Ailesiz Toplum, Modern Family... Ya Sonrası? - Alparslan Aydar

Ailesiz Toplum, Modern Family... Ya Sonrası?

Bu sayıda tanıtacağımız eser, Ahmet Hakan Çakıcı tarafından kaleme alınan “Ailesiz Toplum, Modern Family... Ya Sonrası?” isimli eserdir. Son yıllarda sıkça karşılaştığımız “İstanbul Sözleşmesi”nden kaynaklı problemlerin tarihi arka planını da ele alan yazar, şu tesbitte bulunmaktadır: 'Müslüman Dünya, 1. Dünya Savaşı'nda aldığı ağır yenilginin travmasını henüz üzerinden atabilmiş değil. Demokrasi, liberalizm, bireysellik, akılcılık, özgürlük gibi Modernizmin temel sloganlarının da sonuna geldik. Tarihin en özgür çağında tarihin hiç bir döneminde olmadığı kadar tek düze bir dünya kuruldu. Herkes aynı şehirlerde, aynı parklarda, aynı evlerde, aynı kıyafetlerle, aynı eğitimle, aynı sloganlarla yaşamaya çalışıyor. Her şeyi aynileştiren süreç, devletleri de ortadan kaldırarak şirketlerin hâkim olduğu sorgulanamaz, eleştirilemez yüce insanların (Homo DEUS) yönettiği bir dünya kurulmasını teklif etmektedir.'


Ailesiz Toplum, Modern Family... Ya Sonrası?
Ahmet Hakan Çakıcı
Mütalaa Yayınları
Mîsak Dergisi
Sayı: 350 / Ocak 2020

İstanbul Sözleşmesi kadına diyor ki: "Sen eziliyorsun. 'Güçlü Kadın' olmalısın. Sakın korkma, arkandayım. Erkek, senin kıymetini bilmez ve sana kabalaşırsa, haber et! Evden atalım. Aylarca sokaklarda süründürelim. İlişkiyi sen belirle. Sen istemeden sana dokunursa, 12 yıl 6 ay hapse atalım. İspat istemem, ne dersen inanacağım. Yeter ki, haberdar et. Baktın ki, adam olmayacak. Boşa gitsin. Tazminatla ümüğüne kadar sömürür, ömür boyu nafaka ödemeye mahkûm ederim. 'Beden, senin bedenin,' zahmetini sen çekeceksin. İstersen doğurursun, istersen aldırırsın. Erkek niye karışıyor? Boşanınca da istersen genelevde kalmaya başla, çocuk senindir, endişe etme.”

Sonra erkeğin kulağına fısıldıyor: “Sen deli misin, bütün kadınlar senin! Evlensen ne olacak? Karın istediği an seni sokağa atacak, çocuklarının, komşularının, ailenin önünde rezil edecek. İspat yükümlülüğü olmayan bir tecavüz suçlaması ile en az 12 yıl hapse atacak. Boşanıp kurtulayım desen mal varlığına tazminat diye el koyacak. Ömür boyu nafaka diye, başına bela olan kadına ve sevgililerine bakacaksın. Çocuk istesen ne olacak? Kadın, çocuğu ister yapar, ister öldürür(kürtaj). Yapsa ve boşansan, 2 yıla kalmaz çocuğu sana düşman eder. İster gösterir, ister göstermez. Sana düşman edilmiş çocuğa yıllarca nafaka yetiştirmeye çalışıp duracaksın.

Onun yerine, “evlenme ümidi verdiğin” birçok kadın bulup onlarla yaşa. Sakın evlenme. Ondan ona gez. Çok daha kaliteli hizmet alırsın. Kimse seni evlilik içi tecavüzle suçlamaz. Nafaka, tazminat, hapis korkusu da olmaz. Akıllı ol! Bütün kadınlar senin, diyorum. Anlamıyor musun?”

Ahmet Hakan Çakıcı(1) tarafından kaleme alınan “Ailesiz Toplum, Modern Family...Ya Sonrası? isimli eser, konuyu son dönemlerde sıkça karşılaştığımız “İstanbul Sözleşmesi”nden kaynaklı problemlerin tarihi arka planını da ele alıyor olmasıyla önemli bir boşluğu doldurdu.

 

1.Bölüm: Büyük Sarsıntılar

Egemenler ile alt tabaka ilişkisi tarih boyunca bir zorunluluktu. Çünkü egemenlerin hem hizmetlerini görecek (köle, işçi, memur vs.) hem de onlar adına savaşacak insanlara ihtiyaçları vardı. Wendy Brown, “bu zorunlu ilişkinin sonuna geldik; zenginlerin, çalıştırmak ya da savaştırmak için fakirlere ihtiyacı yok. Artık onların yapay zekâlı robotları var” diyor. Makineleşmenin ya da robot teknolojisinin ulaşabileceği sonuçları özellikle 2. Dünya Savaşı sırasında fark eden devletler süreci, bir centilmenlik anlaşması ile dondurmuşlardı. Devletler hala bu süreci korumaya çalışıyor olsalar da, devletlerden daha büyük örgütlere dönüşen özel şirketler böyle bir centilmenliği artık umursamıyorlar. Robotlaşma,  makineleşme ve yapay zekâyı her alana sokabilecek düzeye getirdiler.

Devletler işsiz kalacak milyonları düşünerek bu alandaki gelişmeleri bir müddet daha geciktirmeye uğraşsalar da özel sektör çoktan işe el attı. Onlar devletlerin endişelerine sahip değiller! (...)Tahmin edebildiğimiz kadarı ile kabaca şu an bildiğimiz mesleklerin neredeyse yarısı 30 yıl içinde yok olacak gibi duruyor.  Bu da o meslek dallarında çalışan ya da çalışmayı ümit eden milyarların işsiz kalması, bir gelirden mahrum olması demek.
II. Dünya Savaş’ında ölen insan sayısı 70 milyon civarındayken bu sürecin tahminen beş milyar insanın hayatını etkileyeceğini söylersek olayın ciddiyeti hakkında bir fikir verebileceğimizi ümit ediyorum.

 

Iskartalar En Büyük Sorun

Bu sürece “Yaratıcı Yıkım” diyorlar. “Kazanan Hepsini Alır” mantığı üzerine kurulu. Geçmişte Kapitalistlerin en büyük masraf kalemleri “işçi ücretleri” idi. Artık gelirden işçi ücretlerine ayrılan payın neredeyse tamamı, geliştirilen teknoloji ile patrona kalacak. Mesela Google 2012 de 14 milyar dolar kâr ederken çalıştırdığı insan sayısı 38 binden azdı. Ama General Motors’un 1979 yılında 11 milyar dolar kâr elde ederken çalıştırdığı insan sayısı 840 bindi. 1970’lerde 2 milyar dolarlık bir firmanın ortalama istihdam ettiği çalışan sayısı 20.000’lerde iken, 2014’te 19 milyar dolara Facebook’a satılan WhatsApp’ta çalışan sayısı sadece 55’tir. 2011’de Apple’ın Kuzey Carolina’daki Maiden kasabasına inşa ettiği milyar dolarlık, yüzlerce dönüme yayılan pahalı tesislerin sadece 50 tam zamanlı istihdam yaratmış olması Amerika’da gündem olmuştur.

Sorun şu ki; kazanan hepsini aldığında orta sınıf tamamen yok olacak, pazar çooook daralacak demektir. İşçilere pay ayrılmadığında üretilen ürünleri kim alacak? Hangi para ile alacak?

Büyük kapitalistler de bu sorunu görüyor ve endişe ediyorlar. Ancak rekabet yarışında geri kalma korkusu öyle kuvvetli ki; sonda bekleyen felaketi göre göre, uçuruma doğru yapılan bu yarışı durdurmak, kimse için mümkün görünmüyor.

Zygmunt Bauman, “Dünya, ıskarta insan, (işsiz) tüketilmiş mal ve eşyanın çöpleri ile doldu. Modernite için, bir varlık olan insanın ıskartaya (çöpe) dönüşmesi ile eşyanın çöpe dönüşmesi aynıdır. Atık insanlar hız kesmeden çoğalıp muazzam miktarlara ulaşırken gezegendeki çöp alanları ve atığı geri dönüşüme sokacak araçlar giderek azalmakta.’ Bundan sonra gündemimiz, ‘atık insanların ve insani atıkların tasfiyesi’dir diyor.

Prof. Noah Harari’nin “işsizler” için kullandığı terim ise “gereksizler.”  Ve diyor ki; “Askeri ve ekonomik olarak vazgeçilmez olan yoksulları korumak yerine kendi çıkarları için hareket eden 20. yüzyıl elitleri, 21. yüzyılda üçüncü sınıf insanları (gereksizleri) taşıyan vagonları (her ne kadar acımasız olsa da) tamamen geride bırakmak ve sadece birinci sınıfla geleceğe doğru ilerlemek istiyor.” 

 

Peki Ne Olacak Bu Kadar İşsiz (Atık)?

Muhtemeldir ki, kitleler bu soruya cevap bulması için iki mercie dönüp bakacaklar:

a) Devletler

Karl Marx’tan alıntılayacağım birkaç kelimeyi buraya taşımak istiyorum.

“Aydınlanma Hareketi Tanrı’yı öldürünce insanları devlet için ölmeye, çalışmaya, fedakârlıkta bulunmaya ikna edebilmenin başka yollarını aradı. Ve ‘Yüce Millet’ miti çerçevesinde ‘devlet’ Tanrı’nın koltuğuna oturtuldu.  Bayrak, vatan, millet, milli marş vs gibi yeni kutsallar üretilerek yeni ibâdet biçimleri (törenler) geliştirildi. Devlet rızası ile Tanrı’nın rızası örtüştürüldü. Ancak bu kavramlar çerçevesinde ikna edilebilenler hemen her toplumda %5-15 gibi oranlarda kaldı. Bu sorunu çözemeyen modern ulus devletler,  toplumlarını para ile kiralayarak itaati satın alma yoluna gittiler ve sadakatleri karşılığında toplumu ücretlendirmeye (memuriyet) başladılar.”Ancak devletlerin her ay bu kadar büyük bir kitleye maaş ödeyebilecek kaynakları (5-6 sömürgeci ülke hariç) yoktu. [Hala yok] Bunun için sermayeye gittiler ve her ay maaşları ödemek için borç istediler. Büyük tefeciler de onlara kendi şartlarını kabul etmeleri [yani ülkenin kaynaklarını onlara açmaları] halinde bu parayı temin etmeyi kabul ettiler. Karl Marx daha 1800’lerde “bunu kabul ettiklerinden beri iktidarlar, zenginlerin idare kurulundan başka bir şey değiller... onlar çoktan sermayenin tarafına geçtiler... kitlelerin iktidar diye gördükleri birer gölgeden ibaret... İktidarlar meşruiyetlerini bu ilişkiyi gizleyebilmekten alırlar” diyordu.
Dikkat ederseniz büyük tefeciler ne zaman borç vermeyi (memur, emekli maaşlarını ödemeyi) reddederlerse ya da geciktirirlerse gelişmekte olan ülkeler krizlere girerler. Sonuçta sermayenin istediği olur ve kriz aşılır.

Bunun anlamı şu; modern ulus devletlerin bu sorunu çözebilme ihtimalleri oldukça zayıf. Bu sorunu çözebilmek için geliştirecekleri her türlü çözüm önerisi, kitlelerin gelir seviyesinde düşüş anlamına geleceğinden ‘kitlelerin alıştırılmış oldukları konfor seviyesi’ tarafından dirençle karşılanacaktır. 

Öngörümüz odur ki, büyük sermaye, kitlelerin içine düşeceği büyük sarsıntılardan doğacak öfke ve nefreti  devletlerin üzerine yönlendirerek, kendi kitlelerinin elleriyle devletleri tasfiye edecek. Bu demektir ki, ulus devletlerin yakın zamanda daha da büyük sorunları olacak. Kendilerini kurtarma derdi fakirlere derman olma derdinden daha büyük bir dert olarak onların önünde durmakta.

Bize göre, “İşsizlere ne olacak?” sorusuna cevap verecek ikinci ve gerçek muhatap sermaye.

b) Sermaye

Aydınlanma Hareketi “fakirleri, güçsüzleri, yetimleri, garipleri koruyan Tanrı’yı” yok etti. Tanrı’nın olmadığı yerde hiç bir fakir, zenginlere dönüp “sizin yığdıklarınızda bizim hakkımız var” diyemez. Çünkü “kanuni” olarak buna hakları yoktur. Ve kanunları 300 yıldır sermaye yapıyor.
Hülasası şu; sermayenin fakirlere destek olmasını istemek iğrençliktir, Ahlâksızlıktır. Böyle bir şey mümkün değil.

Sermayenin, şehirlere yığılmış işsiz kitleler için yardım etmek yerine başka teklifleri var: İşsizlerin/atık insanların 8 milyarı bulan nüfuslarını 300-500 milyonlara indirmek. (Sayın Rockefeller’in, ışıklar içinde yatmaya gitmeden kısa bir süre önce verdiği röportajda “Sistemin işlemesi için 300-500 milyon insana ihtiyacımız var. Gerisi fazlalık” kelimesinden hareketle veriyorum rakamı.)

Diyorlar ki, şehirlere yığılmış 8 milyarı bulan kalabalıkları eğer ürememeye ya da üremeyle sonuçlanmayacak ilişkilere razı edebilirsek birkaç nesil içinde sorun çözülür. Biz de onlara büyük acılar çektirmek zorunda kalmayız. 

Bu nasıl olacak? Soykütük Teorisi ve toplumsal baş dönmesi ile. S.9-25

 

2. Bölüm: Soykütük ve Başdönmesi

Nietzsche ve Soykütük

Soykütük terorisi, Nietzsche’nin “arî ırk” fikrinin zemini ve Batılı emperyalist düşüncenin zihinsel kodlarının haritası gibi duruyor. Nietzsche’nin “arî ırk” teorisinin hayata geçirildiği Hitler Almanya’sının insanlığa nasıl bedeller ödetmiş olduğu görüldüğü halde Batı’da hala popülaritesini koruyor olmasını Batılı zihnin kendisinde vehmettiği “üstün/arî ırk” düşüncesinin derin bir nehir olarak derinlerde akmakta olduğuna delil olarak okunabileceği kanaatindeyiz.

Bu konularda yazıp çizen hemen herkesin ortak paydası olan ve bir şekilde kendisinden referans göstermek zorunda hissettiği Nietzsche’den bir alıntı yaparak, bu çevrenin, fakirler hakkındaki çözüm önerisinin ne olabileceği hususunda bir fikir vermek istiyorum: “Ellerinde yeni doğmuş bir çocukla bir adam, kutsal adama yaklaştı: “Ne yapmalıyım bu çocukla?”diye sordu. “Zavallı, biçimsiz, çirkin, ölmek için yeterince yaşamışlığı yok. Öldür gitsin!” diye bağırdı kutsal adam, korkunç bir sesle; “Öldür ve kollarında üç gün üç gece tut, kendine bir anı yaratmak için. Böylece bir daha zamanı gelmedikçe çocuk yapmayacaksın.” Adam bunları duyunca düş kırıklığı ile yürüdü gitti. Çoğu insan bu kutsal adamı, bir zulmü, bu çocuğun ölmesini onadığı için ayıpladı. “Yaşamasına izin vermek daha zalimce olmaz mı?” diye cevapladı kutsal adam.

Bizim kanaatimiz egemenlerin tam da Nietzsche’nin bu öğüdü üzerine hareket ettikleri yönündedir.

Gayatri Spivak’ın “Batılı entellektüeli, Batı emperyalizminden bağımsız görmek bir aldanmadır” sözünün çerçevesinde değerlendirdiğim Nietzsche’nin soykütük teorisi, insan sonrası dönemin fikri temelini teşkil ediyor.
Hayvan Hakları

“İnsan” ancak Tanrı’nın varlığı ile var olabilir. “Tanrı,  her şeyi yarattı ve sadece insana ruhundan üfleyerek” (Hicr Sûresi:29) O’nu hayvanlardan ayırdı, insan kıldı. Hayvanları ve diğer mahlûkatı da onun hizmetine koşarak, O’nu tüm mahlûkatın efendisi, kendisinin halifesi olarak görevlendirdi”,  diyordu dinler.

Ancak Tanrı yok ise, insanın değerini aldığı kutsal kaynak ya da kutsal görev ve sorumluluk da yoktur. Bu demektir ki, insanın diğerlerinin üzerine otorite tesis etmesinin, “efendi” olmasının, onlardan fayda sağlamasının dayanağı da yoktur. Tanrı’nın olmadığı yerde insan ancak, diğer hayvanlardan biraz daha gelişmiş bir hayvan olabilir. Tersten de söylenebilir; Tanrı yok ise; hayvanlar, gelişmemiş insanlardır.!

“Hayvanları insanların seviyesine çıkarmak mümkün değil ama insanları hayvan seviyesine indirmek  pekâlâ mümkün. Tabi zengin/güçlüleri değil, güçsüz ve fakir olanları.

İtalyan filozof, feminist kuramcı RosiBraidottiİnsan Sonrası isimli eserinde; “.. insan sonrası kuramı, insanmerkezciliğin kibrine ve insanın aşkın bir kategori olarak ‘istisna addedilmesine’ karşı çıkar derken felsefeci ve Hayvan Hakları aktivisti PaolaCavalieri de onunla hemfikir; “İnsan Haklarından insanı çıkarmanın vakti geldi.” Yani “İnsan” aşkın bir varlık değildir; dolayısı ile “İnsan Hakları”  diye özel bir kategoriden bahsedilemez. Hayvanlarla, insanlar ayrı kategorilerde, ayrı haklarla savunulmamalı, tüm canlılar aynı haklara sahip olmalıdırlar” diyorlar. 

Prof. Harari, “Eğer seçkin bir millet insanlığın gelişimine devamlı ön ayak oluyorsa onu insan türünün evrimine bir katkı sağlamayan diğerlerinden üstün tutmalıyız” diyor. (İnsan ırkının gelişmesine destek verenler en tepedeki zengin AnglaSakson Yahudi, beyaz kapitalistler, vermeyenler diğerleri mi? Harari‘biz efendi olalım sizin köle olmanız gayet doğal, bunu garipsememelisiniz, kabullenin’ demeye çalışıyor.)

“Yazarın devamında verip tartıştığı bir örnek konuyu açıklar nitelikte: Komşusunun köpeğine, bahçe çitini aşan başka bir köpeğin tecavüz ettiğini söylüyor. Köpek hamile kalmıştır.  Köpeğin başlangıçta istemediği ve kendi menfaatine olmayan ancak evrimsel içgüdüleri nedeniyle sahiplendiği bu hamilelik karşısında onun sorumlusu ve yöneticisi olan sahibine düşen görev nedir?

Cevap şöyle oluyor: Kendi menfaatlerini bilemeyecek durumda olanlara karşı, tepki ve masraf ne olursa olsun kısırlaştırma/kürtaj, hayvan vasilerinin ihmal edilemeyecek ahlâki sorumluluğudur.

Eğer bizim perspektifimiz doğru ise bu cümle; sermayenin, devletlere verdiği bir direktif olarak okunabilir: Bedeli ve masrafı ne olursa olsun toplumların fikrini sormadan, kontrolsüz üremeye izin vermemek dolayısı ile nüfuslarını azaltmak devletlerin sorumluluğudur.

Ve sıradan insanlara “Nasıl bir dünya istiyorsunuz?” diye sormadan kanunları yapıyorlar. Benim de aklıma İstanbul Sözleşmesi geliyor.” S. 27-39

 

3. Bölüm: Alternatif Hikâyeler

Ailesiz Toplum

Dünyada ilk olarak İstanbul’da, Türkiye’nin (hem de şerhsiz) imzaladığı bir sözleşme olduğu için İstanbul Convention (Sözleşmesi) adını alan bu çalışma, daha şimdiden (şerhler koyarak da olsa) 44 ülkenin imzaladığı dünya çapında bir projeye dönüştü.

İstanbul Sözleşmesi, II. Dünya Savaşı sonrasında cephelerde eriyen erkek nüfus nedeniyle ortaya çıkan işçi ihtiyacını, kadınları sanayiye çekerek kapatmaya çalışan sermaye destekli projelerden biri olan cinsiyet eşitliği projesinin devamı olarak düşünülebilir.

Zeminini 1957 yılında Avrupa Birliği çerçevesinde imzalanan Roma Anlaşmasının 119. maddesindeki “Kadın Erkek Eşitliği”nden, fikri altyapısını Alfred Kinsey’den, dinamizmini feminist hareketlerden, lojistik desteğini büyük sermayeden alıyor. Başlangıçta “Cinsiyet Eşitliği” olan tanım genişleyerek İstanbul Sözleşmesinde, “Cinsiyet, Cinsel Yönelim, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği”ne dönüştü. Başta Kadın–Erkek eşitliği olan ilke de, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği ile birlikte; Erkek, Kadın, Lezbiyen, Gay, Biseksüel, Trans(LGBT) ve diğer formlar eşitliğine dönüştürüldü. 

 

Neden Ailesiz Toplum?

Kapitalist dönemin ilk anlarından beri aile ile sermaye arasında sorun olduğunu aydınlardan pek çoğu ifade ediyor. Mesela Weber, “akılcı kapitalizmin gelişiminin önünde en büyük engel ailedir. Özellikle birleşik akraba grubu (hısımlar) ilişkileri kapitalizmin gelişimini boğar” diyordu.

Onların eleştirileri daha çok sermayenin birikmesine engel olan süreçler üzerine yapılan eleştirilerdi. Sonraları egemenlerin şikâyeti ailenin, egemenlerin müdahale edemediği izole alanlar var ediyor olmasından duydukları rahatsızlığa yöneldi. TV, eğitim süreci, okul, sanal ortam, iş dünyası, askerlik yani hayatın her alanı egemenlerin kontrolü altında olmasına rağmen; aile, egemenlerin öğretilerini hiç umursamayıp dilediği öğreti ile (kontrol dışı) çocuk yetiştiren bir alan var ediyordu. Jack Goody, “ailenin kontrolü; hem toplum sosyolojisinin, hem ekonominin, hem de nüfusun kontrolü demektir” derken; egemenlerin aileye olan ilgisinin nedenine vurgu yapıyordu.

Ama her hâlükârda insana (işçi ve asker olarak) ihtiyaçları vardı ve aileye muhtaçtılar. 

Ancak eşiğinde olduğumuz “İnsan ötesi, robotik, yapay zekâ” çağında, sanayi sonrası toplumdan kalan milyarlarca insana ihtiyaç yok.  Dolayısı ile atıkları/kalabalık nüfusu üreten AİLE’ye de ihtiyaç yok.” Bu nedenle öncelikle mevcut aile modelinin değiştirilip, idarecinin izni olmadan çocuk edinilemeyen birliktelik formlarına geçilmesi gerektiğini düşünüyorlar ve yeni/farklı aile formlarını toplumlara dayatıyorlar.
Bunun için ailenin tanımı dahi değiştirildi: Kadın, erkek ve çocuktan müteşekkil aile “geleneksel aile” olup, geçmişi ifade eden bir değere dönüştürülürken, “modern aile”; çocuğun aileye ancak dışarıdan transfer edilebildiği yeni aile formları olarak kabul edildi. Böylece toplumların bu “farklı aile formları”na yönlendirileceği sürece girilmiş oldu.Bu sürecin anahtar kelimesi, “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği.”

 

Toplumsal Cinsiyet Eşitliği

“Rocefeller Vakfının Amerikalı zoolog  Alfred Kinsey’e maddi yardım yapmaya başlama tarihi 1941’li yıllara denk geliyor. Bu yardımlaşma Kinsey’in, 1947 yılında Rocefeller Vakfı destekli Indiana Üniversitesi bünyesinde Cinsellik Araştırmaları Enstitüsü'nü kurmasına kadar vardı. Kinsey, 1948 yılında çok sonraları büyük bir manipülasyon ve sahtekarlık olarak da nitelendirilen “Erkek Cinselliği” ve 1955 yılında “Kadın Cinselliği” üzerine yapmış olduğu araştırmaları bir rapor olarak yayınladı. Yayınladığı raporlar Amerikan medyası tarafından oldukça büyük bir ilgi ile karşılanır ve haftalarca gündemde tutulur. Çıkan sansasyon sonucu Amerikan Barolar Birliği, Amerikan hukuk sisteminde çok ciddi değişikliklere gitmek zorunda kalır. O güne kadar Amerikan ceza sisteminde “suç” olarak kabul edilen zina, çocuk erotizmi, kürtaj, evlilik öncesi cinsel ilişki, karı-kocaların birbirlerini aldatması ve eşcinsellik vs. suç olmaktan çıkarılıp, normalleştirilir.

İlk kez 1968 yılında ABD’li psikanalist Robert Stoller ‘SexandGender’ (Cinsiyet ve Toplumsal Cinsiyet) isimli kitabında,  kadınlık-erkeklik ile cinselliği birbirinden ayırarak “gender”(Toplumsal Cinsiyet) kavramını kullandı. Bunun anlamı arzulardan/eğilimlerden çok biyolojik “Erkek” ya da “Kız” olarak dünyaya gelenlerin “toplumsal cinsiyet” (gender) olarak başka bir cinsiyet taşıyabilecekleriydi. Yani bir kız bedenine sıkışmış erkekler, ya da erkek beynine sıkışmış kızlardı söz konusu olan.

Toplumsal Cinsiyetler ancak Heteronormativiteyi inşa eden (namus, şeref, ırz talebinde bulunan, Eşcinselliği reddeden Ahlâk erkeği-Peygamberleri kastediyorlar) erkeğin diğer cinsiyetleri hapsettiği ikili cinsiyet (kadın erkek) rejiminin yıkılması ile özgürleşebilecek cinsiyetlerdir. Bu manada Toplumsal cinsiyetlerin içinde “Erkek” de “Kadın” da yoktur.

Toplumsal Cinsiyetlerin ilki “Heteroseksüalitedir (Kadın-erkek ilişkisi) Bu diğer cinsiyetleri baskılayan, zulüm üretenlerin cinsiyetidir ve “düşman” kuvvettir. Diğer toplumsal cinsiyetlere yer açabilmek için onun geriletilmesi gerekir.

Dost Cinsiyetler: LGBTQ+ dır.

L : (Lezbiyen, kadın kadına ilişki)

: (Gay, erkek erkeğe ilişki)

B : (Biseksüel, kadın ve erkekle aynı anda ilişki.)

T : (Trans, karşı cins rolüne girerek ilişki)

Q : (Queer: Ahlâk erkeğinin anormal sayıp dışladığı diğer ilişki modelleri: (Pedofili, ensest, zoofili, porno, sadomazohizm, sadism, oğlancılık, fetişistler, pornocular, pezevenkler, röntgenciler vs.) S.48

 

Cinsiyet Özgürleşmesi veya Toplumsal Cinsiyet Eşitliği

Cinsiyet Özgürleşmecileri, binlerce yıldır erki elinde tutan, heteronormativiteyi kuran ahlâk erkeğinin “fıtrat dayatması”  kırılıp çocuklara cinsiyetsiz isimler verip, cinsiyetsiz kıyafetler giydirip, cinsiyetsiz oyuncaklarla büyütüp, toplumun binlerce yıldan süzerek getirdiği “erkek” ve “kız” rolleri öğretilmediğinde, “kadınlık” ve “erkeklik” kategorilerinin tamamen ortadan kalkacağını, çocukların kendi cinsel eğilimlerine yönelerek içlerindeki mesela gaylik, lezbiyenlik veya translığı özgürce yaşayabileceklerini düşünürler.

O halde öncelikle kırılması gereken; “normal erkek”, “normal kadın” tanımları ve özellikle normali tanımlayan  “erkek otorite”dir.

Ancak Martha Shelly’e göre ikili cinsiyet rejiminin baskısından kurtulup “Toplumsal Cinsiyetleri” özgürleştirmek yeterli bir sonuç değildir; O’nun hedefi çok daha büyüktür: “Biz radikal eşcinsellerin ne istediğini size söyleyeyim: Bizi hoş görmenizi veya kabul etmenizi değil, bizi anlamanızı istiyoruz sizden. Ve bu ancak sizin de bizden biri olmanızla mümkün. İçinizde gömülü eşcinsellere ulaşmak istiyoruz. Kafataslarınızın içindeki hapishanelere kapattığınız erkek ve kız kardeşlerimizi özgürlüğe kavuşturmak istiyoruz.”

 

İstanbul Sözleşmesi ve Toplumsal Cinsiyet Eşitliği

İstanbul Sözleşmesi bu “özgürlük ortamını” sağlamakla, devleti görevlendiriyor: Sözleşmenin 14. Eğitim Maddesinde kalıplaşmış toplumsal cinsiyet rollerinin yeni nesillere taşınmaması için, “Toplumsal Cinsiyet Hakkı gibi konulara ilişkin materyalleri öğretim müfredatına ve eğitimin her seviyesine eklemek için gerekli adımları atmaktan devlet sorumludur” deniliyor.

Milli Eğitim Bakanlığı, ETCEP (Eğitimde Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Projesi) ve ETCEP’in alt projesi olan  OTCETA (Okullar için  Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Teminat Aracı) ile hazırlanan Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine Duyarlı Okul Standartları Kılavuzu ve El Kitabı ile tüm Türkiye çapında bir standardın oturtulması için oldukça mesafe aldı.

Üniversitelerimiz de sürecin gerisinde kalmadı: YÖK aldığı bir karar ile üniversitelere, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Dersini zorunlu hale getirdi ve Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Tutum Belgesi yayınlayarak, Yükseköğretim Kurulunun bütün bileşenlerinde Toplumsal Cinsiyet Eşitliği’ne duyarlı olarak hareket edileceğini taahhüt etti.

Yalnız iş Diyanet Teşkilatına geldiğinde sorun çok daha büyük; İstanbul Sözleşmesi, ”toplumsal olarak klişeleşmiş rollerine dayalı ön yargıların, törelerin, geleneklerin ve diğer uygulamaların kökünün kazınması amacıyla... (“kökünü kazımak”, hukuka yakışan bir ibare olmamasına rağmen aynen bu şekilde İstanbul Sözleşmesi’ne girmesi teklif ediliyor) devletin yükümlülüğüdür, diyor. 

Dikkat buyurun, bizim gibi toplumlarda toplumsal eşitsizliklerin kaynağı denilen şey, genelde dini metinlerdir. Diğer kutsal kitaplarda olduğu gibi, Kur’an-ı Kerim’de de geçen Lut Kavmi, eşcinsel ilişkiler ve kadın erkek ilişkileri üzerine olan ayetler ile Arapçanın yapısından kaynaklı dişil ve eril (müzekker-müennes) kelimeli ayetlerin tamamı bu konunun kapsamına giriyor. 2011 yılında imzalamış olduğumuz İstanbul Sözleşmesi tam olarak yürürlüğe girerse ya Kur’an’ın ve diğer Kutsal ve dini içerikli kitapların (İncil, Tevrat, Talmud, Buhari, Tirmizi, Müslim, Mesnevi vs.) yok edilmesi ya da yeniden yazılması(!) gerekecek. Bu hali ile Kur’an’ın ve diğer Kutsal Kitapların okunmasının, okutulmasının, duyurulmasının, nesillerden nesillere aktarılmasının önüne geçmek devletin sorumluluğudur. 

Bu konuda Anayasa Mahkemesine başvurarak Sözleşme’nin iptalini istemek de mümkün değil. Çünkü Anayasa’nın 90. Maddesi “Uluslararası sözleşmelerde Anayasa Mahkemesi kendini sorumsuz sayar ve Uluslararası Sözleşmeler uygulanır” derken, bu maddenin kaldırılmasının yolunu da tıkıyor. Geriye Kur’an ayetlerinin veya yorumlarının değiştirilmesinden başka bir seçenek kalmıyor.(Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır.)

 

Kadim Ailenin Hayat Damarlarının Kesilmesi: İstanbul Sözleşmesi

Süreç tek boyutlu değil. Bir taraftan çocuksuz, “haz yönelimli “ farklı aile formları (LGBT birliktelikleri) meşrulaştırılıp özendirilirken, diğer taraftan da “çocuk yönelimli aile” formu yıpratılmaya, “uzun süreli kadın erkek birlikteliğinin” önü tıkanmaya çalışılıyor.

Dikkat edilirse bir taraftan 18 yaşına kadar gençlerin evlenmeleri yasaklanıyor, diğer taraftan “0”  yaşına kadar “özgür seks” yolu açılan gençler, medya ve çevre üzerinden bitmez bir cinsel tahrike maruz bırakılıyorlar. Bu ilişki biçimlerinin arasındaki farkın nikâhsız birlikteliklerde cinsellik ne kadar erken başlarsa başlasın çocuk olmazken, erken nikâhlı birlikteliklerin çocuk sayısını artırması olduğunu düşünüyoruz. Çocukların yetişkinlerle veya kendi aralarındaki nikâhsız beraberlikleri hamilelikle neticelenmiş olsa bile “çocuğa” dönüşmüyor. Yani nüfus artışına sebep olmuyor.

Çünkü kadın, erkeğin sorumluluk alıp kadınla uzun süreli bir birliktelik kurduğuna inandığında çocuk yapmaya razı oluyor. (Ya da çocuğunu kürtaj ile öldürmeyip dünyaya gelmesine izin veriyor.)Gündelik ilişkilerin neticesinde çocuk olmuyor. Bu nedenle olsa gerek ki, erkeğin kadınla gündelik ve sorumluluk almayan ilişkilerle beraber olması “kişisel özgürlük” alanı ile korumaya alınırken, kadınla uzun süreli ilişkiye giren erkekler çeşitli şekillerde cezalandırılıyor.
Bu cezalandırmada da en önemli enstrümanın, İstanbul Sözleşmesi’nin 4. maddesiyle  kabul edilen “kadının korunması“ söylemi çerçevesinde erkeğe yapılacak ayrımcılığın devlet politikasına dönüştürülmesi olduğu kanaatindeyiz.  Erkeğe yapılan ayrımcılık, ilk etapta kadını koruyor gibi görünse de, “erkeğe” her an cezalandırılabilirsin mesajı vererek, “kadınla uzun süreli beraberlikten” kaçınması gerektiği tehdidine dönüşüyor. Yani maddenin asıl işlevinin kadının erkeğe karşı kışkırtılarak yalnızlaştırılması olduğu kanaatindeyiz. 
Erkeğe yapılacak ayrımcılık bir haksızlık olarak değerlendirilemez ve yapılacak ayrımcılığa itiraz edilemez maddesi, bir başka madde ile de takviye ediliyor. Erkeğin ne söylediğinin veya iddiasının, hatta olayın gerçekte ne olduğunun bir önemi yok; “kadının beyanı esas alınır” deniliyor. Üstelik kadın, iddiasını ispatla yükümlü de değildir hükmü ile de pozisyon kuvvetlendiriliyor.

Özellikle dikkat edilmesi gerekir ki, “kadının beyanı esastır” ilkesi ile hukukun en temel ilkesi olan “suç ispat edilene kadar masumiyet karinesi” ters yüz edilip suçun ispatı, iddia edenin sorumluğundan çıkarılıp, iddia edileni yükümlülük altında bırakıyor. 

Ancak erkeğin cezalandırılması için bir suç işlemiş olması da gerekmiyor; İstanbul Sözleşmesi bu konuda “... kadınların fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik zararı veya ızdırabı ile sonuçlanan veya sonuçlanması muhtemel olan tüm eylemler toplumsal cinsiyete dayalı şiddet anlamına gelir” diyor. Yani olmamış, yapılmamış, teşebbüs edilmemiş ancak kadının önsezisi ile yapılacağından şüphelendiği muhtemel ekonomik, cinsel veya fiziksel zarara yönelik bir hareket ya da “psikolojimi bozuyor” dediği her şey, erkek için cezalandırılma gerekçesidir.

İstanbul Sözleşmesi tüm kadınları, adeta niyet okuyabilen ve niyet okurken yanılma ihtimali bulunmayan saf, iyi niyetli, hatasız ve kusursuz bir melek;  tüm erkekleri ise her an, kadının psikolojisini yüksek kalitede tutmaktan sorumlu potansiyel kötülük makinesi olarak görüyor.

Böyle bir süreç, ahlâki/ruhi herhangi problemi bulunmayan bir kadın için, şiddetten koruma misyonu görebilir. Ancak kadın, ahlâken ve ruhen sağlığı yerinde olmayan, hırslı, intikamcı, ahmak, menfaatçi, düzenbaz veya öfke, kıskançlık, kin gibi nedenlerle kontrolünü kaybetmiş biri ise ne olacak? 
Artık örneklerine rastladığımız mevcut uygulamanın erkeklere verilmiş; kadının, her an psikolojisinin bozulması, kıskançlık, hırs ya da intikam duygusu ile seni, senelerce tecavüzcü koğuşuna atabileceği bir birliktelikten uzak dur”, mesajı olduğu kanaatindeyiz.

Ev hayvanlarını bile sokağa atarken merhamete gelip hayvanı sokağa atan keyfiyet sahibine ceza veren kanunların, ailenin erkeğini kadının keyfine göre sokağa atarken hiç bir şeyi umursamamasını başka türlü izah edemiyoruz. (Çocukların babalarını sokağa atmanın, çocukların üzerindeki psikolojik etkisi ile ilgili tartışmaları ise sadece hatırlatıp geçiyoruz.)

Ancak erkeğin cezalandırılabilmesi ve birlikteliğe ara verilmesi için “kadının şikâyet etmesine de gerek yok” diyor İstanbul Sözleşmesi; “Kadın, erkekten şikâyet etmiyorsa, mutlaka erkekten korktuğu için şikâyet etmiyordur” şüphesini bahane ederek: Hizmetlerin sunumu mağdurun fail hakkında şikâyette bulunması veya aleyhinde tanıklık etmesine bağlı olmayacaktır” hükmünü getiriyor. Yani kadın, “Biraz tartıştık sesimiz yükseldi, hepsi bu. Şikâyetçi değilim. Mahkemeye de çıkmam, aleyhinde şahitlik de etmem, size ne” dese de adam cezalandırılır, diyor sözleşme. Sözleşmenin “hizmet” dediğinin, erkeğin kadına yaklaştırılmaması olduğunu da hatırlatalım.

İstanbul Sözleşmesi, “kadın, şiddet ortamına çevre baskısı sebebi ile dönüyor” bahanesinden hareketle parçalanmakta olan aile yeniden birleşmesin diye de, tedbir alıyor ve şiddet döngüsünü kırma adına, çiftlerin arasını yapabilecek uzlaşmacılara da yasak getiriyor. Devlet,  “...uzlaştırma da dâhil zorunlu alternatif uyuşmazlık çözüm süreçlerini yasaklamak üzere gerekli hukuki veya diğer tedbirleri alır” diyor ve uzlaşmacılık yapan sivil biri ise 15 günden 3 aya kadar, resmi kolluk kuvveti ise 3 yıla kadar ceza veriyor ve kolluk kuvvetlerine de sorumluluk yüklüyor.Yani olur da polis memuru, “Ablam, yıkma yuvanı” gibi bir cümle ağzından kaçırırsa cezası 3 yılı buluyor.

Ama kendi yuvalarından atılan ve genellikle kalabilecekleri bir başka evleri ya da partnerleri olmayan; toplumun, ailesinin, arkadaşlarının ve çocuklarının önünde küçük düşürülmüş, aşağılanmış hissettirilen erkeklerden gelen şiddet, bu uygulamalar ile azalmıyor tam aksine öldürülen kadın sayısı artıyor.

Üstelik kadının ya da erkeğin kendi yuvasından atılabileceği düşüncesi toplum tarafından olumlu olarak algılanamadığından bu evlilikler devam edemiyor ve boşanma ile neticeleniyor. (S.93-99)

 

4.Bölüm: Kim Bunlar

İslâm'ın gücü, Modernizmin zehirlerini (akılcılık, bireysellik ve özgürlük) aşıp kitleleri etrafında toparlamayı başarabiliyor olmasından kaynaklanıyor. Hala İslâmi Cemaatler ekonomik veya bürokratik statüsü yükselen kesimlerden bile salikler toplayıp milyonları peşlerinde koşturabiliyorlar.  Eğer o cemaatlerin birinden peygamberimsi bir lider çıkıp büyük kitleleri ikna etmeyi başarabilirse, fakirler için ümit, egemenler için tehdit kapıları açılabilir.

Müslüman Dünya, 1. Dünya Savaşında aldığı ağır yenilginin travmasını henüz üzerinden atabilmiş değil. Özellikle zihinsel sindirilmişlik ve sömürgecilik hali tüm coğrafyada hâkim.

Demokrasi, liberalizm, bireysellik, akılcılık, özgürlük gibi Modernizmin temel sloganlarının da sonuna geldik. Tarihin en özgür çağında tarihin hiç bir döneminde olmadığı kadar tek düze bir dünya kuruldu. Herkes aynı şehirlerde, aynı parklarda, aynı evlerde, aynı kıyafetlerle, aynı eğitimle, aynı sloganlarla yaşamaya çalışıyor. Her şeyi aynileştiren süreç, devletleri de ortadan kaldırarak şirketlerin hâkim olduğu sorgulanamaz, eleştirilemez yüce insanların (Homo DEUS) yönettiği bir dünya kurmakta.

Eğer kalabalıklar, kitleleri milyonlarca birleşemez parçaya bölen akılcılık, bireysellik ve özgürlük zokalarının panzehirini geliştirip bir araya gelmeyi başaramazlarsa ne demokrasinin, ne bireyselliğin, ne özgürlüğün ne de diğer sanki varmış gibi olan hakların hiç birinin kalmayacağı, “süper egemenlerin” yönettiği “süper bir diktatörya”ya uyanacaklarını düşünüyorum. (S.115-127)

 

Mehmed Zahid Aydar

Mîsak Dergisi

Sayı: 350 / Ocak 2020

 

___________________

(1) Ahmet Hakan Çakıcı çalışmalarını https://www.ahmethakancakici.com/ internet adresinden paylaşmakta.