli eserin yazarı Selçuk Küpçük, hayatının en güzel yıllarını milliyetçi/ülkücü harekete feda eden bir gençtir.   Kitapta göze çarpan en önemli unsur, yazarın samimiyetidir. Hayatında önemli yer tutan o günleri, güzel bir uslûpla ifade etmiştir.  Bazı ülkücü gençler aldatıldıklarını veya kullanıldıklarını fark etmiş, bazıları kavmiyetçilik/milliyetçilik fesadından yakasını kurtaramamıştır. Yazar ‘www.dunyabizim.com’ adlı internet sitesinde yayınlanan söyleşisinde kitabın ikinci cildinin de hazırlanmakta olduğunu ifade etmiştir.

Yüzleşmenin Kişisel Tarihi
Selçuk Küpçük 
Granada
Mîsak Dergisi
Sayı: 268 / Mart 2013


Yüzleşmenin Kişisel Tarihi, 1970’lerden bugüne uzanıp, Türkiye’nin yakın dönem siyasal ve sosyolojik olayları merkezinde önemli yer kaplayan Ülkücü hareketin, kendisi üzerine düşünme pratiğini hızlandırmayı amaçlayan bir çalışmadır. Yazarın içeriden geliştirdiği eleştirel zihin, kitabı bu anlamda mevcut yayınlardan farklı kılıyor.

Bir kırılma noktası olarak beliren 12 Eylül Darbesi ile devlet ve aygıtlarına yönelik kurguladığı mito-politik argümanlar, mensuplarının maruz kaldığı ağır işkenceler, verdiği idamlar karşısında hareketin geliştirdiği pozisyonların çözümlenip, eleştiriye tabi tutulduğu kitap salt Ülkücü yapıyı değil, zaman zaman karşılaştırmalı bir politik okuma ile Türk Solunu sorgulaması açısından da önemlidir.

Bütün bu metinler boyunca yazarın çocukluk ve gençlik dilimini içerisine alan ve kişisel tarihi açısından tanıklık ettiği ya da bizatihi kendisinin birey olarak yer aldığı olayları okur ile paylaşması, kuramsal anlatıya farklı boyutlar katıyor.

1971 doğumlu Selçuk Küpçük Gazi Üniversitesi’nde Psikolojik Danışma ve Rehberlik öğrenimi görür. Ülkücü bir öğretmen babanın çocuğu olarak büyür. Ankara’ya ilk geldiği dönemi: ‘Taşralı genç olarak betonlarla yalıtılmış mekân ürkütüyor seni ve yalnız kalmamak için aidiyet ilişkileri ile kurulan birlikteliklerin yaşandığı yapılanmalara yöneliyorsun ki, kendini güvende hissedesin’ şeklinde tanımlar. Ankara’daki ilk yıllarını teşkilat içerisinde faal bir Ülkücü olarak geçirir. Sonra kendisini Muhsin Yazıcıoğlu’nun yanında bulur.

“Ben 1999 yılından itibaren hareketin, asıl beslendiği sosyolojik katman olan Türk-Sünni ana omurganın dışındaki dini, mezhebi, etnik hak talepleri karşısında hem yapıyı dönüştürüp özgürlükçü söyleme ulaştıracak, hem bu zemin içerisindeki empati sürecini zorlayacak performansını yeterli bulamayarak ve hatta giderek içe kapandığı kanaatine vararak geri çekildim ve sessiz sedasız evime döndüm. Aslını söylemek gerekirse, Yazıcıoğlu ve arkadaşları MHP’den ayrılmadan bir yıl evvel, yani üniversite ikinci sınıftan itibaren yerleşik Ülkücü sistematikten kopmuş ve bireysel inşa sürecime doğru evrilmiştim. Yaptığım tek şey kendimi, ülkemi ve içinde şekil bulduğum medeniyetimi anlamaya yönelik yoğun okuma eylemimdi. Verili Ülkücülüğün temel kaynakları olarak değerlendirebileceğim çoğu şeyi tüketmiş ama orada kendimi sahih bir alan üzerinde bulamamıştım. Bu yüzden farklı okuma kaynaklarına ilişkin arayışım beni yeni yeni tanımaya başladığım birçok dini cemaat, vakıf ve yapılanma ile irtibata geçirdi. Deliler gibi bu istikametlerden topladığım dergi ve kitapları hatmetmeye başladım. Her cemaat için kendi örgütlenmelerine dâhil edilmeye aday bir öğrenci idim yani. O günlerden kalan dostluklarım hiç kopmadı. Ama ben de kendimi bir türlü onlara ait hissedemedim. Bu camiaya ait zihin ve duygu mimarlarını sevmeye devam ederken Muhsin Yazıcıoğlu’nu verili Ülkücülük anlayışından hep ayırdım. Farklı meşreplerden arkadaşlar ile okuduklarımız ve aidiyetler üzerine tartışırken Ülkücü düşünceye yönelik sayısız eleştirileri hep Muhsin Yazıcıoğlu’nun inşa ettiği aura ile savunmaya çalıştım.” (Sh:263-264)

Yolcu edebiyat ve düşünce dergisinin Kasım-Aralık 2008/51.sayısından başlayıp, Nisan-Mayıs 2011/63.sayıları arasında yayınlanmış ‘Yakın Dönem Tarihine İlişkin Kişisel Bir Hesaplaşma’ başlıklı yazı dizisinin yeniden gözden geçirilmesi ile oluşan kitap yedi bölümden meydana gelmiştir.

 

1.Ülkücülüğün Mito-Politik Taşıyıcıları: Ergenekon, Bozkurt ve Kürşat (S:13-56)

Milliyetçilik kavramını ve daha sonra Nihal Atsız’ın ‘Bozkurtlar’ kitabını tahlil eder. Mitoloji ve Milliyetçilik kavramları üzerinden değerlendirmelerin ardından, Ülkücülüğün kökenine dair tespitlerde bulunur: “Cumhuriyet tarihinin başından beri sistematik olarak devlet eli üzerinden yapılandırılmaya çalışılan Türk kimliğinin mistifike edildiği asıl ‘altın çağ’, İslam, Osmanlı, Selçuklu tarihi atlanarak yeniden kurgulanmaya el veren Orta Asya dönemidir. Ülkücü hareketin, tarihsel köklerini aradığımızda karşımıza çıkan 1940’lı yılların Atsız ve Reha Oğuz Türkkan çevresinde ifade kazanan ırk tezli Türkçüleri, böyle bir zeminin üzerinde kendilerini buldular. Günay Göksu Özdoğan’ın ‘Turan’dan Bozkurt’a Tek Parti Döneminde Türkçülük (1931-1946)’  adlı değerli çalışmasında da belirttiği gibi gerek devlet kontrolündeki resmi Türkçü kavrayış ve gerekse Orhun, Atsız, Tanrıdağ, Gök-Börü, Ergenekon gibi dönem dergilerinde üretilen sivil Türkçülük çıkışlarının beslendiği kaynak aynı idi. Özdoğan bu bağlamda: ‘Irkçı-Turancı görüşlerle 1940’ların Kemalist resmi çevrelerinin Türk ulusçuluğu arasında iddia edildiği gibi karşıtlıktan çok aynı kaynaktan beslenen bir ilişki söz konusudur. İkisi de Osmanlı dönemi Türkçülük hareketlerinin ürünüdür’ diyor. Ülkücülüğün, dolaylı/dolaysız beslendiği bu akımın bizatihi kendisinin dış mihraklı olması da paradoksal bir meseledir.” (Sh:25-26)

70’lerin popüler gençlik hareketlerinin durumunu  ‘bütünüyle kafası karışık bir durum’ olarak tanımlar : “Bir tarafta ‘Üç Hilal’ ve temsil ettiği Osmanlı/İslam, diğer tarafta Bozkurt ya da Kürşat ve temsil ettiği İslam öncesi dönem ..Siyasal bir hareket olarak 60’ların ikinci yarısından itibaren sürüp gelen politik Türk Milliyetçiliğinin, bu iki ayrı paradigmayı bir arada tutma çabasının tarihsel, felsefi, ideolojik ve İslami açıdan anlamsızlığı üzerine hiç kafa yor(a)madığı aşikar. Doktriner bağlamda yer yer İslami ton, söylem, sloganlarla beraber, İslam öncesi döneme ait kimi zaman abartılı vurgu barındıran bir ideolojik yapının her şeyden evvel bıçak sırtında/a’rafta durduğunu, konjönktörel savrulmalara müsait bir fotoğraf ürettiğini söylemek gerekli.” (Sh:28)

Kemalizm bir bakıma salt Ülkücülük ve geniş Sağ yelpazenin beslendiği temel paradigmayı üreten zihni işleyiş değil, aynı-şekilde Türkiye’deki Solcu kanalları da derinden etkileyen ana beslenme havzasıdır dersek sanırım abartmış olmayız. Günümüz ulusalcı çevrelerinin kendilerini tanımladıkları Solculuk ile Kemalizm çok kolayca içe içe geçerken, aynı geçişkenliğin bazı Milliyetçi, Sağ çevrelerde de kolaylıkla içselleştirildiğini görürüz bu yüzden. Dolayısı ile şimdilerde kendilerini Komünist biçiminde tanımlayan klikler ile Türk Milliyetçisi olarak niteleyen gruplar, kritik siyasal eşiklerde beraber hareket edebilmekteler. Söylemlerini besleyen başat iddia da zaten, birlikteliği anlamamıza imkân sağlıyor: Ulus-devlet’in güvenliği meselesi.” (Sh:30)

Anadolu’ya ulaşamayan(!) Türk Mitolojisi ve Ergenekon efsanesini ele aldığı bölümde şu tespitlerde bulunur: “Türklerin dağı eritip Ergenekon’dan çıkışlarını ve bu esnada boz bir kurdun onlara yol gösterişini tasvir eden o meşhur tablonun bir CHP’li tarafından yapıldığını öğreniyoruz yıllar sonra. 1935’te Ratip Tahir Burak tarafından resmedilen ve Atatürk tarafından da beğenilen bu tablo zamanın Milli Eğitim Bakanlığı binasının girişinde sergiletilmiş. Tahir Burak 1961-65 yıllan arası CHP’den milletvekili olarak parlamentoya giriyor. 27 Mayıs darbesinin hemen ardından yani.. Uzun süren 70’li yıllar boyunca Ülkücü gençlerin rüyalarını tahrik eden, Ergenekon’dan çıkarken kendilerine yol gösteren Bozkurt’un başı ile işaret ettiği istikamete doğru ilerleyen atalarının ruhlarından Türklük gurur ve şuuru devşiren bu etkileyici tablonun ressamının CHP’li olması kadar ironik başka bir şey yoktur herhalde.” (Sh:38-39)

‘Ulus-devletleşme sürecinin nasıl modern gelenekler türettiğine’ değinir. Bu bağlamda ‘Bozkurt: Resmi ideolojinin taşıyıcı simgesi’dir.

“Bin yıl boyunca, Anadolu’ya gelen Türkler Bozkurt’u, Ergenekon’u, Kürşat’ı türkülerlinde, ninnilerinde, kilim desenlerinde, şifahi tarihlerinde hatırlamadı da, Cumhuriyetin asr-ı saadet zamanlarında(!) Türk Tarih Tezi’miz, belleğinin derin dehlizlerinden çıkartıp birden bire masanın üzerine nasıl koydu acaba? Yakup Kadri mütareke İstanbul’undaki gazetelerde yayınladığı makalelerini 1929’da toplayıp adına da ‘Ergenekon’ demese, koca bir efsane kaybolup gidecekti demek!” (Sh:30)

Bölüm sonunda yaptığı tespitler dikkate değer: “Ülkücülüğün bugün kendisini yeniden tanımlamak zorunda olduğu kesin. Mito-politik fazlalıklarını atıp, üzerine bastığı toprakların bin yıllık kolektif tarihini seküler arızalardan sıyrılarak gerçekçi bir öz’e ulaştırmadıkça toplumsal karşılığının daha da eriyeceğini ve tarihin dışına atılacağını çözümleyemeyen bir Ülkücülüğün zaten, ulusalcılığın anaforuna kapılmaktan kurtulamayacağı tartışma götürmez.” (Sh:52)

2. Ana Gövdeden Zorla Atılan Mahpus Çocukların Dergisi: Bizim Dergâh(Sh:57-85)

Bizim Dergâh (1. Sayı, 15 Mart 1988) dergisini, darbe sonrası içeri alınan, başta Mamak C-5’ler ve nice sorgu merkezlerinde insanlık dışı işkencelere maruz kalmış, idamlar vermiş, bütün bu sınanmış tarihsel sürecin ardından hem yaşadıklarını, hem de kendisini 70’lerin çatışmacı cenderesine iteleyen kurumsal ideolojisini yer yer eleştirmeye niyetlenen, hesaplaşmaya çalışan ama yine de kimliğini hala Ülkücü olarak tanımlayan Bursa Özel Tip Cezaevi’ndeki mahkûmlar çıkartıyordu. Hapishane, Yusuf Peygamberin kıssasına göndermede bulunularak ‘Yusufiye’ biçiminde adlandırılmış ve derginin logosuna eklenmişti.” (Sh:62)

“80’lerin hapishane tarihi bir kırılma noktasıdır dersek yanılmış olmayız. Ceza anlayışının ilkelleştiği bu süreç 1980’lerin sonuna kadar uzun süre devam etti. Hapishane ve yazma ilişkisine biraz da buradan bakmak gerekli. Çünkü fiziki ve psikolojik şiddetin göreceli geri çekildiği bu yıllardan itibaren içerideki hem Sol, hem de Ülkücülerin kendilerini ifade etme biçimi olarak okuma ve yazma eylemine yönelebildiklerini görürüz. Bizim Dergâh böylesi bir yakın dönem tarihsel süreçten sonra cezaevi ortamlarının mahkumlar için yaşanabilir kriterlere tekrar geri döndüğü andan itibaren çıkmaya başlamıştır.” (Sh:64)

Dergi yerleşik ülkücü geleneğin dışına çıkar ve kendini “Bizim milliyetçiliğimizdeki ölçü: İslam’ın koyduğu ve şanlı ecdadımızın İslam’a göre tatbik ettiği prensiplere müsteniddir. Milliyetçilikte esas, bir ideoloji arayışı değil, milletin kendi öz vasıf ve hususiyetlerini ilelebed devam ettirebilmesi şuur ve idrakidir” (Sh:70) şeklinde tanımlar.

Dergi camia içinde ses getirir. Ortaya koyduğu faklı söylem genel merkezi rahatsız eder. “Bizim Dergâh dergisinin Ankara’daki bürosu silahlı kişilerce basıldı, kurşunlandı, dağıtıldı. Ardından Ocak Genel Merkezi (o zamanki ismi ile Gençlik Kültür ve Sanat Ocakları) bir genelge yayınlayarak, Ülkücü hareketin gerektirdiği kuralları çiğnediği gerekçesiyle Bizim Dergah dergisinin teşkilatlarda satılmasının, dağıtılmasının ve bulundurulmasının yasaklandığını duyurdu. Artık geri dönüşü mümkün olmayan bir kopmanın yaşandığı aşikardı. Dergi, Temmuz 1992/51. sayısında yasaklandığını kapak yapıp, iç sayfada yasaklama genelgesini yayınlayarak kamuoyunu bilgilendirir. Büronun basılması ile verilen mesaj ‘ya susun ya da ayrılıp gidin!’ anlamını taşıyordu aslında.” (Sh:76)

“Bizim Dergâh dergisi bürosunun basılması ve yasaklanması ardından (gelişen süreç), Ülkücü hareket içindeki ‘İslamcı’ yapılanmanın merkezce tasfiye edilmesi ile sonuçlandı. Ocaklarından bir türlü ayrılamayan çocuklar, liderleri tarafından açıktan kovuluyordu artık. Yıllar evvel gerçekleşmesi gereken kopma, ana gövdenin çürüme (!) olarak algıladığı uzvunu kırıp atması şeklinde de tezahür etti denilebilir.” (Sh:82)

 

3.Unutulmak İstenen Ütopya: Esir Türk İlleri (Sh:87-126)

“Bütün bir Ülkücü camiayı 80 evvelinde heyecanlandıran temel ütopya nedir diye sorsak, hiç tartışmasız şöyle bir cümle açılır önümüze: Sovyet-Çin emperyalizmi altında özgürlükleri ellerinden baskı kurularak, şiddet ve insanlık dışı uygulamalar ile alınan Türk İlleri bir gün esaretten kurtulacak ve Türkiye’deki Milliyetçi-Ülkücü kadroların devralacağı devletin önderliğinde tarihin hiçbir döneminde kurulamayan ve adı ‘Turan’ olan büyük vatan inşa edilecek.” (Sh:95-96)

“Sovyetlerin dağılmasından sonra gelişen süreçte, Türkiye’ye üniversite eğitimi almak için çeşitli Türk Cumhuriyetlerinden gelen öğrenciler ile ilk kez karşılaşan Ülkücüler, müthiş bir hayal kırıklığı yaşadılar. Abartılmış ve bütünüyle siyasal anlam yüklenilmiş Türklük duygusunun, bu yeni kurulan ırkdaş ülkelerden gelen çocuklarda hiçbir karşılığının bulunmaması, hareketin ideolojik omurgalarında ortaya çıkan ikinci büyük travma idi. İlki, devletin 12 Eylül ile Ülkücüleri, Devrimci örgütlerle aynı hedef tahtasına koyması ardından yaşanan kafa karışıklığıydı. Bunun da ötesinde Milliyetçi-Ülkücü örgütlerin, entelijansiyanın Soğuk Savaş sonrası için teorik ve pratik hazırlığının bulunmadığı gerçekliği, birden bire harekette bu mesele ile ilgili büyük bir içe kapanma yaşanmasına neden oldu.” (Sh:97-98)

“Siyasal hayatta tecrübesi ve mecliste temsiliyet bulan partisi, yüz binlerce kişiyi ifade eden duygudaşlığı, ülkenin önemli kısmına yayılmış teşkilat yapılanması, sendikası, ocakları, dergileri, günlük gazetesi vs. bulunan bir hareket, en önemli söylemlerinden olan Esir Türk İlleri’nden gelen çekik gözlü evlatlarına el uzat(a)mamış, onun yap(a)madığı her şeyi ve fazlasını, iki çekyat ve yer sofrasından müteşekkil bir ev cemaati gerçekleştirmiştir aslında.

90’lı yıllarda hızla büyüyen Fethullah Gülen Cemaati’nin hitabettiği sosyolojik katmanın önemli bir kısmını da Ülkücülükten bilerek ve isteyerek kopan bu genç çocuklar oluşturdu.” (Sh:100)

Meselenin daha trajik boyutu MHP’nin hükümet ortaklığı sırasında Türkiye’yi ziyarete gelen Çin Devlet Başkanına liyakat madalyası takılmasıydı.

Yazarın ortaya koyduğu şu eleştiri, üzerinde en çok düşünülmesi gerekenlerden: “Geniş İslam coğrafyasını geçtik, sadece Türk dünyasına yönelik yardımlar gerçekleştiren, Ülkücülere ait bir yardım kuruluşunun hiç olmaması, Ülkücülerin böyle bir şeyi hayal dahi etmemeleri meselenin politik, ideolojik ilişkiselliği bir yana, vicdani açıdan da sorgulanmaya açık.” (Sh:113)

 

4.Kutsanmış Devletin Zimmetli Urganlarında Soluklanan Hayal Kırıklığı: 12 Eylül ve İdam Edilen Ülkücüler (Sh:127-165)

“Gün Akşamlıdır Devletlüm!”

Duyun-u Umumiye kifayet eylemedi

Ulufe dağıtıldı gençliğim

Eylül cülusunda Efendim

Yağmaya verdik defterimizi

Velâkin kolağası destanıma musallat

Fukara töresidir Efendim

Ola ki elimiz kaleme gider

Umera hükümlerin rağmına

Ber-Mu’tad yazarız yeniden

Devleti, ebed-müddet bilmüşüz

Ölmüşüz

Suçumuz affola sultanım

Haddimiz bilmemüşüz

(S. Ağa Baydili, Bizim Ocak, Ekim 1984, Sayı 10, s.3)

“7 Ekim 1980’de, yani darbe daha bir ayını bile doldurmadan Necdet Adalı isimli Solcu bir genç ile Ülkücü Mustafa Pehlivanoğlu alelacele darağacının altına bırakılırlar. Ülkücüler için, âşık oldukları vatanlarında mistifikasyona uğratılmış bağın etkisiyle tabulaştırdıkları devletten bu şekilde vefasızlık görmek, dehşet bir hayal kırıklığı ve bilinç yarılmasına neden olmuştur.” (Sh:130)

İçeride tam bir eşitlik vardır. Devlet herkese işkence etmekte ve aynı mantıkla idamlara başlamıştır. Fakat dışarıda durum biraz farklıdır. Devlet ülkücüleri ‘muhbir’ olarak kullanmak istemektedir. Babasına da ‘muhbirlik’ teklifi yapılmış fakat sonucun ne olduğunu soramamıştır.

Manisa Ülkücü Kuruluşlar Davası ve Bülent Arınç’a değinir: “Arkadaşları Selçuk Duracık ve Halil Esendağ gibi idam edilmeyi bekleyen İrfan Sönmez, Selçuk Özdağ, Murat Sancak ve Salih Cerit’i 7 yıl boyunca karşılıksız müdafaa edip, aileleri ile de özel ilgilenen bu avukat (B. Arınç), adeta tam ipi boyunlarına geçirirken cellâdı kolundan yakalamıştır.” (Sh:136-143) Zira ülkücüler kardeşleriyle ilgilenmemişlerdir.

Haziran 1983 günü İzmir Buca Cezaevinde idam edilen Selçuk Duracık ve Halil Esendağ’ın hikâyeleri eşine az rastlanır türdendir. “İdamlar olacağı vakit gazeteler özellikle müdüriyet tarafından cezaevine sokulmazmış.  İnfazları protesto etmek amaçlı düzenlenecek isyan girişimlerinin önünü almak amaçlı bir uygulama.4 Haziran 1983 günü İzmir Buca Cezaevine gazeteler getirilmemiştir bu yüzden. Ülkücü mahkumlar idam kararı verilen arkadaşları için tedirginlik duymaya başlarlar. Cezaevi terzisi bir ara fırsat bulup, koğuş mazgalına yaklaşır ve avluda darağaçlarının hazırlandığını söyler sessizce. Koğuşlara ansızın ölümsü bir suskunluk düşer. O gece, Esendağ ve Duracık ile aynı cezaevinde kalan İrfan Sönmez, küçücük koğuş penceresine kafasını uzatıp yarım saat arayla sala okumaya başlar hiç durmadan. İdamlık iki genç adam abdestlerini alıp, hayatlarının ‘dünya’ denen durağında kılacakları son iki rekât namazlarını eda ederler huşuyla. İnsanlar ancak ölünce salâları okunur. Belki de yeryüzünde son nefeslerinden evvel kendi cenazelerini haber veren bir salâya şahitlik eden ilk ölümlülerdir.” (Sh:139)

 

5. ‘Türk Devlet’i İşkence Yapmaz. Bu Bizim İç Sorunumuzdur’

-Bir Kuşağın 12 Eylül İşkencehanelerinde Biten Öyküsü-

İşkence sözcüğünü ilk defa nerede ve ne zaman duyduğunu aktarmakla başlar bu bölüme. Daha sonra Ülkücülerin işkence üzerinden kendilerini sorgulamalarını ele alır. Bir işkence biçimi olarak ‘İstiklâl Marşı’ ele aldığı konulardandır. Erich Fromm’dan hareketle ‘İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri’ni sorgular. Daha sonra adı darbecilerle birlikte geçen Prof. Dr. Ayhan Songar’a ve Turan İtil’e değinir. İşkence altında tehditle imzalatılan ifadeler, Ümraniye’de vurulan Ülkücüler, işkencenin psikopatolojisi, İşkence yapan ‘Mehmetler’, ve bazı işkence yöntemleri bölümde göze çarpan konu başlıklarındandır.

Bölüm sonunda çeşitli işkence yöntemlerine değinilmiş: Köpek saldırtma, cop sokma, çek-çek, pislik yedirtme, kantar, sehpa, lokomotif, işeme, tecavüz, öl dediğimde, zincir, kule, ranza altı, banyo, düz askı, ters askı, Filistin askısı, verem olmalarına sebep olan işkence türleri ve diğerleri…(231-232)

“Bizim Dergâh’ın ilk sayılarının çıktığı yıllarda İnsan Hakları Derneği’nin saptamasına göre Türkiye’de işkence tezgâhından bir şekilde 250 bin insan geçmişti. 171 kişinin de işkence sırasında dayanamayarak öldüğü kanıtlanmış belgelerle. Mamak Cezaevinde kurulan ve adına C-5 denilen işkencehaneler, Metris, Ulucanlar ve özellikle Diyarbakır Cezaevlerinde yapılanlar, insanoğluna tarih sahnesinde uygulanan en hayvani yöntemlere eklemlenebilecek şeyler.” (Sh:174)dir.

Tercüman Gazetesi ‘İşkence Dosyası’(12 Eylül1989) adlı bir yazı dizisi hazırlar. Dosya işkence gören Ülkücülerle yapılmış söyleşilerden oluşuyordu. Bu isimlerden Ayhan Ünal’ın Solcu bir kıza yönelik işkenceye şahitliği, inanın dayanılacak türden eziyet değildir.(…)

Ünal’ı en çok sarsan şey ise kendisine yapılan işkenceden ziyade şu söz olmuş: “Ne söylemek istiyorsan, kız kardeşin buraya gelip,  çırılçıplak soyunduğunda söylersin. Ayhan Ünal’ın işkencesi 26 gün sürüyor. Bir keresinde el parmağının tırnağına iğne batırırlar. Etine kadar iyice sokulur iğne. Acı dayanılmazdır. Ama henüz bitmiş değildir işkencesi. İğne, çakmakla yavaş yavaş kor haline getirilir. O kor, önce tırnağı yakmaya başlar, sonra parmağı, ardından eli, kolu ve sonunda adeta bütün vücudu. Kaç kez bayıldığını hatırlamak mümkün değil.” (Sh:176)

 “Solcu mahkumlar sayesinde dışarı taşan işkence haberleri kısa zamanda basında yankısını bulur ve Avrupa’dan İnsan Hakları Komisyonu gelir Türkiye’ye, cezaevlerini incelemek için incelemeler sırasında Ülkücü hareketin bilinçaltını çözümleyebileceğimiz çok manidar bir olay yaşanır. Çünkü gelen yetkililere Ülkücüler, ‘Kendi devletimizi başkasına şikâyet etmeyiz, Türk devleti işkence yapmaz, bu bizim iç sorunumuz’ demişlerdir. (Sh:181) ‘Türk Devleti İşkence Yapmaz’ ifadesi ülkücü söylemin paradokslarındandır. Zira Ülkücülerin de işkence gördüğü malumdur. (Sh:167-241)

 

6.Muhsin Yazıcıoğlu ve Devlet Aygıtı İle Hesaplaşmaya Çalışan Ülkücülük

“Ülkücülerin, atlattıkları ilk şoktan sonra yeniden toparlanmaya başladığı bir zaman dilimine denk düşer SOGEV (Sosyal Güvenlik ve Eğitim Vakfı)’in kuruluşu. Hapishanedeki arkadaşları ve mağdur ailelerine yardım etmek amacı ile 1987’de, aralarında Muhsin Yazıcıoğlu’nun da bulunduğu (ki Muhsin Başkan’ın 7,5 yıl yattığı Mamak’tan tahliyesi de 1987’dir) bir grup Ülkücü tarafından işlev kazandırılan SOGEV aslında, yalnız bırakılmış bu genç kuşağın hayata tutunma çabasının acı yüzünü de göstermektedir.” (Sh:244-245)

“Çevresinin bütün ısrarlarına rağmen ‘yurt dışına da asla çıkamam’ diyerek arkadaşlarını C-5 işkencehanelerinde yalnız bırakmayan Başkan’ın vücudunu elektrik defalarca hırpalar. Defalarca çevrilir manyeto. Ama cellatlar yine de umdukları acıyı hissettirememişlerdir. Bunun üzerine bütün çamaşırlarını yırtarak soyarlar. Çırılçıplak kalmaktan çok incinir. İşkenceciler anlamıştır utandığını…” (Sh:246-247)

 “70’ler ve 80’erin Ülkücüleri arasında Yazıcıoğlu o kadar belirgin bir karakterdir ki, o dönem cezaevinde bulunmuş ve şiirden romana kadar farklı türlerde teker teker metinler yayınlamaya başlamış çoğu mahkum, kitaplarının önsözünü O’na yazdırır muhakkak. Kitapların yayınlandığı dönem hepsi cezaevinde bulunan 80 öncesi ocaklı gençlerinin ilk edebi ürünlerine Muhsin Yazıcıoğlu’nun sözleri ile başlamayı anlamlı bulmaları çok önemlidir. Oysa hareket içerisinde birçok Ocak Genel Başkanı gelip geçmiş, ama gençlik üzerinde tesiri süreklilik arzeden tek reis hiç tartışmasız Yazıcıoğlu olmuştur.” (Sh:259-260)

Türk Milliyetçisi kimliği ile MHP’nin teşkilat dahi kuramadığı ve Kürt nüfusunun yoğun yaşadığı yerleşim merkezlerinde Muhsin Yazıcıoğlu seçim çalışmaları yapmakta, mitingler düzenleyebilmekteydi. Hem BBP’nin kendisi, hem de başka siyasi aktörler Muhsin Yazıcıoğlu’nun ürettiği bu samimiyeti ve halkın bütün katmanlarının O’na olan inancını gerektiği gibi projelendiremediler.” (Sh:266)

Fakat bugün gelinen noktada ülkücü camianın Kürt nüfusunun yoğun yaşadığı yerleşim merkezlerinde, devlet memurları dışında neredeyse oy dahi alamıyor oluşu, bu hareketin bu topraklara ne vaat ettiğini yeniden düşünmemizi zorunlu hale getiriyor. Sosyalizmin iddialarını kaybetmesinin ardından, Kürt Meselesi elinde tek alternatif olarak kalan ülkücü hareket, bu meselenin çözülmesi durumunda üzerinde yükseldiği zeminin buharlaşacağının farkında gözükmektedir. Yangının fitilini ateşleyenlerin ideolojik anlamda camiaya uzak olmayan İttihat Terakki ve uzantılarının olması ayrı bir trajedidir.

“Yazıcıoğlu: Ülkücülere göre daha demokrat, daha özgürlükçü ve daha sivil bir siyasetçi olarak belirdi 90’ların ve 2000’lerin Türkiye’sinde. Ama peşinden sürüklediği teşkilatların bütünüyle aynı özgürlükçü külliyat ile donandığını söylemek ne yazık ki mümkün değil. Benim geri çekiliş sürecimi hızlandıran da bu oldu zaten. 1993 yılından 99’a kadar parti ya da ocak teşkilatlarının organize ettiği programlarda Başkan ile Türkiye’nin çoğu bölgesinde bir arada bulunduk. Önce Sağındık ve ben konser veriyor, ardından Başkan mikrofonu alıp siyasal konuşmalarını yapıyordu. 6 yıl böyle geçti. Anadolu’nun sayısız yerleşim yerinde, sayısız partili, ocaklı ile muhatap oldum. Bir türlü aşılamayan Ülkücü kimlik zaman sonra eski mevzilere geri dönüşü hızlandırdı ve Türkiye’nin karşılaştığı siyasal pozisyonlarda militarizmden, demokratlığa uzanan a’rafta bir fotoğraf üretti. Tek sermayesi Ülkücülük olan ve onu da ezber edilmiş sloganların ötesine geçiremeyen, yeni siyasal, sosyolojik kavramlara, tecrübelere sahip ol(a)mayan ve dolayısı ile zamanın ruhuna koşut argümanlar inşa edemeyen bir teşkilat yığınından arzu ettiğim bütüne ulaşılamayacağını anladığım vakit, geri çekilme kararına varmıştım çoktan. Kimseye ses etmeden -adeta dağa küserek- bağlamamı omzuma alıp evimin yolunu tuttum ve kapımı kapattım. İlişkilerimi kopardım. Bir tek bağım diri kaldı. Kalbimin bir tek tarafı sönümlenmedi. O da Muhsin Yazıcıoğlu için taşıdığım aşk...” (Sh:267)

Bu satırların sahibinin hemen sonra şu tesbitte bulunması da dikkate değer: “Ben açıkçası Başkan dahil, kurucularının önemli kısmı 12 Eylül mahkemelerinde idamla yargılanmış ve hatta arkadaşlarının bazılarını yağlı urganlarda bırakmış bir hareketin siyasal sorunların çözümünde ve cezalandırma mantığında hala idamı tasvip etmesini bile hiç anlayamadım zaten. İslam öncesi Türk tarihine ilişkin neredeyse hiç vurgu yapmayan ve referanslarının tamamını İslamiyet’in kabulünden sonraki dönemden alan Yazıcıoğlu’nun makam odasının hemen bitişiğindeki özel çalışma bürosunun duvarında asılı, büyük bir kurt resminin neden hala orada durduğunu da…” (Sh:278) (Sh:243-283)

 

7. Ağıdı Yakılmamış Çocukların Şairi: Hasan Sağındık (Sh:284-303)

Müziği, ozanlık geleneğini, müziğin muhalif tavrını ve bu bağlamda Hasan Sağındık ele alınmıştır bu bölümde.

“Hasan Sağındık ilk kasetlerinde yer verdiği 12 Eylül, sistem, düzen eleştirisi, darbe karşıtlığı ve İslamcı iddiaları ile Ülkücü müzik geleneğinde -bu nitelikler bakımından- ta başından beri ayrışıyordu. Dolayısı ile sonraları Milliyetçiliği temsil eden ana omurgadan, Yazıcıoğlu ve arkadaşları ile beraber kopması çok da zor olmamıştır. Meselenin anlaşılması için şu anekdot önemli: ilk kasetinin çıktığı yıl (1990) İzmir’de konser vermesi için davet edildiği yemekli bir salon toplantısında Başbuğ da vardır ve Sağındık 12 Eylül zulmüne uğramış çocukların trajedilerini içeren ağıtlarını okumaktadır sahnede. Tabak çanak sesleri bir yandan..  Muhtemelen salonda cezaevinden yeni çıkmış ve kendileri için sahnede ağıtların okunduğu Ülkücüler de bulunuyor. Şarkıları, ağıtları bitince Sağındık Başbuğ’un yanına gider. Belki bir yüreklendirme, bir iki anlamlı söz duyacaktır. Ama öyle olmaz. Yüzüne karşı şu söylenir: ‘Evladım daha coşkulu şeyler okuyunuz!’. Ülkücü hareketin bütün algısını aslında bu söz merkezinde yapılandırmak mümkün. 12 Eylül ile ölümler, kalımlar, acılar, trajediler, yetimler, sakatlar, idamlar, zulümler görmüş bir hareketin olup bitenleri bu hızla normalleştirmesi, yakılan ağıtlara bigane kalması, sorulacak soruları tabak çanak seslerinin arasına karıştırıp unutması akıl alır gibi değildir.” (Sh:294) 

Kitapta göze çarpan önemli unsurlardan birisi yazarın kendisini hissettiren samimiyetidir. Kendisini içinde bulduğu bir hareketi içine sindirememiş, ayrılmış fakat hayatında önemli yer tutan o günleri unutması da mümkün olmamıştır. Bu ızdırap bu ülke çocuklarının ortak kaderi gibidir. Aldatıldıklarını ya da kullanıldıklarını kimileri fark etmiş kimileri edememiş, kimileri bunu itiraf ederken kimileri de edememiştir.

Yazar ‘www.dunyabizim.com’ adlı internet sitesinde yayınlanan söyleşisinde kitabın ikinci cildinin de hazırlanmakta olduğunu belirtir. Bu vesileyle şu hususları hatırlatmakta fayda vardır. Bu ülkede kalbi muhabbetle yoğrulmuş ve kendilerini Ülkücü olarak ifade eden birilerinin olduğuna inanarak sormak durumundayız: Ülkücülük İslam’a uygun bir düşünce sistemi midir? Ya da Efendimizden (s.a.v.) bu yana tevarüs eden İslam anlayışında eksik olan ne vardır ki böyle bir harekete ihtiyaç duyulmuştur? Ya da yazar dini referanslar bağlamında ülkücülüğü nereye koymaktadır? Ülkücülerin geçmişlerini sorgulayabilmesi için sistemle yüzleşmek zorunda kalmaları bir başka problemli durumu ortaya çıkarmaz mı? Sadece samimiyet/ihlâs hesap günü bizleri kurtarabilecek midir?

Rabbim cümlemizi ‘Hakkı hak bilen ve ona tâbi olan, batılı da batıl bilip ondan uzak duran’ kullarından eylesin. Kitabın hayırlara vesile olması temennisiyle…

 

Mehmed Zahid Aydar

Mîsak Dergisi

Sayı:268 / Mart 2013