Bu sayıda tanıtacağımız eser, Ahmet Hakan Çakıcı tarafından kaleme alınan “Ailesiz Toplum, Modern Family... Ya Sonrası?” isimli eserdir. Son yıllarda sıkça karşılaştığımız “İstanbul Sözleşmesi”nden kaynaklı problemlerin tarihi arka planını da ele alan yazar, şu tesbitte bulunmaktadır: 'Müslüman Dünya, 1. Dünya Savaşı'nda aldığı ağır yenilginin travmasını henüz üzerinden atabilmiş değil. Demokrasi, liberalizm, bireysellik, akılcılık, özgürlük gibi Modernizmin temel sloganlarının da sonuna geldik. Tarihin en özgür çağında tarihin hiç bir döneminde olmadığı kadar tek düze bir dünya kuruldu. Herkes aynı şehirlerde, aynı parklarda, aynı evlerde, aynı kıyafetlerle, aynı eğitimle, aynı sloganlarla yaşamaya çalışıyor. Her şeyi aynileştiren süreç, devletleri de ortadan kaldırarak şirketlerin hâkim olduğu sorgulanamaz, eleştirilemez yüce insanların (Homo DEUS) yönettiği bir dünya kurulmasını teklif etmektedir.'
![]() |
Ailesiz Toplum, Modern
Family... Ya Sonrası?
|
İstanbul Sözleşmesi kadına diyor
ki: "Sen eziliyorsun. 'Güçlü Kadın' olmalısın. Sakın korkma,
arkandayım. Erkek, senin kıymetini bilmez ve sana kabalaşırsa, haber et! Evden
atalım. Aylarca sokaklarda süründürelim. İlişkiyi sen belirle. Sen istemeden
sana dokunursa, 12 yıl 6 ay hapse atalım. İspat istemem, ne dersen inanacağım.
Yeter ki, haberdar et. Baktın ki, adam olmayacak. Boşa gitsin. Tazminatla
ümüğüne kadar sömürür, ömür boyu nafaka ödemeye mahkûm ederim. 'Beden, senin
bedenin,' zahmetini sen çekeceksin. İstersen doğurursun, istersen aldırırsın.
Erkek niye karışıyor? Boşanınca da istersen genelevde kalmaya başla, çocuk
senindir, endişe etme.”
Sonra erkeğin kulağına fısıldıyor: “Sen
deli misin, bütün kadınlar senin! Evlensen ne olacak? Karın istediği an seni
sokağa atacak, çocuklarının, komşularının, ailenin önünde rezil edecek. İspat
yükümlülüğü olmayan bir tecavüz suçlaması ile en az 12 yıl hapse atacak.
Boşanıp kurtulayım desen mal varlığına tazminat diye el koyacak. Ömür boyu
nafaka diye, başına bela olan kadına ve sevgililerine bakacaksın. Çocuk istesen
ne olacak? Kadın, çocuğu ister yapar, ister öldürür(kürtaj). Yapsa ve boşansan,
2 yıla kalmaz çocuğu sana düşman eder. İster gösterir, ister göstermez. Sana
düşman edilmiş çocuğa yıllarca nafaka yetiştirmeye çalışıp duracaksın.
Onun yerine, “evlenme ümidi verdiğin”
birçok kadın bulup onlarla yaşa. Sakın evlenme. Ondan ona gez. Çok daha
kaliteli hizmet alırsın. Kimse seni evlilik içi tecavüzle
suçlamaz. Nafaka, tazminat, hapis korkusu da olmaz. Akıllı ol! Bütün kadınlar
senin, diyorum. Anlamıyor musun?”
Ahmet Hakan Çakıcı(1) tarafından
kaleme alınan “Ailesiz Toplum, Modern Family...Ya Sonrası?” isimli
eser, konuyu son dönemlerde sıkça karşılaştığımız “İstanbul Sözleşmesi”nden
kaynaklı problemlerin tarihi arka planını da ele alıyor olmasıyla önemli bir
boşluğu doldurdu.
1.Bölüm: Büyük
Sarsıntılar
Egemenler ile alt tabaka ilişkisi tarih
boyunca bir zorunluluktu. Çünkü egemenlerin hem hizmetlerini görecek (köle,
işçi, memur vs.) hem de onlar adına savaşacak insanlara ihtiyaçları vardı.
Wendy Brown, “bu zorunlu ilişkinin sonuna geldik; zenginlerin,
çalıştırmak ya da savaştırmak için fakirlere ihtiyacı yok. Artık onların yapay
zekâlı robotları var” diyor. Makineleşmenin ya da
robot teknolojisinin ulaşabileceği sonuçları özellikle 2. Dünya Savaşı
sırasında fark eden devletler süreci, bir centilmenlik anlaşması ile
dondurmuşlardı. Devletler hala bu süreci korumaya çalışıyor olsalar da,
devletlerden daha büyük örgütlere dönüşen özel şirketler böyle bir
centilmenliği artık umursamıyorlar. Robotlaşma, makineleşme
ve yapay zekâyı her alana sokabilecek düzeye getirdiler.
Devletler işsiz kalacak milyonları
düşünerek bu alandaki gelişmeleri bir müddet daha geciktirmeye uğraşsalar da
özel sektör çoktan işe el attı. Onlar devletlerin endişelerine sahip değiller!
(...)Tahmin edebildiğimiz kadarı ile kabaca şu an bildiğimiz mesleklerin
neredeyse yarısı 30 yıl içinde yok olacak gibi duruyor. Bu da o meslek
dallarında çalışan ya da çalışmayı ümit eden milyarların işsiz kalması, bir
gelirden mahrum olması demek.
II. Dünya Savaş’ında ölen insan sayısı 70 milyon civarındayken bu sürecin
tahminen beş milyar insanın hayatını etkileyeceğini söylersek olayın ciddiyeti
hakkında bir fikir verebileceğimizi ümit ediyorum.
Iskartalar En Büyük
Sorun
Bu sürece “Yaratıcı Yıkım”
diyorlar. “Kazanan Hepsini Alır” mantığı üzerine kurulu. Geçmişte
Kapitalistlerin en büyük masraf kalemleri “işçi ücretleri” idi. Artık gelirden
işçi ücretlerine ayrılan payın neredeyse tamamı, geliştirilen teknoloji ile
patrona kalacak. Mesela Google 2012 de 14 milyar dolar kâr ederken çalıştırdığı
insan sayısı 38 binden azdı. Ama General Motors’un 1979 yılında 11 milyar dolar
kâr elde ederken çalıştırdığı insan sayısı 840 bindi. 1970’lerde 2 milyar dolarlık
bir firmanın ortalama istihdam ettiği çalışan sayısı 20.000’lerde iken, 2014’te
19 milyar dolara Facebook’a satılan WhatsApp’ta çalışan sayısı sadece 55’tir.
2011’de Apple’ın Kuzey Carolina’daki Maiden kasabasına inşa ettiği milyar
dolarlık, yüzlerce dönüme yayılan pahalı tesislerin sadece 50 tam zamanlı
istihdam yaratmış olması Amerika’da gündem olmuştur.
Sorun şu ki; kazanan hepsini aldığında
orta sınıf tamamen yok olacak, pazar çooook daralacak demektir. İşçilere pay
ayrılmadığında üretilen ürünleri kim alacak? Hangi para ile alacak?
Büyük kapitalistler de bu sorunu
görüyor ve endişe ediyorlar. Ancak rekabet yarışında geri kalma korkusu öyle
kuvvetli ki; sonda bekleyen felaketi göre göre, uçuruma doğru yapılan bu yarışı
durdurmak, kimse için mümkün görünmüyor.
Zygmunt Bauman, “Dünya, ıskarta insan, (işsiz) tüketilmiş
mal ve eşyanın çöpleri ile doldu. Modernite için, bir varlık olan insanın
ıskartaya (çöpe) dönüşmesi ile eşyanın çöpe dönüşmesi aynıdır. Atık insanlar
hız kesmeden çoğalıp muazzam miktarlara ulaşırken gezegendeki çöp alanları ve
atığı geri dönüşüme sokacak araçlar giderek azalmakta.’ Bundan sonra
gündemimiz, ‘atık insanların ve insani atıkların tasfiyesi’dir” diyor.
Prof. Noah Harari’nin “işsizler”
için kullandığı terim ise “gereksizler.” Ve diyor ki; “Askeri
ve ekonomik olarak vazgeçilmez olan yoksulları korumak yerine kendi çıkarları
için hareket eden 20. yüzyıl elitleri, 21. yüzyılda üçüncü sınıf insanları
(gereksizleri) taşıyan vagonları (her ne kadar acımasız olsa da) tamamen geride
bırakmak ve sadece birinci sınıfla geleceğe doğru ilerlemek istiyor.”
Peki Ne Olacak Bu Kadar
İşsiz (Atık)?
Muhtemeldir ki, kitleler bu soruya cevap
bulması için iki mercie dönüp bakacaklar:
a) Devletler
Karl Marx’tan alıntılayacağım birkaç
kelimeyi buraya taşımak istiyorum.
“Aydınlanma Hareketi Tanrı’yı öldürünce
insanları devlet için ölmeye, çalışmaya, fedakârlıkta bulunmaya ikna
edebilmenin başka yollarını aradı. Ve ‘Yüce Millet’ miti çerçevesinde
‘devlet’ Tanrı’nın koltuğuna oturtuldu. Bayrak, vatan, millet,
milli marş vs gibi yeni kutsallar üretilerek yeni ibâdet biçimleri (törenler)
geliştirildi. Devlet rızası ile Tanrı’nın rızası örtüştürüldü. Ancak bu kavramlar çerçevesinde ikna
edilebilenler hemen her toplumda %5-15 gibi oranlarda kaldı. Bu sorunu
çözemeyen modern ulus devletler, toplumlarını para ile kiralayarak
itaati satın alma yoluna gittiler ve sadakatleri karşılığında toplumu
ücretlendirmeye (memuriyet) başladılar.”Ancak devletlerin her ay bu
kadar büyük bir kitleye maaş ödeyebilecek kaynakları (5-6 sömürgeci ülke hariç)
yoktu. [Hala yok] Bunun için sermayeye gittiler ve her ay maaşları ödemek için
borç istediler. Büyük tefeciler de onlara kendi şartlarını kabul etmeleri [yani
ülkenin kaynaklarını onlara açmaları] halinde bu parayı temin etmeyi kabul
ettiler. Karl Marx daha 1800’lerde “bunu kabul ettiklerinden beri
iktidarlar, zenginlerin idare kurulundan başka bir şey değiller... onlar çoktan
sermayenin tarafına geçtiler... kitlelerin iktidar diye gördükleri
birer gölgeden ibaret... İktidarlar meşruiyetlerini bu ilişkiyi
gizleyebilmekten alırlar” diyordu.
Dikkat ederseniz büyük tefeciler ne zaman borç vermeyi (memur, emekli
maaşlarını ödemeyi) reddederlerse ya da geciktirirlerse gelişmekte olan ülkeler
krizlere girerler. Sonuçta sermayenin istediği olur ve kriz aşılır.
Bunun anlamı şu; modern ulus
devletlerin bu sorunu çözebilme ihtimalleri oldukça zayıf. Bu sorunu çözebilmek
için geliştirecekleri her türlü çözüm önerisi, kitlelerin gelir seviyesinde
düşüş anlamına geleceğinden ‘kitlelerin alıştırılmış oldukları konfor seviyesi’
tarafından dirençle karşılanacaktır.
Öngörümüz odur ki, büyük sermaye,
kitlelerin içine düşeceği büyük sarsıntılardan doğacak öfke ve
nefreti devletlerin üzerine yönlendirerek, kendi kitlelerinin
elleriyle devletleri tasfiye edecek. Bu demektir ki, ulus devletlerin
yakın zamanda daha da büyük sorunları olacak. Kendilerini kurtarma derdi
fakirlere derman olma derdinden daha büyük bir dert olarak onların önünde
durmakta.
Bize göre, “İşsizlere ne olacak?” sorusuna
cevap verecek ikinci ve gerçek muhatap sermaye.
b) Sermaye
Aydınlanma Hareketi “fakirleri,
güçsüzleri, yetimleri, garipleri koruyan Tanrı’yı” yok etti. Tanrı’nın olmadığı
yerde hiç bir fakir, zenginlere dönüp “sizin yığdıklarınızda bizim hakkımız
var” diyemez. Çünkü “kanuni” olarak buna hakları yoktur. Ve
kanunları 300 yıldır sermaye yapıyor.
Hülasası şu; sermayenin fakirlere destek olmasını istemek iğrençliktir,
Ahlâksızlıktır. Böyle bir şey mümkün değil.
Sermayenin, şehirlere yığılmış işsiz
kitleler için yardım etmek yerine başka teklifleri var: İşsizlerin/atık
insanların 8 milyarı bulan nüfuslarını 300-500 milyonlara indirmek. (Sayın
Rockefeller’in, ışıklar içinde yatmaya gitmeden kısa bir süre önce verdiği röportajda
“Sistemin işlemesi için 300-500 milyon insana ihtiyacımız var. Gerisi
fazlalık” kelimesinden hareketle veriyorum rakamı.)
Diyorlar ki, şehirlere yığılmış 8
milyarı bulan kalabalıkları eğer ürememeye ya da üremeyle sonuçlanmayacak
ilişkilere razı edebilirsek birkaç nesil içinde sorun çözülür. Biz de onlara
büyük acılar çektirmek zorunda kalmayız.
Bu nasıl olacak? Soykütük Teorisi ve
toplumsal baş dönmesi ile. S.9-25
2. Bölüm: Soykütük ve
Başdönmesi
Nietzsche ve Soykütük
Soykütük terorisi, Nietzsche’nin “arî
ırk” fikrinin zemini ve Batılı emperyalist düşüncenin zihinsel
kodlarının haritası gibi duruyor. Nietzsche’nin “arî ırk” teorisinin hayata
geçirildiği Hitler Almanya’sının insanlığa nasıl bedeller ödetmiş olduğu
görüldüğü halde Batı’da hala popülaritesini koruyor olmasını Batılı zihnin
kendisinde vehmettiği “üstün/arî ırk” düşüncesinin derin bir
nehir olarak derinlerde akmakta olduğuna delil olarak okunabileceği
kanaatindeyiz.
Bu konularda yazıp çizen hemen herkesin
ortak paydası olan ve bir şekilde kendisinden referans göstermek zorunda
hissettiği Nietzsche’den bir alıntı yaparak, bu çevrenin, fakirler hakkındaki
çözüm önerisinin ne olabileceği hususunda bir fikir vermek istiyorum: “Ellerinde
yeni doğmuş bir çocukla bir adam, kutsal adama yaklaştı: “Ne yapmalıyım bu
çocukla?”diye sordu. “Zavallı, biçimsiz, çirkin, ölmek için yeterince
yaşamışlığı yok. Öldür gitsin!” diye bağırdı kutsal adam, korkunç bir sesle;
“Öldür ve kollarında üç gün üç gece tut, kendine bir anı yaratmak için. Böylece
bir daha zamanı gelmedikçe çocuk yapmayacaksın.” Adam bunları duyunca düş
kırıklığı ile yürüdü gitti. Çoğu insan bu kutsal adamı, bir zulmü, bu çocuğun
ölmesini onadığı için ayıpladı. “Yaşamasına izin vermek daha zalimce olmaz mı?”
diye cevapladı kutsal adam.”
Bizim kanaatimiz egemenlerin tam da
Nietzsche’nin bu öğüdü üzerine hareket ettikleri yönündedir.
Gayatri Spivak’ın “Batılı
entellektüeli, Batı emperyalizminden bağımsız görmek bir aldanmadır” sözünün
çerçevesinde değerlendirdiğim Nietzsche’nin soykütük teorisi, insan sonrası
dönemin fikri temelini teşkil ediyor.
Hayvan Hakları
“İnsan” ancak Tanrı’nın varlığı ile var
olabilir. “Tanrı, her şeyi yarattı ve sadece insana
ruhundan üfleyerek” (Hicr Sûresi:29) O’nu
hayvanlardan ayırdı, insan kıldı. Hayvanları ve diğer mahlûkatı da onun
hizmetine koşarak, O’nu tüm mahlûkatın efendisi, kendisinin halifesi olarak
görevlendirdi”, diyordu dinler.
Ancak Tanrı yok ise, insanın değerini
aldığı kutsal kaynak ya da kutsal görev ve sorumluluk da yoktur. Bu demektir
ki, insanın diğerlerinin üzerine otorite tesis etmesinin, “efendi”
olmasının, onlardan fayda sağlamasının dayanağı da yoktur. Tanrı’nın olmadığı
yerde insan ancak, diğer hayvanlardan biraz daha gelişmiş bir hayvan
olabilir. Tersten de söylenebilir; Tanrı yok ise; hayvanlar, gelişmemiş
insanlardır.!
“Hayvanları insanların seviyesine çıkarmak
mümkün değil ama insanları hayvan seviyesine indirmek pekâlâ mümkün. Tabi
zengin/güçlüleri değil, güçsüz ve fakir olanları.
İtalyan filozof, feminist kuramcı RosiBraidotti, İnsan
Sonrası isimli eserinde; “.. insan sonrası kuramı,
insanmerkezciliğin kibrine ve insanın aşkın bir kategori olarak ‘istisna
addedilmesine’ karşı çıkar” derken felsefeci ve Hayvan
Hakları aktivisti PaolaCavalieri de onunla
hemfikir; “İnsan Haklarından insanı çıkarmanın vakti geldi.” Yani
“İnsan” aşkın bir varlık değildir; dolayısı ile “İnsan Hakları” diye
özel bir kategoriden bahsedilemez. Hayvanlarla, insanlar ayrı kategorilerde,
ayrı haklarla savunulmamalı, tüm canlılar aynı haklara sahip olmalıdırlar”
diyorlar.
Prof. Harari, “Eğer seçkin bir millet insanlığın gelişimine devamlı
ön ayak oluyorsa onu insan türünün evrimine bir katkı sağlamayan diğerlerinden
üstün tutmalıyız” diyor. (İnsan ırkının gelişmesine destek verenler en
tepedeki zengin AnglaSakson Yahudi, beyaz kapitalistler, vermeyenler diğerleri
mi? Harari‘biz efendi olalım sizin köle olmanız gayet doğal, bunu
garipsememelisiniz, kabullenin’ demeye çalışıyor.)
“Yazarın devamında verip tartıştığı bir
örnek konuyu açıklar nitelikte: Komşusunun köpeğine, bahçe çitini aşan başka
bir köpeğin tecavüz ettiğini söylüyor. Köpek hamile
kalmıştır. Köpeğin başlangıçta istemediği ve kendi menfaatine
olmayan ancak evrimsel içgüdüleri nedeniyle sahiplendiği bu hamilelik
karşısında onun sorumlusu ve yöneticisi olan sahibine düşen görev nedir?
Cevap şöyle oluyor: Kendi
menfaatlerini bilemeyecek durumda olanlara karşı, tepki ve masraf ne olursa
olsun kısırlaştırma/kürtaj, hayvan vasilerinin ihmal edilemeyecek ahlâki
sorumluluğudur.
Eğer bizim perspektifimiz doğru ise bu
cümle; sermayenin, devletlere verdiği bir direktif olarak okunabilir: Bedeli
ve masrafı ne olursa olsun toplumların fikrini sormadan, kontrolsüz üremeye
izin vermemek dolayısı ile nüfuslarını azaltmak devletlerin sorumluluğudur.
Ve sıradan insanlara “Nasıl bir dünya
istiyorsunuz?” diye sormadan kanunları yapıyorlar. Benim de aklıma İstanbul
Sözleşmesi geliyor.” S. 27-39
3. Bölüm: Alternatif
Hikâyeler
Ailesiz Toplum
Dünyada ilk olarak İstanbul’da,
Türkiye’nin (hem de şerhsiz) imzaladığı bir sözleşme olduğu için İstanbul
Convention (Sözleşmesi) adını alan bu çalışma, daha şimdiden (şerhler koyarak
da olsa) 44 ülkenin imzaladığı dünya çapında bir projeye dönüştü.
İstanbul Sözleşmesi, II. Dünya Savaşı
sonrasında cephelerde eriyen erkek nüfus nedeniyle ortaya çıkan işçi
ihtiyacını, kadınları sanayiye çekerek kapatmaya çalışan sermaye destekli
projelerden biri olan cinsiyet eşitliği projesinin devamı olarak düşünülebilir.
Zeminini 1957 yılında
Avrupa Birliği çerçevesinde imzalanan Roma Anlaşmasının 119. maddesindeki
“Kadın Erkek Eşitliği”nden, fikri altyapısını Alfred Kinsey’den, dinamizmini
feminist hareketlerden, lojistik desteğini büyük sermayeden alıyor. Başlangıçta “Cinsiyet Eşitliği” olan
tanım genişleyerek İstanbul Sözleşmesinde, “Cinsiyet, Cinsel Yönelim,
Toplumsal Cinsiyet Eşitliği”ne dönüştü. Başta Kadın–Erkek eşitliği olan
ilke de, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği ile birlikte; Erkek, Kadın, Lezbiyen, Gay,
Biseksüel, Trans(LGBT) ve diğer formlar eşitliğine dönüştürüldü.
Neden Ailesiz Toplum?
Kapitalist dönemin ilk anlarından beri
aile ile sermaye arasında sorun olduğunu aydınlardan pek çoğu ifade ediyor.
Mesela Weber, “akılcı kapitalizmin gelişiminin
önünde en büyük engel ailedir. Özellikle birleşik akraba grubu (hısımlar)
ilişkileri kapitalizmin gelişimini boğar” diyordu.
Onların eleştirileri daha çok sermayenin
birikmesine engel olan süreçler üzerine yapılan eleştirilerdi. Sonraları egemenlerin şikâyeti ailenin,
egemenlerin müdahale edemediği izole alanlar var ediyor olmasından
duydukları rahatsızlığa yöneldi. TV, eğitim süreci, okul, sanal ortam, iş
dünyası, askerlik yani hayatın her alanı egemenlerin kontrolü altında olmasına
rağmen; aile, egemenlerin öğretilerini hiç umursamayıp dilediği öğreti ile
(kontrol dışı) çocuk yetiştiren bir alan var ediyordu. Jack Goody, “ailenin
kontrolü; hem toplum sosyolojisinin, hem ekonominin, hem de nüfusun kontrolü
demektir” derken; egemenlerin aileye olan ilgisinin nedenine vurgu
yapıyordu.
Ama her hâlükârda insana (işçi ve asker
olarak) ihtiyaçları vardı ve aileye muhtaçtılar.
Ancak eşiğinde olduğumuz “İnsan
ötesi, robotik, yapay zekâ” çağında, sanayi sonrası toplumdan kalan milyarlarca
insana ihtiyaç yok. Dolayısı ile atıkları/kalabalık nüfusu üreten
AİLE’ye de ihtiyaç yok.” Bu
nedenle öncelikle mevcut aile modelinin değiştirilip, idarecinin izni olmadan
çocuk edinilemeyen birliktelik formlarına geçilmesi gerektiğini düşünüyorlar ve
yeni/farklı aile formlarını toplumlara dayatıyorlar.
Bunun için ailenin tanımı dahi değiştirildi: Kadın, erkek ve çocuktan
müteşekkil aile “geleneksel aile” olup, geçmişi ifade eden bir
değere dönüştürülürken, “modern aile”; çocuğun aileye ancak
dışarıdan transfer edilebildiği yeni aile formları olarak kabul
edildi. Böylece toplumların bu “farklı aile formları”na yönlendirileceği
sürece girilmiş oldu.Bu sürecin anahtar kelimesi, “Toplumsal
Cinsiyet Eşitliği.”
Toplumsal Cinsiyet
Eşitliği
“Rocefeller Vakfının Amerikalı
zoolog Alfred Kinsey’e maddi yardım yapmaya başlama tarihi 1941’li
yıllara denk geliyor. Bu yardımlaşma Kinsey’in, 1947 yılında Rocefeller
Vakfı destekli Indiana Üniversitesi bünyesinde Cinsellik Araştırmaları
Enstitüsü'nü kurmasına kadar vardı. Kinsey, 1948 yılında çok sonraları büyük
bir manipülasyon ve sahtekarlık olarak da nitelendirilen “Erkek
Cinselliği” ve 1955 yılında “Kadın Cinselliği” üzerine yapmış olduğu
araştırmaları bir rapor olarak yayınladı. Yayınladığı raporlar Amerikan medyası
tarafından oldukça büyük bir ilgi ile karşılanır ve haftalarca gündemde
tutulur. Çıkan sansasyon sonucu Amerikan Barolar Birliği, Amerikan hukuk
sisteminde çok ciddi değişikliklere gitmek zorunda kalır. O güne kadar
Amerikan ceza sisteminde “suç” olarak kabul edilen zina, çocuk erotizmi,
kürtaj, evlilik öncesi cinsel ilişki, karı-kocaların birbirlerini aldatması ve
eşcinsellik vs. suç olmaktan çıkarılıp, normalleştirilir.
İlk kez 1968 yılında ABD’li psikanalist
Robert Stoller ‘SexandGender’
(Cinsiyet ve Toplumsal Cinsiyet) isimli kitabında, kadınlık-erkeklik
ile cinselliği birbirinden ayırarak “gender”(Toplumsal Cinsiyet)
kavramını kullandı. Bunun anlamı arzulardan/eğilimlerden çok biyolojik “Erkek”
ya da “Kız” olarak dünyaya gelenlerin “toplumsal cinsiyet” (gender) olarak
başka bir cinsiyet taşıyabilecekleriydi. Yani bir kız bedenine sıkışmış
erkekler, ya da erkek beynine sıkışmış kızlardı söz konusu olan.
Toplumsal Cinsiyetler ancak
Heteronormativiteyi inşa eden (namus, şeref, ırz talebinde bulunan,
Eşcinselliği reddeden Ahlâk erkeği-Peygamberleri kastediyorlar) erkeğin diğer
cinsiyetleri hapsettiği ikili cinsiyet (kadın erkek) rejiminin yıkılması ile
özgürleşebilecek cinsiyetlerdir. Bu manada Toplumsal cinsiyetlerin içinde
“Erkek” de “Kadın” da yoktur.
Toplumsal Cinsiyetlerin ilki
“Heteroseksüalitedir (Kadın-erkek ilişkisi) Bu diğer cinsiyetleri baskılayan,
zulüm üretenlerin cinsiyetidir ve “düşman” kuvvettir. Diğer toplumsal
cinsiyetlere yer açabilmek için onun geriletilmesi gerekir.
Dost Cinsiyetler: LGBTQ+ dır.
L : (Lezbiyen, kadın kadına ilişki)
G :
(Gay, erkek erkeğe ilişki)
B : (Biseksüel, kadın ve erkekle aynı anda ilişki.)
T : (Trans, karşı cins rolüne girerek
ilişki)
Q : (Queer: Ahlâk erkeğinin anormal sayıp dışladığı diğer
ilişki modelleri: (Pedofili, ensest, zoofili, porno, sadomazohizm, sadism,
oğlancılık, fetişistler, pornocular, pezevenkler, röntgenciler vs.)
S.48
Cinsiyet Özgürleşmesi
veya Toplumsal Cinsiyet Eşitliği
Cinsiyet Özgürleşmecileri, binlerce yıldır
erki elinde tutan, heteronormativiteyi kuran ahlâk erkeğinin “fıtrat
dayatması” kırılıp çocuklara cinsiyetsiz isimler verip,
cinsiyetsiz kıyafetler giydirip, cinsiyetsiz oyuncaklarla büyütüp, toplumun
binlerce yıldan süzerek getirdiği “erkek” ve “kız” rolleri öğretilmediğinde,
“kadınlık” ve “erkeklik” kategorilerinin tamamen ortadan kalkacağını,
çocukların kendi cinsel eğilimlerine yönelerek içlerindeki mesela gaylik,
lezbiyenlik veya translığı özgürce yaşayabileceklerini düşünürler.
O halde öncelikle kırılması gereken;
“normal erkek”, “normal kadın” tanımları ve özellikle normali
tanımlayan “erkek otorite”dir.
Ancak Martha Shelly’e göre ikili cinsiyet
rejiminin baskısından kurtulup “Toplumsal Cinsiyetleri” özgürleştirmek yeterli
bir sonuç değildir; O’nun hedefi çok daha büyüktür: “Biz radikal
eşcinsellerin ne istediğini size söyleyeyim: Bizi hoş görmenizi veya kabul
etmenizi değil, bizi anlamanızı istiyoruz sizden. Ve bu ancak sizin de
bizden biri olmanızla mümkün. İçinizde gömülü eşcinsellere
ulaşmak istiyoruz. Kafataslarınızın içindeki hapishanelere kapattığınız erkek
ve kız kardeşlerimizi özgürlüğe kavuşturmak istiyoruz.”
İstanbul Sözleşmesi ve Toplumsal Cinsiyet
Eşitliği
İstanbul Sözleşmesi bu “özgürlük ortamını”
sağlamakla, devleti görevlendiriyor: Sözleşmenin 14. Eğitim
Maddesinde kalıplaşmış toplumsal cinsiyet rollerinin yeni nesillere
taşınmaması için, “Toplumsal Cinsiyet Hakkı gibi konulara ilişkin
materyalleri öğretim müfredatına ve eğitimin her seviyesine eklemek için
gerekli adımları atmaktan devlet sorumludur” deniliyor.
Milli Eğitim Bakanlığı, ETCEP (Eğitimde
Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Projesi) ve ETCEP’in alt projesi olan OTCETA (Okullar
için Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Teminat Aracı) ile hazırlanan Toplumsal
Cinsiyet Eşitliğine Duyarlı Okul Standartları Kılavuzu ve El
Kitabı ile tüm Türkiye çapında bir standardın oturtulması için oldukça
mesafe aldı.
Üniversitelerimiz de sürecin gerisinde
kalmadı: YÖK aldığı bir karar ile üniversitelere, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği
Dersini zorunlu hale getirdi ve Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Tutum Belgesi
yayınlayarak, Yükseköğretim Kurulunun bütün bileşenlerinde Toplumsal
Cinsiyet Eşitliği’ne duyarlı olarak hareket edileceğini taahhüt etti.
Yalnız iş Diyanet Teşkilatına geldiğinde
sorun çok daha büyük; İstanbul Sözleşmesi, ”toplumsal olarak
klişeleşmiş rollerine dayalı ön yargıların, törelerin, geleneklerin ve diğer
uygulamaların kökünün kazınması amacıyla... (“kökünü kazımak”, hukuka
yakışan bir ibare olmamasına rağmen aynen bu şekilde İstanbul Sözleşmesi’ne
girmesi teklif ediliyor) devletin yükümlülüğüdür, diyor.
Dikkat buyurun, bizim gibi toplumlarda
toplumsal eşitsizliklerin kaynağı denilen şey, genelde dini
metinlerdir. Diğer kutsal kitaplarda olduğu gibi, Kur’an-ı Kerim’de de geçen
Lut Kavmi, eşcinsel ilişkiler ve kadın erkek ilişkileri üzerine olan ayetler
ile Arapçanın yapısından kaynaklı dişil ve eril (müzekker-müennes) kelimeli
ayetlerin tamamı bu konunun kapsamına giriyor. 2011 yılında imzalamış olduğumuz
İstanbul Sözleşmesi tam olarak yürürlüğe girerse ya Kur’an’ın ve diğer Kutsal
ve dini içerikli kitapların (İncil, Tevrat, Talmud, Buhari, Tirmizi, Müslim,
Mesnevi vs.) yok edilmesi ya da yeniden yazılması(!) gerekecek. Bu
hali ile Kur’an’ın ve diğer Kutsal Kitapların okunmasının, okutulmasının,
duyurulmasının, nesillerden nesillere aktarılmasının önüne geçmek devletin
sorumluluğudur.
Bu konuda Anayasa Mahkemesine başvurarak
Sözleşme’nin iptalini istemek de mümkün değil. Çünkü Anayasa’nın 90.
Maddesi “Uluslararası sözleşmelerde Anayasa Mahkemesi kendini sorumsuz
sayar ve Uluslararası Sözleşmeler uygulanır” derken, bu maddenin
kaldırılmasının yolunu da tıkıyor. Geriye Kur’an ayetlerinin veya yorumlarının
değiştirilmesinden başka bir seçenek kalmıyor.(Usulüne göre yürürlüğe konulmuş
temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı
konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda
milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır.)
Kadim Ailenin Hayat
Damarlarının Kesilmesi: İstanbul Sözleşmesi
Süreç tek boyutlu değil. Bir taraftan
çocuksuz, “haz yönelimli “ farklı aile formları (LGBT birliktelikleri)
meşrulaştırılıp özendirilirken, diğer taraftan da “çocuk yönelimli
aile” formu yıpratılmaya, “uzun süreli kadın erkek birlikteliğinin” önü
tıkanmaya çalışılıyor.
Dikkat edilirse bir taraftan 18 yaşına
kadar gençlerin evlenmeleri yasaklanıyor, diğer taraftan “0” yaşına
kadar “özgür seks” yolu açılan gençler, medya ve çevre üzerinden bitmez bir
cinsel tahrike maruz bırakılıyorlar. Bu ilişki biçimlerinin arasındaki farkın
nikâhsız birlikteliklerde cinsellik ne kadar erken başlarsa başlasın çocuk
olmazken, erken nikâhlı birlikteliklerin çocuk sayısını artırması olduğunu
düşünüyoruz. Çocukların yetişkinlerle veya kendi aralarındaki nikâhsız
beraberlikleri hamilelikle neticelenmiş olsa bile “çocuğa” dönüşmüyor. Yani
nüfus artışına sebep olmuyor.
Çünkü kadın, erkeğin sorumluluk alıp
kadınla uzun süreli bir birliktelik kurduğuna inandığında çocuk yapmaya razı
oluyor. (Ya da çocuğunu kürtaj ile öldürmeyip dünyaya gelmesine izin
veriyor.)Gündelik ilişkilerin neticesinde çocuk olmuyor. Bu nedenle olsa gerek
ki, erkeğin kadınla gündelik ve sorumluluk almayan ilişkilerle beraber
olması “kişisel özgürlük” alanı ile korumaya alınırken, kadınla uzun süreli
ilişkiye giren erkekler çeşitli şekillerde cezalandırılıyor.
Bu cezalandırmada da en önemli enstrümanın, İstanbul Sözleşmesi’nin 4.
maddesiyle kabul edilen “kadının korunması“ söylemi çerçevesinde
erkeğe yapılacak ayrımcılığın devlet politikasına dönüştürülmesi olduğu
kanaatindeyiz. Erkeğe yapılan ayrımcılık, ilk etapta kadını
koruyor gibi görünse de, “erkeğe” her an cezalandırılabilirsin mesajı vererek,
“kadınla uzun süreli beraberlikten” kaçınması gerektiği tehdidine dönüşüyor. Yani
maddenin asıl işlevinin kadının erkeğe karşı kışkırtılarak yalnızlaştırılması
olduğu kanaatindeyiz.
Erkeğe yapılacak ayrımcılık bir haksızlık olarak değerlendirilemez ve yapılacak
ayrımcılığa itiraz edilemez maddesi, bir başka madde ile de takviye ediliyor.
Erkeğin ne söylediğinin veya iddiasının, hatta olayın gerçekte ne olduğunun bir
önemi yok; “kadının beyanı esas alınır” deniliyor. Üstelik
kadın, iddiasını ispatla yükümlü de değildir hükmü ile de pozisyon
kuvvetlendiriliyor.
Özellikle dikkat edilmesi gerekir ki,
“kadının beyanı esastır” ilkesi ile hukukun en temel ilkesi olan “suç
ispat edilene kadar masumiyet karinesi” ters yüz edilip suçun ispatı,
iddia edenin sorumluğundan çıkarılıp, iddia edileni yükümlülük altında
bırakıyor.
Ancak erkeğin cezalandırılması için bir
suç işlemiş olması da gerekmiyor; İstanbul Sözleşmesi bu konuda “...
kadınların fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik zararı veya ızdırabı ile sonuçlanan
veya sonuçlanması muhtemel olan tüm eylemler toplumsal cinsiyete dayalı
şiddet anlamına gelir” diyor. Yani olmamış, yapılmamış, teşebbüs
edilmemiş ancak kadının önsezisi ile yapılacağından şüphelendiği muhtemel
ekonomik, cinsel veya fiziksel zarara yönelik bir hareket ya da “psikolojimi
bozuyor” dediği her şey, erkek için cezalandırılma gerekçesidir.
İstanbul Sözleşmesi tüm kadınları, adeta
niyet okuyabilen ve niyet okurken yanılma ihtimali bulunmayan saf, iyi niyetli,
hatasız ve kusursuz bir melek; tüm erkekleri ise her an, kadının
psikolojisini yüksek kalitede tutmaktan sorumlu potansiyel kötülük makinesi
olarak görüyor.
Böyle bir süreç, ahlâki/ruhi herhangi
problemi bulunmayan bir kadın için, şiddetten koruma misyonu görebilir. Ancak
kadın, ahlâken ve ruhen sağlığı yerinde olmayan, hırslı, intikamcı, ahmak,
menfaatçi, düzenbaz veya öfke, kıskançlık, kin gibi nedenlerle kontrolünü kaybetmiş
biri ise ne olacak?
Artık örneklerine rastladığımız mevcut uygulamanın erkeklere verilmiş; “kadının,
her an psikolojisinin bozulması, kıskançlık, hırs ya da intikam duygusu ile
seni, senelerce tecavüzcü koğuşuna atabileceği bir birliktelikten uzak dur”, mesajı
olduğu kanaatindeyiz.
Ev hayvanlarını bile
sokağa atarken merhamete gelip hayvanı sokağa atan keyfiyet sahibine ceza
veren kanunların, ailenin erkeğini kadının keyfine göre sokağa atarken hiç bir
şeyi umursamamasını başka türlü izah edemiyoruz. (Çocukların babalarını sokağa atmanın,
çocukların üzerindeki psikolojik etkisi ile ilgili tartışmaları ise sadece
hatırlatıp geçiyoruz.)
Ancak erkeğin cezalandırılabilmesi ve
birlikteliğe ara verilmesi için “kadının şikâyet etmesine
de gerek yok” diyor İstanbul Sözleşmesi; “Kadın, erkekten şikâyet etmiyorsa,
mutlaka erkekten korktuğu için şikâyet etmiyordur” şüphesini
bahane ederek: Hizmetlerin sunumu mağdurun fail hakkında şikâyette
bulunması veya aleyhinde tanıklık etmesine bağlı olmayacaktır”
hükmünü getiriyor. Yani kadın, “Biraz tartıştık sesimiz yükseldi,
hepsi bu. Şikâyetçi değilim. Mahkemeye de çıkmam, aleyhinde şahitlik de etmem,
size ne” dese de adam cezalandırılır, diyor sözleşme. Sözleşmenin “hizmet”
dediğinin, erkeğin kadına yaklaştırılmaması olduğunu da hatırlatalım.
İstanbul Sözleşmesi, “kadın, şiddet
ortamına çevre baskısı sebebi ile dönüyor” bahanesinden hareketle parçalanmakta
olan aile yeniden birleşmesin diye de, tedbir alıyor ve şiddet döngüsünü kırma
adına, çiftlerin arasını yapabilecek uzlaşmacılara da yasak getiriyor.
Devlet, “...uzlaştırma da dâhil zorunlu alternatif uyuşmazlık
çözüm süreçlerini yasaklamak üzere gerekli hukuki veya diğer
tedbirleri alır” diyor ve uzlaşmacılık yapan sivil biri ise 15 günden
3 aya kadar, resmi kolluk kuvveti ise 3 yıla kadar ceza veriyor ve kolluk
kuvvetlerine de sorumluluk yüklüyor.Yani olur da polis memuru, “Ablam, yıkma
yuvanı” gibi bir cümle ağzından kaçırırsa cezası 3 yılı buluyor.
Ama kendi yuvalarından atılan ve
genellikle kalabilecekleri bir başka evleri ya da partnerleri olmayan;
toplumun, ailesinin, arkadaşlarının ve çocuklarının önünde küçük düşürülmüş,
aşağılanmış hissettirilen erkeklerden gelen şiddet, bu uygulamalar ile
azalmıyor tam aksine öldürülen kadın sayısı artıyor.
Üstelik kadının ya da erkeğin kendi
yuvasından atılabileceği düşüncesi toplum tarafından olumlu olarak
algılanamadığından bu evlilikler devam edemiyor ve boşanma ile
neticeleniyor. (S.93-99)
4.Bölüm: Kim Bunlar
İslâm'ın gücü, Modernizmin
zehirlerini (akılcılık, bireysellik ve özgürlük) aşıp kitleleri etrafında
toparlamayı başarabiliyor olmasından kaynaklanıyor. Hala İslâmi Cemaatler
ekonomik veya bürokratik statüsü yükselen kesimlerden bile salikler toplayıp
milyonları peşlerinde koşturabiliyorlar. Eğer o cemaatlerin birinden
peygamberimsi bir lider çıkıp büyük kitleleri ikna etmeyi başarabilirse,
fakirler için ümit, egemenler için tehdit kapıları açılabilir.
Müslüman Dünya, 1. Dünya Savaşında aldığı
ağır yenilginin travmasını henüz üzerinden atabilmiş değil. Özellikle zihinsel
sindirilmişlik ve sömürgecilik hali tüm coğrafyada hâkim.
Demokrasi, liberalizm, bireysellik,
akılcılık, özgürlük gibi Modernizmin temel sloganlarının da sonuna geldik.
Tarihin en özgür çağında tarihin hiç bir döneminde olmadığı kadar tek düze bir dünya
kuruldu. Herkes aynı şehirlerde, aynı parklarda, aynı evlerde, aynı
kıyafetlerle, aynı eğitimle, aynı sloganlarla yaşamaya çalışıyor. Her şeyi
aynileştiren süreç, devletleri de ortadan kaldırarak şirketlerin hâkim olduğu
sorgulanamaz, eleştirilemez yüce insanların (Homo DEUS) yönettiği bir dünya
kurmakta.
Eğer kalabalıklar, kitleleri milyonlarca
birleşemez parçaya bölen akılcılık, bireysellik ve özgürlük
zokalarının panzehirini geliştirip bir araya gelmeyi başaramazlarsa
ne demokrasinin, ne bireyselliğin, ne özgürlüğün ne de diğer sanki varmış gibi
olan hakların hiç birinin kalmayacağı, “süper egemenlerin” yönettiği “süper
bir diktatörya”ya uyanacaklarını düşünüyorum. (S.115-127)
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 350 / Ocak 2020
___________________
(1) Ahmet Hakan Çakıcı çalışmalarını https://www.ahmethakancakici.com/ internet
adresinden paylaşmakta.