İlim Bilmez Tarih Hatırlamaz - Alparslan Aydar

İlim Bilmez Tarih Hatırlamaz

Batı Avrupa’daki ilim-bilim anlayışının değişmesi, bilgi-güç ilişkisi, her şeyi tahakkümü altına alan ilerleme fikri, hümanizm, akılcılık ve bireycilik gibi temayüllerin güçlenmesi, felsefe öncelikli ilim ve fikir anlayışı, ‘orijinalite’ ve yenilik tasavvuru, gerileme çöküş edebiyatları, modernleşme zihniyeti ve çabaları... gibi unsurlar; medrese eğitim sistemi ve muteber kitapların şerhine ve haşiyesine dayanan telif tarzını adetâ mahkûm etmiştir. İsmail Kara’nın kaleme aldığı ‘İlim Bilmez Tarih Hatırlamaz’ (Şerh ve Haşiye Meselesine Dair Birkaç Not) isimli eseri, İmam-ı Gazalî (bazan İbn Rüşd, İbn Haldun) sonrasını İslâm düşüncesinin zayıfladığı, durduğu, çöktüğü dönem olarak değerlendiren ve bu hükmü (sloganı) Müslüman ilim ve kültür adamlarına, ilim muhitlerine de kabul ettiren müsteşriklerin, siyasî-akademik ‘operasyon’la şerh ve haşiye literatürünü de sıradan bir alan haline getirdiğini ifade etmektedir. Tarihin içinden bugüne doğru hareket ettiğimizde ciddiyetle üzerine eğilmemiz gereken hususlardan ilki şerh ve haşiye sisteminin, ‘metin’ ve ‘kitap’ üzerine yapılmış, doğru ve yerinde anlamaya, ilmi muhafazaya, devamlılığı sağlamaya ve malumatı olabildiğince kaydetmeye dönük, fonksiyonel ve katılımcı yoğun çabaların ürünlerinden biri olduğunu izah etmektedir.

İlim Bilmez Tarih Hatırlamaz
İsmail Kara
Dergâh Yayınları
Mîsak Dergisi
Sayı:276 / Kasım 2013

Şerh ve haşiye Merkezli birçok tarihi ve aktüel meseleyi, bu arada ilim anlayışı, metin türleri, dil-ifade biçimleri, medrese eğitim sistemi, telif adabı, kitap teknikleri konularını ele alan ve tartışan bu çalışmanın birbiriyle irtibatlı birkaç maksadı, bazı soruları ve arayışları var. Türkiye’de ve İslâm dünyasında şerh ve haşiye literatürü hakkında, XIX ve XX. Yüzyılda teşekkül etmiş, bir kısmı katı denebilecek birçok hüküm, hayli menfi tasvirler ve ziyadesiyle ironik ifadeler bulunmasına rağmen, bu meseleye tahsis edilmiş sorgulayıcı ve kuşatıcı akademik herhangi bir araştırmanın, kayda değer metodolojik bir metnin olmayışı ilk muharrik sebep olarak zikredilebilir.” (S.5)

“Asırlara hükmederek gelen meşru ve başarılı bir telif tarzı ve yaygın bir ilmi faaliyet türü, XIX ve XX. asırda nasıl hantal, gayrı meşru, güven telkin etmeyen, gelişigüzel ve zayıf bir alan haline ge(tiri)lebilmiştir? Batı Avrupa’daki ilim-bilim anlayışının değişmesi, bilgi-güç ilişkisi, her şeyi tahakkümü altına alan ilerleme fikri, hümanizm, akılcılık ve bireycilik gibi temayüllerin güçlenmesi, felsefe öncelikli ilim ve fikir anlayışı, ‘orijinalite’ ve yenilik (bizde ictihat) odaklı ilim ve fikir tarihi tasavvuru, gerileme çöküş edebiyatları, modernleşme zihniyeti ve çabaları... gibi unsurlar bu süreçte ne derecede belirleyici veya yönlendirici bir etkiye sahip olmuştur? Bütün bu süreçlerin ve anlayışların İslâm dünyasına intikalinde ve kabul görmesinde Oryantalizm nerede duruyor? Gazalî (bazan İbn Rüşd, İbn Haldun) sonrasını İslâm düşüncesinin zayıfladığı, durduğu, çöktüğü dönem olarak değerlendiren ve bu hükmü (sloganı) Müslüman ilim ve kültür adamlarına, ilim muhitlerine de kabul ettiren müsteşrikler bu siyasî-akademik ‘operasyon’la şerh ve haşiye literatürünü de sıradan bir alan haline mi getirmiş oldular?” (S.5-6)

“Bütün bu sorular şerh ve haşiye meselesini, çok geç kalınmış da olsa yeniden ele almayı ve mevcut yaklaşımları, hükümleri ve değerlendirmeleri tenkitçi bir bakış açısıyla bir daha gözden geçirmeyi, bu konularda yeni bir metodoloji ve bakış açısı inşa etmeyi zaruri kılmaktadır.” (S.7)

“İlim olsun da bilmesin, tarih olsun da hatırlamasın; olacak şey midir bu? Evet, öyledir, ilim her şeyi bilmez, tarih her şeyi hatırlamaz. Gelişigüzel şeyleri veya önünüze getirilenleri değil de bir şeyi bilmek ve hatırlamak için bir iradenin, bir davanın ve iddianın, bir hayat tarzı arayışının devreye girmesi lazım. Bizim meselemiz açısından belki daha da ehemmiyetli olan neyi, ne kadar, nasıl bileceğimiz; neleri, niçin, ne ölçüde hatırlayacağımız, nihayet önceliklerimizin ne olacağı sorularıdır.” (S.8)

 

Mukaddime

“İslâm klasiklerini anlamak ve onların statülerini, zenginlik ve değerlerini tayin etmek için başvurulması zaruri olan unsurlardan biri olarak şerh ve haşiye meselesine, geçmişten bugüne doğru gelerek baktığımızda karşılaşacağımız tablo ile bugünden geriye doğru giderek baktığımızda karşılaşacağımız tablonun aynı olmadığına daha işin başında işaret etmemiz lazım. Aynı meseleye iki farklı akış üzerinden bakmanın meselenin mahiyetini ve muhtevasını ne kadar değiştireceği sanırım aşağıdaki paragraflardan daha iyi anlaşılacaktır.

Şerh ve haşiye literatürünün sadece İslâm ilim ve kültür havzasına ait bir hadise ve telif türü olmadığı malumdur. (…) Hemen bütün ilim ve sanat alanlarına şamil olan felsefi şerhler bir kitabı, bir müellifi esas alıyor gibi gözükmesine rağmen aslında merkeze alınan metnin gidilebildiği kadar daha öncesine (mübeşşirlerine) ve sonrasına (muakkip ve münekkitlerine) uzanarak, aynı zamanda muasırların görüşlerine de yer vererek, kendi durduğu yere göre eklemeler, tenkitler, tasfiyeler, tasnifler yaparak hakikat arayışını sürdürmekte, bu yolla ilmi / bilgiyi genişletip derinleştirmektedir.” (S.15)

“İslâm dünyasında metinler üzerine yapılan şerh çalışmalarını dar manasıyla İslâmi ilimlerle sınırlandırmak da doğru bir yol olmayacaktır. Kadim dünyada şerh ve haşiye yazmak sadece meşru ve muteber bir ilmî-talimî faaliyet ve telif tarzı değil aynı zamanda ilim yolcusu olmanın bir gereği, hoca-talebe münasebetlerinin tabii ve hatta zaruri bir uzantısıdır; bu yüzden günümüzden çok farklı olarak felsefeden dil bilimlerine, matematikten musikiye, ilmihalden lügatlere, çocuklar için yazılmış kitaplara kadar hemen her alanda hükmünü yürütmektedir.” (S.16)

 

Tarihten Bugüne Gelirken Şerh ve Haşiye

Metin, Şerh ve Medrese Sistemi

 

1. ‘Metin’ ve ‘Etraf’ı

Tarihin içinden bugüne doğru hareket ettiğimizde ciddiyetle üzerine eğilmemiz gereken hususlardan ilki şerh ve haşiye türünün, ilmin kaynaklarından biri olarak ‘metin’ ve ‘kitap’ üzerine yapılmış, doğru ve yerinde anlamaya, ilmi muhafazaya, devamlılığı sağlamaya ve malumatı olabildiğince kaydetmeye dönük, fonksiyonel ve katılımcı yoğun çabaların ürünlerinden biri olduğudur. Metin ve kitap deyince Müslüman hafızanın (belki bütün hafızaların) ilk hatırlayacağı şey Kur’an-ı Kerim’dir (kutsal kitaptır.) Metin ve kitap kendinden bir otoriteye, toplumsal/insanî diyebileceğimiz ilavelerle büyüyen, yükselen mühim bir değere ve kurucu, sürdürücü bir iksire sahiptir. Çünkü söz / kelam oradadır. Bu noktada Kur’an-ı Kerim’in (kutsal kitapların) tefsiri ve bunu harekete geçiren sebepler ile diğer kitapların şerhi ve sebepleri arasındaki ayırım teknik bir ayırım olmaktan öteye geçmez. Dolayısıyla ilk örneklerini Hz. Peygamber’de gördüğümüz tefsirin, Kur’an’ın bazı anlaşılmayan kelimelerini (Garibu’l-Kur’an’ı) tek tek veya ayetlerin toplu manalarını, işaretlerini Peygamber’in dilinden ortaya koyan, açıklayan tefsirlerin aynı zamanda ilk şerh örnekleri olduğu rahatlıkla söylenebilir. (İslâm ilim tarihinde bazı şerhlerin tefsir, tevil olarak adlandırıldığı ve birçok tefsir için şerh, haşiye, talikat türünden eserlerin yazıldığı da malumdur). Kur’an ayetlerinin tefsirinde takip edilen metodun ve riayet edilen hususların farklı metinlerin şerhinde etkili, belirleyici ve yol gösterici olduğunda şüphe yoktur.” (S.19)

Şerh ve haşiye meselesini doğru ve yerinde görebilmek için ‘metin’ ve ‘kitap’ merkezli anlama ve yorumlama çabalarının tamamı hesaba katılmalıdır. Teknik olarak bir metni açma ve açıklamaya, tamamlamaya, ikmal etmeye, irtibatlarını genişletip yeniden kurmaya, derinleştirmeye, tenkit, tahkik ve tashih etmeye, teferruatlandırmaya ... doğru seyreden çalışmalara tefsir, şerh, haşiye, talik( at), tafsil, tevil, izah, zeyl, tetimme, beyan, tekmile, fevâid gibi isimler verilirken, buna karşılık bir metni tahkim ederek sıkılaştırmaya, kısaltmaya, fazlalıklardan arındırmaya, ezberlenebilirlik ve kuşatılabilirlik kabiliyetini artırmaya, sistematik ve talimi hale getirmeye, özetlemeye, seçmeler yapmaya ... dönük çalışmalar ise ihtisar, muhtasar, hülasa, telhis, mülahhas, müntehab, muktetaf diye adlandırılıyor. Aslında bunların hepsi için şerh kelimesinin kullanıldığı malumdur; metin etrafında yapılan her türden açma, anlama, açıklama, kapalılıkları ve metnin problemlerini giderme, tahlil, düzenleme, itiraz, tenkit, tashih, ifadeleri daha vasıflı hale getirme, bölümlendirme, dönemle irtibatlandırma, tamamlama ... çalışmalarının en genel ismi şerhtir.” (S.20-24)

 

2. Şerh, Tedris, Medrese

“Şerh ve haşiye geleneğinin medreselerle, bu kurumların inşa edip yerleştirdiği eğitim-öğretim tarzıyla, ilim siyasetiyle ve tedris üslubuyla yakın irtibatlı olarak ortaya çıkıp geliştiği hususu umumiyetle bilinen fakat yeterince göz önüne alınıp değerlendirilmeyen bir vakıadır.

Birçok şerh ve haşiye dibacesinde yer alan ‘âlim bir dostumun / talebelerimin / bu kitabı okuyanların / meslektaşımın / devlet adamının ... bu metnin / kitabın meselelerini açmam, zor / muğlak kısımlarını açıklamam, ıstılahlarını tarif etmem istikametindeki ısrarlı arzularını yerine getirmek için bu eseri telif ettim’ mealindeki sözler, şerh ve haşiyelerle eğitim süreçleri, hoca - talebe münasebetleri ve ilim meclisleri arasındaki doğrudan ve besleyici ilişkiyi açıkça ortaya koymaktadır. Şerh ve haşiye türü eserler sanıldığının aksine sadece okurken başvurulan metnin problemlerini çözmez; bu onların en alt düzeyde üstlendiği fonksiyonlardan sadece bir tanesidir. Şerh ve haşiyenin yaptığı esas büyük iş metnin problemlerini çözmek üzerinden bizzat problemi, metni, dili ve ilim talibi olan okuyucusunu bir üst kademeye çıkarması, bunun için onu teşvik etmesi, hatta zorlamasıdır. Şerh ile haşiye ile talikat ile bir metnin problemini çözen kişi sadece mesleğinin ve yolunun içinde bulunduğu seviyedeki problemlerini çözmüş olmaktan dolayı değil daha yukarıda bir seviyede, daha sistematik ve teferruatlı, daha derin ve bu yüzden takibi daha fazla mesai isteyen yeni problemler edinmiş olmak yüzünden ilimle irtibatı gelişmiş ve kuvvetlenmiştir. Birçok büyük âlim ve yazarın kendi eseri için bir de şerh, haşiye veya muhtasar, telhis türünden farklı kademelerde eserler yazma ihtiyacını hissetmesi de bu eğitim-öğretim tarzı, bu yaklaşım, amaç ve usullerle alakalı olmalıdır.”(S.28-29)

“Bu kademeli durum ilimlerin medreselerdeki okunma sistemine de çok uygundur. Tam teşekküllü bir medresede veya İslâmi ilimleri kâmil düzeyde okutmayı düşünen bir müderrisin programında ilimler üç kademede; iktisar, iktisa ve istiksâ seviyelerinde, bazan bu üç seviye de kademeli olarak tahsil edilir. Mesela bir medrese talebesi tefsir dersini iktisar düzeyinde Celâleyn’den, iktisa düzeyinde Hâzin’den ve istiksâ düzeyinde Kadı Beydavî veya Zemahşerî’ den takip ederek okur.” (S.32) (1)

“Şerh ve haşiye geleneği açısından bakıldığında medreselerin ve tedris tarzının, nihayet müessese siyasetinin bazı standartlar ve teamüller oluşturduğundan bahsedilebilir. Tarihin zora girdiği dönemlerde bazan dezavantaj haline de gelebilen, ama esas itibariyle müsbet çalışan bu standart ve teamüller sırasıyla a) İntikal / Tederrüs / Tevarüs, b) Tedris / İdame (Aktarma / Sürdürme) ve c) Telif/Tenkit (Yeniden inşa / yeniden üretme) başlıkları altında toplanabilir.”(S.41)”

a) “İlim (ve irfan) esas itibariyle hiyerarşik ve otoriter bir yapıya sahiptir; bilgi yukarıdan aşağıya doğru akar, bu yüzden üstadla talebe ilim önünde eşit değildir, en azından biri verici biri alıcıdır. Tevarüs mekanizmasının işletilmesinin ilk kademesi diyebileceğimiz talim ve tedris, bir başka ifade ile ilmin intikali, aktarımı, talebe açısından ilmin tesahübü aynı zamanda bir bilgi mantığının, bir üslubun ve ahlâkın, bir değerler ve teamüller dünyasının oluşması, sürdürülmesi ve tahkim edilerek devredilmesi demektir. Bu sürecin giderek kuvvetlenen bir mensubiyet fikri ortaya çıkardığı ve bunu besleyen damarları güçlendirdiği, bazan katılaştırdığı aşikârdır.

Medreseler ve tarikatlarla birlikte ilim ve irfan dünyasının daha güçlü, belirleyici ve yaygın bir unsuru haline gelen icazet ve hilafet, teknik ve manevi özelliklerinden ötede kaynağa, hiyerarşiye, mensubiyete, âdap-erkâna ve besleyici damarlara işaret eder. (İcazet ve hilafetin yerine kullanılan silsile, halka, zincir, şecere kelimelerinin dikkate değer sembolik anlamları da vardır). İlim ve irfan kişiyle başlamaz ve bitmez; ilmin kaynağı ‘yukarıda’dır ve metafizik / manevi boyutları vardır. Bütün silsileler, icazet ve hilafetnameler bir âlimler ve arifler silsilesi üzerinden ilim ve irfanın kaynağı olarak Hz. Peygamber’e, Cebrail’e, onların vasıtasıyla Yüce Allah’a çıkar. Bu yüzden icazet alan kişinin hocası başta olmak üzere yukarıya doğru bütün ulema ve arifler manevi bir değere ve hususi bir anlama sahiptir.” (S.41)

b) “İcazet alarak okutma yetkisine sahip olan medrese talebesi ikinci kademede bir taşıyıcılık ve aktarıcılık vasfı kazanacak, tedris faaliyetine başlamış biri olarak hocasının, yetişme çevresinin ve tesahüp ettiği metinlerin üslubunu, tavrını, zevk ve neşvesini (asgari düzeyde aynen) sürdürürken daha kabiliyetli ve iddialı olan bazıları aynı zamanda kendine ait bir yolun ve üslubun da arayışı içine girecektir.” (S.45)

c) Üçüncü aşamada ise telif-şerh-haşiye-ictihad-tenkit süreçleri devreye girecektir. Tedris, taklit, tahkik, nakil kademelerinden geçen ilim talibi üstadların bir kısmı bütün bu tecrübelerini harmanlayarak, tenkit ve tahlil mekanizmalarını işleterek ilmin bir sonraki nesle nasıl ve hangi dil ile aktarılacağını tartışır ve buna göre; yeni sorular sorar, kendi döneminin problemlerini ve arayışlarını soru veya cevap şeklinde, doğrudan veya dolaylı ifadelerle ilim havuzuna dâhil eder, itirazlarda bulunur / itirazları cevaplandırır, metinde olmayan paralel veya muhalif farklı rivayetlere, görüşlere yer vererek onları tartışır ve gerekirse telif eder, bilgiler, rivayetler ve görüşler için farklı hiyerarşiler kurar yahut mevcut hiyerarşileri değiştirir, tarifleri yeniler veya tahkim eder, kavram çerçevelerini gözden geçirir, yeni açıklamalar, düzenlemeler, taksimler / tasnifler, yorumlar ve değerlendirmeler yapar, ekleme ve çıkarmalarda bulunur, hedef kitleye göre metnin dilini yeniden kurar, bazı ibareleri sönükleştirirken bazılarını görünür kılar, tahric ve tahkiklerde bulunur, kaynakları gösterir... Bir başka deyişle hem seçicilik / tercih vazifesinin farkında olarak vasıflı bir ‘süzgeç’ rolünü üstlenir hem de geleceği hesaba katarak o günün şartlarında kuruculuk / inşa mesuliyetini omuzlarında hissederek istikbalde yürünecek yolun işaret taşlarını döşer, istikametler gösterir.” (S.46)

 

3. Metnin Adabı ve Ahlâkı

“Elbette bütün bu ilişkiler ağının ve süreçlerin bir ahlâkı, bir adap ve erkânı, nihayet bunlarla irtibatlı olarak yer yer sembollerle ve hususi işaretlerle seslenen-konuşan-yazan bir dili de oluşmuştur. İlme, hocaya, kitaba, metne saygıyı (riayeti) ihlal etmeden her türlü tenkidi ve tashihi yapmayı deneyen, farklı ve aykırı görüşleri zikretmekten kaçınmayan, münasip bir yolunu bulup kendi tercihlerini ifade etmek isteyen, umumiyetle de ağır akan, taşıdığı iddiayı hemen göstermeyen bu dilin grameri gerçekten ince elenip sık dokunmuş, bu yüzden de çözülmesi bir terbiye, farklı bir dikkat, bir tür ihtisas isteyen bir gramer oluşmuştur.” (S.52)

“Cevdet Paşa’nın Belâgat-i Osmaniye’sini şerh eden el-Hac İbrahim Efendi’nin Şerh-i Belâgat’i da (Ek-6) bu adabın işleyişi, üslubu ve inceliklerini görmek açısından iyi bir örnektir.” (S.54)

“Şerh ve haşiye türünü İslâmi ilimler ve kültür alanları için önemli bir saha olarak düşünmek elbette bu adı taşıyan bütün metinlere otomatik olarak ve eşit seviyede bir ehemmiyet, değer ve statü kazandırmak anlamına gelmeyecektir. Bu türün de çok başarılı, orta düzeyde ve düşük kıratta örnekleri vardır ve bu gayet tabiîdir.

İlim talebi ve tedris sürecine katılan belli bir idrak düzeyinin üstündeki herkes, kendisine üstadlar, metinler ve dersler üzerinden intikal edenlerle okuyup öğrendiklerini aynen aktarır veya daha vasıfsız olarak naklederse bunun giderek tekrara, zaafiyete, durağanlığa ve çürümüşlüğe yol açacağını bilir. Aynı şekilde kaynağı ve onun mantığını unutur yahut bünyeye uygun olmayan ve kurucu mantığa zıt ilavelerde bulunursa bunun varacağı yerin de sapma ve bozulma olacağını kavrar. Hem geleneği sürdürmek ve devamlılığı sağlamak hem de dönemin arayışları ve kaplarını kavrayıp onlara uygun yeni yorumlar yapmak, yeni yollar açmak, yeni bir dil bulmak, önceki mirası bu zaviyeden tenkit ve şerh etmek... ilmi taşıyan, yayan, yorumlayan ve değerini muhafaza etmeye çalışan müderris-müellif âlimin ana vazifelerinden biridir.” (S.56)

 

Bugünden Tarihe Giderken Şerh ve Haşiye

Şerh Karşıtı Süreçlerin Bir Mantığı Var Mı?

“Bugünden geriye doğru bakarken, daha işin başında şerh ve haşiye geleneğinin neredeyse bütünüyle zayıf, iddiasız ve olumsuz bir alan haline gelişinin İslâm tarihinde yeni bir hadise olduğunu tekrar söylememiz lazım. İslâm dünyasının, bu arada Osmanlı Devleti ve Türklerin askeri mağlubiyetlerin sebepleri ve kendileriyle Batı arasındaki mesafe üzerine kafa yorarken başlattıkları yeni ıslahat süreçlerinin bir yerlerinde, esas itibariyle kendilerine karşı kurulmuş olan ve bu arada şerh-haşiye literatürünü de yerinden eden oryantalistik dilin ideolojik hükümlerini ve akademik-siyasi iddialarını içselleştirmeye ve benimsemeye yöneldikleri müşahede edilmektedir. Buna İslâm dünyasının kendi ilim ve kültür mirasından şüpheye düşmesi, onu yetersiz görmeye başlaması, giderek küçümsemesi ve paradoksal olarak bu yetersizlik üzerinden beka / tecdid problemini çözmeye teşebbüs etmesi vakıası diyebiliriz.

Yetersizlik fikrine ulaşmak acaba bir tenkit sürecini başlatmak olarak da mütalaa edilemez mi? İlk bakışta bu soruya evet denilebilir. Fakat süreç takip edildiği zaman İslâm ilim ve kültür mirasını yeni ve kritik şartlarda bir daha gözden geçirip hangi güçlü kısımlarıyla yola devam edileceği, hangi bölgelerinin tamir ve tashih edileceği, nerelerinin terk edileceği istikametinde işleyen gerçek (yapıcı / yeniden kurucu) bir tenkit ve ıslah teşebbüsünden ziyade ağırlıklı olarak istihfaf, önemsizleştirme, karalama, hatta terk ve red mekanizmalarını işleten, ilmi mirası yük olarak gören, bu sebeple tarihi realite ve kronolojik takip fikrinden de hayli uzaklaşan kaba (yıkıcı) bir tenkit hissiyatının ve fiiliyatının ortaya çıktığı görülecektir. (S.59)

 

1. Kör Nokta: Gazalî veya Onikinci Asır

“Bu düşünce ve yaklaşımlar arasında İslâm ilim ve kültürünün, Gazalî’nin(2) felsefeye yönelttiği tenkitlerle irtibatlı olarak XII. asırdan sonra ilerlemeden uzaklaştığı, durağanlaşmaya / gerilemeye / çökmeye başladığı, özgünlüğü kalmadığı ve yeni şeyler üretmekten ziyade ezberciliğe, tekrara ve taklide düştüğü fikri güçlü bir etkiye ve yere sahip gözükmektedir. (Burada yenilikten uzaklaşma, eski ile yetinme, orijinalite yoksunluğu, ezber, tekrar ve taklit kelimelerinin altını bir daha çizelim). Görüldüğü üzere XIX. yüzyılda dillendirilmeye başlanan yetersizlik fikri, eşzamanlı bu yaklaşımla neredeyse otomatik olarak yedi asır geriye çekilmiş olmakta, neticede İslâm tarihinin yarısını, Müslüman Türklerin tarihinin, Selçuklu ve Osmanlı devirlerinin nerede ise tamamını adeta esareti altına alan bir muhteva kazanmaktadır.” (S.60) (3)

“Etkileri hala güçlü bir şekilde devam eden bu yaklaşım(4) içinde muhtemelen ilk sorgulanması gereken şey sihirli ‘ilerleme’ (terakki) fikridir. Modern Batı Avrupa düşüncesinde ilerleme fikri, bir taraftan dünyanın ve insanın yaratılışını açıklamak dâhil olmak üzere felsefi bir istikamete doğru akarken diğer yandan mevcut siyası, sosyal ve kültürel durumu batı merkezli olarak tasnif etmek, derecelendirmek ve adlandırmak, yorumlamak iddiasındadır. Modem bilim anlayışı ve pozitivizmle paralellik arz eden felsefi yönü büyük ölçüde dini ve geleneksel dünya tasavvurlarını ‘geçmişte kalmış’, ‘köhne’, ‘hurafe’ ve ‘değersiz’ addederken sömürgecilik hareketleriyle paralellik gösteren sosyal ve siyası yönü batıdışı toplumları, medeniyetleri ve kültürleri ‘geri’‘itibarsız’ ve ‘geçersiz’ kılmaktadır. Terakki fikrinin İslâm dünyasına intikali ve yorumu ne kadar farklı olursa olsun bu iki hattın tortularını ve problemlerini çok katmanlı olarak taşıdığında şüphe yoktur.” (S.60)

 

2. İlahiyat Fakülteleri: İctihad mı Taklit mi?

İslâmi ilimlerin tarihine dair yazılan telif-tercüme-uyarlama metinlerin kahir ekseriyetinin mantığı, (bunlar ister İlahiyat Fakülteleri ve Yüksek İslâm Enstitüleri’nde, isterse bunlardan etkilenerek veya bağımsız olarak akademi dünyasının dışında olsun), XII. asır sonrasıyla ilgili menfi vurgunun, duraklama-gerileme-çöküş edebiyatının belirleyici etkisi, gölgesi ve tahakkümü altında gelişti denebilir. (İctihad meselesini önemseyen iddia sahibi bu çevrelerin İslâm ilimlerinin tarihiyle alakalı tasnifler ve şerh-haşiye edebiyatı konusunda, nerede ise hemen hiçbir üst sorgulama yapmadan, tabir caizse ‘taklitçi’ bir tavır ortaya koymaları ve kendileri tarafından akademik olarak hesabı yeterince verilmemiş hükümleri benimseyip paylaşmaları dikkat çekicidir). Burada, oryantalizmden ve çöküş edebiyatından büyük ölçüde etkilenen çağdaş İslâm düşüncesinin / İslâmcılık hareketinin ana kabullerinin, ideolojisinin ve söyleminin etkili bir unsur olarak devreye girdiğinden de bahis açmak gerekecektir” (S.66) (5)

“Mevcut durumu tesbit etmeye ve anlamaya yöneldiğimizde, ilahiyat çevrelerinde şerh ve haşiye literatürünün, XII. asır sonrasının bariz telif tarzı ve hususiyeti olarak sık sık gündeme geldiği ve süregelen söylem etrafında tenkit konusu edildiği, en yumuşak ifadeyle sıçramalar ve büyük başarılar taşımayan zayıf bir alan olarak görüldüğü söylenebilir.” (S.67) (6)

 

3. Şerh Karşıtı Bir Süreç: Kaynaklara Dönüş

Çağdaş İslâm düşüncesinin önemli kavramsal çerçevelerinden biri olarak ‘kaynaklara dönüş’ hareketi, gerçek İslâm - tarihi İslâm ayırımına da yol açacak şekilde iki hususu öne çıkarıyor: 

1. Bağlayıcı bilgi kaynağı olarak Kur’an (ve Sünnet’i), 

2. Bağlayıcı uygulama olarak asr-ı saadet tatbikatını esas almak.

İlk bakışta problemsiz, meşru ve makul gözüken bu etkili fikriyatın canlandırıcı ve harekete geçirici hamleleri olduğu kadar açık veya örtük iddiaları, değiştirici, dönüştürücü ve tasfiye edici uçları, nihayet bozucu etkileri de bulunmaktadır.

Bu hareketin açık veya örtük iddiaları arasında konumuz itibariyle önemli olanlar şöyle özetlenebilir sanırım: 

a) İslâm tarih tecrübesi Kur’an’ı ve asr-ı saadeti büyük ölçüde gözardı etmiş, ihmale uğratmıştır. 

b) İslâm tarihi boyunca ortaya çıkan anlama ve yorumlama çabaları ile telif çalışmaları asıl kaynaklara sadakat açısından ciddi problemler taşımaktadır. 

c) İslâm’da olmayan ilmiye sınıfı ve ilim hiyerarşisi, zaman içinde kaynakları perdeleyerek ulemanın söylediğini nas düzeyine çıkarırken zamanın gerektirdiği yeni yorumların da önünü tıkamıştır… 

Bu iddiaların her biri İslâmî ilimlerin, bu arada şerh ve haşiyelerin de içinde yer aldığı İslâm tarih tecrübesinin şu veya bu ölçüde zayıf, itibarsız, problemli ve hatta bazen gayrı meşru hale getirilmesine kaynaklık etmektedir.” (S.82)

 

4. Şerh ve Haşiye İçinde Boğulmuş Medrese!

“Osmanlı Devleti’ni ve toplumunu taşıyan üç büyük ayak olarak saray (hilafet ve saltanat), ilmiye (medrese ve ulema) ve seyfiye (Yeniçeri Ocağı) normal olarak modernleşme teşebbüslerinden en çok etkilenen, en ziyade değişip dönüşen, otoritesi tartışma konusu olan ve hatta yerinden olan kurumlar ve statülerdir.

Medrese ve ilmiye için yerinden olma / yerinden edilme süreçleri aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin gerilemesi ve çöküşünün mühim sebeplerinden biri olarak bir tenkit ve zayıflatma mekanizması olarak da işleyecek, giderek yeni bir medrese ve ilmiye tasavvuru ve bunun ardından ideolojik diyebileceğimiz bir medrese tarihçiliği ortaya çıkacaktır. İlmiye sınıfı ile Osmanlı hilafet ve saltanat sistemi arasındaki güçlü münasebetleri zayıflatmak, bir adım ötede ulemayı kendi saflarına çekmek ve bunun üzerinden bir meşruiyet sağlamak için Yeni Osmanlılar Cemiyeti ve İttihat ve Terakki hareketi gibi siyası muhalefet hareketlerinin bu tasavvurun oluşmasında ve süreklilik kazanmasında önemli bir etkisi bulunmaktadır. Bunlara ilaveten modernleşme süreçlerinin beslediği yeni din / İslâm yorumu ve ilim anlayışı da medreseleri geçmişte kalmış ‘köhne’ kurumlar, ilmiyeyi ‘eski kafalar’ haline getirecektir.”(S.84-85)

Akif merhumun Asım ‘da çizdiği menfi medrese ve ilmiye tablosu bu bakımlardan hâlâ temsil gücü yüksek iyi bir metindir:

…Belki on şerhe bakıp bir kuru mana çıkaran

Yedi yüz yıllık eserlerle bu dinin hâla

İhtiyacâtını kabil mi telafi? Aslâ

Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı

Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâmı…

Mehmet Akif başka konularda olduğu gibi medreseler bahsinde de kendi döneminin gerçek bir tercümanı olarak konuşuyor ve yazıyordu. (…) Buradaki medrese ve ilmiye tipolojisi o zamanın mevcut ilmiyesine mi tekabül ediyor yoksa medreselerin ve ilmiyenin sevkedilmek istendiği istikameti meşru ve cazip kılmak için mevcut medresenin ve ulemanın, şerh ve haşiyelerin, medrese kitaplarının yüzü mü karartılıyor?” (S.88)

 

5. Felsefe ve Orijinalite Efsanesi

Oryantalistik çalışmaların yerleştirdiği, ‘İslâm düşüncesinin XII. asırdan sonra durduğu’ iddiası esas itibariyle Gazalî merkezli olarak felsefe ve ardından bilim ağırlıklıdır. Görülebildiği kadarıyla İslâmî ilimler, sanatlar ve diğer kültürel unsurlar bu havuzun içine daha sonra dâhil edilecek ve durgunluk ve gerileme vurgularıyla kurulan politik-akademik ‘slogan’ bir bütünlüğe kavuşturulacaktır.(…) Felsefenin hem varlık, ilim-bilgi seviyesinde hem de kâinatın, insanî olanın, toplumsal ilişkilerin ve değerlerin açıklanması ve anlamlandırılması düzeyinde modem dönemde kazandığı yaygınlık, etkinlik ve itibarın derecesi insanlık tarihinde sık tesadüf edilebilecek bir vakıa değildir. Felsefenin nerede ise her şeyi açıklayan yegâne teorik çerçeve haline gelişi ve din, sanat başta olmak üzere farklı varlık, bilgi, değer tasavvur dünyalarını ve teorilerini bastırması, bir şekilde devreden çıkarması onu adeta tek başına tarihin akışını ve anlamını vaz eden bir alan, nihayet mutlak gerilik-ilerilik kıstası haline getirecektir. İslâm’ın felsefe ile irtibatı veya bir ilim dalı olarak İslâm felsefesinin konumu da bu çerçevede bir yer bulacak ve oralardan kalkılarak geniş daire olan İslâm hakkında hüküm verilecek, genellemeler yapılacaktır.”(S.91)

“Oryantalistlerin özgünlük etrafındaki beyanlarında Avrupamerkezcilik, hatta ırkçılık izleri açık veya örtük şekilde vardır. Bu türden beyanlara göre Araplar ve Türkler şiir söyler, ok atar, kılıç kuşanır, pala sallar ama soyut düşünemez, felsefe yapamaz; felsefe yapmak ârî ırklara mahsus bir meziyettir. Ayrıca İslâmiyet de felsefenin daha işin başında istediği özgür düşünceden, aklın hâkimiyetinden uzak bir dindir. İslâm felsefesinin aktarıcı, kurucu ve taşıyıcı unsurları da (hususen ilk mütercimler ve ilk müellifler) zaten gayrımüslimler arasından veya ‘yabancı’lardan, mülhidlerden çıkmıştır. Felsefe konusunda Müslümanlara bir yer ve değer atfedilecekse bu, kadim Yunan felsefesinin ortaçağ Avrupa’sına intikalindeki rolleriyle sınırlı olacaktır.” (S.93)

“Burada yeniden sorgulanması ve tartışılması gereken husus orijinaliteden, özgünlükten, yenilikten (buna karşılık durgunluktan, gerilemeden, çöküşten) neyin kastedildiği ve bunun içinin nasıl doldurulduğudur, Metinlerden anlaşıldığı kadarıyla özgünlük yeni ve duyulmadık bir mesele vaz etmeye veya tarihin şahit olmadığı cevaplar bulmaya, çözümler üretmeye, hülasa modern düşüncenin felsefi olarak da fiili olarak da sevip arzuladığı, talep ettiği gelenekten koptuğu açık ‘mucizevi’ çıkışlara indirgenmiş gibidir. Yeniden düşünüp üretmeye ve yeniden yazmaya, devamlılığa ve tamamlamaya değil de Vico’nun ifadesiyle ‘tarihten kopuş’ta yaklaşmış bir orijinalite fikridir bu. Böyle olduğu için de bir ilim anlayışı ve düşünce biçimi istikametinde mevcut meseleleri farklı bir şekilde ele almak, yeni tasnifler ve tarifler getirmek, bilgi ve görüşleri yeniden değerlendirmek, dönemin arayışları ve problemleriyle veya başka ilimlerle ilişkilendirmek, meselenin yeni boyutlarına işaret etmek, iç tezatları gidermek, anlama ve açıklamada yeni modeller kullanmak, dil ve üslupları geliştirmek... gibi medrese dünyasının ve şerh ve haşiye literatürünün üst düzeyde gerçekleştirdiği ilmî-fikrî yenilikler, hatta sıçramalar özgünlük sınırlarının dışında görülmüş, neticede istisnai bir çaba ve başarı, buna kaynaklık eden ilim siyaseti ve üslup, nihayet kütüphaneler dolusu eser iddiasından, fonksiyonundan ve değerinden çok aşağıda bir seviyede görülmüş ve öyle değerlendirilmiştir.” (S.98) (6)

Kitabın son bölümüne konu ile bağlantılı olarak ilave edilen ekler şerh ve haşiye meselesi ile ilgili orijinal örnekler sunmaktadır.

“Metin ve telif türleri ile şerh-haşiye fikri ve geleneği konularında iyi bir özet olan ‘Mahzenu’l-Ulûm’da yer alan ‘Metin, Telif, Şerh’ yazısı Serkiz Orpilyan ve Seyyid Abdülzâde Mehmet Tahir tarafından kaleme alınmış.”(Ek-1 S.109-113)

“Sübha-i Sıbyân mahalle / sıbyan mekteplerinde, ilkokul çağındaki çocukların bazı Arapça ve daha az sayıdaki Farsça kelimelerle tanışmaları ve Türkçe manalarını öğrenmeleri için şiir tarzında telif edilmiş başarılı bir sözlüktür. Seçilen kelimeler Kur’an merkezlidir ve İslâm kültürünün bellibaşlı alanlarına uzanır. Çocuklar bu metni ezberler, bazen hocalarıyla birlikte toplu olarak şarkı gibi makamla okurlardı. Sübha-i Sıbyân şerhi mehmed Necib tarafından kaleme alınmış.” (Ek-2 S.114-118)

“Klasik tercüme bugünkü tercüme anlayışından hayli farklı olarak aynı zamanda bir şerh, bazen de bir telhistir. Buna mütercimin aynı zamanda müellif olarak davranması da diyebiliriz; tercüme ettiği metin üzerinden döneminin ihtiyaç ve icbarlarını hesaba katar, arayışlarına işaret eder, bir bakıma metni o güne getirir. Burada Mukaddime’nin aynı bahsinin, hilafet gibi nazik bir konusunun, biri klasik (Pirizade Mehmed Sahib Efendi) diğeri aktüel (Süleyman Uludağ) olmak üzere iki Türkçe tercümesini yan yana veriyoruz. İki tercümenin endişeler, uzunluk, muhteva, dil, ekler... açısından karşılaştırılması metin-şerh-tercüme ilişkileri konusunda bize bazı ipuçları verecektir.” (Ek-3 S.119-152)

“Mütercim Âsım Efendi’nin, Kamûs Tercümesi olarak bilinen ve tam adı el-Okyanûsu’l-Basît fî Tercemeti’l- Kamûsı’l-Muhît olan Arapçadan Türkçeye meşhur ve önemli sözlük çalışması, aslında klasik tercüme olarak aynı zamanda büyük bir şerhtir ve kendi sahasında birçok yenilik getirmektedir. Bunun nisbeten görülebilmesi ve kıyaslanabilmesi için hem tercümenin esas aldığı Firuzâbâdî’nin (el-Kamûsu’l-Muhît) hem de tercümede ‘şarih’ olarak geçen Zebidî’nin şerhinin (Tâcu’l-Arûs) Arapça metinlerini, aldığımız üç maddenin başına koyduktan sonra Âsım Efendi’nin metni verilmiş.” (Ek-4 S.153-157)

“Bu metinde sadece siyah verilen kısımlar tercüme edilen metne, Taftazanî’nin Şerhu’l-Akâid’ine aittir, diğerleri mütercimin ya diğer kitaplardan, özellikle Şerhu’l-Akâid ‘e yazılan haşiye ve taliklerden tercüme ve özet yoluyla derlediği açıklayıcı bilgiler veya kendisinin metin içinde veya dipnotlarda, bazen kaynak göstererek verdiği tamamlayıcı malumattır. Mufassal bir şerh özelliği taşıyan bu tercümenin özellikle kavramlar ve terimler için yaptığı tariflere ve açıklayıcı / tamamlayıcı bilgilerinin tabiatına ve aktarılma tarzına dikkatle eğilmek gerekir. Ömrünü idari görevlerle geçirmiş biri olarak mütercim Giritli Sırrı Paşa, Kelam sahasında mühim ve mütedavil bir metin üzerinde kendisine kadar yapılan bütün çalışmaları gözden geçirerek harmanlamakta ve o metinlerin / malumatın fark ettiği zaaflarını gidererek kendi dönemine göre eksiklerini tamamlamaktadır. Sadece bir bahsini aktardığımız bu örnek, klasik tercümenin bizim bugün anladığımız tercümeden ne kadar farklı olduğunu, bu yolla adeta yeni bir metin / şerh ortaya çıkarıldığını göstermesi bakımından iyi bir örnektir. Kısaca klasik tercümelerin aynı zamanda kıymetli birer şerh hatta yeniden telif edilmiş bir metin olabileceğini hesaba katmak gerekir.” (Ek-5 S.158-172)

“Cevdet Paşa’nın ders kitabı mahiyetinde olan Belâgat-ı Osmaniye’sine şerh yazan Hacı İbrahim Efendi, aslında bilgi ve kaynak açısından ihtiyacı olmadığı halde, muhtemelen sırf bir geleneği sürdürmek ve kendisinden önce bu dersi okutan Cevdet Paşa’ya, bir başka ifade ile hocaya ve silsileye hürmeten ‘şerh’ yazmayı tercih etmiştir. Bununla beraber Cevdet Paşa hayatta iken telif edilip basılan Şerh-i Belâgat dikkatli bir gözden kaçmayacak şekilde ciddi tenkitler ve tashihler ihtiva etmektedir. Bu tenkitlerin üslubunun yumuşak ve ifadelerinin dolaylı oluşu doğrudan doğruya telif adabıyla ve klasik telif tarzlarıyla alakalı bir husustur. Metni okurken bunları hesaba katmak uygun olacaktır.” (Ek-6 S.173-178)

Mehmed Arif beyin Binbir Hadis kitabı seçme hadisler üzerine yapılan yorum ve değerlendirmelerden müteşekkildir. Müellif önsözünde bu yorumlara, muhtemelen kendi dönemi için doğru bir adlandırma olarak ‘şerh’ diyor. Fakat hem hadis seçimi kıstasları hem de telif tekniği ve muhtevası itibariyle klasik hadis şerhleriyle kıyaslanamazlar. Mehmed Arif beyin yapmaya çalıştığı, hadisler üzerinden İslâm dünyasında aktif bir insan ve toplum tipi ortaya çıkarmak ve bununla irtibatlı bir iman-ibadet ahlâk anlayışı inşa etmektir. Binbir Hadis döneminin arayışlarına ve ruhuna denk düşen bu özelliği dolayısıyla telif edildiği ve basıldığı günden zamanımıza kadar çok itibar görmüş, tekrar basılmış ve okunmuştur.” (Ek-7 S.179-184)

Beşir Ayvazoğlu’nun Aşk Estetiği isimli eserinden iktibas edilen Tenevvü makalesi ile ekler bölümü tamamlanmış. (Ek-8 S.185-190)

Tanıtmaya çalıştığımız eser yaşadığımız dünyada karşılaştığımız problemlerin kaynağını tesbit etmede önemli imkânlar sunmaktadır. Bugün sonuçlarıyla muhatap olduğumuz bu ‘saldırılarla’ baş edebilmenin yolunun öncelikle problemin mahiyetini kavramaktan geçtiği kanaatindeyiz. Geçtiğimiz günlerde İlahiyat Fakültelerinin müfredatı üzerinden yaşanan tartışma buzdağının görünen yüzüdür. “İslâm coğrafyasını etkisi altına alan imha hareketi, en büyük tahribatı bütün medreseleri kapatılan İstanbul’da en az hasarı ise dağ köylerini medreseye çeviren Hind kıtasında yaptı. İslami ilimlere vakıf olduktan sonra diğer medeniyet havzalarını da tanıyan ve hiçbir tesir altında kalmadan eşya ve hadiseye dair kıymet hükmünü veren çağın fakihleri, muhaddisleri, mütefekkirleri Diyobendi Medreseleri ile Nedvetülulema da yetişti.” (7) Yeryüzü müstekbirleri ve yerli işbirlikçilerinin güneydoğuda sergiledikleri medrese düşmanlığının sebepleri de farklı değildir. Tekrar ayağa kalkmanın yolu sahip olduğumuz değerlerin kıymetini idrak etmekten geçmektedir.

 

Mehmed Zahid Aydar

Mîsak Dergisi

Sayı:276 / Kasım 2013

 

___________________

(1)           Tanıtmaya gayret ettiğimiz eser, yaygın özgürlük söylemlerinin aksine temel eserlerden beslenen fert ya da cemaatlerin neden kalıcı olabildiğini anlamamıza yardımcı olacak imkânlar da sunmaktadır. Meselenin eğitim yönünün önemini ihmal etmeden ifade etmeliyiz ki hedeflenen öğretimin gerçekleştirilebilmenin en önemli unsurlarından birisi de kitaptır. Söz konusu kitabın içeriği, üslûbu ya da meseleleri ele alış biçimi vb. problemler ihtiva ediyorsa, bu durumun ciddi yansımalarının olacağı da aşikârdır. Dolayısıyla derslerin iktisar, iktisa ve istiksâ seviyelerinde tedris edilme usûlünün sırtımızı yasladığımız ulemanın bizlere bıraktığı muazzam mirasın bir parçası olduğu unutulmamalıdır. Bu yöntemin ömrünü ilme vakfetmiş ilim talebeleri için geçerli olduğu gibi, haftada bir ya da iki akşamını ilme vakfetmiş talipliler için de geçerli olduğu kanaatindeyiz.

(2)           Dücane Cündioğlu: Gazalî üzerinden gerçekleştirilen bu saldırıyı sebebiyle konu üzerine müstakil bir eser kaleme almıştır: “Gazâlî öncesi dönem, İslâm Düşüncesi’nin çocukluk dönemidir, emekleme asırlarıdır; İslâm Düşüncesi’nin zirveye çıktığı, sadece düşünce alanında değil, bilim alanında da en özgün, en yüksek mahsûllerini verdiği asıl dönem ise, Gazâlî sonrası asırlardır. Hâsılı bu asırlar, İslâm Düşüncesi’nin -iddia edildiği gibi- zevâl değil, kemâl asırlarıdır!

(3)           Gazalî üzerinden gerçekleştirilen bu ‘saldırının’ kökenine Ekmeleddin İhsanoğlu işaret eder. “Bilim tarihinin öncü kurucusu George Sarton’a göre, İslâm tarihinde ilk beş asır bilimin gelişmesi için ‘Altın çağ’ olarak kabul edilir ve beşinci asırdan itibaren İslâm dünyasında ilmi faaliyetlerde hızlı bir düşüşün vuku bulduğuna işaret edilir. G.Sarton’un bu görüşü de kültür, sanat, bilim ve her türlü entellektüel faaliyetlerde Bağdad’ın 1258’de Moğollar’ın eline düşüşünden sonra herhangi bir ilerlemenin olmadığını, İslâm dünyasının fikri yönden gerilediğini ve özellikle Türk sülalelerinin hâkimiyet döneminde karanlıklara girdiğini iddia eden, on dokuzuncu asırda ortaya çıkan genel bir kanaatin bilim dalındaki tezahürü olarak görülebilir.” Ekmeleddin İhsanoğlu, Osmanlılar ve Bilim, Etkileşim Yay, İst 2010, S.14

(4)           “İslâm Düşüncesi’nin İmam Gazalî’den sonra, yani XII. yüzyıldan itibaren inkıraz ve inhitata uğradığı şeklindeki iddialar ilk önce Batılılar eliyle öne sürülmüş, daha sonra sırasıyla Araplar, İranlılar ve Türkler tarafından bu iddialar büyük bir hevesle tekrarlanmıştır. A) Batılılar kendi tarihlerini tek taraflı inşa ettikleri için, bu yüzyılları kendi zaviyelerinden bir ‘yeniden doğuş’ (rönesans) olarak tavsif ediyorlardı. Bu nedenle onların, fiilen yıkmaya çalıştıkları bir imparatorluğun fikri ve tarihi köklerini kasd-ı mahsusla bir hiç mesabesine indirmeye çalışmalarında garipsenecek bir taraf yoktur. B) Abbasilerden itibaren İslâm dünyası üzerindeki siyasi hâkimiyetlerini kaybetmeleri sebebiyle, Arapların ve bahusus Arap milliyetçilerinin, İmam Gazalî’den sonra Selçuklu ve Osmanlı hakimiyeti altında geçen asırların olumsuz tasvirlerini sahiplenmelerinden daha tabii ne olabilirdi! Ne de olsa suçlu, en nihayet savaşmaktan düşünmeye fırsat bulamayan Türklerdi. C) İranlılar ise hem mezhebi, hem de siyasi rakipleri olan Sünni Türkler hakkında öne sürülen bu haksız ithamları kabul etmekte hiç ama hiç zorlanmadılar. Onlara göre çöküş Sünniler tarafındaydı ve Şii dünyasında ise inkişaf -hem de kesintisiz bir biçimde- sürmüştü. D) Türklere gelince, onlar kendi tarihlerini karalamaya ve bu tarihten kopmaya herkesten çok ihtiyaç duydular; zira elde kalan toprak parçasını muhafaza edebilmek ve Batı medeniyetine eklemlenebilmek için öncelikle bu tarihin reddedilmesi, geçmişle ilgili bütün bağların koparılması gerekiyordu. Genç Türkler, Gazali sonrasında teşekkül eden 7-8 asırlık ilim ve irfan mirasının köhneliği sebebiyle yenildiklerine inanmışlar ve hınçla bu köhne terekeden kurtulmak istemişlerdi. Onlara göre, geleceği kurmak için böyle bir geçmişe ihtiyaç yoktu; hal yeterliydi.” Cündioğlu, Şemseddin Günaltay’ın ifadeleri üzerinden eleştirilerini sürdürür: “Tarihi tamamen devrin ideolojik ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde çarpıtan bu söylem, bugün sadece popüler-bilim çevrelerinde değil, ilahiyatçılar arasında da kendisinden kuşkulanılmayan bilimsel bir tesbit değeri kazanmıştır. Sanırım dünyanın hiçbir yerinde Râzî, Amidî, Taftazanî, Cürcanî, Mevlâna, Konevî, Sühreverdî, Simavî düzeyindeki ilim ve irfan devleri kendi çocukları tarafından böylesine beylik tahlillerle mahkûm edilmemiş ve bu denli aşağılanmamıştır.”(Dücane Cündioğlu, A.g.e. S.54-58)

(5)           “Yeni bir şeyler söylemek’ iddiasıyla ortaya çıkanlar, farklı bir medeniyetin sözcülüğünü yapar hâle düştüklerini bile fark etmeksizin egemen olanı evrensel olan mertebesine çıkardıkları gibi, (…)bir türlü kendileri kalmayı beceremiyorlar; bir türlü tarihlerini ve coğrafyalarını kendi bütünlüğü ve sürekliliği içinde algılayamıyorlar.” (Dücane Cündioğlu, A.g.e. S.12-13)

(6)           “İlahiyat kontenjanlarının 300’lerden 20’li rakamlara çekildiği, başörtüsünün yasaklandığı, Kur’an-ı Kerim derslerinde marşların okutulduğu 28 Şubat sürecinde odalarına çekilip susmayı tercih edenlerin felsefe derslerine müdahale sonrasında toplu açıklama yapmaları’ ya da ‘İlahiyat mezunlarını otuz ay süreyle İslâmi ilimler eğitimine aldıktan sonra kürsüye çıkaran bir kurumun da değişiklikten rahatsız olduğunu beyan etmesi’ dikkate değerdir. İhsan Şenocak, İlahiyat Fakültelerinin İlmi Kıymeti, Aylık Hüküm Gazetesi, Ekim 2013, S.22

(7)           İhsan Şenocak, İlahiyat Fakültelerinin İlmi Kıymeti, Aylık Hüküm Gazetesi, Ekim 2013, S.19