Batı Avrupa’daki ilim-bilim anlayışının değişmesi, bilgi-güç ilişkisi, her şeyi tahakkümü altına alan ilerleme fikri, hümanizm, akılcılık ve bireycilik gibi temayüllerin güçlenmesi, felsefe öncelikli ilim ve fikir anlayışı, ‘orijinalite’ ve yenilik tasavvuru, gerileme çöküş edebiyatları, modernleşme zihniyeti ve çabaları... gibi unsurlar; medrese eğitim sistemi ve muteber kitapların şerhine ve haşiyesine dayanan telif tarzını adetâ mahkûm etmiştir. İsmail Kara’nın kaleme aldığı ‘İlim Bilmez Tarih Hatırlamaz’ (Şerh ve Haşiye Meselesine Dair Birkaç Not) isimli eseri, İmam-ı Gazalî (bazan İbn Rüşd, İbn Haldun) sonrasını İslâm düşüncesinin zayıfladığı, durduğu, çöktüğü dönem olarak değerlendiren ve bu hükmü (sloganı) Müslüman ilim ve kültür adamlarına, ilim muhitlerine de kabul ettiren müsteşriklerin, siyasî-akademik ‘operasyon’la şerh ve haşiye literatürünü de sıradan bir alan haline getirdiğini ifade etmektedir. Tarihin içinden bugüne doğru hareket ettiğimizde ciddiyetle üzerine eğilmemiz gereken hususlardan ilki şerh ve haşiye sisteminin, ‘metin’ ve ‘kitap’ üzerine yapılmış, doğru ve yerinde anlamaya, ilmi muhafazaya, devamlılığı sağlamaya ve malumatı olabildiğince kaydetmeye dönük, fonksiyonel ve katılımcı yoğun çabaların ürünlerinden biri olduğunu izah etmektedir.
![]() |
İlim
Bilmez Tarih Hatırlamaz
İsmail Kara Dergâh Yayınları Mîsak Dergisi Sayı:276 / Kasım 2013 |
Şerh ve haşiye Merkezli birçok tarihi ve
aktüel meseleyi, bu arada ilim anlayışı, metin türleri, dil-ifade biçimleri,
medrese eğitim sistemi, telif adabı, kitap teknikleri konularını ele alan ve
tartışan bu çalışmanın birbiriyle irtibatlı birkaç maksadı, bazı soruları ve
arayışları var. Türkiye’de ve İslâm dünyasında şerh ve haşiye literatürü
hakkında, XIX ve XX. Yüzyılda teşekkül etmiş, bir kısmı katı denebilecek birçok
hüküm, hayli menfi tasvirler ve ziyadesiyle ironik ifadeler bulunmasına rağmen,
bu meseleye tahsis edilmiş sorgulayıcı ve kuşatıcı akademik herhangi bir
araştırmanın, kayda değer metodolojik bir metnin olmayışı ilk muharrik sebep
olarak zikredilebilir.” (S.5)
“Asırlara hükmederek gelen meşru ve
başarılı bir telif tarzı ve yaygın bir ilmi faaliyet türü, XIX ve XX. asırda
nasıl hantal, gayrı meşru, güven telkin etmeyen, gelişigüzel ve zayıf bir alan
haline ge(tiri)lebilmiştir? Batı Avrupa’daki ilim-bilim anlayışının değişmesi,
bilgi-güç ilişkisi, her şeyi tahakkümü altına alan ilerleme fikri, hümanizm,
akılcılık ve bireycilik gibi temayüllerin güçlenmesi, felsefe
öncelikli ilim ve fikir anlayışı, ‘orijinalite’ ve yenilik
(bizde ictihat) odaklı ilim ve fikir tarihi tasavvuru, gerileme çöküş
edebiyatları, modernleşme zihniyeti ve çabaları... gibi unsurlar bu süreçte ne
derecede belirleyici veya yönlendirici bir etkiye sahip olmuştur? Bütün bu
süreçlerin ve anlayışların İslâm dünyasına intikalinde ve kabul görmesinde
Oryantalizm nerede duruyor? Gazalî (bazan İbn Rüşd, İbn Haldun) sonrasını İslâm
düşüncesinin zayıfladığı, durduğu, çöktüğü dönem olarak değerlendiren ve bu
hükmü (sloganı) Müslüman ilim ve kültür adamlarına, ilim muhitlerine de kabul ettiren
müsteşrikler bu siyasî-akademik ‘operasyon’la şerh ve haşiye
literatürünü de sıradan bir alan haline mi getirmiş oldular?” (S.5-6)
“Bütün bu sorular şerh ve haşiye
meselesini, çok geç kalınmış da olsa yeniden ele almayı ve mevcut yaklaşımları,
hükümleri ve değerlendirmeleri tenkitçi bir bakış açısıyla bir daha gözden
geçirmeyi, bu konularda yeni bir metodoloji ve bakış açısı inşa etmeyi zaruri
kılmaktadır.” (S.7)
“İlim olsun da bilmesin, tarih olsun da
hatırlamasın; olacak şey midir bu? Evet, öyledir, ilim her şeyi bilmez, tarih
her şeyi hatırlamaz. Gelişigüzel şeyleri veya önünüze getirilenleri değil de
bir şeyi bilmek ve hatırlamak için bir iradenin, bir davanın ve iddianın, bir
hayat tarzı arayışının devreye girmesi lazım. Bizim meselemiz açısından belki
daha da ehemmiyetli olan neyi, ne kadar, nasıl bileceğimiz; neleri, niçin, ne
ölçüde hatırlayacağımız, nihayet önceliklerimizin ne olacağı sorularıdır.”
(S.8)
Mukaddime
“İslâm klasiklerini anlamak ve onların
statülerini, zenginlik ve değerlerini tayin etmek için başvurulması zaruri olan
unsurlardan biri olarak şerh ve haşiye meselesine, geçmişten bugüne doğru
gelerek baktığımızda karşılaşacağımız tablo ile bugünden geriye doğru
giderek baktığımızda karşılaşacağımız tablonun aynı olmadığına daha işin başında
işaret etmemiz lazım. Aynı meseleye iki farklı akış üzerinden bakmanın
meselenin mahiyetini ve muhtevasını ne kadar değiştireceği sanırım aşağıdaki
paragraflardan daha iyi anlaşılacaktır.
Şerh ve haşiye literatürünün sadece İslâm
ilim ve kültür havzasına ait bir hadise ve telif türü olmadığı malumdur. (…)
Hemen bütün ilim ve sanat alanlarına şamil olan felsefi şerhler bir kitabı, bir
müellifi esas alıyor gibi gözükmesine rağmen aslında merkeze alınan metnin
gidilebildiği kadar daha öncesine (mübeşşirlerine) ve sonrasına (muakkip ve
münekkitlerine) uzanarak, aynı zamanda muasırların görüşlerine de yer vererek,
kendi durduğu yere göre eklemeler, tenkitler, tasfiyeler, tasnifler yaparak
hakikat arayışını sürdürmekte, bu yolla ilmi / bilgiyi genişletip derinleştirmektedir.”
(S.15)
“İslâm dünyasında metinler üzerine yapılan
şerh çalışmalarını dar manasıyla İslâmi ilimlerle sınırlandırmak da doğru bir
yol olmayacaktır. Kadim dünyada şerh ve haşiye yazmak sadece meşru ve muteber
bir ilmî-talimî faaliyet ve telif tarzı değil aynı zamanda ilim yolcusu olmanın
bir gereği, hoca-talebe münasebetlerinin tabii ve hatta zaruri bir uzantısıdır;
bu yüzden günümüzden çok farklı olarak felsefeden dil bilimlerine, matematikten
musikiye, ilmihalden lügatlere, çocuklar için yazılmış kitaplara kadar hemen
her alanda hükmünü yürütmektedir.” (S.16)
Tarihten Bugüne Gelirken
Şerh ve Haşiye
Metin, Şerh ve Medrese Sistemi
1. ‘Metin’ ve ‘Etraf’ı
Tarihin içinden bugüne doğru hareket
ettiğimizde ciddiyetle üzerine eğilmemiz gereken hususlardan ilki şerh ve
haşiye türünün, ilmin kaynaklarından biri olarak ‘metin’ ve ‘kitap’ üzerine
yapılmış, doğru ve yerinde anlamaya, ilmi muhafazaya, devamlılığı sağlamaya ve
malumatı olabildiğince kaydetmeye dönük, fonksiyonel ve katılımcı yoğun çabaların
ürünlerinden biri olduğudur. Metin ve kitap deyince Müslüman hafızanın (belki
bütün hafızaların) ilk hatırlayacağı şey Kur’an-ı Kerim’dir (kutsal kitaptır.)
Metin ve kitap kendinden bir otoriteye, toplumsal/insanî diyebileceğimiz
ilavelerle büyüyen, yükselen mühim bir değere ve kurucu, sürdürücü bir iksire
sahiptir. Çünkü söz / kelam oradadır. Bu noktada Kur’an-ı Kerim’in (kutsal
kitapların) tefsiri ve bunu harekete geçiren sebepler ile diğer kitapların
şerhi ve sebepleri arasındaki ayırım teknik bir ayırım olmaktan öteye geçmez.
Dolayısıyla ilk örneklerini Hz. Peygamber’de gördüğümüz tefsirin, Kur’an’ın
bazı anlaşılmayan kelimelerini (Garibu’l-Kur’an’ı) tek tek veya ayetlerin toplu
manalarını, işaretlerini Peygamber’in dilinden ortaya koyan, açıklayan
tefsirlerin aynı zamanda ilk şerh örnekleri olduğu rahatlıkla söylenebilir.
(İslâm ilim tarihinde bazı şerhlerin tefsir, tevil olarak
adlandırıldığı ve birçok tefsir için şerh, haşiye, talikat türünden
eserlerin yazıldığı da malumdur). Kur’an ayetlerinin tefsirinde takip edilen
metodun ve riayet edilen hususların farklı metinlerin şerhinde etkili,
belirleyici ve yol gösterici olduğunda şüphe yoktur.” (S.19)
Şerh ve haşiye meselesini doğru ve yerinde
görebilmek için ‘metin’ ve ‘kitap’ merkezli anlama ve yorumlama çabalarının
tamamı hesaba katılmalıdır. Teknik olarak bir metni açma ve açıklamaya,
tamamlamaya, ikmal etmeye, irtibatlarını genişletip yeniden kurmaya,
derinleştirmeye, tenkit, tahkik ve tashih etmeye, teferruatlandırmaya ... doğru
seyreden çalışmalara tefsir, şerh, haşiye, talik( at), tafsil, tevil,
izah, zeyl, tetimme, beyan, tekmile, fevâid gibi isimler verilirken,
buna karşılık bir metni tahkim ederek sıkılaştırmaya, kısaltmaya,
fazlalıklardan arındırmaya, ezberlenebilirlik ve kuşatılabilirlik kabiliyetini
artırmaya, sistematik ve talimi hale getirmeye, özetlemeye, seçmeler yapmaya
... dönük çalışmalar ise ihtisar, muhtasar, hülasa, telhis, mülahhas,
müntehab, muktetaf diye adlandırılıyor. Aslında bunların hepsi için
şerh kelimesinin kullanıldığı malumdur; metin etrafında yapılan her
türden açma, anlama, açıklama, kapalılıkları ve metnin problemlerini giderme,
tahlil, düzenleme, itiraz, tenkit, tashih, ifadeleri daha vasıflı hale getirme,
bölümlendirme, dönemle irtibatlandırma, tamamlama ... çalışmalarının en genel
ismi şerhtir.” (S.20-24)
2. Şerh, Tedris, Medrese
“Şerh ve haşiye geleneğinin medreselerle,
bu kurumların inşa edip yerleştirdiği eğitim-öğretim tarzıyla, ilim siyasetiyle
ve tedris üslubuyla yakın irtibatlı olarak ortaya çıkıp geliştiği hususu
umumiyetle bilinen fakat yeterince göz önüne alınıp değerlendirilmeyen bir
vakıadır.
Birçok şerh ve haşiye dibacesinde yer
alan ‘âlim bir dostumun / talebelerimin / bu kitabı okuyanların /
meslektaşımın / devlet adamının ... bu metnin / kitabın meselelerini açmam, zor
/ muğlak kısımlarını açıklamam, ıstılahlarını tarif etmem istikametindeki
ısrarlı arzularını yerine getirmek için bu eseri telif ettim’ mealindeki
sözler, şerh ve haşiyelerle eğitim süreçleri, hoca - talebe münasebetleri ve
ilim meclisleri arasındaki doğrudan ve besleyici ilişkiyi açıkça ortaya
koymaktadır. Şerh ve haşiye türü eserler sanıldığının aksine sadece okurken
başvurulan metnin problemlerini çözmez; bu onların en alt düzeyde üstlendiği
fonksiyonlardan sadece bir tanesidir. Şerh ve haşiyenin yaptığı esas
büyük iş metnin problemlerini çözmek üzerinden bizzat problemi, metni, dili ve
ilim talibi olan okuyucusunu bir üst kademeye çıkarması, bunun için onu teşvik
etmesi, hatta zorlamasıdır. Şerh ile haşiye ile talikat ile bir metnin
problemini çözen kişi sadece mesleğinin ve yolunun içinde bulunduğu seviyedeki
problemlerini çözmüş olmaktan dolayı değil daha yukarıda bir seviyede, daha
sistematik ve teferruatlı, daha derin ve bu yüzden takibi daha fazla mesai
isteyen yeni problemler edinmiş olmak yüzünden ilimle irtibatı gelişmiş ve
kuvvetlenmiştir. Birçok büyük âlim ve yazarın kendi eseri için bir de şerh,
haşiye veya muhtasar, telhis türünden farklı kademelerde eserler yazma
ihtiyacını hissetmesi de bu eğitim-öğretim tarzı, bu yaklaşım, amaç ve
usullerle alakalı olmalıdır.”(S.28-29)
“Bu kademeli durum ilimlerin
medreselerdeki okunma sistemine de çok uygundur. Tam teşekküllü bir medresede
veya İslâmi ilimleri kâmil düzeyde okutmayı düşünen bir müderrisin programında
ilimler üç kademede; iktisar, iktisa ve istiksâ seviyelerinde,
bazan bu üç seviye de kademeli olarak tahsil edilir. Mesela bir medrese
talebesi tefsir dersini iktisar düzeyinde Celâleyn’den, iktisa düzeyinde
Hâzin’den ve istiksâ düzeyinde Kadı Beydavî veya Zemahşerî’
den takip ederek okur.” (S.32) (1)
“Şerh ve haşiye geleneği açısından
bakıldığında medreselerin ve tedris tarzının, nihayet müessese siyasetinin bazı
standartlar ve teamüller oluşturduğundan bahsedilebilir. Tarihin zora girdiği
dönemlerde bazan dezavantaj haline de gelebilen, ama esas itibariyle müsbet
çalışan bu standart ve teamüller sırasıyla a) İntikal / Tederrüs /
Tevarüs, b) Tedris / İdame (Aktarma / Sürdürme) ve c)
Telif/Tenkit (Yeniden inşa / yeniden üretme) başlıkları altında
toplanabilir.”(S.41)”
a) “İlim
(ve irfan) esas itibariyle hiyerarşik ve otoriter bir yapıya sahiptir; bilgi
yukarıdan aşağıya doğru akar, bu yüzden üstadla talebe ilim önünde eşit
değildir, en azından biri verici biri alıcıdır. Tevarüs mekanizmasının
işletilmesinin ilk kademesi diyebileceğimiz talim ve tedris, bir başka ifade
ile ilmin intikali, aktarımı, talebe açısından ilmin tesahübü aynı zamanda bir
bilgi mantığının, bir üslubun ve ahlâkın, bir değerler ve teamüller dünyasının
oluşması, sürdürülmesi ve tahkim edilerek devredilmesi demektir. Bu sürecin
giderek kuvvetlenen bir mensubiyet fikri ortaya çıkardığı ve bunu besleyen
damarları güçlendirdiği, bazan katılaştırdığı aşikârdır.
Medreseler ve tarikatlarla birlikte ilim
ve irfan dünyasının daha güçlü, belirleyici ve yaygın bir unsuru haline
gelen icazet ve hilafet, teknik ve manevi özelliklerinden ötede
kaynağa, hiyerarşiye, mensubiyete, âdap-erkâna ve besleyici damarlara işaret
eder. (İcazet ve hilafetin yerine kullanılan silsile, halka, zincir,
şecere kelimelerinin dikkate değer sembolik anlamları da vardır). İlim
ve irfan kişiyle başlamaz ve bitmez; ilmin kaynağı ‘yukarıda’dır ve
metafizik / manevi boyutları vardır. Bütün silsileler, icazet ve
hilafetnameler bir âlimler ve arifler silsilesi üzerinden ilim ve irfanın
kaynağı olarak Hz. Peygamber’e, Cebrail’e, onların vasıtasıyla Yüce Allah’a
çıkar. Bu yüzden icazet alan kişinin hocası başta olmak üzere yukarıya
doğru bütün ulema ve arifler manevi bir değere ve hususi bir anlama sahiptir.”
(S.41)
b) “İcazet
alarak okutma yetkisine sahip olan medrese talebesi ikinci kademede bir taşıyıcılık ve aktarıcılık vasfı
kazanacak, tedris faaliyetine başlamış biri olarak hocasının, yetişme
çevresinin ve tesahüp ettiği metinlerin üslubunu, tavrını, zevk ve neşvesini
(asgari düzeyde aynen) sürdürürken daha kabiliyetli ve iddialı olan bazıları
aynı zamanda kendine ait bir yolun ve üslubun da arayışı içine girecektir.”
(S.45)
c) Üçüncü
aşamada ise telif-şerh-haşiye-ictihad-tenkit süreçleri devreye
girecektir. Tedris, taklit, tahkik, nakil kademelerinden geçen
ilim talibi üstadların bir kısmı bütün bu tecrübelerini harmanlayarak, tenkit
ve tahlil mekanizmalarını işleterek ilmin bir sonraki nesle nasıl ve hangi dil
ile aktarılacağını tartışır ve buna göre; yeni sorular sorar, kendi döneminin
problemlerini ve arayışlarını soru veya cevap şeklinde, doğrudan veya dolaylı
ifadelerle ilim havuzuna dâhil eder, itirazlarda bulunur / itirazları
cevaplandırır, metinde olmayan paralel veya muhalif farklı rivayetlere,
görüşlere yer vererek onları tartışır ve gerekirse telif eder, bilgiler,
rivayetler ve görüşler için farklı hiyerarşiler kurar yahut mevcut
hiyerarşileri değiştirir, tarifleri yeniler veya tahkim eder, kavram
çerçevelerini gözden geçirir, yeni açıklamalar, düzenlemeler, taksimler /
tasnifler, yorumlar ve değerlendirmeler yapar, ekleme ve çıkarmalarda bulunur,
hedef kitleye göre metnin dilini yeniden kurar, bazı ibareleri sönükleştirirken
bazılarını görünür kılar, tahric ve tahkiklerde bulunur, kaynakları gösterir...
Bir başka deyişle hem seçicilik / tercih vazifesinin farkında olarak vasıflı
bir ‘süzgeç’ rolünü üstlenir hem de geleceği hesaba katarak o günün
şartlarında kuruculuk / inşa mesuliyetini omuzlarında hissederek istikbalde
yürünecek yolun işaret taşlarını döşer, istikametler gösterir.” (S.46)
3. Metnin Adabı ve
Ahlâkı
“Elbette bütün bu ilişkiler ağının ve
süreçlerin bir ahlâkı, bir adap ve erkânı, nihayet bunlarla irtibatlı olarak
yer yer sembollerle ve hususi işaretlerle seslenen-konuşan-yazan bir dili de
oluşmuştur. İlme, hocaya, kitaba, metne saygıyı (riayeti) ihlal etmeden her
türlü tenkidi ve tashihi yapmayı deneyen, farklı ve aykırı görüşleri
zikretmekten kaçınmayan, münasip bir yolunu bulup kendi tercihlerini ifade
etmek isteyen, umumiyetle de ağır akan, taşıdığı iddiayı hemen göstermeyen bu
dilin grameri gerçekten ince elenip sık dokunmuş, bu yüzden de çözülmesi bir
terbiye, farklı bir dikkat, bir tür ihtisas isteyen bir gramer oluşmuştur.”
(S.52)
“Cevdet Paşa’nın Belâgat-i Osmaniye’sini
şerh eden el-Hac İbrahim Efendi’nin Şerh-i Belâgat’i da (Ek-6) bu adabın
işleyişi, üslubu ve inceliklerini görmek açısından iyi bir örnektir.” (S.54)
“Şerh ve haşiye türünü İslâmi ilimler ve
kültür alanları için önemli bir saha olarak düşünmek elbette bu adı taşıyan
bütün metinlere otomatik olarak ve eşit seviyede bir ehemmiyet, değer ve statü
kazandırmak anlamına gelmeyecektir. Bu türün de çok başarılı, orta düzeyde ve
düşük kıratta örnekleri vardır ve bu gayet tabiîdir.
İlim talebi ve tedris sürecine katılan
belli bir idrak düzeyinin üstündeki herkes, kendisine üstadlar, metinler ve
dersler üzerinden intikal edenlerle okuyup öğrendiklerini aynen aktarır veya
daha vasıfsız olarak naklederse bunun giderek tekrara, zaafiyete, durağanlığa
ve çürümüşlüğe yol açacağını bilir. Aynı şekilde kaynağı ve onun mantığını
unutur yahut bünyeye uygun olmayan ve kurucu mantığa zıt ilavelerde bulunursa
bunun varacağı yerin de sapma ve bozulma olacağını kavrar. Hem geleneği
sürdürmek ve devamlılığı sağlamak hem de dönemin arayışları ve kaplarını
kavrayıp onlara uygun yeni yorumlar yapmak, yeni yollar açmak, yeni bir dil
bulmak, önceki mirası bu zaviyeden tenkit ve şerh etmek... ilmi
taşıyan, yayan, yorumlayan ve değerini muhafaza etmeye çalışan müderris-müellif
âlimin ana vazifelerinden biridir.” (S.56)
Bugünden Tarihe Giderken
Şerh ve Haşiye
Şerh Karşıtı Süreçlerin Bir Mantığı Var
Mı?
“Bugünden geriye doğru bakarken, daha işin
başında şerh ve haşiye geleneğinin neredeyse bütünüyle zayıf, iddiasız ve
olumsuz bir alan haline gelişinin İslâm tarihinde yeni bir hadise olduğunu
tekrar söylememiz lazım. İslâm dünyasının, bu arada Osmanlı Devleti ve Türklerin
askeri mağlubiyetlerin sebepleri ve kendileriyle Batı arasındaki mesafe üzerine
kafa yorarken başlattıkları yeni ıslahat süreçlerinin bir yerlerinde, esas
itibariyle kendilerine karşı kurulmuş olan ve bu arada şerh-haşiye literatürünü
de yerinden eden oryantalistik dilin ideolojik hükümlerini ve akademik-siyasi
iddialarını içselleştirmeye ve benimsemeye yöneldikleri müşahede edilmektedir.
Buna İslâm dünyasının kendi ilim ve kültür mirasından şüpheye düşmesi, onu
yetersiz görmeye başlaması, giderek küçümsemesi ve paradoksal olarak bu
yetersizlik üzerinden beka / tecdid problemini çözmeye teşebbüs etmesi vakıası
diyebiliriz.
Yetersizlik fikrine ulaşmak acaba bir
tenkit sürecini başlatmak olarak da mütalaa edilemez mi? İlk bakışta bu soruya
evet denilebilir. Fakat süreç takip edildiği zaman İslâm ilim ve kültür
mirasını yeni ve kritik şartlarda bir daha gözden geçirip hangi güçlü
kısımlarıyla yola devam edileceği, hangi bölgelerinin tamir ve tashih
edileceği, nerelerinin terk edileceği istikametinde işleyen gerçek (yapıcı /
yeniden kurucu) bir tenkit ve ıslah teşebbüsünden ziyade ağırlıklı
olarak istihfaf, önemsizleştirme, karalama, hatta terk ve red mekanizmalarını
işleten, ilmi mirası yük olarak gören, bu sebeple tarihi realite ve kronolojik
takip fikrinden de hayli uzaklaşan kaba (yıkıcı) bir tenkit hissiyatının ve
fiiliyatının ortaya çıktığı görülecektir. (S.59)
1. Kör Nokta: Gazalî
veya Onikinci Asır
“Bu düşünce ve yaklaşımlar arasında İslâm
ilim ve kültürünün, Gazalî’nin(2) felsefeye yönelttiği
tenkitlerle irtibatlı olarak XII. asırdan sonra ilerlemeden uzaklaştığı,
durağanlaşmaya / gerilemeye / çökmeye başladığı, özgünlüğü kalmadığı ve yeni
şeyler üretmekten ziyade ezberciliğe, tekrara ve taklide düştüğü fikri güçlü
bir etkiye ve yere sahip gözükmektedir. (Burada yenilikten uzaklaşma,
eski ile yetinme, orijinalite yoksunluğu, ezber, tekrar ve taklit kelimelerinin
altını bir daha çizelim). Görüldüğü üzere XIX. yüzyılda dillendirilmeye
başlanan yetersizlik fikri, eşzamanlı bu yaklaşımla neredeyse otomatik olarak
yedi asır geriye çekilmiş olmakta, neticede İslâm tarihinin yarısını, Müslüman
Türklerin tarihinin, Selçuklu ve Osmanlı devirlerinin nerede ise tamamını adeta
esareti altına alan bir muhteva kazanmaktadır.” (S.60) (3)
“Etkileri hala güçlü bir şekilde devam
eden bu yaklaşım(4) içinde muhtemelen ilk sorgulanması
gereken şey sihirli ‘ilerleme’ (terakki) fikridir. Modern
Batı Avrupa düşüncesinde ilerleme fikri, bir taraftan dünyanın ve insanın
yaratılışını açıklamak dâhil olmak üzere felsefi bir istikamete doğru akarken diğer
yandan mevcut siyası, sosyal ve kültürel durumu batı merkezli olarak tasnif
etmek, derecelendirmek ve adlandırmak, yorumlamak iddiasındadır. Modem bilim
anlayışı ve pozitivizmle paralellik arz eden felsefi yönü büyük ölçüde dini ve geleneksel
dünya tasavvurlarını ‘geçmişte kalmış’, ‘köhne’, ‘hurafe’ ve ‘değersiz’ addederken
sömürgecilik hareketleriyle paralellik gösteren sosyal ve siyası yönü batıdışı
toplumları, medeniyetleri ve kültürleri ‘geri’, ‘itibarsız’
ve ‘geçersiz’ kılmaktadır. Terakki fikrinin İslâm dünyasına
intikali ve yorumu ne kadar farklı olursa olsun bu iki hattın tortularını ve
problemlerini çok katmanlı olarak taşıdığında şüphe yoktur.” (S.60)
2. İlahiyat Fakülteleri:
İctihad mı Taklit mi?
İslâmi ilimlerin tarihine dair yazılan
telif-tercüme-uyarlama metinlerin kahir ekseriyetinin mantığı, (bunlar ister
İlahiyat Fakülteleri ve Yüksek İslâm Enstitüleri’nde, isterse bunlardan
etkilenerek veya bağımsız olarak akademi dünyasının dışında olsun), XII.
asır sonrasıyla ilgili menfi vurgunun, duraklama-gerileme-çöküş edebiyatının
belirleyici etkisi, gölgesi ve tahakkümü altında gelişti denebilir. (İctihad
meselesini önemseyen iddia sahibi bu çevrelerin İslâm ilimlerinin tarihiyle
alakalı tasnifler ve şerh-haşiye edebiyatı konusunda, nerede ise hemen hiçbir
üst sorgulama yapmadan, tabir caizse ‘taklitçi’ bir tavır
ortaya koymaları ve kendileri tarafından akademik olarak hesabı yeterince
verilmemiş hükümleri benimseyip paylaşmaları dikkat çekicidir). Burada,
oryantalizmden ve çöküş edebiyatından büyük ölçüde etkilenen çağdaş İslâm
düşüncesinin / İslâmcılık hareketinin ana kabullerinin, ideolojisinin ve
söyleminin etkili bir unsur olarak devreye girdiğinden de bahis açmak
gerekecektir” (S.66) (5)
“Mevcut durumu tesbit etmeye ve anlamaya
yöneldiğimizde, ilahiyat çevrelerinde şerh ve haşiye literatürünün, XII. asır
sonrasının bariz telif tarzı ve hususiyeti olarak sık sık gündeme geldiği ve
süregelen söylem etrafında tenkit konusu edildiği, en yumuşak ifadeyle
sıçramalar ve büyük başarılar taşımayan zayıf bir alan olarak görüldüğü
söylenebilir.” (S.67) (6)
3. Şerh Karşıtı Bir
Süreç: Kaynaklara Dönüş
Çağdaş İslâm düşüncesinin önemli kavramsal çerçevelerinden biri olarak ‘kaynaklara dönüş’ hareketi, gerçek İslâm - tarihi İslâm ayırımına da yol açacak şekilde iki hususu öne çıkarıyor:
1. Bağlayıcı bilgi kaynağı olarak Kur’an (ve Sünnet’i),
2. Bağlayıcı uygulama olarak asr-ı saadet tatbikatını esas almak.
İlk
bakışta problemsiz, meşru ve makul gözüken bu etkili fikriyatın canlandırıcı ve
harekete geçirici hamleleri olduğu kadar açık veya örtük iddiaları,
değiştirici, dönüştürücü ve tasfiye edici uçları, nihayet bozucu etkileri de
bulunmaktadır.
Bu hareketin açık veya örtük iddiaları arasında konumuz itibariyle önemli olanlar şöyle özetlenebilir sanırım:
a) İslâm tarih tecrübesi Kur’an’ı ve asr-ı saadeti büyük ölçüde gözardı etmiş, ihmale uğratmıştır.
b) İslâm tarihi boyunca ortaya çıkan anlama ve yorumlama çabaları ile telif çalışmaları asıl kaynaklara sadakat açısından ciddi problemler taşımaktadır.
c) İslâm’da olmayan ilmiye sınıfı ve ilim hiyerarşisi, zaman içinde kaynakları perdeleyerek ulemanın söylediğini nas düzeyine çıkarırken zamanın gerektirdiği yeni yorumların da önünü tıkamıştır…
Bu
iddiaların her biri İslâmî ilimlerin, bu arada şerh ve haşiyelerin de içinde
yer aldığı İslâm tarih tecrübesinin şu veya bu ölçüde zayıf, itibarsız,
problemli ve hatta bazen gayrı meşru hale getirilmesine kaynaklık etmektedir.”
(S.82)
4. Şerh ve Haşiye İçinde
Boğulmuş Medrese!
“Osmanlı Devleti’ni ve toplumunu taşıyan
üç büyük ayak olarak saray (hilafet ve saltanat), ilmiye (medrese ve ulema) ve
seyfiye (Yeniçeri Ocağı) normal olarak modernleşme teşebbüslerinden en çok
etkilenen, en ziyade değişip dönüşen, otoritesi tartışma konusu olan ve hatta
yerinden olan kurumlar ve statülerdir.
Medrese ve ilmiye için yerinden olma /
yerinden edilme süreçleri aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin gerilemesi ve
çöküşünün mühim sebeplerinden biri olarak bir tenkit ve zayıflatma mekanizması
olarak da işleyecek, giderek yeni bir medrese ve ilmiye tasavvuru ve bunun
ardından ideolojik diyebileceğimiz bir medrese tarihçiliği ortaya çıkacaktır.
İlmiye sınıfı ile Osmanlı hilafet ve saltanat sistemi arasındaki güçlü
münasebetleri zayıflatmak, bir adım ötede ulemayı kendi saflarına çekmek ve
bunun üzerinden bir meşruiyet sağlamak için Yeni Osmanlılar Cemiyeti ve İttihat
ve Terakki hareketi gibi siyası muhalefet hareketlerinin bu tasavvurun
oluşmasında ve süreklilik kazanmasında önemli bir etkisi bulunmaktadır. Bunlara
ilaveten modernleşme süreçlerinin beslediği yeni din / İslâm yorumu ve ilim
anlayışı da medreseleri geçmişte kalmış ‘köhne’ kurumlar,
ilmiyeyi ‘eski kafalar’ haline getirecektir.”(S.84-85)
Akif merhumun Asım ‘da çizdiği menfi
medrese ve ilmiye tablosu bu bakımlardan hâlâ temsil gücü yüksek iyi bir
metindir:
…Belki on şerhe bakıp bir kuru mana
çıkaran
Yedi yüz yıllık eserlerle bu dinin hâla
İhtiyacâtını kabil mi telafi? Aslâ
Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâmı…
Mehmet Akif başka konularda olduğu gibi
medreseler bahsinde de kendi döneminin gerçek bir tercümanı olarak konuşuyor ve
yazıyordu. (…) Buradaki medrese ve ilmiye tipolojisi o zamanın mevcut
ilmiyesine mi tekabül ediyor yoksa medreselerin ve ilmiyenin sevkedilmek
istendiği istikameti meşru ve cazip kılmak için mevcut medresenin ve ulemanın,
şerh ve haşiyelerin, medrese kitaplarının yüzü mü karartılıyor?” (S.88)
5. Felsefe ve
Orijinalite Efsanesi
Oryantalistik çalışmaların
yerleştirdiği, ‘İslâm düşüncesinin XII. asırdan sonra durduğu’ iddiası
esas itibariyle Gazalî merkezli olarak felsefe ve ardından bilim ağırlıklıdır.
Görülebildiği kadarıyla İslâmî ilimler, sanatlar ve diğer kültürel unsurlar bu
havuzun içine daha sonra dâhil edilecek ve durgunluk ve gerileme vurgularıyla
kurulan politik-akademik ‘slogan’ bir bütünlüğe kavuşturulacaktır.(…)
Felsefenin hem varlık, ilim-bilgi seviyesinde hem de kâinatın, insanî olanın,
toplumsal ilişkilerin ve değerlerin açıklanması ve anlamlandırılması düzeyinde
modem dönemde kazandığı yaygınlık, etkinlik ve itibarın derecesi insanlık
tarihinde sık tesadüf edilebilecek bir vakıa değildir. Felsefenin nerede ise
her şeyi açıklayan yegâne teorik çerçeve haline gelişi ve din, sanat başta
olmak üzere farklı varlık, bilgi, değer tasavvur dünyalarını ve teorilerini
bastırması, bir şekilde devreden çıkarması onu adeta tek başına tarihin akışını
ve anlamını vaz eden bir alan, nihayet mutlak gerilik-ilerilik kıstası haline
getirecektir. İslâm’ın felsefe ile irtibatı veya bir ilim dalı olarak İslâm
felsefesinin konumu da bu çerçevede bir yer bulacak ve oralardan kalkılarak
geniş daire olan İslâm hakkında hüküm verilecek, genellemeler
yapılacaktır.”(S.91)
“Oryantalistlerin özgünlük etrafındaki
beyanlarında Avrupamerkezcilik, hatta ırkçılık izleri açık veya örtük şekilde
vardır. Bu türden beyanlara göre Araplar ve Türkler şiir söyler, ok atar, kılıç
kuşanır, pala sallar ama soyut düşünemez, felsefe yapamaz; felsefe yapmak ârî
ırklara mahsus bir meziyettir. Ayrıca İslâmiyet de felsefenin daha işin başında
istediği özgür düşünceden, aklın hâkimiyetinden uzak bir dindir. İslâm
felsefesinin aktarıcı, kurucu ve taşıyıcı unsurları da (hususen ilk mütercimler
ve ilk müellifler) zaten gayrımüslimler arasından veya ‘yabancı’lardan,
mülhidlerden çıkmıştır. Felsefe konusunda Müslümanlara bir yer ve değer
atfedilecekse bu, kadim Yunan felsefesinin ortaçağ Avrupa’sına intikalindeki
rolleriyle sınırlı olacaktır.” (S.93)
“Burada yeniden sorgulanması ve
tartışılması gereken husus orijinaliteden, özgünlükten, yenilikten (buna
karşılık durgunluktan, gerilemeden, çöküşten) neyin kastedildiği ve bunun
içinin nasıl doldurulduğudur, Metinlerden anlaşıldığı kadarıyla özgünlük
yeni ve duyulmadık bir mesele vaz etmeye veya tarihin şahit olmadığı cevaplar
bulmaya, çözümler üretmeye, hülasa modern düşüncenin felsefi olarak da fiili
olarak da sevip arzuladığı, talep ettiği gelenekten koptuğu açık ‘mucizevi’
çıkışlara indirgenmiş gibidir. Yeniden düşünüp üretmeye ve yeniden
yazmaya, devamlılığa ve tamamlamaya değil de Vico’nun ifadesiyle ‘tarihten
kopuş’ta yaklaşmış bir orijinalite fikridir bu. Böyle olduğu için de bir
ilim anlayışı ve düşünce biçimi istikametinde mevcut meseleleri farklı
bir şekilde ele almak, yeni tasnifler ve tarifler getirmek, bilgi ve görüşleri
yeniden değerlendirmek, dönemin arayışları ve problemleriyle veya başka
ilimlerle ilişkilendirmek, meselenin yeni boyutlarına işaret etmek, iç
tezatları gidermek, anlama ve açıklamada yeni modeller kullanmak, dil ve
üslupları geliştirmek... gibi medrese dünyasının ve şerh ve haşiye
literatürünün üst düzeyde gerçekleştirdiği ilmî-fikrî yenilikler, hatta
sıçramalar özgünlük sınırlarının dışında görülmüş, neticede istisnai bir çaba
ve başarı, buna kaynaklık eden ilim siyaseti ve üslup, nihayet kütüphaneler
dolusu eser iddiasından, fonksiyonundan ve değerinden çok aşağıda bir seviyede
görülmüş ve öyle değerlendirilmiştir.” (S.98) (6)
Kitabın son bölümüne konu ile bağlantılı
olarak ilave edilen ekler şerh ve haşiye meselesi ile ilgili orijinal örnekler
sunmaktadır.
“Metin ve telif türleri ile şerh-haşiye
fikri ve geleneği konularında iyi bir özet olan ‘Mahzenu’l-Ulûm’da yer
alan ‘Metin, Telif, Şerh’ yazısı Serkiz Orpilyan ve Seyyid
Abdülzâde Mehmet Tahir tarafından kaleme alınmış.”(Ek-1 S.109-113)
“Sübha-i Sıbyân mahalle / sıbyan
mekteplerinde, ilkokul çağındaki çocukların bazı Arapça ve daha az sayıdaki
Farsça kelimelerle tanışmaları ve Türkçe manalarını öğrenmeleri için şiir
tarzında telif edilmiş başarılı bir sözlüktür. Seçilen kelimeler Kur’an
merkezlidir ve İslâm kültürünün bellibaşlı alanlarına uzanır. Çocuklar bu metni
ezberler, bazen hocalarıyla birlikte toplu olarak şarkı gibi makamla okurlardı.
Sübha-i Sıbyân şerhi mehmed Necib tarafından kaleme alınmış.” (Ek-2 S.114-118)
“Klasik tercüme bugünkü tercüme
anlayışından hayli farklı olarak aynı zamanda bir şerh, bazen de bir telhistir.
Buna mütercimin aynı zamanda müellif olarak davranması da diyebiliriz; tercüme
ettiği metin üzerinden döneminin ihtiyaç ve icbarlarını hesaba katar, arayışlarına
işaret eder, bir bakıma metni o güne getirir. Burada Mukaddime’nin aynı
bahsinin, hilafet gibi nazik bir konusunun, biri klasik (Pirizade Mehmed
Sahib Efendi) diğeri aktüel (Süleyman Uludağ) olmak üzere iki Türkçe
tercümesini yan yana veriyoruz. İki tercümenin endişeler, uzunluk, muhteva,
dil, ekler... açısından karşılaştırılması metin-şerh-tercüme ilişkileri
konusunda bize bazı ipuçları verecektir.” (Ek-3 S.119-152)
“Mütercim Âsım Efendi’nin, Kamûs
Tercümesi olarak bilinen ve tam adı el-Okyanûsu’l-Basît fî
Tercemeti’l- Kamûsı’l-Muhît olan Arapçadan Türkçeye meşhur ve önemli
sözlük çalışması, aslında klasik tercüme olarak aynı zamanda büyük bir şerhtir
ve kendi sahasında birçok yenilik getirmektedir. Bunun nisbeten görülebilmesi
ve kıyaslanabilmesi için hem tercümenin esas aldığı Firuzâbâdî’nin
(el-Kamûsu’l-Muhît) hem de tercümede ‘şarih’ olarak
geçen Zebidî’nin şerhinin (Tâcu’l-Arûs) Arapça metinlerini,
aldığımız üç maddenin başına koyduktan sonra Âsım Efendi’nin metni
verilmiş.” (Ek-4 S.153-157)
“Bu metinde sadece siyah verilen kısımlar
tercüme edilen metne, Taftazanî’nin Şerhu’l-Akâid’ine aittir,
diğerleri mütercimin ya diğer kitaplardan, özellikle Şerhu’l-Akâid ‘e
yazılan haşiye ve taliklerden tercüme ve özet yoluyla derlediği açıklayıcı
bilgiler veya kendisinin metin içinde veya dipnotlarda, bazen kaynak göstererek
verdiği tamamlayıcı malumattır. Mufassal bir şerh özelliği taşıyan bu
tercümenin özellikle kavramlar ve terimler için yaptığı tariflere ve açıklayıcı
/ tamamlayıcı bilgilerinin tabiatına ve aktarılma tarzına dikkatle eğilmek
gerekir. Ömrünü idari görevlerle geçirmiş biri olarak mütercim Giritli
Sırrı Paşa, Kelam sahasında mühim ve mütedavil bir metin üzerinde kendisine
kadar yapılan bütün çalışmaları gözden geçirerek harmanlamakta ve o metinlerin
/ malumatın fark ettiği zaaflarını gidererek kendi dönemine göre eksiklerini
tamamlamaktadır. Sadece bir bahsini aktardığımız bu örnek, klasik tercümenin
bizim bugün anladığımız tercümeden ne kadar farklı olduğunu, bu yolla adeta
yeni bir metin / şerh ortaya çıkarıldığını göstermesi bakımından iyi bir
örnektir. Kısaca klasik tercümelerin aynı zamanda kıymetli birer şerh hatta
yeniden telif edilmiş bir metin olabileceğini hesaba katmak gerekir.” (Ek-5
S.158-172)
“Cevdet Paşa’nın ders kitabı mahiyetinde olan Belâgat-ı
Osmaniye’sine şerh yazan Hacı İbrahim Efendi, aslında bilgi ve kaynak
açısından ihtiyacı olmadığı halde, muhtemelen sırf bir geleneği sürdürmek ve
kendisinden önce bu dersi okutan Cevdet Paşa’ya, bir başka ifade
ile hocaya ve silsileye hürmeten ‘şerh’ yazmayı tercih
etmiştir. Bununla beraber Cevdet Paşa hayatta iken telif
edilip basılan Şerh-i Belâgat dikkatli bir gözden kaçmayacak
şekilde ciddi tenkitler ve tashihler ihtiva etmektedir. Bu tenkitlerin
üslubunun yumuşak ve ifadelerinin dolaylı oluşu doğrudan doğruya telif adabıyla
ve klasik telif tarzlarıyla alakalı bir husustur. Metni okurken bunları hesaba
katmak uygun olacaktır.” (Ek-6 S.173-178)
“Mehmed Arif beyin Binbir
Hadis kitabı seçme hadisler üzerine yapılan yorum ve değerlendirmelerden
müteşekkildir. Müellif önsözünde bu yorumlara, muhtemelen kendi dönemi için
doğru bir adlandırma olarak ‘şerh’ diyor. Fakat hem hadis seçimi kıstasları hem
de telif tekniği ve muhtevası itibariyle klasik hadis şerhleriyle
kıyaslanamazlar. Mehmed Arif beyin yapmaya çalıştığı, hadisler
üzerinden İslâm dünyasında aktif bir insan ve toplum tipi ortaya çıkarmak ve
bununla irtibatlı bir iman-ibadet ahlâk anlayışı inşa etmektir. Binbir
Hadis döneminin arayışlarına ve ruhuna denk düşen bu özelliği dolayısıyla
telif edildiği ve basıldığı günden zamanımıza kadar çok itibar görmüş, tekrar
basılmış ve okunmuştur.” (Ek-7 S.179-184)
“Beşir Ayvazoğlu’nun Aşk
Estetiği isimli eserinden iktibas edilen Tenevvü makalesi
ile ekler bölümü tamamlanmış. (Ek-8 S.185-190)
Tanıtmaya çalıştığımız eser yaşadığımız
dünyada karşılaştığımız problemlerin kaynağını tesbit etmede önemli imkânlar
sunmaktadır. Bugün sonuçlarıyla muhatap olduğumuz bu ‘saldırılarla’ baş
edebilmenin yolunun öncelikle problemin mahiyetini kavramaktan geçtiği
kanaatindeyiz. Geçtiğimiz günlerde İlahiyat Fakültelerinin müfredatı üzerinden
yaşanan tartışma buzdağının görünen yüzüdür. “İslâm coğrafyasını etkisi altına
alan imha hareketi, en büyük tahribatı bütün medreseleri kapatılan İstanbul’da
en az hasarı ise dağ köylerini medreseye çeviren Hind kıtasında yaptı. İslami
ilimlere vakıf olduktan sonra diğer medeniyet havzalarını da tanıyan ve hiçbir
tesir altında kalmadan eşya ve hadiseye dair kıymet hükmünü veren çağın
fakihleri, muhaddisleri, mütefekkirleri Diyobendi Medreseleri ile Nedvetülulema da
yetişti.” (7) Yeryüzü müstekbirleri ve yerli
işbirlikçilerinin güneydoğuda sergiledikleri medrese düşmanlığının sebepleri de
farklı değildir. Tekrar ayağa kalkmanın yolu sahip olduğumuz değerlerin
kıymetini idrak etmekten geçmektedir.
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı:276 / Kasım 2013
___________________
(1) Tanıtmaya
gayret ettiğimiz eser, yaygın özgürlük söylemlerinin aksine temel eserlerden
beslenen fert ya da cemaatlerin neden kalıcı olabildiğini anlamamıza yardımcı
olacak imkânlar da sunmaktadır. Meselenin eğitim yönünün önemini ihmal etmeden
ifade etmeliyiz ki hedeflenen öğretimin gerçekleştirilebilmenin en önemli unsurlarından
birisi de kitaptır. Söz konusu kitabın içeriği, üslûbu ya da meseleleri ele
alış biçimi vb. problemler ihtiva ediyorsa, bu durumun ciddi yansımalarının
olacağı da aşikârdır. Dolayısıyla derslerin iktisar, iktisa ve istiksâ
seviyelerinde tedris edilme usûlünün sırtımızı yasladığımız ulemanın
bizlere bıraktığı muazzam mirasın bir parçası olduğu unutulmamalıdır. Bu
yöntemin ömrünü ilme vakfetmiş ilim talebeleri için geçerli olduğu gibi,
haftada bir ya da iki akşamını ilme vakfetmiş talipliler için de geçerli olduğu
kanaatindeyiz.
(2) Dücane
Cündioğlu: Gazalî üzerinden gerçekleştirilen bu saldırıyı sebebiyle konu
üzerine müstakil bir eser kaleme almıştır: “Gazâlî öncesi dönem, İslâm
Düşüncesi’nin çocukluk dönemidir, emekleme asırlarıdır; İslâm Düşüncesi’nin
zirveye çıktığı, sadece düşünce alanında değil, bilim alanında da en özgün, en
yüksek mahsûllerini verdiği asıl dönem ise, Gazâlî sonrası asırlardır. Hâsılı
bu asırlar, İslâm Düşüncesi’nin -iddia edildiği gibi- zevâl değil, kemâl asırlarıdır!
(3) Gazalî
üzerinden gerçekleştirilen bu ‘saldırının’ kökenine Ekmeleddin İhsanoğlu işaret
eder. “Bilim tarihinin öncü kurucusu George Sarton’a göre, İslâm tarihinde ilk
beş asır bilimin gelişmesi için ‘Altın çağ’ olarak kabul edilir ve beşinci
asırdan itibaren İslâm dünyasında ilmi faaliyetlerde hızlı bir düşüşün vuku
bulduğuna işaret edilir. G.Sarton’un bu görüşü de kültür, sanat, bilim ve her
türlü entellektüel faaliyetlerde Bağdad’ın 1258’de Moğollar’ın eline düşüşünden
sonra herhangi bir ilerlemenin olmadığını, İslâm dünyasının fikri yönden
gerilediğini ve özellikle Türk sülalelerinin hâkimiyet döneminde karanlıklara
girdiğini iddia eden, on dokuzuncu asırda ortaya çıkan genel bir kanaatin bilim
dalındaki tezahürü olarak görülebilir.” Ekmeleddin İhsanoğlu, Osmanlılar ve
Bilim, Etkileşim Yay, İst 2010, S.14
(4) “İslâm
Düşüncesi’nin İmam Gazalî’den sonra, yani XII. yüzyıldan itibaren inkıraz ve
inhitata uğradığı şeklindeki iddialar ilk önce Batılılar eliyle öne sürülmüş,
daha sonra sırasıyla Araplar, İranlılar ve Türkler tarafından bu iddialar büyük
bir hevesle tekrarlanmıştır. A) Batılılar kendi tarihlerini tek taraflı inşa
ettikleri için, bu yüzyılları kendi zaviyelerinden bir ‘yeniden doğuş’
(rönesans) olarak tavsif ediyorlardı. Bu nedenle onların, fiilen yıkmaya
çalıştıkları bir imparatorluğun fikri ve tarihi köklerini kasd-ı mahsusla bir
hiç mesabesine indirmeye çalışmalarında garipsenecek bir taraf yoktur. B)
Abbasilerden itibaren İslâm dünyası üzerindeki siyasi hâkimiyetlerini
kaybetmeleri sebebiyle, Arapların ve bahusus Arap milliyetçilerinin, İmam
Gazalî’den sonra Selçuklu ve Osmanlı hakimiyeti altında geçen asırların olumsuz
tasvirlerini sahiplenmelerinden daha tabii ne olabilirdi! Ne de olsa suçlu, en
nihayet savaşmaktan düşünmeye fırsat bulamayan Türklerdi. C) İranlılar ise hem
mezhebi, hem de siyasi rakipleri olan Sünni Türkler hakkında öne sürülen bu
haksız ithamları kabul etmekte hiç ama hiç zorlanmadılar. Onlara göre çöküş
Sünniler tarafındaydı ve Şii dünyasında ise inkişaf -hem de kesintisiz bir
biçimde- sürmüştü. D) Türklere gelince, onlar kendi tarihlerini karalamaya ve
bu tarihten kopmaya herkesten çok ihtiyaç duydular; zira elde kalan toprak
parçasını muhafaza edebilmek ve Batı medeniyetine eklemlenebilmek için öncelikle
bu tarihin reddedilmesi, geçmişle ilgili bütün bağların koparılması
gerekiyordu. Genç Türkler, Gazali sonrasında teşekkül eden 7-8 asırlık ilim ve
irfan mirasının köhneliği sebebiyle yenildiklerine inanmışlar ve hınçla bu
köhne terekeden kurtulmak istemişlerdi. Onlara göre, geleceği kurmak için böyle
bir geçmişe ihtiyaç yoktu; hal yeterliydi.” Cündioğlu, Şemseddin Günaltay’ın
ifadeleri üzerinden eleştirilerini sürdürür: “Tarihi tamamen devrin ideolojik
ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde çarpıtan bu söylem, bugün sadece
popüler-bilim çevrelerinde değil, ilahiyatçılar arasında da kendisinden
kuşkulanılmayan bilimsel bir tesbit değeri kazanmıştır. Sanırım dünyanın hiçbir
yerinde Râzî, Amidî, Taftazanî, Cürcanî, Mevlâna, Konevî, Sühreverdî, Simavî
düzeyindeki ilim ve irfan devleri kendi çocukları tarafından böylesine beylik
tahlillerle mahkûm edilmemiş ve bu denli aşağılanmamıştır.”(Dücane Cündioğlu,
A.g.e. S.54-58)
(5) “Yeni
bir şeyler söylemek’ iddiasıyla ortaya çıkanlar, farklı bir medeniyetin
sözcülüğünü yapar hâle düştüklerini bile fark etmeksizin egemen olanı evrensel
olan mertebesine çıkardıkları gibi, (…)bir türlü kendileri kalmayı
beceremiyorlar; bir türlü tarihlerini ve coğrafyalarını kendi bütünlüğü ve
sürekliliği içinde algılayamıyorlar.” (Dücane Cündioğlu, A.g.e. S.12-13)
(6) “İlahiyat
kontenjanlarının 300’lerden 20’li rakamlara çekildiği, başörtüsünün
yasaklandığı, Kur’an-ı Kerim derslerinde marşların okutulduğu 28 Şubat
sürecinde odalarına çekilip susmayı tercih edenlerin felsefe derslerine
müdahale sonrasında toplu açıklama yapmaları’ ya da ‘İlahiyat mezunlarını otuz
ay süreyle İslâmi ilimler eğitimine aldıktan sonra kürsüye çıkaran bir kurumun
da değişiklikten rahatsız olduğunu beyan etmesi’ dikkate değerdir. İhsan
Şenocak, İlahiyat Fakültelerinin İlmi Kıymeti, Aylık Hüküm Gazetesi, Ekim 2013,
S.22
(7) İhsan
Şenocak, İlahiyat Fakültelerinin İlmi Kıymeti, Aylık Hüküm Gazetesi, Ekim 2013,
S.19