Belirleyici unsuru ‘rasyonalite’ olan modernlik; dinî, geleneği ve metafiziği dışlayan, onların yerine yanılmaz olduğunu iddia ettiği aklı merkeze koyan bir anlayış üzerine kurulmuştur. Buna göre artık, modern dünya dine âit olmayan, metafiziğin sözünün bile edilemeyeceği gelenek karşıtı, seküler bir dünyadır ve bu seküler dünya, ele geçirilerek hoyratça harcanması gereken bir metadır ki, bugün Batı medeniyetinin sadece eşyaya ve güce dayanmasının arka planındaki temel felsefe de buna dayanmaktadır. Modernleşme/Batılılaşma ise Batı’nın yaşadığı bu uzun süreç ve sonuçlarının, Batı dışı toplumlar tarafından, kendi hayatlarına geçirilme çabasının sancılı hikâyesidir. Sancılı diyoruz, çünkü her modernleşme hareketi aslında bir modernleş-tir-me hareketidir ve bunun da en mümeyyiz vasfı, tıpkı modernitede olduğu gibi, geleneğin ve dinin tamamen tasfiyesi ve yerine modern değerlerin ikame edilmesidir…
![]() |
Düzenin Yabancılaşması |
“En ayırıcı vasfı ‘rasyonalite’ olan
modernlik; dinî, geleneği ve metafiziği dışlayan, onların yerine yanılmaz
olduğunu iddia ettiği aklı merkeze koyan bir anlayış üzerine kurulmuştur. Buna
göre artık, modern dünya dine âit olmayan, metafiziğin sözünün bile
edilemeyeceği gelenek karşıtı, seküler bir dünyadır ve bu seküler dünya, ele
geçirilerek hoyratça harcanması gereken bir metadır ki, bugün Batı medeniyetinin
sadece eşyaya ve güce dayanmasının arka planındaki temel felsefe de buna
dayanmaktadır. Modernleşme/Batılılaşma ise Batı’nın yaşadığı bu uzun süreç ve
sonuçlarının, Batı dışı toplumlar tarafından, kendi hayatlarına geçirilme
çabasının sancılı hikâyesidir. Sancılı diyoruz, çünkü her modernleşme hareketi
aslında bir modernleş-tir-me hareketidir ve bunun da en mümeyyiz vasfı, tıpkı
modernitede olduğu gibi, geleneğin ve dinin tamamen tasfiyesi ve yerine modern
değerlerin ikame edilmesidir...
Batı medeniyetinin dünya sahnesine çıkıp
başat bir güç haline gelmesinden bu yana, Batı dışı toplumların en büyük
problematiklerinden biri, bu güç karşısında nasıl bir pozisyon alacakları ve/ya
da Batı’nın bu büyük taarruzuna nasıl cevap verecekleri şeklinde tezahür etmiştir
ki, bu sorunsal, genelde İslâm dünyası özelde ise Osmanlı İmparatorluğu ve
nihayet modern Türkiye’nin kuruluşunda da oldukça belirleyici olmuştur.
Modernleşme serüvenimizi ekonomi merkezli
bir yaklaşımla ele alan Küçükömer’in değerlendirmeleri -olayın kültürel
ve zihinsel boyutunu es geçmenin doğal eksikliklerini içinde barındırmakla
birlikte- oldukça orijinal tespit ve argümanlar içermektedir.
Batılılaşma olgusunu, kültürel boyutunu neredeyse yok sayarak, iktisadi bir
perspektiften ele alan ve Batılılaşmayı, Batı’nın pazar bulması için kendi
ideolojisini yayma girişimi olarak gören Küçükömer, Batılılaşma serüvenimizi,
vurguladığımız kültür ve/ya da medeniyet bağlamında dile getirilen
değerlendirmelerin çok dışında ve farklı bir öncelikle, ekonomiyi merkeze
koyarak kritik etmektedir.” (Bilge, S. 13-14) (1)
“İdris Küçükömer, 1925’de Giresun’da
doğdu. İlk ve ortaokulu Giresun’da, liseyi yatılı olarak Trabzon’da okudu.
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne girmeden önce askerliğini tamamladı.
Ardından fakülteye giriş ve aynı okulda asistanlıkla birlikte başlayan akademik
yaşam ve fakülte kurulunun kararına rağmen üniversite senatosunca onaylanmayan
profesörlük unvanını, Danıştay’a açtığı davayı kazandığı halde, ancak 10 yıllık
bir gecikmeyle 1976’da alması, 12 Eylül sonrasında 1402 sayılı kanunla
üniversiteden atılma ve 4 Temmuz 1987’de yaşamın noktalanışı...” (Bilge, S.
19-20)
“Önceleri 27 Mayıs1960 Askeri Darbesini
destekleyen ancak, sonrasında hazırlanan planlı kalkınma modelinin hiç de
istedikleri gibi olmadığını gören sosyalist aydınlarda bir hayal kırıklığı
meydana gelir. (...) Bu dönemdeki gelişmelerde İdris Küçükömer ve kendisini
önceleyen kuşağın oldukça etkin rol oynadıkları ve amaçlarının sivil destekli
bir askeri darbeyle iktidarı ele geçirmek olduğu görülmektedir. Asaf Savaş Akat
o günleri anlatırken, Kasım 1962’de Hoca’nın yönetiminde ilk öğrenci yürüyüşünü
yaptıklarını belirterek, halkın 1961 seçimlerinde CHP’yi tek başına iktidara
getirmeyerek, demokrasiye layık olmadığını kanıtladığını düşündüklerini
belirtir ve okudukları gazetelerde geldiği tehlikesine dikkat çekilen şeriata
karşı ‘ordu-gençlik elele’ vererek, acilen müdahale edilmesi gerektiği
anlayışından hareket ettiklerini vurgular.(2) Ona göre
bu yürüyüşlerle yeni bir darbe gerçekleşecektir. Ortalıkta Talat Aydemir’in adı
da dolaşmaktadır.
Sosyalist Kültür Derneği toplantılarında
Çetin Altan ve İdris Hoca düzenin derhal değişmesi gerektiğine dair ateşli
konuşmalar yapmaktadır. Bir yıl önce yapılan seçimden memnun olmayıp; parlamentonun
bir an önce darbe yapılarak kapatılması ve ilerici bir kadronun yönetime
geçmesini savunan topluluğun askeri kanadının önderliğini Aydemir, sivil
kanadının liderliğini ise Küçükömer yapmaktadır. Darbe iki kez denenmiş ve
başarıya ulaşamamıştır. İdris Hoca, 1963 Mayısında Balmumcu’ya alınmış; ancak
daha ilk darbeden sonra Aydemir’le yolları ayrıldığı için bir kaç ay sonra
serbest bırakılmıştır.
İdris Küçükömer’in daha sonra Yön dergisi
ile yollarını ayırması ve hayatının geri kalan bölümünde cuntacılığa ve baskıcı
yönetimlere karşı ‘sivil toplum’ merkezli çalışmalar içinde bulunması, bu
kopuşun, basit bir çekişme ve kavgadan değil, büyük bir otokritikten sonra
gerçekleştiğini düşünmemize yol açmaktadır.
Ancak bütün bunlara rağmen 1965 seçimleri
sol için beklenen ve istenilen şekilde sonuçlanmamış, CHP’nin 1961 seçimlerinde
% 37 olan oyu, % 29’a düşmüş, AP’nin oyları ise % 53’e yükselmişti. TİP ise % 3
oy alarak 15 milletvekili çıkarmıştı; Yani sonuç Türk sağı için bir zafer iken,
Türk solu; özellikle CHP için bir yenilgi olmuştu. Sonunda, sol anlayışın
iktidara gelmesine yönelik stratejiler iki farklı yönde belirginleşmeye
başlıyordu. Birisi, Türkiye’nin demokratik yollarla gerçekleşecek bir sosyalist
devrime hazır olduğunu savunan Mehmet Ali Aybar ve TİP’in sosyalist devrim
stratejisi; öbürü ise, TKP geleneğinden ‘eski tüfek’ Mihri Belli önderliğinde,
Türkiye’nin feodal bir toplum olduğunu, proletarya da henüz gelişmediği için,
bir devrimin, ancak Kemalist aydınlar ve subayların işbirliğiyle gerçekleşebileceğini
dile getiren ‘Milli Demokratik Devrim’ (MDD) stratejisi idi.
1960’ların ikinci yarısından itibaren
yoğun bir şekilde tartışılan, İdris Küçükömer’in de tam ortasında bulunduğu
konular içerisinde, askerin siyasetteki yerinin neresi olduğu/olması gerektiği
ve askerler eliyle gerçekleştirilecek bir ‘ilerici’ darbenin sosyalist aydınlar
tarafından desteklenip-desteklenmemesi sorunsalı önemli bir yer tutmuştur.
İdris Küçükömer’in ‘Düzenin Yabancılaşması’ kitabındaki temel argümanların
önemli bir kısmının da böyle bir sorunsal bağlamında oluşturulduğu görülür.”
(Bilge, S. 23-28)
“Türkiye 1966 yılında sol entelektüeller
arasında zamanla başka alan ve argümanları da etkileyecek bir tartışmaya sahne
oluyordu: Osmanlı toplumunun yapısı AÜT (Asya Üretim Tarzı) mü yoksa
feodaliteye mi uymaktadır? İlk bakışta kuramsal bir tartışma gibi görülen bu
durum, tartışmanın gittikçe alevlenmesi ve teorik çerçevenin dışına çıkarak,
siyasal polemik ve sertleşmelere varmasıyla, çok daha başka boyutlar
kazanıyordu. Bu tartışmanın taraflarının, aslında, AÜT, feodalite ve Osmanlı
toplumsal yapısını tartışırlarken ortaya koydukları görüşler, onların,
devlet-toplum ya da asker-sivil ilişkisine, bir başka deyişle, askerin
siyasetteki rolünün ne olması gerektiği, sosyalistlerin sivil-asker bürokrasi
ile bir ittifak kurmalarının Marksizme uygun olup olmadığına ilişkin
yaklaşımlarına da ayna tutuyordu.” (Bilge, S. 36)
Böyle bir dönemde Akşam gazetesinde 14-17
Ekim 1968 tarihleri arasında ‘Ortanın Solu’ denen akımı eleştirmek üzere “Türkiye
Nereye Gidiyor?” başlığı altında dört makale yayımlanır. (S. 158-172) Gelen
olumlu tepkiler üzerine 1969 yılında FKF (Fikir Kulüpleri Federasyonu),
İstanbul Teknik Üniversitesi Öğrenci Birliği ve İktisat Fakültesi Talebe
Cemiyeti’nin ortak çalışması olarak “Osmanlılarda Kapitalist Düzene
Geçilememesi ve Bürokratlar İle Ortanın Solunun Gelişimi” başlığı altında bir
kitapçık yayımlanır.(S. 173-226) Daha sonra bu çalışma “Düzenin Yabancılaşması”
adıyla son şeklini alır. (S,21-157) ‘Düzenin Yabancılaşması’: ‘Türkiye
Batıllılaşamaz’, ‘Osmanlılarda Kapitalist Düzene Neden Geçilemedi’, ‘Ortanın
Solunda Paşalar ve Abdülhamit’ ve ‘Son Bürokrat Paşa’ya Sorular Ve Stratejik
İpuçları’ isimli dört makaleden meydana gelmektedir. İdris Küçükömer’in bu
makaleler içinde ‘Osmanlılarda Kapitalist Düzene Neden Geçilemedi’nin en
önemlisi olduğunu vurgulamasını, kitabın ortaya çıkış serüvenini göz önünde
bulundurduğumuzda daha iyi anlayabiliyoruz. Şimdi Küçükömer’e kulak verelim.
1-Türkiye Batıllılaşamaz
Said Halim Paşa’nın şu tesbitiyle
başlar: “Sultan Hamid dünyaya gelmemiş olsaydı, yine kendi çağdaşları
bir Sultan Hamid’in meydana gelmesine sebebiyet verecekti.” (S,21)
Daha sonra Türkiye’nin neden Batılılaşamayacağını izah etmeye çalışır.
“Kapitalist ülkelerde sanayii devrimiyle büyüyen ancak fakirleşmeye başlayan
işçi sınıfının, kapitalizme karşı örgütlenmelerine ve başarısız devrim
girişimlerine de değinen Küçükömer, işçilerin, aldıkları tavizlerle sonuçta
sistemle bütünleştiklerini, böylece sınıf bilincinden uzaklaştıklarını yazar.
O, bu süreçte asıl maliyetin sömürge ve yarı sömürge halklar üzerine
yüklenmesine dikkatleri çeker ve işçi sınıfının büyüyen taleplerinin,
sömürgeler üzerinden yapılan istismarlarla nisbi olarak sağlanabildiğini
söyler. ‘Böylece Batı’da sınıflar ve gruplar arasında geçici ve nisbi bir denge
kuruluyor ve devlet sanki toplumdaki sınıflardan ayrı, otonom, tarafsız
sınıflarüstü bir aygıt gibi duruyordu.’ Kapitalistlerin şimdilik bunu başarmış
görünmelerindeki sırrın, mülkiyet ve sınıf meselelerini, geçici bir süreyle
sömürge ve yarı sömürgelere ihraç etmelerinde yattığına işaret eden Küçükömer,
bu nisbi dengenin geçici olduğunu, Doğu bloğunun büyümesi ve az gelişmiş
ülkelerin ekonomik bağımsızlıklarına kavuşmaları için, emperyalizme karşı
verdikleri mücadelenin, sömürgeci ülkelerin onlara yüklediği maliyetten
kurtulmalarıyla sonuçlanacağını söyler.” (Bilge, S. 72)
2- Osmanlılarda Kapitalist Düzene Neden
Geçilemedi?
On sekizinci yüzyıl başına gelince,
Batı’nın üstünlüğü kabul ediliyor ve bir kapıkulu ya da bürokrat olarak Damat
İbrahim Paşa’nın temsil ettiği bir ‘yenilik’, daha doğrusu Batılılaşma hareketi
başlıyordu. Yeniçerilere ve onlarla içice olan lonca esnafına göre bu yenilik
küfür sayılacaktı. Bu yeniliğin iki özelliği vardı:
a) Batıyı tanıyarak oradaki gibi yaşamaya
özenmek ya da Nedim’in şiirlerinde anlattığı biçimde yaşamak. Bu görünüşü ile
dönemin ismi ‘Lâle Devri’dir.
b) Osmanlı imalat sanayii Batı’da olduğu
gibi bir gelişme gösterememişti. Devlet hemen on sekizinci yüzyıl başında
sanayi tesisleri (Batı’dakilere benzer fabrikalar) kurmak ve muattal vaziyette
duran madenleri işletmek istemişti. Bu devletçilik hareketi, asıl Lâle
Devri’nde yürütülmek istenmiş, sanayii korumak isteğiyle birlikte ele
alınmıştı. Kurulan fabrikalar, bir kârlılık hesabı içinde kurulmadıklarından ve
Batının da bu gelişmeyi durdurucu bazı karşı tedbirleri sebebinden iyi
gitmemişti.
Lâle Devri, masrafçı yaşantısı ile
İstanbul halkına (esnafı, yeniçerisi v.s.) onun değerler sistemine ters
düşmüştür. Öte yandan sanayileşme hareketi, istihdam edici bir fonksiyona sahip
olsa dahi, yeniçeri-esnaf çıkarlarına karşı düşmüştü. Yani esnafın, ya da
mevcut işyerlerinin işlerine sekte vurucu nitelikteydi. İşte bu Lâle Devri’nde,
yaşantısı ve devletçiliği bugünkü ‘Ortanın Solu’ denen hareketin çok küçük bir
çekirdeği görülebilir.
Ve aynı zamanda, bu dönemin yenilik
hareketinin bütününe karşı çıkan ‘esnaf, yeniçeri, ulema birliği’nde kendini
savunan, içine kapanık bugünkü İslâmcı-Doğucu halk cephesinin bir geçmişini
bulmaktayız. (S. 58-59)
3- Ortanın Solunda Paşalar ve Abdülhamit
“Lâle devrini sona erdiren Patrona Halil
Ayaklanması gibi, Üçüncü Selim’in devlet eliyle fabrika kurmaya çalışmasını da
kapsayan Nizami Cedit denemesi de, ulema-esnaf-yeniçeri birliği karşısında
yenik düşmüştü. Batı kurumlarını alabilmek için çalışanlara karşı, bu
ulema-esnaf-yeniçeri birliği, İslâmcı akımın gittikçe büyüyen çekirdeğini
meydana getirmişti.
Bu akımın zamanla daha belirli olacak bir
özelliği de, bu tarihi süreç içinde artacak olan gavur ya da yabancı düşmanlığı
(xenophobia)dır. Bu düşmanlığın temelinde, tarihi gelişme içinde, dini sebepten
daha çok emperyalizmin getirdiği temel bir çelişki bulunmaktadır. Bilinçli
olarak görülmeyen bir çelişkidir bu.
Nitekim bir yandan üretim güçlerinin
mülkiyetinde değişikliğe yol açan tarihi kapan içinde, Müslümanlar için (ister
tüccar, ister tefeci, ister mültezim, ister mülk sahibi olsunlar) daha çok
toprağa (büyük çiftlik ve malikânelere) yönelme rasyonel oluyordu. Diğer
yandan, Batı kapitalizmi Osmanlı ülkeleri üzerinde etkisini geliştirirken,
kurduğu ticari ve özellikle finans ilişkilerini, bir kısım azınlıklar aracılığı
ile örgütlenmeye koyulmuştu. Bu azınlıklara sonradan genel bir adla Levantenler
denilecekti. İmparatorluğu bölen azınlıkların milliyetçilik hareketleri de bir
yandan gelişirken, işte bu Levantenler, emperyalist Batı ile beraber
gözükeceklerdi. Kapitalist gâvurun Osmanlılardaki bir kolu sayılacaklardı.
19. yüzyıl başlarında yukarıda sözü edilen
İslâmcı-Doğucu cephe çekirdeği karşısında, başlangıçta ‘devleti kurtarmak’
isteyen padişahın yanında, bürokratlar ve âyan vardı.
İmparatorluğun anarşik takatsizliği
içinde, âyan kendi bölgesinde kısmi otonomisi ile (bu feodalite değildir) halka
merkezi hükümetten daha yakın gözükebiliyordu. Fakat ayanın, kendi mülkiyetini
resmen sağlayabilmesi için, bürokratlar ve padişahla beraber karşı cephenin
bölünmesine (yani şeyhülislamı da kandırarak), Yeniçeri Ocağı’nın
kaldırılmasına yardım etmesi gerekiyordu. Âyan bu harekete katıldı. Ocak
kaldırılınca yenilik denilen Batılılaşma yolu açılmış oldu. Fakat on sekizinci
yüzyıl sonunda Acemi Oğlanları ile miktarı 400.000 kadar olduğu dahi iddia
edilen yeniçerilerin, cüzi bir miktarı öldürüldüğüne göre, geri kalanları ne oldu?”
(S. 69-70)
“Yeniliğin şahsa bağlı hareketlerle
olamayacağını, bunun ancak ‘müesseseleşmekle’ olabileceğini, Batı’nın medeni
denen kurumlarının alınması gerektiğini savunan ve bunu yapmaya koyulan Mustafa
Reşit Paşa’yı iyi anlamak gerekir. Kanaatimce ‘Devleti Kurtarma’ adına Batı
kurumlarını savunan ortanın solunun ilk paşası odur. Batılılaşma adı altında
gelen yenilikler, ‘mal emniyeti’, ‘servetlerin müsadere edilememesi’ gibi,
Osmanlı mülkiyet sistemini hukuken değiştiren, tebaa arasında eşitlik, kardeşlik,
vs. gibi bazı değerlerin (laikliğe doğru da adım atarak) kabul edildiği Gülhane
Hattı Hümayunu, 1839’da toplar atılarak büyük bir merasimle ilan edildi. İşte
bu noktada durmak, hem de çok durmak gerekir. Çünkü Gülhane Hattı Hümayunu’ndan
bir yıl önce (1838’de), bir anlaşma imzalanmıştı. Bu, sanayi devrimini
geliştirmekte olan İngiltere’ye Osmanlıların verdiği en ağır kapitülasyon
imtiyazlarını kapsayan İngiliz-Osmanlı Ticaret Anlaşması idi. Anlaşma Mustafa
Reşit Paşa’nın Baltalimanı’ndaki yalısında imzalanmıştı. Kanaatimce bu ticaret
anlaşması, Gülhane Hattı Hümayunu’ndan, diğer adıyla Tanzimat Fermanı’ndan daha
önemlidir.” (S.71)
“Dünyanın en liberal imtiyazlarını veren
bu anlaşmayı, Mehmet Ali (Mısır) meselesinde kurtarılma vaadi ile hasta Padişah
II. Mahmud’a hayatının son günlerinde İngilizlerle beraber kabul ettiren
bürokrat, Mustafa Reşit Paşa’dır. Burada çok ağır bir soru işareti yatmaktadır.
Tarihi zorunluluk, Osmanlı bürokratını talihsiz olarak, Levantenlerle birlikte
Batı’nın işbirlikçileri durumuna itiyordu.” (S,73)
“Bürokratlar Tanzimat Fermanı ile bu defa,
gerçekten Batılı görüntülü yeni bir Lâle Devri başlattılar. Bu dönem aynı
zamanda balolar dönemidir. Bu defa, kaplumbağaların mum taşıdığı lale bahçeleri
yerine saraylar, elçilik binaları seçiliyordu. İstanbul’da elçiliklerde,
saraylarda ve Osmanlıların Avrupa elçiliklerinde verilen bu balolarda
bürokratlar Batılı dostları ve Levantenlerle beraber eğlenirken, işsizlik
artıyor ve yerli üretim güçlerinin yok olması son derece süratle devam ediyordu.
Bu baloların benzerlerini, hatta devamını, daha sonra Cumhuriyet Halk Fırkası
döneminde, yoğaltım mallarının kıtlığının yarattığı koşullar altında Anadolu
kasabalarında halkın nefreti altında verilen Cumhuriyet balolarında görmemek
mümkün mü?” (S,74)
“Halk, üretim güçleri tasfiyesinin ve
işsizliğin nedenini ya Batılılaşma ile kolayca girmiş olan emperyalizme, ya da
üstyapı kurumlarının bu arada kültür kurumlarının alınışına (gâvurlaşmaya)
bağlayabilirdi. Halk, olaylar yerine oturdukça kendine karşı olan bu gelişmenin
yanında değil karşısında olabilirdi. Ve laikliğin getirilişine bu arada şahit
olan halk yığınları, giderek teokratik hükümdar, Sultan Abdülhamid’in yanında
yer alırdı. Sarayda büyük bir yabancı düşmanı olarak yetiştirilen Sultan Abdülhamid,
1890’da ‘Ne yapmalı?’ diye sorduğunda, kendisine verilen iki projeden İzzet
Bey’in (Paşa) ‘İslâm Birliği’ projesini kabul etmişti. Böylece, Tanzimat
döneminin, Batıcı bürokrat grubu ile padişah beraberliği de bozuluyordu.” (S.
80-81)
“Batıcı-laik bürokrat, Batılılaşma ile
devleti kurtarmak isterken, yeterli derecede üretim güçleri yaratamadığından,
tarihi büyük halk cephesiyle ters düşmektedir. Böylece iki cephe arasındaki
mücadele kızışınca, laik Batıcılar ile dindar Doğucular arasında bir mücadeleye
gelip dayanmaktadır. Bürokrat (sivil subay) laik, güya ilerici sayılacak,
emperyalist kıskacı içinde bürokrat oyunlarıyla içine kapanan İslâmcı-Doğucu
kamp ise, gerici (mürteci) sayılacaktı! ” (S. 88)
“1908 Meşrutiyeti ile İttihat ve Terakki
Cemiyeti, imparatorluğa hâkim olmuştu. Devlet cemiyetin eline geçmişti. Fakat
Osmanlı Devleti’ni ele geçirmek, toplumu ele geçirmek değildi. Oysa onlar
toplumu, daha doğrusu halkı elde edeceklerine, devleti elde etmek
istemekteydiler ve bu yoldan elde edilen ya da kapılan devlet, kurtarılabilir
sanılıyordu. Devletin toplumda (hiç değilse bazı sınıflarla) organik bütünlüğü
olmaksızın kuvvetli olamayacağını, kurtulamayacağını göremeyen Osmanlı
bürokratı, devlet gücünün temelini de anlayamayacaktı. Türkiye’nin politik
eliti böyleydi ve hep böyle kaldı. Sıçranarak elde edilen iktidar nispi bir
yalnızlığa mahkûmdu.” (S. 89)
“Bu koşullar altında hürriyet mücahitliği
ile 1908 Meşrutiyeti’ne gelinince, Türkiye tarihinin dürüst denen bir seçimi
yapıldığı iddia edilir. (Fakat sonra, Ankara’da kurulan Birinci Büyük Millet
Meclisi seçimine kadar dürüst bir seçim yapılamayacaktı). İttihat ve Terakki
ciddi bir rakibinin bulunmadığı seçimleri alarak parlamentoyu doldurdu. Fakat
birkaç ay içinde mecliste büyük bir muhalefet grubu belirdi. Mevcut koşullarda
bu kaçınılmazdı. Parlamento dışında da ‘çığ gibi büyüyen’ muhalefet ortaya
çıkmıştı. Aslında serbesti, bürokratın karşısına hemen halkın muhalefetini
getiriyordu. İktidar olan İttihat ve Terakki’ye açık iki yol alıyordu:
a) Hürriyetçilik adına yapılan politika,
kısa zamanda İttihatçıların azınlık olabileceğini gösterirken, (ayrıca bazı
azınlıkların milliyetçilik hareketlerinin de geliştiği ortamda), anarşiyi
seçmek, ki bu İttihatçıların iktidardan düşmesi demekti.
b) Bünyelerine uygun olan, daha
merkeziyetçi, halktan giderek tamamen kopmaya yol açacak şiddet yolunu seçmek.”
(S. 89-90)
“Türkiye’nin tarihi toplum yapısı da Batı
kurumlarını kabul edemeyecekti. Ve yetiştirilmek istenen kapitalistler de
Batılı emperyalistlerle işbirliğine gitmek zorunda kalacaktı. Halkının
katılabileceği bir biçimde gelişmeyen devrim ya da reform hareketi, yalnızlığa,
soyutlanmaya, hatta bunların sonucu olarak yapılan bürokratik zorlamalarla,
halka karşı düşmeye mahkûm oluyordu.” (S. 96)
4- Son Bürokrat Paşa’ya Sorular Ve
Stratejik İpuçları
“Bürokratın ‘devlet kurtarma’ çabaları
içinde tutumunu, yerini açıklayan, belirten, son derece önemli hatta tarihi
diyebileceğim açık ve dramatik ifadeleri, yine CHP liderinin Ulus gazetesinde
yayımlanan hatıratında buluyoruz. İkinci İnönü Savaşları sırasında Bursa’dan
geriye doğru göçen ve içinde subay ve ailelerinin bulunduğu bir kafileye
rastlanır. İsmet İnönü şöyle diyor hatıratında: ‘Kafileyi durdurdum.
Subayları bir kenara topladım. İçinde bulunduğumuz vaziyeti bilesiniz. Bundan
başka, subay olarak da yerinizi bilmelisiniz. Padişah düşmanınızdır. Yedi düvel
düşmanınızdır. Bana bakın, dedim. Kimse işitmesin millet düşmanımızdır.’ (UluS.
17 Mayıs 1968)” (S. 101)
Zaman içerisinde devletin dilini çözenler
aynı hakikati farklı bir dille ifade etmeyi öğreneceklerdir: “Halka rağmen halk
için…”
“Cumhuriyet’in ilanı ve halifeliğin
kaldırılışı da küçük bir azınlık kararıyla olmuştu. Nitekim 29 Ekim 1968
tarihli Cumhuriyet gazetesinde İnönü, Cumhuriyet’in nasıl ilan edildiğini
açıklamaktadır. Bilindiği gibi Anadolu’nun ilk meclisi için yapılan seçimin,
1908 Meşrutiyet seçimi gibi, baskısız yapıldığı kabul edilmektedir. İşte bu
meclisteki mebuslar, Anadolu’nun temsilcileriydi. Fakat Cumhuriyet’e şiddetle
karşıydılar. Söz konusu hatıralara göre, küçük bir azınlık, aldığı kararı,
ekseriyete rağmen kendine has usullerle kabul ettirmişti.” (S. 101)
“Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Politikada 45
Yıl adlı ilginç kitabında, kendisinin yer aldığı Devrim denilen hareket içinde
bürokratların yalnızlığını itiraf etmektedir. Karaosmanoğlu, eğer devrimci
bir-iki lidere bir şey olsa, bütün devrimlerin yok olacağı korkusunu
belirtmiştir’. Devrimleri Koruma sloganı da aslında bu yalnızlık korkusundan ortaya
çıkmıştı. Devrim denilen şeyler kime karşı korunacaktı? Neden devrimlerin
korunması gençliğe bırakılmıştı? Halk nerede idi, köylü efendimiz nerede idi?
Devrimler, kimler için korunacaktı?” (S. 103)
“Ayrıca Şevket Süreyya Aydemir de 5 Mart
1969 tarihli Cumhuriyet gazetesinde Serbest Fırka’ya değinirken şunları
söylemektedir: Serbest Fırka’yı kurmaya davet edilen, daha doğrusu zorlanan bu
Fethi Bey’dir. Son vazifesi Paris Sefirliği idi. Oradan çağırılır ve Serbest
Fırka kurdurulur. Mustafa Kemal’in bu gayretinde, sanki İsmet Paşa’ya karşı bir
diğer şahsiyet çıkarılmak ve İsmet Paşa’yı iktidarda, yalnız ve temelli bir
başvekil bırakmamak gibi duygu sezilir.
Kim, kimi kimden kurtaracaktı? Serbest
Fırka, nihayet, birtakım temaslar, karşılıklı taahhütler, hulasa bir bakışta
kardeşçe kombinezonlar içinde kurulmuştur. Ama kabul etmek doğru olur ki, bu
tecrübede hem İsmet Paşa, hem Fethi Bey gönülsüzdürler. Ne ise iş yürür.
Muhalif fırkanın azalarını bile Mustafa Kemal tayin eder. Mustafa Kemal’e göre,
her şey kardeşçe cereyan edecektir. Ve arada bir anlaşmazlık çıkarsa, ‘İşte
gene bu sofrada, böylece, karşı karşıya oturacaklar’ ve Mustafa Kemal onlara:
‘Sen ne dedin?’ ‘O ne dedi?’ diye soracak, bütün anlaşmazlıkları çözecektir.
Serbest Fırka siyasi mücadele sahnesine, işte bu hava içinde salınır...
Ama ne var ki, Mustafa Kemal’in de
düzenleyebileceği ve düzenleyemeyeceği şeyler vardır:
Fethi Bey arkadaşları ile parti teşkilatı
için seyahate çıkar. Ve daha ilk merhalede, her şey allak bullak olur. Mesela
ilk merhale olan İzmir’de, ‘Fethi Bey geliyor’ diye yer yerinden oynar. Daha
sekiz yıl önce başta Mustafa Kemal’in kumandasında düşmandan kurtarılan
İzmir’de halk dalga dalga Fethi Bey’in, neredeyse ayaklarına kapanır,
haykırırlar: ‘Kurtar bizi, kurtar!’ Hatta bu karışıklıkta bir polis kurşunu ile
vurulan bir yavruyu kucağına alan yaşlı bir baba, bu kurbanı getirir, Fethi
Bey’in ayaklarına serer: ‘Bu ilk kurbanımız, ama daha kurbanlar lazımsa
vereceğiz, fakat bizi kurtar!’ diye inler. Meydanda gözyaşı selleri çağlar. Her
tarafta birtakım resimler yırtılır, parçalanır...” (S. 106-107)
“Küçükömer, Batılılaşmanın, bir üretim
altyapısı değişiminden çok, kültürel üstyapıda yapılan değişikliklerle
gerçekleştirilmesini düzenin yabancılaşması olarak görmektedir. Türkiye’nin Batılılaşma
serüvenini çözümlerken haklı olarak, Batı’da kapitalizmin evrilmesinde rol
oynayan ekonomik faktörlere geniş yer vermekte ve bizde üretim güçlerinin
gelişmemesi dolayısıyla oluşan ekonomik tablonun diğer unsurlar üzerindeki
etkisini detaylı bir biçimde ele alarak saptamalar yapmaktadır. Batıcı-laik,
İslâmcı-halk cephesinin aktörlerinden oluşan ikili bir yapı üzerinde
modernleşme serüvenimizi açıklamaya girişen Küçükömer’in, modeli ve öncelediği
olgu ve olaylar göz önüne alındığında, analizlerinin, sağlam bir mantık
örgüsüne sahip olduğu görülür. Ancak, modernleşme ya da Batılılaşma
hareketlerinin gerçekleştirmeye çalıştığı Batı’daki modern durum salt ekonomik
gelişmelerle oluşmuş bir sürecin sonucu değil; bilimsel, siyasal, kültürel ve
teknik ve endüstriyel devrimlerle birlikte oluşan toplumsal yaşam ve örgütlenme
şekillerine işaret eder. Böyle olunca da ‘Türkiye Batılaşamaz’ gibi bir iddia,
örnek alınan model açısından ne kadar isabetli bir şekilde ortaya konulursa
konulsun, ele alınmayan ya da yöntem gereği ikinci plana düşen olguların
gözardı edilmesinin getireceği bir zaafı içinde taşıyacaktır.” (Bilge, S.
109-111)
Avrupa’da statükonun devamından yana tavır
koyan gurup sağ, statükoya karşı tavır alan gurup ise sol diye tanımlanmıştı.
Küçükömer Türkiyede’ki sağ ve sol tanımlamalarını ‘âyinesi iştir
kişinin, lafa bakılmaz’ özdeyişinden hareketle tekrar tanımlar.
Aslında Türkiye’de sağ soldur, sol da sağ…
“İttihat ve Terakki Fırkası, tarihi Batıcı
bürokratik geleneği temsil edecekti. Hürriyet ve İtilaf ise daha çok yine
tarihi yeniçeri-esnaf-ulema birliğinden doğup gelen muhalefet cephesine
dayanacaktı; temsil etmeyecekti. Bu muhalefet cephesi daima ülke halkının
ekseriyetine dayanmıştı”. (S. 85)
Küçükömer’in kitabını yayınladığı dönemde
tarihi yeniçeri-esnaf-ulema birliğinden doğup gelen muhalefet cephesine temsil
etme iddiası ile yeni bir akım siyasi hayata katılacak, partileri defalarca
kapatılacak, sağa(!) yaklaştığı oranda dünya ve uluslararası sistem nezdinde
itibar görecek, fakat köklerini hatırladığında ise dünya müstekbirlerini
rahatsız edecekti. 2009 ile başlayan ve giderek gerginleşen siyasi atmosfere bu
pencereden de bakılabilir.
Yeryüzü müstekbirleri bürokrasinin geçmişi
iki asrı aşan zaaflarından ve alışkanlıklarından faydalanma devam etmektedirler.
Anadolu insanı için senaryo yeni değildir.
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı:278
/ Ocak 2014
___________________
(1) Muhittin Bilge’nin 2004 yılında “Türk
Modernleşmesindeki Batılılaşma Olgusuna Farklı Bir Yaklaşım: İdris Küçükömer”
adlı doktora çalışması üç bölümden oluşmaktadır. Söz konusu tezin bir bölümü
“Türk Modernleşmesi ve Sivil Toplum” adı ile Binyıl Yayıncık tarafından
basılmıştı. (Ank 2009) Faydalandığımız kaynak yine aynı tezden faydalanılarak
hazırlanmış: Batılılaşma – Sivil Toplum – Cuntacılık, A Kitap, Ank 2012
(2) Dönemi ve hâkim anlayışı, “Derbe Peşinde Koşan Bir
Nesil: 68 Kuşağı” adıyla Mümtaz’er Türköne ele almış. Nesil Yayınları, İst 2008