Cemiyet halinde yaşayan insanoğlunun neseb ve sebeb taassubuna kapılması mümkündür. Neseb taassubunun zaruri neticesi olan kavmiyetçilik/milliyetçilik ideolojisi, insanları birbirinin kurdu haline getiren bir ideolojidir. Tanıtımını yapacağımız ‘Yüzleşmenin Kişişel Tarihi’ isimli eserin yazarı Selçuk Küpçük, hayatının en güzel yıllarını milliyetçi/ülkücü harekete feda eden bir gençtir. Kitapta göze çarpan en önemli unsur, yazarın samimiyetidir. Hayatında önemli yer tutan o günleri, güzel bir uslûpla ifade etmiştir. Bazı ülkücü gençler aldatıldıklarını veya kullanıldıklarını fark etmiş, bazıları kavmiyetçilik/milliyetçilik fesadından yakasını kurtaramamıştır. Yazar ‘www.dunyabizim.com’ adlı internet sitesinde yayınlanan söyleşisinde kitabın ikinci cildinin de hazırlanmakta olduğunu ifade etmiştir.
![]() |
Yüzleşmenin
Kişisel Tarihi
|
Yüzleşmenin Kişisel Tarihi, 1970’lerden
bugüne uzanıp, Türkiye’nin yakın dönem siyasal ve sosyolojik olayları
merkezinde önemli yer kaplayan Ülkücü hareketin, kendisi üzerine düşünme
pratiğini hızlandırmayı amaçlayan bir çalışmadır. Yazarın içeriden geliştirdiği
eleştirel zihin, kitabı bu anlamda mevcut yayınlardan farklı kılıyor.
Bir kırılma noktası olarak beliren 12
Eylül Darbesi ile devlet ve aygıtlarına yönelik kurguladığı mito-politik
argümanlar, mensuplarının maruz kaldığı ağır işkenceler, verdiği idamlar
karşısında hareketin geliştirdiği pozisyonların çözümlenip, eleştiriye tabi
tutulduğu kitap salt Ülkücü yapıyı değil, zaman zaman karşılaştırmalı bir
politik okuma ile Türk Solunu sorgulaması açısından da önemlidir.
Bütün bu metinler boyunca yazarın çocukluk
ve gençlik dilimini içerisine alan ve kişisel tarihi açısından tanıklık ettiği
ya da bizatihi kendisinin birey olarak yer aldığı olayları okur ile paylaşması,
kuramsal anlatıya farklı boyutlar katıyor.
1971 doğumlu Selçuk Küpçük Gazi
Üniversitesi’nde Psikolojik Danışma ve Rehberlik öğrenimi görür. Ülkücü bir
öğretmen babanın çocuğu olarak büyür. Ankara’ya ilk geldiği dönemi: ‘Taşralı
genç olarak betonlarla yalıtılmış mekân ürkütüyor seni ve yalnız kalmamak için
aidiyet ilişkileri ile kurulan birlikteliklerin yaşandığı yapılanmalara
yöneliyorsun ki, kendini güvende hissedesin’ şeklinde tanımlar.
Ankara’daki ilk yıllarını teşkilat içerisinde faal bir Ülkücü olarak geçirir.
Sonra kendisini Muhsin Yazıcıoğlu’nun yanında bulur.
“Ben 1999 yılından itibaren hareketin,
asıl beslendiği sosyolojik katman olan Türk-Sünni ana omurganın dışındaki dini,
mezhebi, etnik hak talepleri karşısında hem yapıyı dönüştürüp özgürlükçü
söyleme ulaştıracak, hem bu zemin içerisindeki empati sürecini zorlayacak
performansını yeterli bulamayarak ve hatta giderek içe kapandığı kanaatine
vararak geri çekildim ve sessiz sedasız evime döndüm. Aslını
söylemek gerekirse, Yazıcıoğlu ve arkadaşları MHP’den ayrılmadan bir yıl evvel,
yani üniversite ikinci sınıftan itibaren yerleşik Ülkücü sistematikten kopmuş
ve bireysel inşa sürecime doğru evrilmiştim. Yaptığım tek şey kendimi, ülkemi
ve içinde şekil bulduğum medeniyetimi anlamaya yönelik yoğun okuma eylemimdi.
Verili Ülkücülüğün temel kaynakları olarak değerlendirebileceğim çoğu şeyi tüketmiş
ama orada kendimi sahih bir alan üzerinde bulamamıştım. Bu yüzden farklı okuma
kaynaklarına ilişkin arayışım beni yeni yeni tanımaya başladığım birçok dini
cemaat, vakıf ve yapılanma ile irtibata geçirdi. Deliler gibi bu
istikametlerden topladığım dergi ve kitapları hatmetmeye başladım. Her
cemaat için kendi örgütlenmelerine dâhil edilmeye aday bir öğrenci idim yani. O
günlerden kalan dostluklarım hiç kopmadı. Ama ben de kendimi bir türlü
onlara ait hissedemedim. Bu camiaya ait zihin ve duygu mimarlarını
sevmeye devam ederken Muhsin Yazıcıoğlu’nu verili Ülkücülük anlayışından hep
ayırdım. Farklı meşreplerden arkadaşlar ile okuduklarımız ve aidiyetler üzerine
tartışırken Ülkücü düşünceye yönelik sayısız eleştirileri hep Muhsin
Yazıcıoğlu’nun inşa ettiği aura ile savunmaya çalıştım.” (Sh:263-264)
Yolcu edebiyat ve düşünce dergisinin
Kasım-Aralık 2008/51.sayısından başlayıp, Nisan-Mayıs 2011/63.sayıları arasında
yayınlanmış ‘Yakın Dönem Tarihine İlişkin Kişisel Bir Hesaplaşma’ başlıklı
yazı dizisinin yeniden gözden geçirilmesi ile oluşan kitap yedi bölümden
meydana gelmiştir.
1.Ülkücülüğün
Mito-Politik Taşıyıcıları: Ergenekon, Bozkurt ve Kürşat (S:13-56)
Milliyetçilik kavramını ve daha sonra
Nihal Atsız’ın ‘Bozkurtlar’ kitabını tahlil eder. Mitoloji ve Milliyetçilik
kavramları üzerinden değerlendirmelerin ardından, Ülkücülüğün kökenine dair
tespitlerde bulunur: “Cumhuriyet tarihinin başından beri sistematik olarak
devlet eli üzerinden yapılandırılmaya çalışılan Türk kimliğinin
mistifike edildiği asıl ‘altın çağ’, İslam, Osmanlı, Selçuklu tarihi atlanarak
yeniden kurgulanmaya el veren Orta Asya dönemidir. Ülkücü hareketin,
tarihsel köklerini aradığımızda karşımıza çıkan 1940’lı yılların Atsız ve Reha
Oğuz Türkkan çevresinde ifade kazanan ırk tezli Türkçüleri, böyle bir zeminin
üzerinde kendilerini buldular. Günay Göksu Özdoğan’ın ‘Turan’dan
Bozkurt’a Tek Parti Döneminde Türkçülük (1931-1946)’ adlı
değerli çalışmasında da belirttiği gibi gerek devlet kontrolündeki resmi Türkçü
kavrayış ve gerekse Orhun, Atsız, Tanrıdağ, Gök-Börü, Ergenekon gibi dönem
dergilerinde üretilen sivil Türkçülük çıkışlarının beslendiği kaynak aynı idi.
Özdoğan bu bağlamda: ‘Irkçı-Turancı görüşlerle 1940’ların Kemalist
resmi çevrelerinin Türk ulusçuluğu arasında iddia edildiği gibi karşıtlıktan
çok aynı kaynaktan beslenen bir ilişki söz konusudur. İkisi de Osmanlı dönemi
Türkçülük hareketlerinin ürünüdür’ diyor. Ülkücülüğün, dolaylı/dolaysız
beslendiği bu akımın bizatihi kendisinin dış mihraklı olması da paradoksal bir
meseledir.” (Sh:25-26)
70’lerin popüler gençlik hareketlerinin
durumunu ‘bütünüyle kafası karışık bir durum’ olarak
tanımlar : “Bir tarafta ‘Üç Hilal’ ve temsil ettiği Osmanlı/İslam, diğer
tarafta Bozkurt ya da Kürşat ve temsil ettiği İslam öncesi dönem ..Siyasal bir
hareket olarak 60’ların ikinci yarısından itibaren sürüp gelen politik Türk
Milliyetçiliğinin, bu iki ayrı paradigmayı bir arada tutma çabasının tarihsel,
felsefi, ideolojik ve İslami açıdan anlamsızlığı üzerine hiç kafa yor(a)madığı
aşikar. Doktriner bağlamda yer yer İslami ton, söylem, sloganlarla beraber,
İslam öncesi döneme ait kimi zaman abartılı vurgu barındıran bir ideolojik
yapının her şeyden evvel bıçak sırtında/a’rafta durduğunu, konjönktörel
savrulmalara müsait bir fotoğraf ürettiğini söylemek gerekli.” (Sh:28)
“Kemalizm bir bakıma salt Ülkücülük ve
geniş Sağ yelpazenin beslendiği temel paradigmayı üreten zihni işleyiş değil,
aynı-şekilde Türkiye’deki Solcu kanalları da derinden etkileyen ana beslenme
havzasıdır dersek sanırım abartmış olmayız. Günümüz ulusalcı
çevrelerinin kendilerini tanımladıkları Solculuk ile Kemalizm çok kolayca içe
içe geçerken, aynı geçişkenliğin bazı Milliyetçi, Sağ çevrelerde de kolaylıkla
içselleştirildiğini görürüz bu yüzden. Dolayısı ile şimdilerde kendilerini
Komünist biçiminde tanımlayan klikler ile Türk Milliyetçisi olarak niteleyen
gruplar, kritik siyasal eşiklerde beraber hareket edebilmekteler. Söylemlerini
besleyen başat iddia da zaten, birlikteliği anlamamıza imkân sağlıyor:
Ulus-devlet’in güvenliği meselesi.” (Sh:30)
Anadolu’ya ulaşamayan(!) Türk Mitolojisi
ve Ergenekon efsanesini ele aldığı bölümde şu tespitlerde bulunur: “Türklerin
dağı eritip Ergenekon’dan çıkışlarını ve bu esnada boz bir kurdun onlara yol
gösterişini tasvir eden o meşhur tablonun bir CHP’li tarafından yapıldığını
öğreniyoruz yıllar sonra. 1935’te Ratip Tahir Burak tarafından
resmedilen ve Atatürk tarafından da beğenilen bu tablo zamanın Milli Eğitim
Bakanlığı binasının girişinde sergiletilmiş. Tahir Burak 1961-65 yıllan arası
CHP’den milletvekili olarak parlamentoya giriyor. 27 Mayıs darbesinin hemen
ardından yani.. Uzun süren 70’li yıllar boyunca Ülkücü gençlerin
rüyalarını tahrik eden, Ergenekon’dan çıkarken kendilerine yol gösteren
Bozkurt’un başı ile işaret ettiği istikamete doğru ilerleyen atalarının
ruhlarından Türklük gurur ve şuuru devşiren bu etkileyici tablonun ressamının
CHP’li olması kadar ironik başka bir şey yoktur herhalde.” (Sh:38-39)
‘Ulus-devletleşme sürecinin nasıl modern
gelenekler türettiğine’ değinir. Bu bağlamda ‘Bozkurt: Resmi
ideolojinin taşıyıcı simgesi’dir.
“Bin yıl boyunca, Anadolu’ya gelen Türkler
Bozkurt’u, Ergenekon’u, Kürşat’ı türkülerlinde, ninnilerinde, kilim desenlerinde,
şifahi tarihlerinde hatırlamadı da, Cumhuriyetin asr-ı saadet
zamanlarında(!) Türk Tarih Tezi’miz, belleğinin derin dehlizlerinden
çıkartıp birden bire masanın üzerine nasıl koydu acaba? Yakup Kadri mütareke
İstanbul’undaki gazetelerde yayınladığı makalelerini 1929’da toplayıp adına
da ‘Ergenekon’ demese, koca bir efsane kaybolup gidecekti
demek!” (Sh:30)
Bölüm sonunda yaptığı tespitler dikkate
değer: “Ülkücülüğün bugün kendisini yeniden tanımlamak zorunda olduğu kesin. Mito-politik
fazlalıklarını atıp, üzerine bastığı toprakların bin yıllık kolektif tarihini
seküler arızalardan sıyrılarak gerçekçi bir öz’e ulaştırmadıkça toplumsal
karşılığının daha da eriyeceğini ve tarihin dışına atılacağını çözümleyemeyen
bir Ülkücülüğün zaten, ulusalcılığın anaforuna kapılmaktan kurtulamayacağı
tartışma götürmez.” (Sh:52)
2. Ana Gövdeden Zorla
Atılan Mahpus Çocukların Dergisi: Bizim Dergâh(Sh:57-85)
“Bizim Dergâh (1. Sayı, 15
Mart 1988) dergisini, darbe sonrası içeri alınan, başta Mamak C-5’ler ve nice
sorgu merkezlerinde insanlık dışı işkencelere maruz kalmış, idamlar vermiş,
bütün bu sınanmış tarihsel sürecin ardından hem yaşadıklarını, hem de kendisini
70’lerin çatışmacı cenderesine iteleyen kurumsal ideolojisini yer yer
eleştirmeye niyetlenen, hesaplaşmaya çalışan ama yine de kimliğini hala Ülkücü
olarak tanımlayan Bursa Özel Tip Cezaevi’ndeki mahkûmlar çıkartıyordu.
Hapishane, Yusuf Peygamberin kıssasına göndermede bulunularak ‘Yusufiye’ biçiminde
adlandırılmış ve derginin logosuna eklenmişti.” (Sh:62)
“80’lerin hapishane tarihi bir kırılma
noktasıdır dersek yanılmış olmayız. Ceza anlayışının ilkelleştiği bu süreç
1980’lerin sonuna kadar uzun süre devam etti. Hapishane ve yazma ilişkisine
biraz da buradan bakmak gerekli. Çünkü fiziki ve psikolojik şiddetin göreceli
geri çekildiği bu yıllardan itibaren içerideki hem Sol, hem de Ülkücülerin
kendilerini ifade etme biçimi olarak okuma ve yazma eylemine yönelebildiklerini
görürüz. Bizim Dergâh böylesi bir yakın dönem tarihsel süreçten sonra cezaevi
ortamlarının mahkumlar için yaşanabilir kriterlere tekrar geri döndüğü andan
itibaren çıkmaya başlamıştır.” (Sh:64)
Dergi yerleşik ülkücü geleneğin dışına
çıkar ve kendini “Bizim milliyetçiliğimizdeki ölçü: İslam’ın koyduğu ve
şanlı ecdadımızın İslam’a göre tatbik ettiği prensiplere müsteniddir.
Milliyetçilikte esas, bir ideoloji arayışı değil, milletin kendi öz vasıf ve
hususiyetlerini ilelebed devam ettirebilmesi şuur ve idrakidir” (Sh:70)
şeklinde tanımlar.
Dergi camia içinde ses getirir. Ortaya
koyduğu faklı söylem genel merkezi rahatsız eder. “Bizim Dergâh dergisinin
Ankara’daki bürosu silahlı kişilerce basıldı, kurşunlandı, dağıtıldı. Ardından
Ocak Genel Merkezi (o zamanki ismi ile Gençlik Kültür ve Sanat Ocakları) bir
genelge yayınlayarak, Ülkücü hareketin gerektirdiği kuralları çiğnediği
gerekçesiyle Bizim Dergah dergisinin teşkilatlarda satılmasının, dağıtılmasının
ve bulundurulmasının yasaklandığını duyurdu. Artık geri dönüşü mümkün olmayan
bir kopmanın yaşandığı aşikardı. Dergi, Temmuz 1992/51. sayısında
yasaklandığını kapak yapıp, iç sayfada yasaklama genelgesini yayınlayarak
kamuoyunu bilgilendirir. Büronun basılması ile verilen mesaj ‘ya susun
ya da ayrılıp gidin!’ anlamını taşıyordu aslında.” (Sh:76)
“Bizim Dergâh dergisi bürosunun basılması
ve yasaklanması ardından (gelişen süreç), Ülkücü hareket içindeki ‘İslamcı’
yapılanmanın merkezce tasfiye edilmesi ile sonuçlandı. Ocaklarından bir türlü
ayrılamayan çocuklar, liderleri tarafından açıktan kovuluyordu artık. Yıllar
evvel gerçekleşmesi gereken kopma, ana gövdenin çürüme (!) olarak algıladığı
uzvunu kırıp atması şeklinde de tezahür etti denilebilir.” (Sh:82)
3.Unutulmak İstenen
Ütopya: Esir Türk İlleri (Sh:87-126)
“Bütün bir Ülkücü camiayı 80 evvelinde
heyecanlandıran temel ütopya nedir diye sorsak, hiç tartışmasız şöyle bir cümle
açılır önümüze: Sovyet-Çin emperyalizmi altında özgürlükleri ellerinden baskı
kurularak, şiddet ve insanlık dışı uygulamalar ile alınan Türk İlleri bir gün
esaretten kurtulacak ve Türkiye’deki Milliyetçi-Ülkücü kadroların devralacağı
devletin önderliğinde tarihin hiçbir döneminde kurulamayan ve adı ‘Turan’ olan
büyük vatan inşa edilecek.” (Sh:95-96)
“Sovyetlerin dağılmasından sonra gelişen
süreçte, Türkiye’ye üniversite eğitimi almak için çeşitli Türk
Cumhuriyetlerinden gelen öğrenciler ile ilk kez karşılaşan Ülkücüler, müthiş
bir hayal kırıklığı yaşadılar. Abartılmış ve bütünüyle siyasal anlam
yüklenilmiş Türklük duygusunun, bu yeni kurulan ırkdaş ülkelerden gelen
çocuklarda hiçbir karşılığının bulunmaması, hareketin ideolojik omurgalarında
ortaya çıkan ikinci büyük travma idi. İlki, devletin 12 Eylül ile Ülkücüleri,
Devrimci örgütlerle aynı hedef tahtasına koyması ardından yaşanan kafa
karışıklığıydı. Bunun da ötesinde Milliyetçi-Ülkücü örgütlerin,
entelijansiyanın Soğuk Savaş sonrası için teorik ve pratik hazırlığının
bulunmadığı gerçekliği, birden bire harekette bu mesele ile ilgili büyük bir
içe kapanma yaşanmasına neden oldu.” (Sh:97-98)
“Siyasal hayatta tecrübesi ve mecliste
temsiliyet bulan partisi, yüz binlerce kişiyi ifade eden duygudaşlığı, ülkenin
önemli kısmına yayılmış teşkilat yapılanması, sendikası, ocakları, dergileri,
günlük gazetesi vs. bulunan bir hareket, en önemli söylemlerinden olan Esir
Türk İlleri’nden gelen çekik gözlü evlatlarına el uzat(a)mamış, onun
yap(a)madığı her şeyi ve fazlasını, iki çekyat ve yer sofrasından müteşekkil
bir ev cemaati gerçekleştirmiştir aslında.
90’lı yıllarda hızla büyüyen Fethullah
Gülen Cemaati’nin hitabettiği sosyolojik katmanın önemli bir kısmını da
Ülkücülükten bilerek ve isteyerek kopan bu genç çocuklar oluşturdu.” (Sh:100)
Meselenin daha trajik boyutu MHP’nin
hükümet ortaklığı sırasında Türkiye’yi ziyarete gelen Çin Devlet Başkanına
liyakat madalyası takılmasıydı.
Yazarın ortaya koyduğu şu eleştiri,
üzerinde en çok düşünülmesi gerekenlerden: “Geniş İslam coğrafyasını
geçtik, sadece Türk dünyasına yönelik yardımlar gerçekleştiren, Ülkücülere
ait bir yardım kuruluşunun hiç olmaması, Ülkücülerin böyle bir şeyi hayal
dahi etmemeleri meselenin politik, ideolojik ilişkiselliği bir yana, vicdani
açıdan da sorgulanmaya açık.” (Sh:113)
4.Kutsanmış Devletin
Zimmetli Urganlarında Soluklanan Hayal Kırıklığı: 12 Eylül ve İdam Edilen
Ülkücüler (Sh:127-165)
“Gün Akşamlıdır Devletlüm!”
Duyun-u Umumiye kifayet eylemedi
Ulufe dağıtıldı gençliğim
Eylül cülusunda Efendim
Yağmaya verdik defterimizi
Velâkin kolağası destanıma musallat
Fukara töresidir Efendim
Ola ki elimiz kaleme gider
Umera hükümlerin rağmına
Ber-Mu’tad yazarız yeniden
Devleti, ebed-müddet bilmüşüz
Ölmüşüz
Suçumuz affola sultanım
Haddimiz bilmemüşüz
(S. Ağa Baydili, Bizim Ocak, Ekim 1984,
Sayı 10, s.3)
“7 Ekim 1980’de, yani darbe daha bir ayını
bile doldurmadan Necdet Adalı isimli Solcu bir genç ile Ülkücü Mustafa
Pehlivanoğlu alelacele darağacının altına bırakılırlar. Ülkücüler için, âşık
oldukları vatanlarında mistifikasyona uğratılmış bağın etkisiyle
tabulaştırdıkları devletten bu şekilde vefasızlık görmek, dehşet bir hayal
kırıklığı ve bilinç yarılmasına neden olmuştur.” (Sh:130)
İçeride tam bir eşitlik vardır. Devlet
herkese işkence etmekte ve aynı mantıkla idamlara başlamıştır. Fakat dışarıda
durum biraz farklıdır. Devlet ülkücüleri ‘muhbir’ olarak kullanmak
istemektedir. Babasına da ‘muhbirlik’ teklifi yapılmış fakat sonucun ne
olduğunu soramamıştır.
Manisa Ülkücü Kuruluşlar Davası ve Bülent
Arınç’a değinir: “Arkadaşları Selçuk Duracık ve Halil Esendağ gibi idam
edilmeyi bekleyen İrfan Sönmez, Selçuk Özdağ, Murat Sancak ve Salih Cerit’i 7 yıl
boyunca karşılıksız müdafaa edip, aileleri ile de özel ilgilenen bu avukat (B.
Arınç), adeta tam ipi boyunlarına geçirirken cellâdı kolundan yakalamıştır.”
(Sh:136-143) Zira ülkücüler kardeşleriyle ilgilenmemişlerdir.
Haziran 1983 günü İzmir Buca Cezaevinde
idam edilen Selçuk Duracık ve Halil Esendağ’ın hikâyeleri eşine az rastlanır
türdendir. “İdamlar olacağı vakit gazeteler özellikle müdüriyet tarafından
cezaevine sokulmazmış. İnfazları protesto etmek amaçlı düzenlenecek
isyan girişimlerinin önünü almak amaçlı bir uygulama.4 Haziran 1983 günü İzmir
Buca Cezaevine gazeteler getirilmemiştir bu yüzden. Ülkücü mahkumlar idam
kararı verilen arkadaşları için tedirginlik duymaya başlarlar. Cezaevi terzisi
bir ara fırsat bulup, koğuş mazgalına yaklaşır ve avluda darağaçlarının
hazırlandığını söyler sessizce. Koğuşlara ansızın ölümsü bir suskunluk düşer. O
gece, Esendağ ve Duracık ile aynı cezaevinde kalan İrfan Sönmez, küçücük koğuş
penceresine kafasını uzatıp yarım saat arayla sala okumaya başlar hiç durmadan.
İdamlık iki genç adam abdestlerini alıp, hayatlarının ‘dünya’ denen durağında
kılacakları son iki rekât namazlarını eda ederler huşuyla. İnsanlar ancak
ölünce salâları okunur. Belki de yeryüzünde son nefeslerinden evvel kendi
cenazelerini haber veren bir salâya şahitlik eden ilk ölümlülerdir.” (Sh:139)
5. ‘Türk Devlet’i
İşkence Yapmaz. Bu Bizim İç Sorunumuzdur’
-Bir Kuşağın 12 Eylül
İşkencehanelerinde Biten Öyküsü-
İşkence sözcüğünü ilk defa nerede ve ne
zaman duyduğunu aktarmakla başlar bu bölüme. Daha sonra Ülkücülerin işkence
üzerinden kendilerini sorgulamalarını ele alır. Bir işkence biçimi olarak
‘İstiklâl Marşı’ ele aldığı konulardandır. Erich Fromm’dan hareketle ‘İnsandaki
Yıkıcılığın Kökenleri’ni sorgular. Daha sonra adı darbecilerle birlikte
geçen Prof. Dr. Ayhan Songar’a ve Turan İtil’e değinir. İşkence altında
tehditle imzalatılan ifadeler, Ümraniye’de vurulan Ülkücüler, işkencenin
psikopatolojisi, İşkence yapan ‘Mehmetler’, ve bazı işkence yöntemleri bölümde
göze çarpan konu başlıklarındandır.
Bölüm sonunda çeşitli işkence yöntemlerine
değinilmiş: Köpek saldırtma, cop sokma, çek-çek, pislik yedirtme, kantar,
sehpa, lokomotif, işeme, tecavüz, öl dediğimde, zincir, kule, ranza altı,
banyo, düz askı, ters askı, Filistin askısı, verem olmalarına sebep olan
işkence türleri ve diğerleri…(231-232)
“Bizim Dergâh’ın ilk sayılarının çıktığı
yıllarda İnsan Hakları Derneği’nin saptamasına göre Türkiye’de işkence
tezgâhından bir şekilde 250 bin insan geçmişti. 171 kişinin de işkence
sırasında dayanamayarak öldüğü kanıtlanmış belgelerle. Mamak
Cezaevinde kurulan ve adına C-5 denilen işkencehaneler, Metris, Ulucanlar ve
özellikle Diyarbakır Cezaevlerinde yapılanlar, insanoğluna tarih sahnesinde
uygulanan en hayvani yöntemlere eklemlenebilecek şeyler.” (Sh:174)dir.
Tercüman Gazetesi ‘İşkence Dosyası’(12
Eylül1989) adlı bir yazı dizisi hazırlar. Dosya işkence gören Ülkücülerle
yapılmış söyleşilerden oluşuyordu. Bu isimlerden Ayhan Ünal’ın Solcu bir kıza
yönelik işkenceye şahitliği, inanın dayanılacak türden eziyet değildir.(…)
Ünal’ı en çok sarsan şey ise kendisine
yapılan işkenceden ziyade şu söz olmuş: “Ne söylemek istiyorsan, kız kardeşin
buraya gelip, çırılçıplak soyunduğunda söylersin. Ayhan Ünal’ın
işkencesi 26 gün sürüyor. Bir keresinde el parmağının tırnağına iğne
batırırlar. Etine kadar iyice sokulur iğne. Acı dayanılmazdır. Ama henüz bitmiş
değildir işkencesi. İğne, çakmakla yavaş yavaş kor haline getirilir. O kor,
önce tırnağı yakmaya başlar, sonra parmağı, ardından eli, kolu ve sonunda adeta
bütün vücudu. Kaç kez bayıldığını hatırlamak mümkün değil.” (Sh:176)
“Solcu mahkumlar sayesinde dışarı
taşan işkence haberleri kısa zamanda basında yankısını bulur ve Avrupa’dan
İnsan Hakları Komisyonu gelir Türkiye’ye, cezaevlerini incelemek için
incelemeler sırasında Ülkücü hareketin bilinçaltını çözümleyebileceğimiz çok
manidar bir olay yaşanır. Çünkü gelen yetkililere Ülkücüler, ‘Kendi
devletimizi başkasına şikâyet etmeyiz, Türk devleti işkence yapmaz, bu bizim iç
sorunumuz’ demişlerdir. (Sh:181) ‘Türk Devleti İşkence Yapmaz’ ifadesi
ülkücü söylemin paradokslarındandır. Zira Ülkücülerin de işkence gördüğü
malumdur. (Sh:167-241)
6.Muhsin Yazıcıoğlu ve
Devlet Aygıtı İle Hesaplaşmaya Çalışan Ülkücülük
“Ülkücülerin, atlattıkları ilk şoktan
sonra yeniden toparlanmaya başladığı bir zaman dilimine denk düşer SOGEV
(Sosyal Güvenlik ve Eğitim Vakfı)’in kuruluşu. Hapishanedeki arkadaşları ve
mağdur ailelerine yardım etmek amacı ile 1987’de, aralarında Muhsin
Yazıcıoğlu’nun da bulunduğu (ki Muhsin Başkan’ın 7,5 yıl yattığı Mamak’tan
tahliyesi de 1987’dir) bir grup Ülkücü tarafından işlev kazandırılan SOGEV
aslında, yalnız bırakılmış bu genç kuşağın hayata tutunma çabasının acı
yüzünü de göstermektedir.” (Sh:244-245)
“Çevresinin bütün ısrarlarına rağmen ‘yurt
dışına da asla çıkamam’ diyerek arkadaşlarını C-5 işkencehanelerinde
yalnız bırakmayan Başkan’ın vücudunu elektrik defalarca hırpalar. Defalarca
çevrilir manyeto. Ama cellatlar yine de umdukları acıyı hissettirememişlerdir.
Bunun üzerine bütün çamaşırlarını yırtarak soyarlar. Çırılçıplak kalmaktan çok
incinir. İşkenceciler anlamıştır utandığını…” (Sh:246-247)
“70’ler ve 80’erin Ülkücüleri
arasında Yazıcıoğlu o kadar belirgin bir karakterdir ki, o dönem cezaevinde
bulunmuş ve şiirden romana kadar farklı türlerde teker teker metinler
yayınlamaya başlamış çoğu mahkum, kitaplarının önsözünü O’na yazdırır muhakkak.
Kitapların yayınlandığı dönem hepsi cezaevinde bulunan 80 öncesi ocaklı
gençlerinin ilk edebi ürünlerine Muhsin Yazıcıoğlu’nun sözleri ile başlamayı
anlamlı bulmaları çok önemlidir. Oysa hareket içerisinde birçok Ocak Genel
Başkanı gelip geçmiş, ama gençlik üzerinde tesiri süreklilik arzeden tek reis
hiç tartışmasız Yazıcıoğlu olmuştur.” (Sh:259-260)
“Türk Milliyetçisi kimliği ile MHP’nin
teşkilat dahi kuramadığı ve Kürt nüfusunun yoğun yaşadığı yerleşim
merkezlerinde Muhsin Yazıcıoğlu seçim çalışmaları yapmakta, mitingler
düzenleyebilmekteydi. Hem BBP’nin kendisi, hem de başka siyasi
aktörler Muhsin Yazıcıoğlu’nun ürettiği bu samimiyeti ve halkın bütün
katmanlarının O’na olan inancını gerektiği gibi projelendiremediler.” (Sh:266)
Fakat bugün gelinen noktada ülkücü
camianın Kürt nüfusunun yoğun yaşadığı yerleşim merkezlerinde, devlet memurları
dışında neredeyse oy dahi alamıyor oluşu, bu hareketin bu topraklara ne vaat
ettiğini yeniden düşünmemizi zorunlu hale getiriyor. Sosyalizmin iddialarını
kaybetmesinin ardından, Kürt Meselesi elinde tek alternatif olarak kalan ülkücü
hareket, bu meselenin çözülmesi durumunda üzerinde yükseldiği zeminin
buharlaşacağının farkında gözükmektedir. Yangının fitilini ateşleyenlerin
ideolojik anlamda camiaya uzak olmayan İttihat Terakki ve uzantılarının olması
ayrı bir trajedidir.
“Yazıcıoğlu: Ülkücülere göre daha
demokrat, daha özgürlükçü ve daha sivil bir siyasetçi olarak belirdi 90’ların
ve 2000’lerin Türkiye’sinde. Ama peşinden sürüklediği teşkilatların bütünüyle
aynı özgürlükçü külliyat ile donandığını söylemek ne yazık ki mümkün değil.
Benim geri çekiliş sürecimi hızlandıran da bu oldu zaten. 1993 yılından 99’a
kadar parti ya da ocak teşkilatlarının organize ettiği programlarda Başkan ile
Türkiye’nin çoğu bölgesinde bir arada bulunduk. Önce Sağındık ve ben konser
veriyor, ardından Başkan mikrofonu alıp siyasal konuşmalarını yapıyordu. 6 yıl
böyle geçti. Anadolu’nun sayısız yerleşim yerinde, sayısız partili, ocaklı ile
muhatap oldum. Bir türlü aşılamayan Ülkücü kimlik zaman sonra eski mevzilere
geri dönüşü hızlandırdı ve Türkiye’nin karşılaştığı siyasal pozisyonlarda
militarizmden, demokratlığa uzanan a’rafta bir fotoğraf üretti. Tek sermayesi
Ülkücülük olan ve onu da ezber edilmiş sloganların ötesine geçiremeyen, yeni
siyasal, sosyolojik kavramlara, tecrübelere sahip ol(a)mayan ve dolayısı ile
zamanın ruhuna koşut argümanlar inşa edemeyen bir teşkilat yığınından arzu
ettiğim bütüne ulaşılamayacağını anladığım vakit, geri çekilme kararına
varmıştım çoktan. Kimseye ses etmeden -adeta dağa küserek- bağlamamı omzuma
alıp evimin yolunu tuttum ve kapımı kapattım. İlişkilerimi kopardım. Bir tek
bağım diri kaldı. Kalbimin bir tek tarafı sönümlenmedi. O da Muhsin
Yazıcıoğlu için taşıdığım aşk...” (Sh:267)
Bu satırların sahibinin hemen sonra şu
tesbitte bulunması da dikkate değer: “Ben açıkçası Başkan dahil, kurucularının
önemli kısmı 12 Eylül mahkemelerinde idamla yargılanmış ve hatta arkadaşlarının
bazılarını yağlı urganlarda bırakmış bir hareketin siyasal sorunların çözümünde
ve cezalandırma mantığında hala idamı tasvip etmesini bile hiç anlayamadım
zaten. İslam öncesi Türk tarihine ilişkin neredeyse hiç vurgu yapmayan ve
referanslarının tamamını İslamiyet’in kabulünden sonraki dönemden alan
Yazıcıoğlu’nun makam odasının hemen bitişiğindeki özel çalışma bürosunun duvarında
asılı, büyük bir kurt resminin neden hala orada durduğunu da…”
(Sh:278) (Sh:243-283)
7. Ağıdı Yakılmamış
Çocukların Şairi: Hasan Sağındık (Sh:284-303)
Müziği, ozanlık geleneğini, müziğin
muhalif tavrını ve bu bağlamda Hasan Sağındık ele alınmıştır bu bölümde.
“Hasan Sağındık ilk kasetlerinde yer
verdiği 12 Eylül, sistem, düzen eleştirisi, darbe karşıtlığı ve İslamcı
iddiaları ile Ülkücü müzik geleneğinde -bu nitelikler bakımından- ta başından
beri ayrışıyordu. Dolayısı ile sonraları Milliyetçiliği temsil eden ana
omurgadan, Yazıcıoğlu ve arkadaşları ile beraber kopması çok da zor olmamıştır.
Meselenin anlaşılması için şu anekdot önemli: ilk kasetinin çıktığı yıl (1990)
İzmir’de konser vermesi için davet edildiği yemekli bir salon toplantısında
Başbuğ da vardır ve Sağındık 12 Eylül zulmüne uğramış çocukların trajedilerini
içeren ağıtlarını okumaktadır sahnede. Tabak çanak sesleri bir
yandan.. Muhtemelen salonda cezaevinden yeni çıkmış ve kendileri
için sahnede ağıtların okunduğu Ülkücüler de bulunuyor. Şarkıları, ağıtları
bitince Sağındık Başbuğ’un yanına gider. Belki bir yüreklendirme, bir iki
anlamlı söz duyacaktır. Ama öyle olmaz. Yüzüne karşı şu söylenir: ‘Evladım
daha coşkulu şeyler okuyunuz!’. Ülkücü hareketin bütün algısını aslında bu
söz merkezinde yapılandırmak mümkün. 12 Eylül ile ölümler, kalımlar, acılar,
trajediler, yetimler, sakatlar, idamlar, zulümler görmüş bir hareketin olup
bitenleri bu hızla normalleştirmesi, yakılan ağıtlara bigane kalması, sorulacak
soruları tabak çanak seslerinin arasına karıştırıp unutması akıl alır gibi
değildir.” (Sh:294)
Kitapta göze çarpan önemli unsurlardan
birisi yazarın kendisini hissettiren samimiyetidir. Kendisini içinde bulduğu
bir hareketi içine sindirememiş, ayrılmış fakat hayatında önemli yer tutan o
günleri unutması da mümkün olmamıştır. Bu ızdırap bu ülke çocuklarının ortak
kaderi gibidir. Aldatıldıklarını ya da kullanıldıklarını kimileri fark etmiş
kimileri edememiş, kimileri bunu itiraf ederken kimileri de edememiştir.
Yazar ‘www.dunyabizim.com’ adlı internet
sitesinde yayınlanan söyleşisinde kitabın ikinci cildinin de hazırlanmakta
olduğunu belirtir. Bu vesileyle şu hususları hatırlatmakta fayda vardır. Bu
ülkede kalbi muhabbetle yoğrulmuş ve kendilerini Ülkücü olarak ifade eden
birilerinin olduğuna inanarak sormak durumundayız: Ülkücülük İslam’a uygun bir
düşünce sistemi midir? Ya da Efendimizden (s.a.v.) bu yana tevarüs eden İslam
anlayışında eksik olan ne vardır ki böyle bir harekete ihtiyaç duyulmuştur? Ya
da yazar dini referanslar bağlamında ülkücülüğü nereye koymaktadır? Ülkücülerin
geçmişlerini sorgulayabilmesi için sistemle yüzleşmek zorunda kalmaları bir
başka problemli durumu ortaya çıkarmaz mı? Sadece samimiyet/ihlâs hesap günü
bizleri kurtarabilecek midir?
Rabbim cümlemizi ‘Hakkı hak bilen
ve ona tâbi olan, batılı da batıl bilip ondan uzak duran’ kullarından
eylesin. Kitabın hayırlara vesile olması temennisiyle…
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı:268
/ Mart 2013